KATEGORİLER

21 Ekim 2019 Pazartesi

MIM DE İREM CAN

Konumuz Kitap - İrem Can hazırlamış olduğu bir mim ile beni epey eskilere götürmüş olacak şimdi. Bu nostaljik mim hafta sonu derin konulara dalmadan cevaplayabileceğim sorulardan oluşuyor. O zaman deep'in yorumunda söz verdiğim üzere hemen cevaplamaya başlayayım.

1) İlkokulda nasıl bir öğrenciydin?

Sanırım normal bir öğrenciydim. Sınıfın en çalışkanı olmasam da iyilerinden biriydim yani. Sessiz, sakin, sorumluluk sahibi, iyi arkadaş seçmesini bilen, derslerini çalışıp ödevlerini yapan biri işte. İyi bir öğrenci olmak için ne yapılması gerekiyorsa onu yapardım. 

2) Dostluk kavramına inanır mısın?

Hayır. Eskiden inanırdım ama. Dostluk, yaşam mücadelesinde koşulların değişmesiyle çoğu zaman hatıralarda kalacak bir kelime olmaya aday bence. Özellikle şehir yaşamında ve hatta kırsalda komşuluk bile anlamını kaybetmişken dostluk diye bir şeyin neredeyse kalmadığına inanıyorum. Dostlar arasında olması gereken güven, yardımlaşma gibi duygular azalırken herkes kendi yaşam derdine düşümüş durumda. Dostluk deyince anlaşılan şey birlikte oturup sohbet eden, birlikte hahaha hihihi gülüp eğlenen insanlar topluluğu aklınıza geliyorsa ayrı. Belki de içimizi en acıtan hareketleri dost bildiklerimizden alıyoruz. Dost kazığı diye bir terim boşuna girmemiş dilimize. Bence en iyi dostunuzdan dahi bir beklentiniz olmasın. Gerektiğinde her zaman yardımcı olun, o da size olsun ama sakın dost olduğunuz için yapmayın bunu. Aksi takdirde hiç kimsenin üzmediği kadar dost sandıklarınız üzer sizi. 

3) Okul hayatınızda en çok zorlandığınız ders veya dersler ya da önerileriniz var mı?

İlkokulda zorlandığım bir ders olduğunu hatırlamıyorum. Ortaokuldan itibaren en severek yaptığım ders matematik, en zorlandığım ders ise Türkçe olmuştu. Ortaokulun birinci sınıfında ilk kez tanıştığım İngilizce dersinde ilk başlarda çok zorlandım ama birinci sömestrenin sonunda sınıfta tam not alan tek kişiydim, olayı çözmüştüm ondan sonra, hep iyi gitti. Lisede Edebiyat dersinden hoşlanmazdım, matematik ve fizik dersleri en sevdiğim derslerdi. Bir dersi sevmek ya da sevmemek, zorlanmak veya zorlanmamak tamamen öğrenci-öğretmen arasındaki iletişime bağlı. Her zaman söylediğim gibi ne yazık ki benim iyi Türkçe ve Edebiyat öğretmenim olmadı öğrencilik hayatımda ne yazık ki. Sonradan kader ağlarını ördü ve Türk Dili ve Edebiyatı mezunu iyi bir öğretmen olan eşim sayesinde bu eksiğimi öğrencilik yıllarımdan çok sonra kapattığımı düşünüyorum. 

4) Öğretmeninizle yaşadığınız komik bir olay var mı? 

Öğrencilik yıllarıma dair üç bölümlük bir yazı dizisi hazırlamıştım. Hoca Camide - İz Bırakanlar başlığındaki dizinin ilk bölümünde öğretmenimle yaşadığım komik bir olayı detaylı olarak anlatmıştım. Tekrara düşmemek için o yazımı burada referans gösteriyorum. 

5) Hiç sınıf başkanı veya başkan yardımcısı oldun mu?

Hayır. O zamanlarda bu görevi başarının sonucunda elde edilen bir makam olarak görmüyordum. Sınıf başkanlığı bir özgüven, bir sorumluluktu benim gözümde. Daha önemlisi sınıfın disiplinini sağlayabilecek kudrette olması gerektiğini düşünürdüm başkanın. Ben daha ziyade sessiz, sakin bir yaradılışta olduğum için hiç heveslenmemiştim bu işlere. Bir de kolay mıydı onca haydutu susturmak. 

6) Hiç öğretmen olmayı düşündün mü?

Hayır derken sorulara üçüncü kez hayır cevabını verdiğimi düşündüm. Öğretmenlik kabiliyet işi. Bir şeyi çok iyi bilirsin de karşındaki kişiye bunu anlatamazsın bir türlü. Öğretmenlik çok sevdiğim bir meslek olmasına rağmen doktorluk gibi benim yapmakta zorlanacağım bir branş olarak kalmış aklımda. Şimdi düşünüyorum da eskiden daha çok bir kadın mesleğiydi sanki öğretmenlik. Erkek doktor olsun, subay olsun, mühendis olsun çok para kazansın. Kızlar hiç olmazsa bir öğretmen olsun yeter gibi bir anlayış vardı. Bunun benim üzerimde etkisi de olmuş olabilir, dürüst olmak gerekirse. 

18 Ekim 2019 Cuma

İÇERİDE YALNIZ BEN VARDIM

Saatine baktı, üçü geçiyordu. Özel Kalemine seslendi. 
"La oğlum hele bi bak, Pens midir pense midir nerde kaldı bu herif öğren bakalım."
Kapıya kulağını dayamış Başkanın her an çağırmasına hazır bir pozisyonda bekleyen Cevat, kapıyı açıp esas duruşa geçti. 
"Trafiğe takılmışlar, yarım saat kadar gecikme durumu olacakmış Sayın Başkan."
Eliyle tamam çık dışarı işareti yaparken sessiz kaldı. Cevat ürkek adımşlarla geri geri giderken eğilip Başkanı selamladı ve daha sonra dışarı çıktı, çekti kapıyı. Dışarıda bekleyen korumalara dönüp sağ elinin iç yüzünü ağzına götürdü,
"Aboov, başkan çok sinirli, aman dikkatli olalım." dedi.

Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Müttefik Başkan'dan gelen mektuplar, tweetler canını sıkarken muhalefetin bozuk plak gibi tekrarladığı "yanlış dış politika" söylemlerinden gına gelmişti. Kendisi de biliyordu hata yaptığını. En büyük hatayı Müttefik Başkan'ı mütteffik olarak görmekle yapmıştı.  Ekonomi ve dış politika konuları, SDG, AB, ABD, Rusya, Suriye ile yaşanan sorunların hepsinin birden kara bulutlar gibi üzerine çöktüğünü hissetti. Göğsü sıkıştı birden. Kendi kendine kızdı. Bırakmalıydı bu işleri artık. Başkan bile yapmıştı kendini. Bir de onun üzerine halife olacak değildi ya. Ama çocuklar geldi aklına. "Sonuna kadar dayanmalıyım, koltuğu bırakırsam çok gelirler üstüme. Hatta pkk destekçisi hdp ile anlaşıp yüce divana bile göndermeye kalkarlar" diye geçirdi aklından. 

Yakın gözlüklerini taktı, on gün önce Müttefik Başkan'ın gönderdiği mektubun üzerine iliştirilen çeviriyi okudu. Bu ilk okuması da değildi. "Kafanı kullan olum, teröristbaşı ile bir araya gelip anlaş. Yoksa oyarım." diyordu, Müttefik Başkan. Adam oyar mı oyar diye düşündü. Papaz olayında göstermişti ne yapabileceğini. Zaten ekonomi damadın elinde yerlerde sürünüyor. Hani görevden almaya kalksam hanımla papaz olacağız. Kızımızın hatırı için diyor hanımefendi her seferinde. Geçinmek zorlaştı memlekette, ama ne yapalım, dişimizi sıkacağız biraz.

Bu düşüncelere dalmışken dışarıda bir hareketlenme oldu. Kapıyı nazikçe çalan Cevat, aralıktan kafasını uzattı.
"Geldiler Sayın Başkan, geldiler." 
"İyi, gelsinler bakalım ne olacaksa olsun artık." dedi başkan. 
Müttefik Başkan Yardımcısı asık suratını yüzüne maskeleyerek sert adımlarla maiyeti ile birlikte teşrif ettiler Başkan'ın makamına. Ancak içeri sadece başkanlar ve onların birer tercümanı dışında kimse alınmadı. 

Kapalı kapılar arkasında nezaketen hal hatır sorulduktan sonra Başkan, Pens'e dönerek,
"Ey Pens, söyle bakalım senin başkanın kim oluyor da bana yakışıksız sözlerle hitap edebiliyor" diye sordu.
Müttefik Başkan Yardımcısı bu sorunun gündeme geleceğinden emindi. 
"Sayın Başkan, o hitabı ateşi kesmezseniz dikkate alın lütfen, hem biliyorsunuz bizim Mr. President şaka yapmayı sever."
Başkanın yüzü kıpkırmızı kesildi.
"Kesmezsek ateşi ne olur. Teröristle aynı masaya oturup anlaşalım mı diyorsunuz yani"   
"Hayır Sayın Başkan, farklı masalarda oturabilirsiniz tabi. Biliyorsunuz sizin terörist olarak tanımladığınız örgüt bizim stratejik müttefikimiz. Onları size yedirmeyiz."

Müttefik Başkan kesin talimat vermişti adamlarına demek. Taviz vermek yok. Başkan terlemeye başladı. Tercüman cebinden beyaz mendilini çıkarıp başkanın alnında biriken damlaları süpürdü. Derin bir nefes aldı.
"Ne diyorsunuz siz kardeşim, biz kime terörist dersek korumaya alıyorsunuz. Beni ve hükümetimi devirmeye çalışan Fetö'ye sahip çıktığınız yetmezmiş gibi bir de pkk uzantılarına kol kanat geriyorsunuz şimdi. Peki biz sizinle hem NATO üyesi bir ülkeyiz, hem stratejik ortak diyoruz birbirimize hem de sizin BOP'un eş başkanıyım. Eli kanlı bir terör örgütüne mi satıyorsunuz beni şimdi?"

Pens tercümanı aracılığıyla Başkan'a Türkçe sordu. 
"Senin tercümana güvenebilir miyiz?"
Başkanın tercümanı soruya İngilizce olarak cevap verdi.
"Güvenebilirsiniz elbette, en az sizin tercümana bizim güvendiğimiz kadar."
"O zaman daha açık konuşabiliriz. Bakın Sayın Başkan, bizim President sizi gerçekten çok seviyor ve takdir ediyor. Biliyorsunuz İşid olayında bizi yalnız bıraktınız, biz de mecburen sizin terörist dediğiniz Kürtleri kullandık. Şimdi onları ortada bırakamayız. Onlar da ortada kalmaz zaten, ya Rusya'ya ya Esat ordusuna bilemedin İran'a hizmet eder. O zaman biz yiyemedik Putin gel sen ye olur. Şimdi birlikte öyle bir karar almalıyız ki win-win olmalı. Yani iki taraf da kazanmalı. Vatandaşlarımıza bu anlaşmayı bir zafer olarak anlatmalıyız. Tamam siz 32 km sınırdan içeri girmek istiyordunuz, buyrun girin. Biz size bu konuda gereken yardımı yaparız. Ancak siz de ateş-kes yapacaksınız. O zaman yaptırımlarımızdan da vazgeçeriz. Bu fırsatı değerlendirin."

Fena fikir gibi gelmemişti başkana bu teklif. Ancak terör örgütü ile ateş-kes yapılacağını nasıl anlatacaktı vatandaşlarına. Başını iki yana salladı.
"Yok, olmaz." dedi. "Biz büyük bir devletiz, teröristle ateş-kes yapamayız. Bu arada yaptırımlardan vazgeçme teklifiniz sevindirici."
"Sayın Başkan, kelimelere takılmayalım, biz ateş-kes deriz siz ateşi askıya aldık dersiniz. Yine iyisiniz iyisiniz, bak yine siz karlı çıktınız." 

Asık suratlı Pens gülümsemeye çalışsa da beceremedi. Başkanın suskunluğundan faydalanıp atağa geçti.
"Tamam diyorsan bak hemen Mr. Başkanı arıyor haberi veriyorum. Adam bilgisayar başında tweet  atmak için benden haber bekliyor."

"Peki, senin dediğin gibi olsun. Şu ekonomimiz iyi olsaydı kimseyi takmazdım ama iki ucu ne diyorsunuz siz Amerika'da bilmem, ha evet "shit'li değnek". He desem ekonomiyi ha desem ülkeyi riske sokacağım. Ben bu işin karını göremedim. Eskiden teröriste sınırımızdan komşuyduk şimdi otuz km sınır ötesinden. Hem de resmen anlaşmış olduk terörist dediklerimizle. Hadi çıkalım, grup toplantısında biraz süslerler, boyarlar iyi bir sonuç çıkarmış gibi oluruz. Benim seçim derdim yok ama sizin seçimler var yakında. O mektubu unutmadım, ama seçim kazandıran her şey mübahtır. Ben de one minute dedim aldım seçimi. Selam söyle dostum Mr. Başkan'a hele seçimler bitsin bunun acısını çıkartacağım ondan. Mr. Başkan Nevyorkluysa ben de Kasımpaşalıyım, altta kalmam hani."

Pens kapıdan çıkarken Mr. Başkana alelacele mesajını yazıyordu.
"Mr. Başkan her şey tam istediğiniz gibi. Haklıymışsınız, Sayın Başkan bizi fazla uğraştırmadı."
Henüz on dakika geçmişti ki, Amerikan başkanı mutlu haberi dünyaya duyuruyordu.

17 Ekim 2019 Perşembe

MAVİ HARFLER ATÖLYESİ - Hülya SOYŞEKERCİ


Kitabın Adı: Mavi Harfler Atölyesi
Yazar: Hülya Soyşekerci
Yayınevi: Komşu Yayınevi
Sayfa Sayısı: 309
Türü: İnceleme


Yazarın aynı türde okuduğum ikinci kitabı. İlk kitabında olduğu gibi edebiyat dünyasında iz bırakmış yazarları ve onların eserlerini konu alan zevkle okumuş olduğum bir başucu kitabı. Yazarın iki başlık altında topladığı incelemelerden ilki olan Turkuaz, ülkemizin yirmi üç farklı yazarını ve onların eserlerini mercek altına alıyor. Öykü ve roman türüne yoğunluk verilmiş bu bölümde sadece yazarların içsel dünyalarına, eserlerin edebi bakımdan incelenmesine değil, zamanın ülke ve çevre koşullarına da geniş yer verilmiş. Yazarların hangi bireysel ve toplumsal koşullar altında yazdıklarını bilmek onların eserlerini daha güzel kılıyor. Daha önce bildiklerim dışında gözlerden uzak kalmış ama edebi bakımdan çok başarılı yazar ve eserleri tanımış olmam şahsım adına büyük bir kazanç oldu.

Gök Mavisi adındaki ikinci bölümde ise Shakespeare, Oscar Wilde, Edgar Allan Poe ve Flaubert gibi şair ve yazarların on bir adet eserine yer verilmiş. Son bölümün adı Ay Mavisi. Burada yazarın altı adet denemesi mevcut. Özellikle öykücüluğü yücelten yazılarında okuma ve yazmaya meraklı çevrelerin ufkunu açıyor.

Değişik zaman dilimlerinde ortaya çıkan ve başta edebiyat olmak üzere diğer bütün sanat dallarını etkileyen akımların da yer yer konu edildiği kitapta beni en çok sarsan Füturizm akımı oldu. Yirminci yüzyılın başlarında İtalya'da doğan bu akım hem İtalyan faşistlerini hem de Sovyet komünist yazarları etkilemiş. Bu akımın babası sayılan İtalyan Marinetti, kaleme aldığı Fütürist manifestoda bir yandan sinemaya övgüler düzerken diğer yandan tiyatro ve müzeleri yakmalı diyebilmiştir. Aynı manifestoda makine ve teknoloji yüceltilirken savaşın kötü bir şey olmadığı ifade edilmiştir.

Ancak konunun benim açımdan en şaşırtıcı yanı, ülkemizde pek karşılık bulmayan bu akımdan tek etkilenen kişinin Nazım Hikmet olmasıydı. O güzel şiirlerinin yanında fütürist izler taşıyan şiirleri hangi duygularla yazdığını bilemiyorum.

Evet, sevgili Soyşekerci'nin "Mavi Harfler Atölyesi" kitabı doyurucu, bilgilendirici, zevkle okunabilen ve okunması tavsiye edilecek bir kitap olarak kalacak hafizamda.

15 Ekim 2019 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 07


Sevgili Deeptone (Sade ve Derin) Ağaç Ev Sohbetlerinin nöbetçi moderatörlüğünü üstlenmiş. Bu kadar güzel bir etkinliğin Taha Akkurt ve Edischar'ın iş yoğunluğu sebebiyle duraksaması üzmüştü bizi. Bu nedenle sevgili deep'e Ağaç Ev Sohbetlerinin yedinci haftasında ev sahipliği yaptığı için teşekkür ederiz.


İşte bu haftanın konusu ve konuya ilişkin düşüncelerim: 


Türkiye'nin eğitim sistemi sizce nasıl? Sınav sistemi ve ezberden yana olan bu eğitimi destekliyor musunuz? Siz öğrenciyken en çok neden zorlandınız? 

Her sözcüğün anlam erozyonuna uğradığı gibi sistem sözcüğü de bundan nasibini almış, ne kadar sistemsizlik varsa adı sistem olmuştur. Gerçek anlamında sistem, girdi, süreç ve çıktıdan oluşan bir amaç için bir araya gelmiş elemanlar topluluğudur. Sağlıklı bir eğitim sistemini kurmak için detaylı bir ön çalışma ve bu konuda yaşanılan tecrübelerden yararlanmak gerekir. Türkiye'nin eğitim sistemi siyasetin gölgesinde, deneme yanılmaya dayalı ezberci, sorgulamayan bireyler yetiştiren ve sonuç itibariyle başarısızlığa mahkûm bir kaoslar bütünüdür.

Bu kaostan kurtulup çağı yakalamak, refah düzeyimizi yükseltmek için öncelikle eğitim kadrosunu ve fiziki koşulları iyileştirmemiz gerekir. Eğitmenlik bir gönül işidir. Herkes öğretmen olamamalıdır. Her meslekte olması gerektiği gibi sadakate değil liyakate öncelik verilmeli, geleceğimizi teslim ettiğimiz öğretmenler, madden ve manen hak ettiklerine kavuşturulmalı, toplumda en saygın yere konumlandırılmalıdır. Yapboz tahtasına çevrilen sınav sistemi ve ezberci anlayış derhal terk edilmelidir.

Uluslararası düzeyde öğrencilerimizin elde ettikleri başarısızlıklar içimizi acıtmakta ve geleceğe dair umutlarımızı karartmaktadır. Her vilayete bir üniversite açmak başarı değil ülke kaynaklarının israfı, gençler için zaman kaybıdır. O üniversitelerin mezunlarından pek çoğu ya iş bulamamakta ya da aldığı eğitimle alâkasız bir dalda çalışma imkânı bulabilmektedir. 

Eğitim sistemi çocukların beceri ve zekâ düzeyinin yanı sıra onların ilgi alanlarına göre eğitim görme hakkı vermelidir. İyimser bir ihtimalle mevcut üniversite mezunlarının yarısı mesleki yeterliğe sahip değildir. Özel sektörde nasıl iyi bir doktor ya da avukat daha çok kazanıyorsa eğitim kadrosunun da yetiştirdikleri başarılı öğrencilere bakılarak ödüllendirilmesi gerekir.

Plânlama eğitim sisteminde çok önemlidir. Nüfusa göre ne kadar mühendis, ne kadar tekniker, ne kadar ustaya ya da ne kadar doktor, ne kadar hemşire ve ne kadar hasta bakıcıya ihtiyâç olduğu doğru olarak tespit edilmelidir. Bildiğim bir konudan örnek verecek olursam; mühendislerin çoğunun tekniker açığını doldurduğunu söyleyebilirim. Bütün mesleklerde durum üç aşağı beş yukarı aynıdır. Ara eleman yetişmemektedir ülkemizde. Sadece doktor, mühendis, öğretmen ve avukata değil, soğuk demirciye, fırıncıya, sekretere, odacıya da ihtiyacımız olduğu bilinciyle, gereksinim duyulan branşlarda ve özel ilgi alanlarında bireylerin yetiştirilmesi gerekir. Düşünün ki bir fırıncı sizinle okuduğu kitabı tartışıyor, memleket meselelerinde aklını kullanabiliyor, resim yapıyor ya da keman çalıyor. Ne güzel bir rüya değil mi?

Eğitim deyince, Eğitim Enstitülerini es geçemem. O kurumlarda hem tarımı hem hayvancılığı, hem insan sevgisini hem sanatı, hem güzel ahlâkı, hem de çalışkanlığı öğretiyorlar, sağlıklı düşünen beyinler yetiştiriyorlardı. Kuruluşunun her yıl dönümünde gözümden akan yaşlara teslim olurum.

Öğrencilik yıllarımı çok geride bıraktım. Ama şunu biliyorum, bizim zamanımızda her şey daha iyiydi. Üniversite sınavına hazırlanırken tercih edebileceğimiz toplam üniversite sayısı yirmi civarındaydı. En kötüsü bile bugünün en iyisinden geri kalmazdı. Benim en çok zorlandığım, İzmir'in göbeğinde oturduğumuz halde bazı derslerimizin öğretmensizlik yüzünden boş geçmesiydi. Çok kaliteli hocalarımızın yanı sıra bu işi sadece para kazanmak olarak gören hocalarımızın olması can sıkıcıydı. Zeķâ seviyemiz, kabiliyetimiz, ilgi alanımız ne olursa olsun üniversite sınavında yirmi tercihimizi yüksek puanlı yerlerden alçağa doğru sıralardık. Şanslı biri olarak istediğim tercihti ama o meslekle ilgili hiçbir ön bilgim yoktu. Bir soru daha az ya da fazla çözsem bugün bir mühendis değil, bir doktor, bir avukat, bir mimar ya da filoloji mezunu olabilirdim. Oysa insan hayatının en önemli dönüm noktalarından biri olan meslek seçimi şansa, bir iki sınava bırakılmamalıdır. Ders olarak en sevdiğim matematik, en sıkıcı bulduğum ve zorlandığım Türkçe ve Edebiyat dersleriydi. Tuhaf bir şekilde lisede öğrencilerin en çok zorlandığı kompozisyon dersinde en iyilerden biriydim. Özellikle divan edebiyatından hâlâ nefret ederim.

11 Ekim 2019 Cuma

A Ş K

Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir demiş Montaigne. Bana göre aşkı tanımlayan en güzel sözlerden biridir bu. Ne zaman, nereden geleceği belli olmaz. Kimi aşkı arar deliler gibi, kimi de aşık olur, delirir. 

Platon "Aşk, bir şuur kaybıdır" diyerek aşıkların akıllarını yitirdiklerini iddia etmiş yıllar önce. Haksız da sayılmaz hani. Delilerin intihar ettiği vâki değildir. Bir delinin intihar ettiği söyleniyorsa biliniz ki onun şuuru bir süreliğine geri dönmüştür. Delilikte şuurun gel gitleri aşkta farklıdır. Aşkta şuur bir gitti mi dönmez geri. Ta ki aşk sona erene kadar sürer bu durum. Aşkın yerini şuur alır.

Türlü sözler söylenmiş aşk üzerine.  Aşk aklını alır başından insanın. Hiçbir karşılık beklemeksizin bağlar seni aşk, onun kölesi olmak istersin. Karşısında erirsin, eridikçe küçülürsün. Ateşler içinde yanarsın nedenini düşünmeden, uykuların kaçar, doluya koyar olmaz boşa koyar dolmazsın.

Her bakışı derinden çizilir yüreğine, unutamazsın. Her adımında, soluk alıp verişinde, kalbinin her atışında onun adını duyarsın.

Bir hiç olma durumudur aşk. Her şeyde o vardır, sen hiç yoksun. Onunla var olmaya çalışırsın. Ateşler içinde yanmaktan mutlu olursun. Ödün patlar bir sözle onu inciteceksin diye. Korkarsın konuşmaya bu yüzden, saklarsın kendini. Hiç olursun yanında.

Aşkın şiddeti, derecesi olmaz. Ya vardır, ya da yoktur. Bu yüzden tek kişiliktir aşk. Çaldı mı kapını feleğini şaşırırsın. Öyle randevu falan bekleme. Çat kapı gelir, anlayamazsın. Bir ses, bir söz, bir bakış ya da hareket yakar çıranı.

Aşk onun kusursuz olduğunu kabullenmektir. Suçu daima kendinde aramaktır. Karşılık beklememek, karşılık beklemeden onu hoşnut etmeye çalışmaktır.

Ne bir sevgidir aşk ne de tutku. Ne olursa olsun vaz geçememektir. Onu kaybetme korkusudur. Ondan başka her şeyi anlamsız, gereksiz ve fuzûli görmektir. Kelimelerin boğazda düğümlendiği bir çıkmaz, gururun ayaklar altına alındığı bir mecradır aşk.

Aşk bütün benliğinizle ona kendinizi teslim ettiğiniz ruh halidir. Hiçliğin içinde var olma nedenidir. Yağmur altında sırıl sıklam ıslanırken onu düşünmek  ve bu durumdan büyük haz duymaktır.

Marazi, mazoist bir durumdur aşk. Acısı heyecan ve mutluluk verir. Hesaba kitaba gelmez. Aklınızı başınızdan alır. Karakterinizi değiştirir. Kendinizi tanıyamazsınız. Bazen hayata küser bir mucize bekler, bazen coşar dağları delersiniz.

Aşk biter mi? Gerçek aşk bitmez. Zamanla küllense de içindeki kor ateş biraz eşelenmeye görsün, başlar yeniden. Ancak aşk ölümsüz değildir. Evet, aşk ölür bazen. O küllerin içindeki kor nefrete bile dönüşebilir. Aşkı bir kıvılcım başlatır, bir kıvılcım söndürür.

Sonsuz aşk platoniktir Çünkü o erişilmez olandır. Erişilebilen aşk ise en kalın çelik halattan daha kuvvetli en ince pamuk ipliğinden daha zayıf bir bağdır. Böyle zıtlık ve çelişkili bir dünyadır aşk, mantık aranmaz. Meselâ incir çekirdeğini doldurmayan küçücük bir tartışma dahi bozar büyüyü. Çünkü köleler sahipleriyle tartışamazlar. Kölelik aşkın yanında muazzam bir özgürlüktür. Aşk kayıtsız şartsız teslim olmaktır, itaattir. Ben yoktur aşkta, biz de yoktur. Varsa yoksa sadece o'dur olan.

Aşık olan hesap sormaz. Çünkü en iyi hesabı o bilir. Ne giyse yakışır, nereye gitse ya da hiçbir yere gitmese hakkıdır. Yedikleri en güzel, sevdikleri sevdiğin, sevmedikleri nefret ettiklerindir.

Bir araya gelince aşkın ömrü kısalır. Çünkü aşk esarettir ama özgürlüğü sever. Sahiplenmeyi hiç hazzetmez. Evlilik bu yüzden katilidir aşkın. Paylaşmak yoktur aşkın kitabında, olanı ona vermek, kalanıyla idare etmektir aşk. En büyük mutluluk onu karşında görmektir. Ondan bir şey istememektir. Kör kütük sevdalansanız, çok arzulasanız dahi ondan sizi sevmesini  bekleyememektir.

Aşk zor bir şeydir azizim, eğer kendinize işkence eden mazoist yanınız yoksa. Hoş, bu meret tercih şansı birakmaz adama ama yine de bilin bunları. Aşk ölünce birden şuur gelir yerini alır. Bu sefer egoizm, sen ben çatışmaları, sen böyle dedin, ben böyle anladım tartışmaları başlar. Akılla çözemezsiniz sorunları kavgalar başlar. Döner aşkı ararsıniz. Ama o sizi bir daha dönmemek üzere terk etmiş, şimdi kim bilir nerede, kimin kalbine yuvalanmıştır.

Vincent van Gogh'un Hayatı

Dün eşim aradı, akşam tiyatroya gider miyiz diye. Böyle bir teklifi reddetmek ne mümkün. Güzel oyunmuş, Karşıyaka Bostanlı Suat Taşer sahnesinde. Oyunun adını sordum, van Gogh'un hayatını konu alan, Hakan Gerçek'in canlandıracağı tek kişilik bir gösteri olduğunu söyledi. 

Saat kaçta başlayacakmış diye sorunca 20.30 dedi. Saate baktım, sadece iki saatimiz var. Bizi arayıp davet eden dostumuz, önce gelecek, kuaföre gidecek, oradan çıkıp eşimi evden daha sonra da beni dükkandan alıp Göztepe'den ta Bostanlı'ya gideceğiz, gişeden biletlerimizi alıp salona gireceğiz. Üstelik tam da akşam trafiğinde döküleceğiz yollara...

Neyse, şansımız yaver gidiyor, oyunun başlamasına yarım saat kala varıyoruz. Bir on dakika kadar park yeri aradıktan sonra, bir şeyler atıştırmam lâzım, sabahtan beri ağzıma bir şey koymadım diyorum. Yanımdakiler de fırsatını bulup yemek yiyemedikleri için altı göz bir olup bir şeyler atıştırılabilecek yer aramaya başlıyoruz. 

Oyuna on beş dakika kalmış. Kumrucu Ömer adında kafeterya tarzı bir yere dalıyoruz. "En hızlısından ne verebilirsiniz bize?" Kasada duran genç adam "İster kumru, ister kumpir, en fazla iki dakika sürer." İyi, beş dakikada yer, oyuna yetişiriz. İki dakika geçti, üç oldu, beş oldu gelen giden yok. Biz kalktık, gidiyoruz, "İptal edin o zaman" dedik. Tam kapıdan çıkıyorduk ki, bizim kumrular geldi. Yanında bir ayran güzel giderdi ama daha fazla şansımızı zorlayamazdık. Ben geride kalıp hesabı öderken diğerleri gidip bileti aldılar. Salondan tam içeri girerken baktım saate. Tam 20.30.

Işıklar karardı, derinlerden gelen kadın sesinin eşlik ettiği iç ürpertici bir fon müziği çalarken sahneye giriyor Hakan Gerçek. Mükemmel bir makyaj ve aslına uygun kıyafetler. Çocukluk yıllarından başlayıp ölümüne kadar geçen süre boyunca Vincent Willem van Gogh'un hayatına misafir oluyoruz. Sanatçının resim yapmaya olan tutkusu, papaz olan babası ile fikri uyuşmazlıkları, dışlanmışlığı yoksulluğu, yaşadığı çevre, insan ilişkileri ve bütün bunları tuvaline yansıtırken hissettiklerini başarıyla aktarıyor bizlere oyuncu.

Dekor bir resim sehpası, bir kaç tuval ve oyuncunun ķâh oturup kâh üzerinde ayakta dikeldiği uzunca delikli bir saç kutudan ibaret. Sahnenin üzerinden sarkan ışıklı bir perdeye sanatçının yaptığı resimler yansıtılıyor. Bir yandan önündeki tuvale resimleri yaparmış gibi görünürken o an hissettikleri ve düşündüklerini dile getiriyor oyuncu. Her resme hangi duygular içinde sanatçının fırça vurduğuna tanık oluyoruz.

Oyunda eleştirilebilecek tek nokta oyuncunun resim yaparmış gibi gösterdiği tuvalin seyirciye paralel konumlandırılmış olmasıydı. Tuvalin seyirciye gösterilmeyip yukarıdan sarkıtılan panoda sadece van Gogh'un resimleri olsaydı, yapmacıklık bir nebze saklanabilirdi. Bu ufak pürüze rağmen oyuncunun karakteri canlandırmadaki başarı grafiği takdire şayan. Hele o şapkasının etrafına mumları dizip çizdiği gece manzarası ve kulağını kesiş sahnesi izlenmeye değer.

Ne yazık ki, salonun yarısından fazlası boştu. Seyircinin bu ilgisizliği, ekonomik krizden mi yoksa tek kişilik oyunlara olan soğukluktan mı kaynaklanıyor bilemedim.

7 Ekim 2019 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 06

Ağaç Ev Sohbetlerinin altıncı haftasına girmiş bulunuyoruz. Sevgili Taha Akkurt, yoğun işlerinin arasında bu güzel etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Geçen haftanın konusu hakkında sohbete katılan tüm yazarların bloglarını ziyaret edip değerli düşüncelerini öğrenmek fırsatını buldum.
Bu haftanın konusu üzerine yine farklı görüşler dökülecek satırlara. Benim için ilginç tarafı oğlumun da bu ay içinde evlenecek olması. Evet, işte haftanın konusu:

Söz, nişan, çeyiz alışverişi, kına gecesi, fotoğraf çekimleri, düğün salonları ve hepsinin arkasındaki şatafat düşkünlüğü... Ülkemizdeki düğün adetleri hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizin hayalinizdeki düğün nasıldır?

Zaman geçtikçe toplumun adet, gelenek ve görenekleri ve değer yargıları değişiyor. Çocukluğumun geçtiği yıllarda anneler, kızları daha bebekken başlarlardı çeyiz hazırlığına. O marifetli ellerden düşmeyen tığlar, gökkuşağının bütün renkleriyle bezenmiş iplikleri yutar, her biri ayrı sanat şaheseri olan türlü desenlerdeki dantel ve oyalar masa, sehpa ya da yatak örtülerini süslerdi. Henüz örgü makinelerinin olmadığı o dönemlerde her bir ilmek ayrı bir göz nuru, ayrı bir anıydı.  Hani derler ya, silâh icat oldu, mertlik bozuldu, o güzelim adetlerimiz de teknolojik gelişmelere yenildi, yok olmaya yüz tuttu. Şimdilerde ne anneleri ne de anneanneleri görüyorum evlenecek kızlarına çeyiz işi yapan. Her şeyin hazırı var artık, el işi deyip sattıkları, emeksiz, ruhsuź.

Evlilik insan yaşamının en önemli dönüm noktalarından biri. Önce söz kesilir, sonra nişan ve nihayet düğünle dünya evine girilir. Nişan tepsileri düzülüp kız tarafına gönderilir, müstakbel gelinin hediyeleri salonlarda ziyaretçilere gösterilir. Nişanlı iken araya kurban bayramı girmeye görsün. En irisinden bir koç alınıp süslenir, üzerine elbiselik kumaşlar ve bir sürü hediyeler iliştirilerek hediye babından kız evine yollanır. Bütün bu işler olurken evlenecek çift heyecan içinde olan biteni izler. Çünkü anne ve babaların evlâtlarına karşı son görevleridir onları başgöz etmek. Maddi, manevi ellerinden gelenin en iyisini yaparlar. Lâyıkıyle üstesinden gelmek dosta düşmana duyurmak isterler bu mutlu olayı. Nişanı kız tarafı, düğünü oğlan, yatak odası, salon takımları ve beyaz eşyaların hangi tarafça karşılanacağı  kesin çizgilerle bellidir.

Düğün arefesinde kına gecesi olur hanımlara. Çalgı çengi içinde bütün kurtlarını döker davetliler. Gelinin eline merasimle kına yakılır.

Düğünden sonra evli çift evlerine girerken ağzına bir parmak bal çalınır gelinin, dili tatlı olsun diye. Bozuk paralar savrulur, çoluk çocuk üşüşüp toplar bir anda. Bir bardak süt, bir lokma ekmek verilir geline. Her biri farklı anlamlar barındırır içlerinde. Bir de bıçak ya da makas bırakılır haneye, yanlış anımsamıyorsam, aralarında çıkabilecek anlaşmazlıklar bıçak gibi kesilsin diye.

Peki bugün neler değişti? Çok şeyler değişti. Eskiden bir yatak, bir yorgan üç beş kap kacağı bulan evlenebiliyordu. Artık nişan, düğün yapmak, ev düzmek kolay değil. Pek çok genç ailelerinden destek alamıyor, evliliğe ilk adımlarını borçlu atıyorlar. Bu sebeple geçim sıkıntısı sinirleri geriyor ve birkaç ay geçtikten sonra çiftler boşanma kararı alıyor. 

Maddi koşullar bir yana, gençler artık ailelerini karıştırmıyorlar işin içine günümüzde. Evlilik ile ilgili kararları kendileri alıyor. Nezaketen ailelerle tanışma faslından sonra adet yerini bulsun diye dile getirilen ve anlamını bilmedikleri bir çift söz. Önce "Allah'ın kavli..." sonra kız tarafından gelen "Madem çocuklar birbirlerini sevmişler, bize düşen ..." cevabı.

Oğlum da dahil olmak üzere bazı çiftler düğün dernek istemiyor. Nikâhın ardından sadece ailelerin birinci derece yakınlarına verilecek bir yemeği yeterli görüyorlar.

Gençleri kararlarında özgür bırakmak gerekir. Neticede hayat onlarındır çünkü. Kendi hâyâllerimizi çocuklarımız üzerinden gerçekleştirmek pek adil gelmiyor bana.

Şatafatı oldum olası sevmem. Özellikle doğu kültüründe kırk gün, kırk gece süren düğünlere ermez aklım. Geline ve damada takılan takıları anons ederek davetlileri galeyana getirmeye çalışan çığırtkanların "Gelinin dayısından geline burma bileziiiik..." görgüsüzlükleri ne yazık ki kültür olmuş bazı yörelerimizde. Bir de çalgıcılar bahşiş toplasınlar diye ha babam, de babam damadın ve gelinin yedi sülalesini teker teker oyuna davet etmelerine ne buyrulur? İfrit eder beni böyle düğünler. Eskiden bu kadar değildi, sonradan yozlaştı her şey yozlaştığı gibi.


Bugünkü birikim ve duygularımla geriye dönebilseydim eğer, yakın akraba, dost ve arkadaşlarımızın davetli bulunduğü bir açık hava partisi ile kutlardım bu özel günümü. Gençlik çağlarımın ölümsüz müzik parçalarından oluşan bir repertuar eşliğinde kâh hayâllere dalar, ķâh dans ederdik sevdiklerimizle. Yaklaşık iki hafta önce yakın arkadaşlarımdan birinin oğlunun düğünü aynen böyleydi. İşte dedim, işte benim hayâlimdeki düğün. Aslında o da bir kutlamaydı. Amerika'da evlenmişti çocuklar. Anne babalarınin hatırına yapılan bir organizasyondu. Güzeldi, çok güzel... Ne nişan isterdim, ne söz. Ne silâhlar patlasın şerefimize. ne de paralar saçılsın orta yere. Evet, hepsi bu kadarcık. Sonra yeniden merhaba hayat!