KATEGORİLER

17 Ocak 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 7

Masanın üzerinde dağ gibi yığılmış dosyaları karıştırdı. Aradığını bulamayınca telefona sarıldı.

- Kızım bana son gelen teklif dosyasını getir!

Tecrübeli sekreter, alışık olmadığı Kemal Bey'in sert ve tehditkâr ses tonundan rahatsız olsa da, gelen/giden evrakı, ekleriyle birlikte kendi düzenine göre arşivlediği için fazla paniklemedi. Kemal Bey'in yaşadığı gerginliğin farkındaydı. Kızı olacak yaşta değildi, şimdiye kadar hep "Nalan Hanım" diye hitap etmişti kendisine.  Bunun kafaya takılacak bir mevzu olmadığını düşündü, hatta biraz da sevimli bulmuştu "kızım" demesini.

- Peki, efendim, hemen getiriyorum, dedi.

Birkaç dakika içinde beklediği klasörle birlikte küçük bir tepsi içinde, sade Türk kahvesi ve küçük bir bardağın yarısına kadar doldurulmuş soğuk suyu önünde buldu Kemal. Bir iki yudum suyla ağzını çalkalamadığı zaman kahvenin o kendine has saf tadını alamayacağını düşünür, yanında suyu olmadan asla sürmezdi dudağını fincana. Küçük, desenli cam bardaktan yudumladığı suyu ağzında gezdirirken önündeki dosyaların yapraklarını hızla çevirmeye başladı. Ödeme şartları, teknik şartname, fiyat teklifleri, yedek parça listesi, garanti koşulları gibi defalarca incelediği bir sürü detayı son bir kez daha gözden geçirmek istiyordu. İşin içine dalınca dış dünyayla bütün ilişkisini keserdi. Masadaki sabit telefonun sesiyle irkildi. Sekreter Nalan'dı arayan, Yönetim Kurulu Başkanının kendisiyle görüşmek istediğini söylüyordu. "Bağla", dedi. Başkan, âdeti olduğu üzere selamsız girdi konuya.

- Geldi mi senin şu meşhur misafirlerin, Kemal?

Soruda alaycı bir ifade sezdi ama anlamazdan geldi. Yine de saygıda kusur etmemek için, selâm vererek başladı konuşmaya. Biraz da karşısındakini utandırmak için yapmıştı bunu.

- Feridun Bey, merhaba! Gelmek üzereler, uçak rötarlı inmiş havaalanına bu yüzden biraz geciktiler.

- Almanların teklifi çok iyi deyip duruyordun. Umarım bu sefer bağlarsın işi artık. 

- Evet, efendim yalnız... Nasıl söyleyeceğini bilemedi bir anlığına. Finans müdürünü şikâyet etse olmayacak, Almanların yaptığı terbiyesizlikten bahsetse hiç olmayacaktı. Bir terslik olması halinde Feridun Bey'e durumu nasıl açıklayacağını bilmez bir halde kıvranıyordu. 

- Yalnız ne? 

- İstediğimiz fiyata pek yanaşmıyorlar efendim, durum böyle olunca ek bütçe ayırmamız ya da miktarı biraz azaltmamız gerekebilir.

Feridun Bey'in duymak istediği en son şey kendisinden ek bütçe talebinde bulunulmasıydı. O alaycı konuşmasının şekli değişti birden. Sesini yükseltti.

- Ne diyorsun Kemal, biz burada para mı basıyoruz. Sen ön ödemeyi istedikleri fiyatın üzerinden yapmadın mı? Gelen yok, giden çok. Nasıl plân, nasıl bütçe hazırlama bu, anlayamıyorum...

Kemal dilinin ucuna kadar gelen "Hep işe aldırdığın Ümit geri zekâlısının yüzünden" diyemedi. Söyleyecek tek söz bulamazken telefonun öbür ucundan gelen öfkeli sesler makineli tüfeğin mermileri gibi birbiri ardına beyninde patlıyordu. Bir süre sonra telefonun yüzüne kapandığını fark etti. Artık canına tak etmişti. Eline aldığı dosyayı bütün gücüyle masaya vurmasıyla henüz elini sürmediği fincan devrildi, masanın üstündeki evraklar kahveye bulandı. 

- Lânet olsun! Hak ediyor muyum bütün bunları ben, gece gündüz çalışmalarımın karşılığı bu mu yani?

Nefes nefese kalmış, yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. Ümit'i Almanlarla yalnız başına bıraktığı geldi aklına, adamların onu ayakta uyutmaları işten bile değildi. Bu şartlar altında toplantıya girmesi de mevzubahis olamazdı artık. Çıkmıştı bir kere ağzından, sık sık karar değiştiren insanlardan nefret ediyor, asla onlardan biri olmak istemiyordu. Yalnız başına yapmalıydı bütün işleri, hiç kimseye güvenmemesi gerektiğini aksi halde işin kontrolünden çıkacağını düşünüyordu. Ama şu an tek isteği yalnız kalmaktı, masayı temizlemesi için sekreterini bile çağırmamıştı yanına. Çekmeceden bir tomar kağıt peçete çıkarıp üstün körü masaya dökülen kahve birikintilerini toparlamaya çalıştı. Teklif dosyasına sıçrayan birkaç kahverengi lekeyi de temizledikten sonra yeniden belgeleri incelemeye koyuldu. En ince ayrıntısına kadar bütün bilgileri yutmuştu adeta. Ümit onun onda biri kadar zamanını ayırmış mıydı bu dosyalara?

Kapıyı vuran Nalan, içeriden bir ses gelmeyince şansını başka yoldan denemeye karar vermişti. Telefonun sesini duydu bu kez Kemal, önündeki dosyadan gözlerini ayırmaksızın ahizeyi kaldırıp kulağına dayadı. Kadının titreyen sesine kulak verdi.

- Efendim, beklediğiniz misafirler geldi.

Bir şey demeden kapattı telefonu. Odasından çıktı, tuvalete gidip elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı, pek iyi görünmüyordu ama yine de tahmin ettiği kadar kötü değildi. Esther'i düşündü. "Ben de geleyim seninle, belki sana bir faydam olur." demişti. Yardım etmek istiyordu ama ne yapabilirdi ki. Acaba Ümit ne haltlar karıştırıyordu içeride? Kağıt havluyla yüzünü kuruladıktan sonra kravatını düzeltip koridora çıktı. Odasına geçmek için kapının koluna uzandığı sırada başını Nalan'dan tarafa çevirdi.     

- Neredeler? 

- Ümit Bey'in odasındalar, Kemal Bey. 

Ne yapacağını bilmez bir haldeydi, kapısının önünde, elini çenesine dayayıp uzun bir süre düşündü. Nalan'ın kendisini seyrettiğini fark edince hırsla dışarı fırladı. Koridor boyunca hızlı adımlarla Ümit'in odasına doğru yürüdü.  Kapıyı çalmaya gerek duymadan içeri daldı. Bir anda karşısında beliren Kemal'i görünce şaşkınlığını gizleyemedi Ümit. Toplantıya katılmayacağını söyledikten sonra pat diye odaya girmesi hiç hoşuna gitmemişti. Finans Müdürü'nün telaş içinde ayağa fırlaması üzerine misafirler de ne olduğunu anlamamış, fütursuzca odaya dalan adamı şirketin sahibi sanıp hep birlikte ayağa kalkmak zorunda kalmışlardı. 

- Hoş geldiniz Kemal Bey, sizi misafirlerimizle tanıştırayım. Beyefendi German Generator ya da kısa adıyla GGC şirketinden Satış Müdürü Mr. Hans Knudsen ve bu hanımefendi de asistanı Ms. Anna Karsch.

Ümit daha sonra eliyle Kemal’i işaret edip onu misafirlere tanıttı.

- Kemal Bey, şirketimizin Genel Müdürü.

Kırk beş yaşlarında, orta boylu bir adam olan Mr. Knudsen, beyaza kaçan sarı saçları, bıyıksız,  kırmızı suratı ve mavi gözleriyle ırkını inkâr etmiyordu. Yüzüne yapıştırdığı karikatürlere has kurnaz bir gülüşe sahip bu adamın karşısına çıkan herhangi bir insan, canı ne kadar sıkkın olursa olsun, her şeyi unutur, gayr-ı ihtiyari bir gülümsemenin esiri olurdu. Kemal’in yarım saat kadar önce patronundan yediği fırçayı unutmasının sebebi de bu olmalıydı. Hatta Ümit Bey'e bile ilk kez bu kadar sevecen gözlerle bakmıştı. Asistan Anna'nın boyu, Hans’tan en az bir karış daha uzundu, beline kadar sarkan sarı saçları, açık mavi gözleri, aşırı makyajı ve bir karış siyah deri eteğinin altında sergilediği düzgün bacaklarıyla iş kadınından ziyade moda dergilerindeki modelleri andırıyordu. Tanışma ve el sıkışma merasiminden sonra yuvarlak masanın etrafına dizildiler. Görüşü engellememek amacıyla masanın bir yanını boş bırakmışlar, Ümit ve Hans pencere tarafına geçmişti. Karşılarında muhasebe müdürü ve şirketin satıştan sorumlu iki makine mühendisi yerlerini almıştı. Kapı tarafında, Kemal’in hemen yanı başında oturan Anna, karşı duvara indirilen beyaz perdenin üzerine yansıtacağı bilgileri masanın üzerindeki dizüstü bilgisayarında hazırlamakla meşgul olurken, bir yandan da göz ucuyla Kemal’i süzüyordu.

Hafifçe kapıyı tıklatan Nalân, içmek için bir şey isteyip istemediklerini sorunca Ümit Hans'a döndü.

- Madem Türkiye'de bulunuyorsunuz, sunumunuza başlamadan önce sizlere birer orta şekerli Türk kahvesi ikram edelim, dedi. Odadakilerin hepsi bu teklifi memnuniyetle kabul ederken, Kemal sadece bir bardak su istedi. 

Devam edecek



15 Ocak 2021 Cuma

GÜZEL YAZMA SANATI # 6

Bir önceki bölümde verdiğim örnek cümlede yapmış olduğum hatayı gözden kaçırmayarak düzeltmemi sağlayan Mrs. Kedi'ye bir kez daha teşekkür ederek yeni konumuza geçiyorum. Bu bölümde bir arkadaşımızın önerisi üzerine sıklıkla hataya düştüğümüz kesme işareti (') 'ne değinmek istiyorum. Kesme işaretinin özel adlara getirilen eklerden önce kullanıldığını çoğumuz biliyoruz. Ancak kesme işaretinin nerelerde kullanılmayacağı, sanırım biraz daha kafa karıştırıcı. Bu yüzden kesme işaretinin kullanılmaması gereken yerleri ayrı bir başlık altında incelemenin daha uygun olacağını düşündüm.

1. İlk önce, özel adlara getirilen durum, iyelik ve bildirme eklerinde kesme işaretinin kullanıldığı birkaç örnek vereyim.

Türkiye'nin başkenti Ankara'dır.

Kurtuluş Savaşı'nı Atatürk'ün önderliğinde kazandık.

Ülkemizin en tanınmış şairlerinden biri de Nazım Hikmet'tir.

2. Kişi adlarından sonra gelen saygı ve unvan sözlerine getirilen ekler kesme işareti ile ayrılır.

Orhan, Necdet Bey'in tavuğunu yakalamaya çalışıyordu.

Adile Hanım'a güzel bir manto aldı.

3. Kısaltmalara getirilen eklerde kesme işareti kullanılır.

TDK'nın bazı kurallarına aklım hiç ermiyor.

4. Belirli bir tarih bildiren ay ve gün adlarına gelen ekler kesme işaretiyle ayrılır.

Başvurular 30 Aralık'a kadar yapılabilir.

Başvurular 31 Aralık 2021 Cuma'ya kadar yapılacaktır.


NERELERDE KESME İŞARETİ KULLANILMAZ!

1. Sonunda 3. tekil kişi iyelik eki olan özel adın sonuna ayrıca bir iyelik eki geldiğinde kesme işareti kullanılmaz

Çanakkale Zaferi, Kurtuluş Savaşımızın önsözüdür.

2. Kurum, kuruluş, kurul, birleşim, oturum ve iş yeri adlarına gelen ekler kesme işareti ile ayrılmaz. En sık yapılan hatalardan biridir. 

Bu yazıyı yazarken Türk Dil Kurumunun yayınladığı Yeni İmlâ Kılavuzu'ndan faydalandım.

Emekli maaşını T.C Ziraat Bankasından alacağım.

3. Başbakanlık, Rektörlük gibi sözlerin yanına ünlüyle başlayan bir ek geldiğinde kesme işareti kullanılmaz, yumuşak g kullanılır.

Hastane yolunu yapmak, bakanlığın işi mi?    Bakanlık'ın YANLIŞ

Bakan istifa mektubunu başbakanlığa gönderdiğini açıkladı.     Başbakanlık'a YANLIŞ

4. Özel adlara getirilen yapım eki, çokluk ekleri ve bunlardan sonra gelen diğer ekler kesme işaretiyle ayrılmaz.

Ziya Gökalp, Türklüğün Esasları isimli kitabını 1923 yılında yazmıştır.   Türk'lüğün YANLIŞ

Türkçenin lehçeleri geniş bir coğrafyada konuşulmaktadır.       Türkçe'nin YANLIŞ

5. Özel adlar yerine kullanılan "o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz, kendisinden sonra gelen ekler kesme işareti ile ayrılmaz.

Atatürk büyük bir deha, onun yaptığı faydalı işleri saymakla bitmez.  O'nun YANLIŞ

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın.    

BAŞARININ FORMÜLÜ

"Ne için yaşıyoruz?" sorusuna cevap arayan sevgili C., Proje365 adlı blogunun son yazısında "başarı" olgusunu masaya yatırmış ve başarının yaşamımızdaki yerini sorgulamış. Konu fazlasıyla ilgimi çekti. Aslında "Sizce başarı nedir? Kendinizi başarılı buluyor musunuz?" sorularına cevap aramak ve başarıyı tartışmak "Ağaç Ev Sohbetleri" için güzel bir konu başlığı olabilirdi. Fakat C. yazısında insanı derinden düşünmeye sevk eden öyle sorular sormuş, öyle konulara değinmiş ki sonunda sabrıma yenik düşüp sıcağı sıcağına birşeyler karalamak istedim. 

Başarı, yani bir şeyin üstesinden gelme... Biz insanları mutlu eden yollardan biri olsa gerek. Nazım'a mutluluğun resmini yapamayan Abidin, başarının resmini yapabilir miydi acaba? Nedir başarmanın sihirli yolu? Doğuştan gelen yetenek mi, çok çalışmak mı, yoksa her ikisi birden mi?

C. yazısının sonunda başarının oransal dökümünü vermiş: Konuştuğum sanatçı arkadaşlar % 10 yetenek, % 60 çalışma ve % 30 felsefe diyorlar. Felsefe şu anlamda: kendine özgü bir kültür yaratabilmek, kişisellik, sanatçının "imzası"    

Peki, bunların hepsine sahip olan bir insan her zaman başarıyı yakalayabilir mi? Diğer bir deyişle her işin üstesinden gelir mi? Ya da bir işin üstesinden gelebilmek, yani başarmak için yetenek, çalışmak ve felsefe gerekli mi her zaman? 

Başarı deyince aklımıza hep güzel şeyler geliyor değil mi? Başarılı iş adamı, başarılı bilim adamı, başarılı öğrenci... Peki ardında hiç bir ipucu bırakmayan seri katile, azılı bir hırsıza yaptığı işin üstesinden geldiği için "başarılı" dememiz gerekmez mi? Hitler savaşı kaybetmeseydi başarılı bir devlet adamı olarak yer almaz mıydı tarih sayfalarında? 

Gelişmiş ülkelerde, iyi gelir getiren bir işin sahibi olmak, mesleğinde yükselmek, yeni bir buluşa imza atmak başarmanın ölçütü iken geri kalmış bir ülkede nefes alabilmek  dahi başarı değil midir?

Yeteneklerinden habersiz, en ağır koşullarda ölümüne çalışan, nice yaratıcı fikrini ortaya çıkarmak için imkân bulamayan milyonlarca kişi var bu dünyada. Birkaç istisna dışında başarılı addettiğimiz kişiler, neden sadece seçkinlerin arasından çıkıyor? O istisnaların başarısı da büyük bir şansın eseri değil mi?  

Bana göre başarının oransal dökümü: % 1 yetenek, % 6 çalışma, % 3 felsefe ve % 90 şans olabilir ancak. İnsan kendi şansını kendisi mi yaratır? Ben bu görüşe fazla katılmıyorum. Şans ya doğuştan ya da sonradan, tesadüf eseri bulur insanı, sonradan kazanılacak bir beceri değildir.

Hadi buyurun tartışmaya...



13 Ocak 2021 Çarşamba

SON DANS BÖLÜM 6

Kumandanın düğmesine basmasıyla birlikte otomatik garaj kapısının panjuru sinir bozucu metalik bir ses çıkartarak yavaş yavaş yükselmeye başladı. Kontak anahtarını çevirip hareket etti, tam caddeye çıkmak üzereydi ki çalmakta olan telefonunun boğuk sesini duydu. Yan koltuğa attığı siyah deri çantasındaki cep telefonunu bulmaya uğraşırken sinirle "Bir sen eksiktin." diye söylendi kendi kendine. Gözünü yoldan ayırmaksızın el yordamıyla çantasındaki cep telefonunu bulup gözünü yoldan ayırmadan açma tuşuna bastı, bezgin bir ses tonuyla "Alo" dedi.  

- Estherciğim, umarım zamansız aramadım.

Sesinden tanımıştı, Selma'yı. Telâşını olabildiğince gizlemeye çalışarak,

- Hayır canım sorun değil, dedi. Doktor Cevdet Bey'in randevusuna yetişmeye çalışıyorum.

- Bak, istersen sonra arayım. Ya da işin bittiğinde sen beni ararsın. Bir yerde oturup biraz lâflayalım diyecektim sadece. 

- Tamam canım, yoldayım şimdi, çıkar çıkmaz ben seni ararım.

Telefonu kapatıp çantasına attı. Güneşin bütün cömertliğiyle ışınlarını saçtığı güzel bir sonbahar sabahı,  Esther'in kullandığı beyaz spor Mercedes sabah trafiğinin yoğunlaştığı cadde boyunca ağır ağır ilerliyordu. Aklına yazdığı adrese göre aracın navigasyonunu ayarladı. Yarım saat boyunca birçok kavşaktan, caddeden geçti. Ekranda beliren yönleri büyük bir dikkatle takip ediyor, hatalı bir yöne girip zaman kaybetmemek için büyük çaba sarf ediyordu. Artık iyice yaklaşmıştı. Son anda kırmızıya dönen trafik ışığını fark edip ani bir fren yaptı. Peşinden gelen arabanın çıkardığı lastik sesiyle irkildi. İç dikiz aynasından arkasına baktı. Bacaklarının titrediğini fark etti. Neyse ki, hiçbir sarsıntı hissetmemişti. Saatine baktı, yeşil yanar yanmaz gaza yüklendi. Her an bir aksilikle karşılaşacağını düşünüyor, karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir yayaya çarpacakmış duygusuna kapılıyordu. Rengârenk güllerin düzenli olarak aralara serpiştirildiği çim kaplı bahçe içlerinde birbirine benzeyen iki katlı evlerin olduğu geniş bir sokağa girdi. Üçüncü bloğun önüne geldiğinde aracını kaldırımın kenarına park etti. Arabasından inmeden önce bir kez daha baktı saatine, trafikte harcadığı onca zamana rağmen randevusundan beş dakika önce geldiğini görünce derin bir oh çekti. Yan taraftaki bina giriş kapısının sağında aşağı doğru sıralanan dört daire zilinden üzerinde Prof. Dr. Cevdet Saran isminin yazılı olduğu en alttakine bastı. Otomatik demir kapının açılma sesini duyunca itip içeri girdi. Apartmanın oldukça geniş giriş holündeki büyük boy aynasının önünde kısa bir süre kıyafetini kontrol ettikten sonra önüne açılan daire kapısına doğru yaklaştı. Yaşamı boyunca komşu kapısı bildiği doktor muayenehanelerine, hastane koridorlarına aşina olmasına rağmen göğsünde hissettiği ağırlığın sebebini gittikçe sıklaşan kabuslarında, gördüğü halüsinasyonlarda arıyor, akıl sağlığını yitirmekten korkuyordu.  

Güzel bir kadındı Esther. Omuzlarına dökülen dalgalı sarı saçları, kalkık burnu, hafif çıkık elmacık kemikleri, ortanın üzerinde boyu ve ideal vücut ölçüleriyle bütün kadınları kıskandıracak özelliklere sahipti.  Hafif bir makyaj yaptığında, koyu mavi gözleriyle bütün dikkatleri üzerinde toplardı. Bugün yine son derece şık beyaz pantolon ve ceketinin içine siyah ipekli kumaştan güzel bir bluz giymişti. Siyah, yüksek topuklu rugan pabuçları ile kıyafetini tamamlamış, duru güzelliğiyle gözleri kamaştırıyordu. Oysa bütün bu özellikleri genç kadının iç dünyasıyla tam bir tezat içindeydi. Dağınık, kararsız, suçluluk duygusu içinde yalnız başına kıvranan tutkulu ruh hali, karanlık bir okyanusun içinde kopan fırtınada gemisini ayakta tutmaya çabalayan çaresiz bir kaptanı andırıyordu sanki. Her şeye rağmen Kemal'i çok seviyor, bir an olsun onsuz bir hayat düşünemiyordu. Kemal'in de onu sevdiğinden emindi. Birbirlerine bu derece âşık olmalarına karşılık yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünüyordu. İçine düştüğü ikilemi aşamıyordu. Bir türlü peşini bırakmayan geçmişi miydi buna sebep, yoksa kocasının ihmali, gözünü ve gönlünü işten başka her şeye kapatması mı? Ah bir bilebilseydi doğrusunu. Aradığı cevap ne olursa olsun bunu öğrenirse çektiği bütün sıkıntıları bitecek, gördüğü kâbuslar bir anda sona erecekti sanki. Belki uzun zaman önce yaşadıklarını gömdüğü toprak kabarmış, geçmişin bütün acılarını kusuyordu. İçine düştüğü bu girdap, sevdiği insanı kendinden uzaklaştırmasının başlıca sebebi miydi? Gördüğü düşler, hayaller, kâbuslar... Artık dayanma gücünü iyiden iyiye kaybetmiş, sonunda bir can simidine sarılırcasına Selma'ya dökmüştü içini. Ama yine de kendini tutmayı başarmış, hayatını kâbusa çeviren geçmişine dair bir söz çıkmamıştı ağzından. Buna rağmen sıkı sıkıya tembihlemişti Selma'yı, onunla paylaştıklarını Hasan'a ve Kemal'e söylememesi için kesin söz almıştı. Ona sadece uzun zamandır psikolojik yardım aldığından, yıllarca bir sürü doktorun kapısını aşındırdığından bahsetmişti. Çocukluğundan beri görmüş olduğu kâbuslar, hayatını değiştiren o talihsiz kazadan sonra artarak devam etmiş, adeta yaşamının bir parçası olmuştu. Öncekiler kadar sık olmasa bile son bir yıl içinde haftada en az bir kez başka âlemlere gidiyor, bazen neşe, bazen huzur içinde, nadiren korkuyla, çığlık çığlığa geri dönüyordu. Her zaman olduğu gibi yine sessizdi çığlıkları, aynı çocukluğundaki gibi. Kan ter içinde kendine gelip avazı çıktığı kadar bağırmasına rağmen sinek vızıltısı kadar bir sesin çıkmadığı cinsten. Bu sayede gördüğü kâbusları Kemal'den saklamayı başarabildiği için şanslı görüyordu kendini. Onu esas korkutan gördüğü kötü düşlerden ziyade yaşadığı ve içine gömdüğü kazadan haberdar olmasıydı Kemal'in. Belki de çocukken başına gelen o talihsiz kazadan sonra geçirdiği travmanın beyninde bıraktığı bir mirastı bu yaşadıkları. Taşıması günden güne ağırlaşan bu miras sebebiyle Kemal'i kaybederim korkusu... Geçen hafta Selma vermişti doktorun ismini. Konusunda ihtisas sahibi, iyi bir doktor olduğunu söylemişti.

Devam edecek



GÜZEL YAZMA SANATI # 5

Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi tarafından noktalama işaretlerinin önemine ilişkin yazılan bir makalede, (*) öğretmenlerin % 66'sı yazıda kullanılan noktalama işaretlerinin metnin daha iyi anlaşılması, % 40'ı metinde anlam karışıklığının önlenmesi, % 37'si ise metindeki jest, mimik, vurgu, tonlama ve duraksama işlevlerini yerine getirdiğini ifade etmiştir. Aynı araştırmada, öğrencilerin en zorlandığı noktalama işaretlerinin, sırasıyla; noktalı virgül, iki nokta ve virgül, en kolaylarına gelenlerin ise nokta ve soru işareti olduğu ortaya çıkmıştır. Bence noktalama işaretleri arasında hayati öneme sahip en önemli noktalama işaretleri "nokta" ve "virgül" işaretleridir. Noktanın cümle içinde nerede kullanılması gerektiğini bilmeyen okur yazar olmadığını düşünüyorum. Virgül konusuna gelince bilinen bir örnekten yola çıkabiliriz;

"Oku da adam ol baban gibi, eşek olma!" cümlesindeki virgülün yerini,

"Oku da adam ol, baban gibi eşek olma!" şeklinde değiştirmemiz durumunda, birilerinin hayatımıza kastetmeyeceğini kim garanti edebilir?

Cümlede gereksiz sözcük kullanımı yazılarımızı ne kadar bozarsa, gereksiz yerlerde virgül ve diğer noktalama işaretlerini kullanmak da aynı ölçüde özenle yazdığımız bir yazının değerini düşürebilir. Cümle içinde noktalama işaretlerinin yerlerini belirlerken yazdığım yazıları yüksek sesle okumanın işe yaradığını fark ettim. Vurgulanmak istenen yerler, yan cümlelerin bütünlüğünü bozmaksızın nefes alınan bölümler ve kulağa gelen seslerin ahengi, nerede hangi noktalama işareti kullanılacağı konusunda bize kılavuzluk edebilir. Bunun için her şeyden önce iyi bir okuyucu olmak gerekir elbette. Cümle içinde virgül işaretinin kullanılması gereken yerler TDK'da 15 başlık altında toplanmış ve bazı önemli uyarılar yapılmıştır. Aşağıda önemli gördüğüm bazılarından bahsedeceğim. Ayrıca konuyu pekiştirmek amacıyla örnek cümleler içinde kullanılmasını göstereceğim.

1. Tırnak içinde olmayan alıntı cümlelerinde ve konuşma çizgisinden sonraki alıntı cümlesinin bitiminde virgül kullanılır.

 Sık sık hata yapıyorsun, dedi. 

- Necdet'i ara, hemen geri dönsün, dedi.

- Bugün ayrılıyor musunuz, diye sordu.

2. Kendisinden sonra gelecek cümleye bağlı olarak red, kabul ve teşvik bildiren hayır, yok, evet, peki, pekâlâ, tamam, olur, hayhay, başüstüne, öyle haydi, elbette gibi kelimelerden sonra virgül konur.

Evet, yorumunuzda belirttiğiniz görüşlere aynen katılıyorum.

3. Metin içinde art arda gelen zarf-fiil eki almış kelimelerden sonra virgül konur.  

Önce iyice düşünüp, bir karara varıp müteahhidi aradı. 

4.  Metin içinde zarf-fiil eki almış kelimelerden sonra virgül konmaz.

Markete varınca ilk sokaktan sağa dönmelisin.   

5. Metin içinde ve, veya, yahut, ya...ya bağlaçlarından, tekrarlı bağlaçlardan ve pekiştirme ve bağlama görevindeki de/da bağlacından önce ya da sonra virgül konmaz.

Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin.

Hem ağlarım hem giderim.

Gerek sen gerekse o bu işi yürütme kabiliyetine sahip değil.

İster inan ister inanma.

Ne yardan geçerim ne serden.

Çok kitap okursan güzel de yazarsın. 

6. Metin içinde -ince/ınca anlamıyla zarf-fiil olarak kullanılan mi/mı ekli sözcüklerden ve şart ekinden sonra virgül konmaz.

Erken yattım mı hayatta uyku tutmaz beni.

Aklın varsa göle.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın.

GÜZEL YAZMA SANATI # 4

Güzel Yazma Sanatı yazı dizimin umduğumdan fazla ilgi görmesinden mutluyum. Yorumlarıyla katkı sunan arkadaşlarıma bir kez daha teşekkürü borç bilirim. Bu bölümde öncelikle birkaç hususun altını çizmek istiyorum. Güzel yazma ve dilbilgisi kuralları üzerinde ahkâm kesecek düzeyde bilgi sahibi olduğumu asla iddia etmiyorum. İşlediğim konular sıklıkla karşıma çıkan yazım yanlışlarını hasbelkader gündeme getirirken mevcut bilgilerimin yanı sıra araştırıp emin olduğum sınırlı açıklamalardan ibaret olup yazım kurallarının tamamını içermez. Konuya ilgi duyanlar TDK imlâ kılavuzu ve benzeri kaynaklardan daha detaylı bilgilere ulaşabilirler. Yine de yazdıklarımla ilgili gözümden kaçan hataları ve yanlışlıkları fark eder, yorumlarda beni uyarırsanız sevinirim. Kendimi mühendisliğe ilk başladığım yıllardaki gibi hissediyorum, bizden tecrübeli ağabeylerimize her türlü mesleki soruyu çekinmeden sorma lüksüne sahiptik bir zamanlar. Belli bir tecrübe kazandıktan sonra birden her şeyi bildiğimizi düşünür olduk, artık hata yapma şansımız kalmadığını düşünüyor, her hatamıza karşılık bir bedel ödeyeceğimizi düşünüyorduk. Evet, çok bilmenin bir bedeli vardır, özellikle bilmeniz gerektiği düşünülen şeyleri bilmediğinizde. Satırlarımı okuyan eğitimcilerin bazılarına güzel yazma ve yazım kurallarından bahsetmek belki de sıkıntı yaratır bu yüzden. Bu konularda bilgisine güvendiğim ve Türk Dili konusunda bir uzman olan eşim bile bu diziye başladığımı ilk öğrendiğinde, "sana mı kalmış dil konusunda yazmak, onca dil uzmanı dururken" diye tepki göstermişti bana. Oysa, dile gönül vermiş, güzel yazmayı önemseyen ben ve benim gibi düşünen insanların bildiklerini paylaşması da iyi bir fikir olabilir bazen. İşin uzmanları için bu işlere kalkışmak çok daha riskli gelebilir belki. Hele bir de mükemmeliyetçi karakterleri varsa, en ufak bir hata yapmak ağırlarına gidebilir, kendilerini mahcup hissedebilirler, bütün bunlara hiç gerek olmadığı halde.  

Sevgili Deep, o kadar kasmana gerek yok, resmi yazı yazmıyoruz, demişti bana, bir yorumunda. Bazı yazarlar hiç noktalama işareti kullanmadan yazıyor, büyük harfi bile gereksiz buluyorlarmış. Evet bunu bir tarz ya da kendine has bir üslûp olarak benimseyenler var elbette. Örneğin kendilerini "sürrealizm" (gerçeküstücülük) akımına kaptıranlar... Nedir sürrealizm ya da gerçeküstücülük? Söz konusu akımın babası olarak tanınan Fransız yazar ve şair Andre Breton, sürrealizm akımını şöyle tanımlar: Gerçeküstücülük, ister söz, ister yazı ile ya da başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ortaya çıkarmak için başvurulan, içinden geldiği gibi yazma yöntemidir. Bu, aklın denetimi olmaksızın (rüyada olduğu gibi) her türlü estetik ve ahlâk kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır. Bu akımın öncüleri, Freud'un psikanaliz yönteminden yola çıkarak aklın ve mantığın değersiz olduğunu, insanı yönlendiren şeyin içgüdüleri ve bilinçaltı olduğunu ileri sürerler. Bu yaklaşım, nazım türüne yakışır da bazen. Türk edebiyatında Garip Akımı'nın temsilcileri Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat bu akımdan etkilenmişlerdir. Adı geçen usta sanatçıların bazı şiirlerinde noktalama işaretlerini kullanmadıklarını görmek mümkün. Atilla İlhan da zaman zaman bu yolu izlemiştir. Fakat düz yazıda noktalama işareti kullanmayan yazar sayısı fazla değildir.  

Kuralcı değilim. Meselâ bazı yazarların büyük harf kullanmayı tercih etmediklerini görüyorum. Diğer yazım kurallarına ve noktalama işaretlerine sadık kalındığı sürece, böyle bir tercihin, yazıların anlaşılır olması üzerinde negatif bir etki yarattığını düşünmüyorum. Benim yazıda aradığım tek şey yazının kolay ve doğru bir şekilde anlaşılır olması. Toplum olarak bizler, sözlü bir kültürün bireyleriyiz. Okuma ve yazma kültürümüz diğer toplumlara göre yeterince gelişmemiş. Konuşurken, bir şeyler anlatmaya çalışırken daha başarılıyız. Bununla birlikte noktalama işaretlerinin konuşma diliyle yapısal bir ilişki içerisinde olduğunu düşünüyorum. Konuşurken, duraksamalarımız, vurgulamalarımız, tonlamalarımız ne kadar önemliyse düşünce ve fikirlerimizi yazıya dökerken noktalama işaretlerini gerektiği yerde ve doğru olarak kullanmamız en az onun kadar önemli bana göre, kendimizi ifade etmemiz bakımından. Müzik yazımında notaların sesini değiştiren bemol, diyez gibi değiştirici işaretler gibi yazı dilinde noktalama işaretleri de okuru, duygusal bir ahenk içinde, yazarın belirlediği yöne sevk etmede büyük rol oynarlar.  

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın.

11 Ocak 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 73

Ağaç Ev Sohbetlerinin 73. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizde bu haftanın konusu eğitim. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı bu haftanın konusunu belirledi. Bizlerden cevaplandırmamızı / tartışmamızı istediği sorular ise şöyle: 

Sizin okullu olduğunuz zamanlarla günümüzdeki eğitim öğretimi kıyaslandığınızda neler düşünüyorsunuz? Nelerin değişmesini ya da yeniden gelmesini isterdiniz? İlkokul öğretmeninizi hatırlıyor musunuz? Unutulmayan yönleri nelerdi? Okul yaşamınızda sizi olumlu etkileyen kaç öğretmeniniz oldu, neler yaptılar?

Okullu olduğum dönem, değerli hocamız Makbule Hanımla aynı yıllara rastlıyor muhtemelen. Bu nedenle, blogunda son derece güzel tanımladığı o zamanların koşullarını bir kez daha tekrarlamayı gereksiz buluyorum. Eğitim, teknoloji ve bilimsel gelişmelere paralel olarak, sürekli yenilenmesi, ıslah edilmesi gereken bir husus. Eskiden beri eğitimin niteliği, eğitim personeli ve eğitim araçlarındaki yetersizlikler konuşula gelmiş, yapılan reformlar, yeni düzenlemelerle çağı yakalamanın peşine düşülmüştür. Fakat ne yazıktır ki, yapılan her reform, her düzenleme eğitimin kalitesini yükseltmek şöyle dursun, insanları eskiyi aratır hale getirmiştir.  İlkokula başladığımız o yıllarda günümüzde sahip olduğumuz pek çok şeyden yoksunduk. Buzdolabı bile sadece zengin ailelerin mutfağını süslerdi. Televizyonumuz, bilgisayarımız, internetimiz yoktu. Elimizdeki yegâne bilgi kaynağımız, öğretmenlerimiz ve ders kitaplarımızdı. Günümüz çocuklarının sahip olduğu bilgiye ulaşma imkânı ile o gün bizim sahip olduklarımız arasında müthiş bir uçurum vardı. Buna rağmen aldığımız eğitim bugünküne kıyasla çok daha iyiydi. Eskiye dönüp baktığımda, çocukluk yıllarımdaki lise mezunu bir gencin ahlâk, bilgi, sanat ve kültür donanımının günümüzdeki pek çok profesöre taş çıkarttığını üzülerek görüyorum. 

Tamamen yerli ve yurdumuza özgü bir eğitim projesi olup ülkemizde ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 1940-1946 yılları arasında hizmet veren ve daha sonra 1954 yılına kadar Köy Öğretmen Okulları adıyla eğitime devam eden Köy Enstitülerine yetişemedim ama bu okullardan mezun büyüklerimle tanışma fırsatına eriştiğim için kendimi şanslı buluyorum. Konuştuğum bu değerli insanlardan, okuduğum kitaplardan, katıldığım anma günlerinden söz konusu eğitim yuvalarında, eğitime, bilime, kültüre ve sanata verilen değeri, aşılanan vatan sevgisini, memlekete faydalı bir insan olma yolundaki mücadelelerini çok iyi biliyorum. Fazla söze hacet yok, bu ve benzeri kurumların yeniden gelmesini, eğitimin siyasetten uzak, bilimin ışığında sürdürülmesini isterdim.  

İlkokul öğretmenimi tabii ki hatırlıyorum. otuz beş kırk yaşlarındaydı. Kumral, dalgalı saçlı, orta boylu, maviş gözlü, her zaman çevreye mutluluk saçan bir melekti Yaşar Öğretmen'im. Tüm canlılığıyla gözlerimin önünde hâlâ bana gülümsüyor, kürsünün başında, pötikareli önlüğüyle. "Eti senin, kemiği benim." derdi veliler, dizlerinin dibinden ayırmadıkları bebelerini teslim ederlerken ilk öğretmenlerine. Bu sözden çok korkardım. Öğretmenimiz etimizi mi yiyecekti bizim? Neyse ki, yufkaydı annemin yüreği, o sözü söyleyemedi. İlk günlerin korkusunu çabuk aşmıştım. Sadece benim değil, hiçbir arkadaşımın minik yüreğini incitecek en ufak bir söz çıkmadı ağzından Yaşar Öğretmen'imin. Beraber geçirdiğimiz bir yılın ardından Adana'ya tayini çıktığını öğrendiğimizde, hepimizin gözü yaşlıydı. Şimdi yaşıyorsa eğer, doksan yaşlarında olmalı, kulakları çınlasın. Öldüyse, nurlar içinde yatsın.

Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerimden nefret ettim, ediyorum. Bana ne Türkçeyi ne de edebiyatı sevdirmişlerdi. Kaybolan yıllarıma hâlâ acırım. Matematik derslerini, matematik öğretmenlerimi ise hep sevdim. Ortaokulda matematik öğretmenim, Ayşe Balık, Lisede matematik öğretmenin Mualla Şengonca ve Hamiyet Ersoy'u son nefesime kadar hatırlayacağım. Ne mi yaptılar? Dersi bana sevdirdiler. Görevlerini kusursuz yaptılar. Konuya hakimdiler. Mesleklerini severek yapıyorlardı. Daha ne olsun. Haklarını ödeyemem. Sağlıklı bir yaşam sürsünler. Allah onlardan razı olsun.