KATEGORİLER

5 Kasım 2019 Salı

MUTLULUĞA KAÇIŞ (2)


Çukurlara girdikçe takır tukur sesleri, siren seslerine karışıyor. Hiç mi amortisörü yok bu aracın? Arkadaşlarımdan biri ambulansın önüne oturmuş ben arkada hoplarken. Yok canım hemen ölecek değilim ya daha yaşım çok genç.

Hacettepe acil ilk gittiğimiz yer. Yer yokmuş, kabul etmiyorlar. Belki de geldiğimiz okul mimli, ondandır. Neyse, ondan sonra bir başkası Numune'ydi sanırım, o da yer olmadığından bahisle geri çeviriyor. Tangır tungur seslerine karışan siren sesleriyle birlikte Ankara hastanelerini dolaşırken kendimizi bu kez Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde buluyoruz.

Hemen acil servise alıyorlar sedyemle birlikte. Genç bir doktor hanım ilgileniyor. Kardiyografi filmleri çekiliyor, sorular peşpeşe gelirken koluma serum bağlıyorlar. Ne zamandan beri bu durumdasından, büyük abdestimin rengine varıncaya kadar ahret sualleri. Nereden bileyim rengini. Memlekette hiçbir şey yok, her şey tezgâh altından karaborsa satılıyor. Tuvaletlerde ampul bile yok, el yordamı ile hacet gideriyoruz. "İstifra ettiniz mi?" diye soruyor doktor hanım. Evet, sabaha karşı. "Nasıldı?" Aynı kahve telvesi. Birkaç doktor toplanıyorlar. Doktor hanım arkanı dön, pantolonu sıyır aşağıya diyor. Utanıyorum ama elden gelen bir şey yok.  Ameliyat eldivenini geçiriyor eline. Yok daha fazla anlatmayacağım.

Şimdi bana refakat eden arkadaşa dönüyor doktorlar. "Arkadaşınız çok kan kaybetmiş, derhal tam teşekküllü bir hastaneye transfer olması lâzım." diyorlar. Demek ki yolculuk bitmemiş. Keza kamyonetten bozma ambulans kapıda bekliyor. Doktorlar sıkı sıkı tembihliyorlar arkadaşı, "Hayati tehlikesi var, bir an önce..."

Kolumda serum olduğu halde ambulansa biniyoruz yeniden. Sevindirici haber geliyor, A.Ü yoğun bakım kabul edecekmiş, oh nihayet. Hiç unutmam, Serpil Yıldız adında bir başhemşire karşılıyor bizi. Kısa boylu, sarışın, renkli gözleri ışık saçan, neşeli biri. Tekerlekli sedyem ambulanstan daha konforlu. Koridorlardan geçiyoruz, asansörlere binip iniyoruz. Artık emin ellerdeyim. Yedi ya da sekiz yataklı bir yoğun bakım ünitesine götürüyorlar beni. Yatakların hepsi dolu.

Ne zamandan ne saatten haberim var. Bir kolumdan serum, diğerinden kan zerkediliyor damarlarıma. Kanımın son damlasına kadar mücadele etmişim demek. Geriye bir damla kanım kalmamış. Gece hemşiresi geliyor. Esmer güzeli, makyajlı, mankenlere taş çıkartırcasına arzı endam ediyor. Hiç kıpırdamamam gerektiğini söylüyorlar. Yarım saat arayla tansiyon, ateşımi ölçüyor.

Sol çaprazımda genç bir kadın bağırıyor, ortalık inliyor sesinden. "Suuu, su verin bana" Hemşire geliyor, "Su içemezsiniz, doktor kesinlikle su içmemenizi tembihledi." Hemşire çıkıyor salondan, kadın başlıyor, kaldığı yerden "Suuuu, su verin, bir damla olsun su veriiin."

Sağ yanımdaki ihtiyarın içi kaldırmıyor kadının yakarışlarını. Kendi kendine söyleniyor. "Niye eziyet edip duruyorlar kadına, bir yudum sudan ne olacak." Kadın adamdan aldığı cesaretle daha yüksek perdeden bağırmaya başlıyor. "Suuuu, bir bardak su verin, öldürecek bunlar beni susuzluktan." Yaşlı adam daha fazla dayanamıyor. Yanı başındaki konsoldaki sürahiden bardağına yarıya kadar su boşaltıp titrek bacaklarla kadının yanına gidiyor. " Al bacım, al iç de sus artık"

Sesin aniden kesilmesinden mi yoksa bir tesadüf eseri mi bilinmez, tam o esnada kat hemşiresi salona giriyor. "Neee, su mu verdiniz yoksa buna? İhtiyar yarı memnun, yarı mahcup ama fırçaya razı bir şekilde " Ne yapayım doktor hanım, çok fena bağırıyordu."

Hemen yanımda on iki, on üç yaşlarında bir oğlan çocuğu. Hemşireden hastalığının siroz olduğunu öğreniyorum. Bu yaşta olur mu hiç bu hastalık. Çocuk henüz içki koymamıştır ağzına. Karnı davul gibi şişmiş. Kendinde değil, ağzından kan geliyor. Ertesi gün onu görüp moralim bozulmasın diye aramıza bezden bir portatif paravan çekiyor hemşire. Birkaç saat sonra koridordan yükselen ağıtlar, ağlama sesleri, bağrışmalar. Sessiz bir şekilde yanımdaki yatak boşalıyor, artık paravana gerek yok.

Arada tekerlekli sedyeyle gezdiriyorlar beni. Filmler çekiliyor, hortumlar yutturuluyor. Gözlerimden yaşlar boşalıyor. Teşhis karta işleniyor. "Aspirine bağlı Akut Gastrointestinal Sistem Kanaması" yani, Aspirine bağlı mide kanaması" Bu şartlar altında kim mutlu olabilir? Tabii ki ben. Benden mutlusu yok. Şartlar ne olursa olsun bir haftadır hastanenin yoğun bakımındayım. Ölsem ne gam. Ne dersleri düşündüğüm var, ne de sınavları. Nümerik analiz benden en az bir sömestre uzak. Doktorun her sabah uğrayışında içimde bir heyecan. Acaba beni taburcu edecekler mi? Her seferinde bugünü de yırttık, bir kaç gün daha kalabilsem heyet raporunu kesin verirler. Kolumda hala serum var. Altı ünite serum dört ünite kan vermişler. Beni hastaneye getiren arkadaş yurtta anons ettirmiş. Onlarca arkadaş kapıya yığılmış. İlk kez öğrendim. Bana kan vermeye gelenlerin kanlarını bağış olarak kabul edecekler ama bana verdikleri kan ve serumu parayla satacaklar. Arkadaşlar durumu öğrenince isyan ediyor. Gerisin geriye dönüyor çoğu. 

Serpil Hemşire çok seviyor beni. Tıp fakültesi öğrencisi olduğumu söyleyip kan ve serumlar için bana ödeme yaptırmıyor ayrılırken. Yoğun bakım normal bir insan için epey can sıkıcı olmalı. Benim için bir kurtuluş, hiç ayrılmadan aylarca kalabilirim burada. Duyacağım en kötü haber, doktorun beni taburcu edeceğini söylemesi. Gün boyu beyaz önlüklü stajyer hemşireler dolanıyor etrafımda. İlk kez birinden kan alacaklar. Uzatıyorum kollarımı, kanı gören elini yüzüne bulaştırıyor. Gülümsüyorum onlara. Bir daha denesinler. Bende öğrensinler mesleklerinin inceliklerini. Sonsuz bir şevkat ve toleransla bütün bedenimi teslim edebilirim. Geceleri esmer hemşire geliyor. Bir haftadan beri yattığım halde çorbayı elleriyle içiriyor. Hafiften utanıyorum. 

Bir hafta önce geldiğim yer cehennemse burası cennet olmalı. Geldiğim yerden ne kadar mutsuz ayrıldıysam burada o kadar mutluyum. Keşke kadrolu yoğun bakım hastası olsam burada. Eve haber vermiyorum. Verip ne yapacaktım ki. Üzülecekler sonra. Nerede kalacaklar, bir sürü telaş. Önceki sene babam trafik kazası geçirdiğinde bir ay yatmıştı hastanede. Bana haber vermemişlerdi derslerimden kalmayım diye. Bir de bunun rövanşı var aklımda. Sayılı günler çabuk geçiyor. Kara haberi veriyor doktor. "Artık kalmana gerek yok, seni taburcu edelim, evde istirahat edersin." Tüh diyorum içimden, sevineceğim yerde. Buraya kadarmış. Okula dönüp izin işlemlerine başlıyorum. Yattığım hastane sorun çıkarmadan bir aylık heyet raporu veriyor. Sömestre izni tamam. İzmir'e eve dönüyorum, elimde bavulum. Kapıyı çalıyorum. Annem açıyor, şaşkın. Hayırdır, diyor. "Pek hayır değil." diyorum. "Attılar okuldan." Yüzünün rengi değişiyor. Fazla uzatmadan başlıyorum anlatmaya... 

Birinci bölüm için tıkla...  

MUTLULUĞA KAÇIŞ (1)


Küçük şeylerden mutlu olmayı bilmeli insan. Yoldan geçen hiç tanımadığı birine içtenlikle gülümsendiği zaman o kişinin yüzünde beliren tebessüm mutlu eder insanı, güne iyi bir başlangıç olur, işler rast gider. Bazen olmadık yerde, hatta olmaması gereken yerlerde mutlu olur insan. Ne kadar tuhaf gelse de inanırım ben buna. Hatta yaşam ne kadar tatlı olursa olsun, ölüm döşeğinde, son nefesini verirken bile, dünyaya mutlu bir şekilde veda eden insanların olduğunu söyleseler, itiraz etmem. Bu değil midir zaten, biz insanoğlunu anlaşılmaz kılan. İşte olmadık yerde, olmadık şartlarda yaşadığım bir mutluluk, mutluluğa bir kaçış, bir anı. 

Üniversite yılları. Dersler kurşun gibi ağır. İlk sınav sonuçları pek parlak değil. Diğerleri neyse de şu nümerik analiz öldürüyor beni. Ne işe yaradığını bir öğrensem işim kolaylaşacak, biliyorum. Tamamen teorik, bir takım formüller, bağlantılar, sigmalar, faktoriyeller, üsler...  Ne kadar zorlasam boş, kafa basmıyor. Öğrencilik hayatımın hiçbir döneminde yaşamadım böyle bir anı. Moralim dibe vurmuş, diğer derslerdeki hevesim de kayboluyor. Bu dersi veremezsem okul bitmez. Devamındaki baba dersleri bile alamam nümerikten geçmeden. Ruhumun bu kadar daraldığı başka bir dönem yok. 

Aileme karşı sorumluluklarım altında eziliyorum. Sömestr ellerimin arasından göz göre, işkence çektire çektire kayıyor. İkinci sınav tarihleri yaklaşıyor birbiri ardına. Bende hazırlık sıfır. Hayatımda ilk kez sınavlara girmiyorum. Girip rezil olmaktan daha iyi geliyor belki ama bu durum eziyor beni. Onca yediğim, içtiğim şeyler haram bana. Yurttur, harçtır her neyse, kolay mı aileme bir sömestre fazladan yük olmak? Bir şeyler yapmalıyım, ya da olmalı. Meselâ uzun süren bir öğrenci boykotu. Belki iptal olur okuduğum sömestre. Olmuyor. Çaresizlik içinde kıvranıyorum. Beynimde yılanlar dolaşıyor sanki, kulaklarım uğulduyor, müthiş bir iç sıkıntısı.

Kimseyle konuşmak gelmiyor içimden. Oda arkadaşları hummalı bir şekilde sınavlarına hazırlanıyorlar. Onlara uzaktan bakıp kıskanıyorum. Benim için artık çok geç. Başımın ağrısı dayanılacak gibi değil. Hiç ilaç kullanma adetim olmadığı halde oda arkadaşlarımdan birinden aldığım aspirini yarım bardak su eşliğinde mideme yuvarlıyorum. Ne bileyim bu kararımın felâket bir mutluluğa dönüşeceğini.

Zaman çarkı ruhumu daraltıyor her dönüşünde. Boşa geçen, hedefsiz, amaçsız günler birbirini kovalıyor. Sırtımda tonlarca ağırlık altında eziliyorum sanki. Kafeteryaya gidiyorum akşam yemeği için. Yol boyu ne yapacağımı düşünüyorum. Adımlarım güçsüz, sanki gövdemin peşinden sürükleniyorlar. Artık hiçbir şey zevk vermiyor bana. 

Pek güzel çıkar burada yemekler. Etli yemek çeşitlerini ilk kez okulun kafeteryasında sevmiştim. Öyleydi adı, yemekhane demezdik. Öğlen ve akşam yemeklerini orada yerdim genellikle. Öğlen yemeklerinde devyolcularla devsolcular paylaşamazdı iktidarı, sandalyeler tepsiler havada uçardı bazen. Ama sakin olurdu çoğu zaman. İlk şambabayı da orada yemiştim. Üzerinde bir defne yaprağıyla servis edilen Macar gulaş vardı menüde. Yanında pirinç pilavı ve yoğurt. Sıradan çıkarken bir de portakal istedi canım, gözüme kestirdiğim bir tanesini tepsiye koydum.

Başımın ağrısı ile birlikte büyük bir daralma hissi kaplıyor bedenimi. Çatalımı gulaşın en küçük et parçalarından birine batırıyorum. Lokmayı ağzıma götürürken geldiğime pişman oluyorum. O bayılarak yediğim yemek tiksinti veriyor şimdi. Anlaşılmaz bir güç bıçak gibi kesiyor iştahımı aniden. Çatalın ucuyla biraz pilav, biraz da yoğurt alıyorum. Yok, gitmiyor. O pek de hoşlanmadığım portakal çekiyor kendini bana her nedense. Sulu ve tatlı bir şey. Dilimlere ayırıp yarısını yiyorum. Daha fazla gitmiyor o da. Yurda dönerken muazzam bir halsizlik içindeyim. Tansiyonum iyice düşmüş olmalı. Bayilmadan bir odama atsam kapağı başka bir şey istemem. Kafam dolu, binbir türlü düşünceler içinde, dönüyorum yurda.

Odaya adımımı atar atmaz kalbim küt küt atıyor. Ciddi bir sorunum olmalı. İki kat merdiven çıktım ama bu kalbimin yerinden fırlarcasına isyan etmesine sebebi değil. Arkadaşlardan birine rica ediyorum. Ben iyi değilim, her an düşüp bayılabilirim deyip revire kadar bana refakat etmesini istiyorum. Hemen koluma girip yurdun arka kapısından revirin yolunu tutuyoruz.

Pratisyen doktor nöbetçi. Anlatıyorum durumu. Bir hap veriyor, bir de ferahlatıci damla. Yarım su dolu bardağa üç-beş damla damlatacakmışım. Gerisin geriye geliyoruz odaya. Zor bela birkaç bisküvi attıktan sonra ağzıma, ilâçlarımı içiyorum. Sabaha karşı kan ter içinde uyanıyorum. Her taraf kahve telvesi. Ne olduğunu anlamıyorum.

Gün ışığında yatağımdan kalkıp dışarıdaki lavaboya doğru, bardağıma su doldurmak için bir kaç adım atıyorum. Kalbim göğsümden dışarı fırlayacak sanki. Güm güm atıyor, başım dönüyor, gözlerim kararıyor. Elimdeki bardağı yan taraftaki masaya bırakıp güçlükle yatağa atıyorum kendimi. Birkaç oda arkadaşı başıma üşüşüyor. "Götürün beni, hemen revire götürün. Bu hayra alâmet değil, kalbim fena çarpıyor." diyorum. İki arkadaş birden giriyorlar kollarıma. Bir çuval gibi taşıyorlar beni revire. Doktor, görür görmez beni hemen ambulans çağırıyor bu kez. Eski model kamyonetten bozma bir şey ambulans dedikleri. Sedyeye koyup beni atıyorlar arkasına.

Devam edecek

2 Kasım 2019 Cumartesi

İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT - Bedri Ruhselman

Kitabın Adı: İlâhî Nizam ve Kâinat
Yazar: Bedri Ruhselman
Yayınevi: MTİAD1950
Sayfa Sayısı: 319
Türü: Metafizik




Böyle bir kitap okuyacağım aklıma gelmemişti. Kapının önünden geçen bir hanımefendi, her daim kitap okuduğum dikkatini çekince ilgime mazhar olacağını düşündüğü bu kitabı hediye etmişti bana. Kitabın yazarı meşhur metafizikçi, dahiliye mütehassis doktoru ve müzisyen. Metafizik derneklerinin fahri başkanı. İlginç olan kitabın ilk yayınlanma tarihi olan 2013 yılından çok önce yazılmış olması. Yazar yukarılardan aldığı talimat gereği noter huzurunda bir bankanın kasasında tam 54 yıl saklandıktan sonra yayınlanmasını istemiş kitabı. Bu süre zarfında kendisi bu dünyadan göçmüş tabii.

Yine vasiyetin gereği kaliteli kâğıda basılıp güzel bir şekilde ciltlenmiş kitap. Ayrıca altmış yıl öncesinin dili kullanılmış olsa da cümle yapıları sağlam ve yazım hataları yok denecek kadar az. Kitabın yazım tekniği bakımından belki tek kusuru bölümlere ayrılmamış olması. Bunun doğal sonucu olarak bölüm başlıklarını gösteren bir dizin mevcut değil.

Yazar henüz on dört-on beş yaşlarındayken Çanakkale Savaşına katılmak üzere Ankara'ya geldiği, tam vagona binerken Atatürk tarafından fark edilerek alıkonulduğu, ülkenin bilim adamına da ihtiyacı olduğundan bahisle tıp mektebine gönderildiği ayrı bir rivayet konusu.

Öncelikle şunu söylemek isterim ki, kitabı bütün önyargılarımdan arınmış bir şekilde okudum. Farklı düşünceler her zaman ilgimi çekmiştir zaten. Son söylemem gerekeni baştan söyleyeyim. Tek kelimeyle rahmetli kafayı sıyırmış. Çok üzüldüm kendisine. Yazık, yazık. Cepheye gitseymiş keşke diyesim geldi. Çünkü bütün yazdıklarına kendisi inanıyor en başta. Kitabı okuduktan sonra aklımda kalan bazı bilgileri (bilgi denirse) paylaşmam yazar hakkında fikir vermesi bakımından faydalı olur sanırım.

* Kâinat ve varoluş konusunda en önemli sorulara "İnsan idraki bunu anlamaya muktedir değildir, ayrıca buna lüzum da yoktur" diyerek geçiştiriliyor. Tanrı, Allah, ilâh gibi sözcükleri kullanmaktan kaçınılırken bunun yerine asli nizam vs gibi terimler kullanılıyor. 
* Kainatın ilk maddesinin hidrojen atomu olduğu ve zaman içinde inkişaf ve tekâmül evrelerinden geçerek insanın bugünkü haline evrildiği iddia ediliyor. Varlıklarda asıl olanın beden değil ruh olduğu, insan ruhunun farklı bedenlerde vasati 500-700 kez yaşayıp öldükten sonra tekamül edeceği varsayılıyor.
* Mu kıtası yaklaşık 70.000 yıl önce battığında orada, şimdiki insanlığın eriştiği medeniyetten çok daha ileri düzeyde insan topluluklarının bulunduğu ifade ediliyor ve şu anda yaşadığımız dünya hayatının da büyük tabii afetlerin neticesinde 100 yıl sonra yok olacağı söyleniyor. (Bu arada kaldı kırk yılımız)
* Düalite prensibi, değer artışı, vicdan mekanizması, vazife bilinci, nefasiyet gibi bir takım tanımları getirirken, kötü olarak bilinen işkence, adam öldürme, savaş gibi etkenlerin aslında mükemmel birer tekâmül vasıtası olduğu iddia ediliyor.
* Dünyanın sonunu getirecek uzaklardan gelen yer küreden 400 kat daha büyük bir gezegenin manyetik alanımızı etkileyeceği ve dünya eksenini 16 derece kaydırıp kutupların ve ekvatorun yerlerini değiştireceğinden bahsediliyor.
* Cinler, melekler, medyumlar vs demiyor da onlara vazifeli varlıklar diyor. Medyumlar bu vazifeli varlıklarla iletişim kurabiliyorlarmış. Zaten bu kitabı  yazara yazdıranlar da üç medyum arkadaşıymış yazarın. 

Bunun gibi deli saçması bir sürü şey işte. Meraklısına ilginç gelebilir belki ama benim açımdan zaman kaybı.


31 Ekim 2019 Perşembe

DÜALİTERYEN AŞK


Kâinat zıtlıklar üzerine kurulmuş. Hiçbir şeyin anlamı kalmaz zıddı olmasa. Kötüler olmasa iyilerin hükmü yok. Karanlıktır bize aydınlığı anlatan. Çirkindir güzeli güzel yapan.

Sen sıcağı seversin ben soğuğu. Sen çayı seversin ben kahveyi. Sabahın ilk saatleri güzeldir senin için, benim için güzel olan gecenin karanlığı.

Sen mükemmeli ararsın, bana göre boşuna zaman kaybı. Ben sakinliği, yalnızlığı severim, senin için nerede hareket orada bereket.

Sen denizi, güneşin altında bronzlaşmayı seversin, ben gölgede denizi karşıma alıp içkimi yudumlamayı. Ben gecenin bir yarısında bir şeyler atıştırmayı, sen sabahları birlikte kahvaltı etmeyi.

Benim sakinliğim, senin aceleciliğin. Senin titizliğin, benim dağınıklığım. 

Zıt kutuplar çeker derler birbirini. Bütün bu tezatlar silsilesi mi bizi birbirimize bağlayan, dengemizi sağlayan? Her ne kadar kutuplarımız farklı olsa da çok seviyorum seni.

30 Ekim 2019 Çarşamba

ANLAT BAKALIM - MİM


Anlat Bakalım Mimini başlatan Sessiz Gemi, Bahçada Yeşil Çınar isimli ilk bölümü yazdıktan sonra ikinci bölümü Sade ve Derin - Masal, üçüncü bölümü Kuyruksuz Kedi Manxcat - Yabancı, dördüncü bölümü Ebrar - Felsefe Taşı, beşinci bölümü Ebemkuşağı - Kendini Aramak ve altıncı bölümü Fatoş- Mor Yaratık isimli bölümlerle devam ettirdi. Yedinci bölümü, Cadının Öfkesi bölüm başlığı adında ben yazdım. Benden sonraki bölümü yazması için Sevdiğim Günlük'ü mimliyorum. Emeği geçen ve okumaya zaman ayıranlara teşekkür ediyorum. 
Cadının Öfkesi

Mor yaratığın gösterdiği bölge karanlıktı, bir şey göremedi Masal. Hafiften bir ürperti yayılmaya başladı bedenine.

Kayanın içine oyulmuş yirmi metrelik dar bir tünel mağaranın dışarıyla olan bağlantısını sağlıyordu. Cadının bulunduğu geniş mağarayı Masal'ın görmesine izin vermeyen Yabancı, dün henüz tünelin içindeyken kolundan tutup onu dışarı çıkarmıştı. Sağa sola serpiştirilmiş onlarca mumun loş ışığı altında etrafına şaşkın gözlerle baktı Masal. Cadının çalışma atölyesi olarak kullandığı mağarada bir büyücü için gerekebilecek her şey vardı. Bir köşede eski bir masa ve arkalığı çatlamış ahşap sandalye, yan raflara dizilmiş renkli iksir kavanozları, sihir sopaları, şamdanlar, cadı süpürgesi, oymalı bir asa, bir kaç tane siyah cadı şapkası, yüksek bir askının kollarında tünemiş, kıpırdamaksızın iri gözleriyle etrafı gözetleyen bir baykuş, yukarıdan aşağı doğru sarkan örümcek ağları arasında durmadan yer değiştiren kocaman kara bir örümcek, korlaşmış odun ateşi üzerindeki üçgen sehpaya oturtulmuş isli bir kazan...

Transa geçmiş halde ağzından anlamsız kelimeler dökülen cadı, kazanı karıştırmaya devam ediyor, yanındakilere hiç aldırmıyordu. Merakını yenemeyip büyük bir cesaretle girdiği mağarada sadece cadıyı görmeyi hayal eden Masal, mor yaratığın uzun parmaklarını omzunda hissettiği andan itibaren yasaklı bölgeye geldiğine çoktan pişman olmuştu. Korku bütün bedenini sarmıştı. Titreyen eliyle masanın üzerindeki çift mumlu şamdanı alıp mor yaratığın işaret ettiği köşeye doğru yaklaştı. 

Mum ışığı, mağara duvarına sırtını dayamış halde oturan cesedi aydınlatınca bunun Simyacı'ya ait olduğundan emin oldu Masal. Mor yaratığın sözleri aklına geldi. Hemen dönüp masanın üzerindeki kara kitabın kapağını kapatmasıyla birlikte mor yaratık korkunç sesler çıkarıp bağırmaya başladı. "Yapmaaa". Kısa süre sonra mağara duvarlarında yankılanan sesler uzaklaşmış, mor yaratık gözden kaybolmuştı. Mor yaratığın gidişiyle birlikte yerdeki simyacının cansız bedeni hareketlenmeye başladı. Hemen ayağa kalkıp eliyle üzerinde biriken tozları silkeledi.  

"Burasının senin için tehlikeli bir yer olduğunu söylemiştim küçük kız ama sen beni dinlemedin." dedi yabancı. Masal, simyacının yaşama dönmesine çok sevinmişti. Mahçup, ürkek ve titrek bir sesle konuşmaya çalıştı. "Ama, ama kuşlarla konuşabilme sihrini istiyorum ben." 

Mor yaratığın kaybolmasıyla kendine gelen cadı öfkeyle kara kazanı karıştırmayı bırakıp korkunç bir çığlık atarken baykuş kanatlarını çırptı. "Bana buraya kendini aramaya geldiğini söylemiştin. Beni kandırdın küçük kız, şimdi bana yalan söylemenin bedelini fena ödeyeceksin." 

Simyacı sesini çıkarmaksızın olan biteni izlerken küçük kızı cadının elinden kurtarabilmenin yollarını düşünüyor, aklına bir çözüm gelmiyordu. Masal, az önce ağzından kaçırdığı mağaraya geliş sebebinden sonra cadının kendisine nasıl bir ceza vereceğini tahmin etmişti. Eğer aklına gelen olur da başına gelirse ailesine bu durumu nasıl izah edeceğini düşünüyordu. Masanın yanına gelen cadının kara kitabın kapağını açmasıyla birlikte pembe mavi renklerin karıştığı sis bulutları yükseldi. Mumların bütün ışıkları birden sönüp tekrar yandı. Simyacı Masal'a baktı, gördüğüne inanamadı.  

28 Ekim 2019 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #09

Ağaç Ev Sohbetlerinde Deep (Sade ve Derin), Edischar ve Taha Akkurt'un mazeretleri sebebiyle moderatörlüğe devam ediyor. Bu kez soruları İrem Can ile birlikte hazırlamışlar. 9. Haftanın konusu şöyle:

Rüya görüyor musunuz? Görüyorsanız, ne tür rüyalar görürsünüz? Rüyalarınızı hatırlıyor musunuz? Sürekli olarak 
gördüğünüz rüyalar var mı?

Bu sorular ne yazık ki ölü doğdu benim için. Ağaç Ev Sohbetleri çok sevdiğim bir etkinlik olduğu için ara vermek istemedim. Rüya görüyor muyum sorusuna cevabım hayır olunca devamında gelen diğer sorular da anlamsız kalıyor.

Esasen her insan rüya görür, hatta her uykuya dalışında birden fazladır gördüğü rüyalar. Ancak bunların çok çok azı akılda kalır, diğerleri uyanınca hatırlanmaz. Kendimi bildim bileli hatırladığım rüya sayısı yok denecek kadar azdır. Geceleri uykum gelene kadar kalkıp yatağa gitmem. Uykumun gelmemekte ısrarcı olduğu, sabaha kadar gözümü kırpmadığım geceler son derece olağandır benim için. Ay, uykumu alamadım, günüm mahvolacak diye dert etmem bu durumu. Uykum geldiğindeyse henüz başım yastığa ermeden derin bir uykuya dalarım. Birkaç saat sonra sabah olup kalktığımda uykudayken ne haltlar karıştırdığıma dair hiçbir şey kalmaz aklımda. 

Gördüğüm rüyayı hatırlayamamak bir sağlık sorunu ya da bir eksiklik mi bilmiyorum. Aslında umursadığım bir konu da değil bu. İşin gerçeği uykuda geçen zamanıma da acırım. Her ne kadar boşa harcanan bir zaman olarak görsem de uykuyu, o gelip kapıyı çaldığında tatlılığına boyun eğip teslim ederim kendimi. 

MERDİVEN

27 Ekim 2019. Güneşli, güzel bir gün. Havanın güzelliği değil günümüzü özel yapan. Bu özel günde bir şeyler yazmak istedim. Duygularımı ifade etmekte zorlanıyorum. Neler hissettiğimi bilmiyorum ki bugüne not düşeyim. Tek kelimeyle izah etmek gerekirse "boşluk".

Bugün oğlumuzu dünya evine gönderdik. Onun hayatı boyunca vereceği belki de en önemli karar, bir dönüm noktası. Yeni neslin gençleri gibi düğün dernek istemediler. Sabahın erken saatlerinden itibaren eşim bir yandan ben bir yandan üzerimize düşen sorumlulukların peşine düştük. Saatlerce süren kuaför faslı devam ederken ben gelin arabasının süslenmesi işini üstlenmiştim. Diğer işler, telefon trafiği, gelin alma merasimi için bandocularla yapılan görüşmeler, uzaktan gelen misafirler, koşturmacalar... Her şey tıkır tıkır giderken beş dakika önce kuaförde işlerin bitmesi ya da nikâhtan sonra evde ağırlanacak misafirler için özel olarak hazırlanan siparişlerde beş dakikalık gecikmenin verdiği ufak tefek karışıklıklar dışında her hangi bir terslik yaşanmadan gecenin geç saatlerine dek süren hareketlilik...

Genç çifti izledim gün boyunca. Heyecanları görülmeye değerdi. Daha önce aynı duyguları yaşadığım için çok iyi anlıyordum onları. Göz açıp kapayıncaya kadar geçti günümüz. Nikâhtan sonra Urla'da dış mekân fotoğraf çekimleri yapılırken eşimle misafirlerimizi ağırlamaya başladık. Evimizin onca kişiyi ağırlama kapasitesi şaşırttı beni. Eğer bu ev en fazla kaç kişiyi ağırlayabilir diye iddiaya girmiş olsaydım kesin kaybederdim. Bizi bu özel günde yalnız bırakmayan, özellikle uzak yerlerden kalkıp gelen dostlarımızla evimiz şenlendi. Eşim tatlısından tuzlusuna bir sürü ikramlık hazırladığı sırada nikâha beş kala tutulup kalmış, neyse ki, bir iğne ayağa kalkabilmişti. Bu badireyi atlattıktan sonra alnımızın akı ile bugünü de kazasız belasız atlattığımızı düşündüm. 

Bir baba olarak tek arzum sağlıklı ve mutlu bir hayat sürmeleri, birbirlerine olan sevgi ve saygılarının hiç eksilmemesi. Şans onların yaşamları boyunca hep yanlarında olsun. Hani çift taraflı boyacı merdivenleri olur ya, çocuklarımız yukarı doğru bir basamak tırmanırken anne ve baba olarak bizler merdivenin karşı tarafında, bir basamak aşağı indiğimizi düşündüm. Kısaca mutluluk ve hüzün karışımı bir duygunun esiriyim şu sıralar..