Sevgili Deep Tone, Ağaç Ev Sohbetlerinin fahri ev sahibesi, nam-ı diğer Sade ve Derin İrem Can'ın sorusuyla açmış gönül kapılarını. Gençler soruya farklı cevaplar verecek, biliyorum. Onların önünde upuzun bir ömür, parlak bir gelecek var. Bana gelince; yapılacaklar listemin sonuna geldim. Şöyle bir düşününce bundan sonra yapılacak fazla bir şey kalmamış görünüyor. Yine de yaşamak güzel. Ama kaybolup gitmek ürkütücü. Hep gıpta etmişimdir dolu geçen ve iz bırakan hayatlara. Bundan sonra tek arzum özellikle akıl ve göz sağlığımı muhafaza ederek okuyup yazabilmek. Bu yüzden sorudan bir öykü çıktı farkında olmadan. İyi de oldu.
İşte Ağaç Ev Sohbetlerinin 8. Hafta sorusu:
Ölmeden önce yapılacak listende neler var? Ya da sadece bir yıl ömrün kaldığını söyleseler ölmeden önce neler yapardın?
Karşımda Azrail Aleyhisselâmı görür gibi oldum. İyi günündeydi bugün. "Canını almaya geldim, vaden doldu." dedi. Ve arkasından ekledi, "Sadece bu seferlik son istekleri alıyor, bunları yapabilmen için bir defalığına süre uzatımı veriyorum."
Şanslıydım, ölürken bile şans yüzüme gülmüştü. Azrail'e ruhumu teslim etmeden önce bana verilen bu şansı iyi kullanmalıydım.
Şanslıydım, ölürken bile şans yüzüme gülmüştü. Azrail'e ruhumu teslim etmeden önce bana verilen bu şansı iyi kullanmalıydım.
Karşımda kara pelerini, uzun saplı, keskin ucu parlayan orağıyla dikilmiş, bekliyordu. O orakla nice kelleleri götürmüş olmalıydı. Bir ürperti sardı içimi.
Yüzü tam seçilmiyordu. Simsiyah bir gölgenin içine gizlenmişti. Ona nasıl hitap edeceğimi bilemedim bir anda. Ne önemi vardı ki zaten bundan sonra. Melek deyince aklıma beyaz kanatları ile sarı saçlı küçük kız çocukları gelirdi aklıma. Azrail onların amcası falan olmalıydı. Ben de Azo Amca desem kızar mıydı ki. Yok, ben melekler taifesinin akrabası değildim. Doğrudan Azo deyivereyim gitsin.
Yüzü tam seçilmiyordu. Simsiyah bir gölgenin içine gizlenmişti. Ona nasıl hitap edeceğimi bilemedim bir anda. Ne önemi vardı ki zaten bundan sonra. Melek deyince aklıma beyaz kanatları ile sarı saçlı küçük kız çocukları gelirdi aklıma. Azrail onların amcası falan olmalıydı. Ben de Azo Amca desem kızar mıydı ki. Yok, ben melekler taifesinin akrabası değildim. Doğrudan Azo deyivereyim gitsin.
Öyle uyanık davranmalıydım ki taleplerim yorsun onu, bana da zaman kazandırsın. Öleceğim haberini beklemiyordum, kendimi yavaş yavaş alıştırırım bu esnada.
"Azo'cum" dedim, "Sana da en pis görevi vermişler, ama ne yaparsın, takdir'i iĺâhi" Amacım onunla biraz samimiyet kurmaktı. Orağın sapıyla sırtını kaşıdı. Çevreye bir memnuniyetsizlik havası yayıldı. Sanki bir iç çekiş sesiydi duyduğum.
"Sorma" dedi. Sustu.
Olmayacak bir şeyler istemeliydim.
Olmayacak bir şeyler istemeliydim.
"Azo'cum, söyler misin, kaç istek hakkım var?"
Azo, "Söyle işte birkaç tane" dedi.
"İyi o zaman aç kulağını dinle bakalım. Birinci isteğim Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olmak."
"Oha!" Kabalığının nedenini tahmin edebiliyordum, Azo'yu köşeye sıkıştırmıştım. Keyfim yerine geliyordu. Azo, karşımda tir tir titremeye başladı. Konuşmakta zorluk çekiyordu.
"Bunun için sana bir ömür daha bağışlasam bile bu mümkün değil." dedi Azo. Bunun benim sorunum olmadığını söyledim. Çaresizlik içinde karşımda eriyordu adeta. Elindeki orağı düşürdü, başı öne eğildi. Yalvararırcasına kemikli çirkin ellerini uzattı bana doğru. Onun bu hali canıma can katmış, sanki rollerimiz değişmişti. Sesimi çıkarmadan onu izliyordum.
"Ne olur, sen de diğerleri gibi makul isteklerde bulunsan." derken ayakta zor duruyordu. Neredeyse haline acımaya başlamıştım.
"Ne gibi?" diye sordum.
"Ne bileyim, istediğin bir ülkeyi görme fırsatı, istediğin bir konser falan." diye cevapladı Azo.
"Daha dur dedim, bu ilk isteğimdi senden. Onu bile yerine getirmemek için kıvırtmaya başladın. Hem benim öyle görmek istediğim, gitmek istediğim bir yer yok artık. Şimdi sana ikinci isteğimi söyleyeceğim. Başkaca bir talebim de olmayacak zaten. Muhtemelen onu da beceremeyeceksin."
Heyecan içinde ağzımdan çıkacak ikinci talebimi bekliyordu. Yutkundum.
"Niçin geldim bu dünyaya, paylaş benimle."
Sorularım karşısında donup kalmıştı Azo. Önce önümde diz çöktü, sonra secdeye kapandı. Çaresiz kalındığında bir teslimiyetin sembolüydü secde. Bunu ilk kez yapmadığını biliyordum. Büyük büyük atam Adem babama da secde etmişti bir keresinde. Aslında bu dünyada kafamı kurcalayan pek çok şeyi öğrenmek istiyordum. Meselâ niye Azo, böyle pis bir iş için görevlendirilmişti. Oldu olası kıskanmış olmalıydı Cebrail'i. O, sıradan kulları muhatap almıyordu, Tanrı ile peygamberler arasında iletişimden sorumluydu sadece. Şu İsrafil'e ne demeli? İptidai bir sur borusunu öttürmek için milyonlarca yıl nefes topluyordu sanki.
Yüreğim el vermedi. "Hadi kalk!" dedim buyurgan bir sesle. "Biliyorum, cevabı sende yok sorularımın. Bıliyorum ki sen de bir emir kulusun. Ama belli ki temiz kalbin. Yardım etmek istersin insanlara. Lâkin bilirsin ki gözü açtır, talepleri ulaşılmazdır onların. Sen iyisi mi bozma düzenini. Al canımı sıram gelmişken. Üç günlük ömrüm kalmış olsaydı bile yeni bir şeyler öğrenmek için okur, gezer, zevk almak için yazar, en önemlisi benden geriye bir iz bırakmak isterdim."
Azo yerinde doğruldu ağır ağır. Parlak bir nur halesi kuşattı bedenini. Kapişonlu siyah pelerini yerinde geniş kar beyazı kanatlar hasıl oldu. Yüzündeki karanlık gölge, yerini nurlu bir yüze bıraktı. Sarıldık birbirimize. Yükselmeye başladık birlikte. Yükseldikçe küçüldü gözüme her şey. İnsanlar, şehirler, dağlar, denizler... Dünya bir toplu iğne başı kadar kaldı geride, sonra hiç oldu. O zaman bulduğumu anladım cevabını sorularımın. Hiçliğe bir ziyaretti bu. Hiçbir şey kalmadı geride artık. Hiçliğin yok oluşunda kaldı Nobel ödülüm.
"Oha!" Kabalığının nedenini tahmin edebiliyordum, Azo'yu köşeye sıkıştırmıştım. Keyfim yerine geliyordu. Azo, karşımda tir tir titremeye başladı. Konuşmakta zorluk çekiyordu.
"Bunun için sana bir ömür daha bağışlasam bile bu mümkün değil." dedi Azo. Bunun benim sorunum olmadığını söyledim. Çaresizlik içinde karşımda eriyordu adeta. Elindeki orağı düşürdü, başı öne eğildi. Yalvararırcasına kemikli çirkin ellerini uzattı bana doğru. Onun bu hali canıma can katmış, sanki rollerimiz değişmişti. Sesimi çıkarmadan onu izliyordum.
"Ne olur, sen de diğerleri gibi makul isteklerde bulunsan." derken ayakta zor duruyordu. Neredeyse haline acımaya başlamıştım.
"Ne gibi?" diye sordum.
"Ne bileyim, istediğin bir ülkeyi görme fırsatı, istediğin bir konser falan." diye cevapladı Azo.
"Daha dur dedim, bu ilk isteğimdi senden. Onu bile yerine getirmemek için kıvırtmaya başladın. Hem benim öyle görmek istediğim, gitmek istediğim bir yer yok artık. Şimdi sana ikinci isteğimi söyleyeceğim. Başkaca bir talebim de olmayacak zaten. Muhtemelen onu da beceremeyeceksin."
Heyecan içinde ağzımdan çıkacak ikinci talebimi bekliyordu. Yutkundum.
"Niçin geldim bu dünyaya, paylaş benimle."
Sorularım karşısında donup kalmıştı Azo. Önce önümde diz çöktü, sonra secdeye kapandı. Çaresiz kalındığında bir teslimiyetin sembolüydü secde. Bunu ilk kez yapmadığını biliyordum. Büyük büyük atam Adem babama da secde etmişti bir keresinde. Aslında bu dünyada kafamı kurcalayan pek çok şeyi öğrenmek istiyordum. Meselâ niye Azo, böyle pis bir iş için görevlendirilmişti. Oldu olası kıskanmış olmalıydı Cebrail'i. O, sıradan kulları muhatap almıyordu, Tanrı ile peygamberler arasında iletişimden sorumluydu sadece. Şu İsrafil'e ne demeli? İptidai bir sur borusunu öttürmek için milyonlarca yıl nefes topluyordu sanki.
Yüreğim el vermedi. "Hadi kalk!" dedim buyurgan bir sesle. "Biliyorum, cevabı sende yok sorularımın. Bıliyorum ki sen de bir emir kulusun. Ama belli ki temiz kalbin. Yardım etmek istersin insanlara. Lâkin bilirsin ki gözü açtır, talepleri ulaşılmazdır onların. Sen iyisi mi bozma düzenini. Al canımı sıram gelmişken. Üç günlük ömrüm kalmış olsaydı bile yeni bir şeyler öğrenmek için okur, gezer, zevk almak için yazar, en önemlisi benden geriye bir iz bırakmak isterdim."
Azo yerinde doğruldu ağır ağır. Parlak bir nur halesi kuşattı bedenini. Kapişonlu siyah pelerini yerinde geniş kar beyazı kanatlar hasıl oldu. Yüzündeki karanlık gölge, yerini nurlu bir yüze bıraktı. Sarıldık birbirimize. Yükselmeye başladık birlikte. Yükseldikçe küçüldü gözüme her şey. İnsanlar, şehirler, dağlar, denizler... Dünya bir toplu iğne başı kadar kaldı geride, sonra hiç oldu. O zaman bulduğumu anladım cevabını sorularımın. Hiçliğe bir ziyaretti bu. Hiçbir şey kalmadı geride artık. Hiçliğin yok oluşunda kaldı Nobel ödülüm.