“Rahat olun.” dedim. “Silahın nasıl doldurulacağını öğrenmek için mecburen
bir video izlemek zorunda kalmıştım. Nasıl ateş edeceğimi hâlâ bilmiyorum."
Kilitlerin anahtarlarını eğilip yere bıraktım.
Kilitlerin anahtarlarını eğilip yere bıraktım.
“Bu işlere kalkışmakla ne yapmayı umuyordum, tam olarak emin değilim. Belki hedefime ulaştım.” dedim.
Stream'e baktım.
“Sen, muhtemelen bunu başaramadığımı söyleyeceksin.” dedim.
Televizyonun sesini kapattım. Stream parmaklarını
kütletti. Moss, ayağa kalktığında, sandalyesi hala sallanmaya devam ediyordu.
“Burayı ilk test ettiğimde, TV ve ışıkları söndürmüştüm.
Canlı canlı gömülmek gibiydi. Işık yoktu, ses yoktu. Burada huzuru buldum.
Şimdi yine aynı huzuru hissediyorum.” dedim.
Moss,” Bay Zhettah?” diyerek bir çığlık attı.
Gözlerim yandı ve vücudumda bir ağırlık hissettim.
Stream'e baktım.
“En iyi arkadaşım, ölmeden önce kızıyla barışmak
dışında hiçbir şey istemiyor. Umarım senin de oğlunla ilişkin yoluna girer." dedim.
Moss’a döndüm,
Moss’a döndüm,
“Lütfen kocana ondan özür dilediğimi ve başka bir
plan düşünecek kadar zeki olamadığım için üzgün olduğumu söyle.” dedim.
Göz kapaklarım kapandı, sonra yavaş yavaş gözlerimi açtım, keçeleşmiş kirpiklerimin arasından ikisinin de karşımda durup demir parmaklıklara yaslandıklarını gördüm. Stream korkudan donmuş gibiydi, fakat Moss daha rahat görünüyordu. Anahtarları ayağımla hücrelerine doğru kaydırdım.
“Ben gittiğimde, bunları kullanarak dışarıya
çıkabilirsiniz. Avukatım çoktan kasasını açıp mektubumu okumuştur
muhtemelen. Öyle sanıyorum ki, Dedektif Pisarro da yola çıkmıştır. Çıkarken ana
kapıyı açık bırakacağım.” dedim.
Beni büyük bir dikkatle izliyorlardı ama ikisi de artık korkmuyordu. Derin bir nefes aldım ve bir anlığına gözlerimi kapattım. Sonra gözlerimi
açtım,
“Hoşça kalın. Sayın Yargıçlar.” dedim.
Hah. Sayın Yargıçlar! Hâlâ kendimi eğlendiriyordum. Gülmeye
başladığım anda güçlü bir ağrıyla kasıldım. Midem sanki bir kazma ucuyla deliniyor
gibiydi.
Korkuluklara yapışıp merdivenleri ağır ağır tırmandım. Aşağıdan herhangi
bir ses ya da bir hareket gelmiyordu. Onları rahatlatmak için yanıma çağırmayı
düşündüm, bu onlara kurduğum bir tuzak değildi. Fakat acele etmelerine gerek
yoktu. Artık canları ne zaman isterse özgürlüklerine kavuşabilirlerdi. Eve girdim ve
Tieresse'nin küllerini tezgâhın üzerinden aldım. Bütün odalara girdim ve bütün dolapların kapağını açtım. Tieresse’in kuruttuğu güllerden birini bulup cebime
koydum. Sonra bütün ışıkları açtım ve dışarı çıktım. Batıdan esen rüzgâr, akçaağaç,
mine ve Medine çiçeklerinin kokularını taşıyordu.
O zaten oradaydı, uçakta oturmuş beni bekliyordu.
Onunla tanıştığım gün giydiği aynı sarı, sırtı açık, kolsuz elbiseyi giyiyordu. O elbiseyi hatırlıyorum, demek istedim. Yanına tırmandım ve ona
çiçekleri verdim. Ağzının kulağıma doğru eğildiğini hissettim, bana şöyle fısıldadı,
“Nereye gidiyoruz, Amor?”
Alt dudağında küçük bir tuz lekesi parlıyordu.
Sol yanağında, kalın mor bir yara izi vardı.
“Artık yeterince beklediğimizi sanıyorum. Dokuz
yüz kilometre uzaklıktaki Cooperstown, Kuzey Dakota'ya direkt bir uçuş planı
belirledim.” dedim.
Gülümsedi, yüzündeki yara izi kaybolurken ben güçlükle nefes alıyordum.
“Benim için bir şeyler yapmanı istiyorum, aşkım,”
dedi. “Buraya çok yakın bir yerde bir zamanlar benim için yaptığın bir şey. Bunu benim için yine yapar mısın?”
Tabii ki, aşkım, senin için her şeyi yaparım demek
isterdim. Fakat yorgundum, çok yorgun. Ağzımı açacak takat bulamadım, sadece
başımı sallayabildim.
Bana ne istediğini söyleyemeden, gözlerimi kapadım.
SON