KATEGORİLER

9 Haziran 2022 Perşembe

HUZURSUZLUK - ZÜLFÜ LİVANELİ

Kitabın Adı: HUZURSUZLUK

Yazar: Ömer Zülfü LİVANELİ

Sayfa Sayısı: 154

Yayınevi: Doğan Kitap 

Türü: Roman

Son sözümü baştan söyleyeyim, Livaneli yazdığı bu kitabı değil, adını satışa çıkarmış. Kapakta büyük puntolarla göze çarpan "Livaneli" sözcüğü bunu adeta kanıtlıyor. Doğal olarak Livaneli adını görünce beklentiler yüksek oluyor. Huzursuzluk, sanırım bu yüzden beni hayli sukutuhayale uğrattı.

Romanın konusu şöyle; İbrahim, İstanbul'daki bir medya kurumunda çalışmaktadır. Kısa bir süre önce Amerika'da yaşamaya karar veren çocukluk arkadaşı Hüseyin'in ölüm haberini alınca, cenazeye katılmak ve konuyu araştırmak üzere memleketi Mardin'e gider. Mardin'de bir üniversitenin sağlık bilimleri bölümünü bitiren Hüseyin, nişanlı olmasına rağmen gönüllü olarak görev yaptığı göçmen kamplarından birinde yaşayan Ezidi kızı Meleknaz'a görür görmez aşık olur. Türlü işkencelere maruz kalan genç kadının uğradığı tecavüz sonucunda gözleri görmeyen bir bebeği olmuştur. Genç kadını, bebeğiyle birlikte evine getirir. Hüseyin'in ailesi, Meleknaz'ın Ezidi mezhebinden olduğunu öğrenince onları yanlarında barındırmak istemez. Bunun üzerine genç kadın çocuğunu alıp evden kaçar. Hüseyin kızın peşine düşer ancak gerek çevresi gerekse örgüt tarafından tehdit edilir. Zorlukla Meleknaz ve bebeğini bulan Hüseyin ve onları İstanbul'a göndermeyi başarır. Bunun üzerine Işid'çiler tarafından saldırıya uğrar. Canını zor kurtaran Hüseyin, ailesinin baskısıyla Amerika'ya yerleşir. Gel gelelim kader orada peşini bırakmaz. Çıkan bir gösteride Müslüman karşıtları tarafından bıçaklanarak öldürülür. Yaşanan bu olayları adeta bir dedektif gibi iz sürüp ortaya çıkaran gazeteci İbrahim'in aslında merak ettiği çocukluk arkadaşı Hüseyin değil Meleknaz'dır. Romanın son bölümünde İstanbul'da onun izini bulsa da devamı gelmez.

Romanda "harese" öyküsünü ilginç buldum. Ortadoğu'nun kana doymayan coğrafyasını güzel yansıtıyor. 

"Harese nedir, bilir misin? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve, dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kanına doyamaz... Ortadoğu'nun adeti budur, tarih boyunca birbirlerini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur." 

İkinci olarak yazarın Suriye'de kendi halinde hayata tutunmaya çalışırken Işid zulmüne uğrayan Ezidi topluluğunun bilinmeyen ya da yanlış bilinen yönlerini anlatması bende merak uyandırdı. Oldukça garip adetleri olan bu insanların yasak listesi hayli kabarıkmış. Romanda onlardan bahsederken maruldan korktukları bana biraz abartılı gelmişti. Gerçekten de marul ve bazı sebzelere karşı alerjileri! varmış bu kardeşlerimizin. Araştırıp öğrendim; Ezidiler, bir din aliminin adını çağrıştırdığı için marul yemiyor, marul yetiştirilen yerlere yaklaşmıyor, mavi renkten uzak duruyorlarmış!

Bunlar dışında olumsuz olarak eleştireceğim hususlar var. Kurgu zorlama, ifadeleri yüzeysel ve basit geldi bana. En dramatik olayları okurken dahi heyecan vermedi. Eksik bir şeyler olduğu kesin. Betimlemelerden yoksun, edebi bakımdan yetersiz bulduğumu söylemeliyim. Kitabın yazıldığı yıllarda gündem olan Işid terör örgütünün medyaya düşmüş, herkesçe bilinen vahşi eylemlerinden yola çıkılarak yazılmış, ısmarlama bir kitap hissi uyandırdı bende. Bütün bunların üstüne tüy dikercesine Angelina Jolie'nin Mardin'e yaptığı mülteci ziyaretini hikayeye dahil etmesi ve onun memelerinden bahsetmesi bu kadar da olmaz dedirtti. Romanı seven ve hatta okurken her sayfasında gözyaşı dökenler var, fakat...

Yukarıda bahsettiğim iki konu hariç haberlerden öğrendiklerimizin dışında yeni bir şey yok romanda. Evet, Işid kafalar kesen, kadınlara tecavüz eden kirli bir İslâmi terör örgütü. Tanınmış bir yazarın kitabını okurken karakterleri, kişileri, mekânları ve olayları yeterince tasvir ederek zihinlerde canlandıran, kelime oyunları ve edebi sanatlarla zevk veren bir üslûp beklerim.  

"Ertesi gün hiçbir şey rüyamdaki gibi olmuyor. Angelina Jolie'yi getiren özel jet akşam saat 20.00'de ıssız tarlaların arasındaki Mardin Havaalanı'na iniyor. Vali yardımcısı ve resmi bir heyet karşılıyor onu ve yanındaki Birleşmiş Milletler temsilcilerini. Gazetecilerin yaklaşmasına izin verilmiyor, bir polis kordonunun arkasında herkes birbirinin sırtına çıkarak bir kare fotoğraf alabilmek için çırpınıyor." 

Issız tarlaları çıkar, devrik cümleleri düzelt, olsun sana gazete haberi. Evet, terörün acımasız yüzüne ışık tutuluyor, dini ve kültürel baskılara dikkat çekiliyor ama okura verilen bu mesajlar doğallıktan uzak, ısmarlama duruyor. Yani oturup bir roman yazayım da, biraz Işid'e giydireyim, farklı mezheplere mensup insanların arasındaki çelişkiden bahsedeyim denmiş adeta. Romanda aşk var ama aşktan hiç söz edilmiyor. Hüseyin canını tehlikeye atıp Ezidi kızı Meleknaz'a nasıl tutuldu birden, neyini beğendi, aralarında ne geçti bilen yok. Damdan düşmüş, aşık olmuş, üstelik gül gibi nişanlısını bir kalemde silerek. Yok, bu kitapta pek çok şey eksik. Üzgünüm Livaneli, biraz aceleye gelmiş, bence olmamış...

8 Haziran 2022 Çarşamba

NASIL ÖLÜNÜR - EMILE ZOLA

Kitabın Adı: NASIL ÖLÜNÜR

Yazar: Emile ZOLA

Çeviren: Aysel Bora

Sayfa Sayısı: 47

Yayınevi: Can Yayınları 

Türü: Öykü

Nobel ödüllü İtalyan göçmeni İtalyan mühendis bir baba ve Fransız bir annenin tek çocuğu olan Emile Zola (1840-1902), natüralizm akımının kurucusu, Paris doğumlu bir yazar. Özellikle romanlarıyla tanınan yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan Nasıl Ölünür adlı kitabında beş kısa öykü yer almakta. Öykülerin ortak teması, ölüm gerçeğinin, farklı toplumsal ve ekonomik koşullara sahip beş aile üzerinde algılanma şekli. 

Kısa, okunması kolay olmasına karşın derinliği olan öykülerin toplandığı kitabın arka sayfasında şu soru soruluyor: Peki, ölüm herkesi eşitler mi? Yazar, aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinin bu süreci nasıl yaşadıklarını sade bir dille anlatırken, geride kalanlar için hayatın bir şekilde devam ettiğini vurguluyor öykülerinde.  

İlk öyküde zengin aristokrat bir kontun hastalanıp ölümüne kadar geçen süreç, aile ve yakın çevresiyle ilişkisi ve nihayet ölümünden sonra tantanalı cenaze merasiminden bahsediliyor. Gerçekçi ve biraz da mizahi bir üslûp kullanılmış. İkinci öyküde, burjuva sınıfına mensup varlıklı ve üç erkek çocuğu bulunan bir annenin ölümü anlatılıyor. Burada çocukların henüz cenaze kalkmadan mal paylaşımını düşünmeleri ilginç. Üçüncü öyküde ise eşiyle birlikte uzun yıllar dükkan işleten bir kadının ölümü konu ediliyor. Eşini çok sevmesine rağmen cenaze merasimi nedeniyle dükkanın kapalı kalması onun en büyük üzüntüsü! 

Dördüncü öykünün konusu yine ölüm. Köyde yaşayan yoksul bir ailenin on yaşındaki erkek çocuklarının hastalanarak ölümü ve ailenin çaresizliği ve yaşananları şaşılacak şekilde doğal karşılaması. Şüphesiz içlerinde en etkileyici bulduğum öyküydü bu. Son öyküde yaşamı boyunca işçilik yapan ve bütün malını çocuklarına devreden yaşlı bir adamın ölümü anlatılıyor. Bu öykünün de oldukça ürkütücü ve etkileyici bir dili var.

Genel olarak bütün öykülerde hikâye kahramanlarının kendilerini ölüme hazırladıklarını ve yalnızlıklarını görüyoruz. Ve sonuçta cenaze töreni nasıl olursa olsun, beden toprağa girdiğinde herkes eşitlenmiş oluyor. Bir süre sonra da, sanki hiç var olmamışlar gibi hayat akmaya devam ediyor.

Çeviri güzeldi, severek okuduğum söyleyebilirim.

6 Haziran 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 146

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusu benden:

"Özveri ve fedakârlık, TDK sözlüğüne göre eş anlamlı sözcükler olmasına rağmen bazıları bu iki sözcük arasında önemli bir farkın olduğunu iddia etmekteler. Bu insanlara göre fedakârlık, çıkar ve karşılık beklemenin, özveri ise sevginin ürünüdür. Peki bu iki sözcük sizde hangi duyguları çağrıştırıyor? Kendinizi ne kadar fedakâr ve/veya özverili buluyorsunuz?"

İnsan, yaratılışından gelen ya da sonradan kazandığı bazı kötü özelliklere sahip bir varlık. Nedir bunlar? Başta egoizm, yani bencillik, sonra devam edelim, kibir, kıskançlık, güvensizlik, cehalet, samimiyetsizlik, riyakârlık vs. Bu yüzden özveri ve fedakârlığın sadece sözde ya da kağıt üzerinde kendini gösteren, gerçekte birkaç istisnai durum dışında hiç var olmayan iki kavram olduğuna inanıyorum. TDK'da özveri ya da fedakârlığın; bir amaç uğruna veya gerçekleştirilmesi istenen herhangi bir şey için kendi çıkarlarından vazgeçme olarak anlamlandırıldığını görüyoruz.

Sözgelimi anne çocuğuna kızmıştır: "Senin için saçlarımı süpürge ettim, bunca yıl yemedim, yedirdim" Bugüne kadar annemden ve eşimden asla duymadığım ve hiçbir koşulda ağızlarından çıkabileceğine ihtimal vermediğim sözler bunlar. Ama böyle anneler yok mu? Elbette var. Eskiden, geleneksel olarak, ailelerin çocuk sahibi olma nedeni, yaşlılık döneminde kendilerine baktıracak birilerinin bulunmasıydı. Bu düşünceye sahip insanlar, ne yazık ki, çocuklarını bir nevi yatırım aracı olarak görmektedirler. Evet, fedakârlık yaptıkları doğru. Ancak yapılan onca fedakârlık boşuna değilmiş demek! Eğer fedakârlık buysa benim gözümde tüm kıymetini yitirmiştir zaten. Fedakârlık, yapılan bir iyiliğin yüze vurulmama halidir fedakârlık, şartlar ne olursa olsun yaptığın iyilikten pişmanlık duymamaktır. Bazılarının dediğinin aksine hiçbir çıkar ve karşılık beklemeksizin kendinden bir şeyler eksilten ve karşındaki insanın hayrına aşkla yapılan icraatlardır fedakârlık. Ben çocuklarıma çok fedakârlık yaptım diyen bir anne ya herhangi bir nedenle yaptıklarından pişmanlık duymaktadır, ya da beklediği karşılığı alamamıştır. Böyle bir anne fedakâr değildir. Çocuğunun dünyaya gelme sebebi kendisi olduğuna göre onu en iyi şekilde hayata hazırlamak asli görevidir. Fedakâr anne çocuğuna yaptığı iyilikleri söz konusu etmez, onun fedakârlığını çocukları ve çevresindekiler bilir. Yani bir nevi aşktır annenin çocuğuna olan karşılıksız sevgisi. Fedakârlık aşkın en olmazsa olmazıdır. Çocukların ebeveynleriyle olan ilişkisi tamamen çıkara dayandığı için onlardan fedakârlık beklemek genel olarak nafile bir çabadır.

Peki dostlarla, arkadaşlarla ya da tanıdığımız herhangi biriyle fedakârlık temelinde sağlıklı bir ilişki kurmak mümkün mü? Eğer onlarla fedakâr bir annenin çocuğuna olan karşılıksız sevgisine benzer bir bağ kurmayı başarabilirsek olabilir elbette. Böyle bir ilişkinin adıdır aşk. Kısa sürelidir. Parıltılı günler çabuk geçer. Sonra ikiye bölünür. Bir aşık olan kalır geriye bir de olunan. Aşık olan fedakârdır, olunan keyfini sürer. Böyle bir ilişkide alan da memnundur satan da. Kimse kimseye saçımı süpürge ettim demez. Ta ki aşık olanın aklı başına gelinceye dek. Sonra biter...Yani anlayacağınız dost, arkadaş, komşu, akraba vs. üçüncü şahıslarla kurulan ilişkilerin tamamı çıkara dayanır. Al gülüm, ver gülüm. Eğer yoksa verecek gülün, o zaman başka kapıya.

Bir de kutsallar uğruna yapılan fedakârlıklar vardır ki onu da görmezden gelemeyiz. "Vatan sana canım feda" diye bağırırlar sokakta, sonra bir torpilini bulup askerlikten yırtmak için çürüğe çıkartırlar kendilerini. "Kanını yerde bırakmayacağız" derler, on yıllarca o kan yerlerde kalır. Vatanın gerçek fedakârları, Kurtuluş Savaşında memleket topraklarını emperyalizmin uşaklarına karşı savunan ve bu uğurda canlarını veren Mehmetçikler. Diğerleri, Kore'de, Afganistan, Somali, Libya, Irak, Suriye vs. yabancı ülkelerde ve tabii 15 Temmuz yerli ve milli senaryosunda kirli siyasi hesaplar sonucunda can verenler ise, bana göre, sadece kader kurbanları. Başkaca hamasete hiç gerek yok.

Özveri, güzel bir Türkçe sözcük. Tam olarak fedakârlığın yerini tutar mı, emin değilim ama yukarıda belirttiğim üzere bazılarının dediği gibi "özveri sevginin ürünüdür." cümlesine de katıldığımı söyleyemem. Zira, beni bilen bilir, aşk ne kadar tek taraflıysa sevgi çift taraflıdır, derim her zaman. Aşk ne kadar karşılık beklemezse, sevgi karşılık ister derim. O zaman buradan çıkan sonuç, eğer özveri sevginin ürünü, sevgi de karşılık beklerse, özveri ile fedakârlık arasındaki fark otomatik olarak ortadan kalkmış olur. Oysa ben özveriyi ayrı bir yere oturtmak isterim. Ama istediğim her şey olmaz. Çünkü yazımın başında sözünü ettiğim, insanın fıtratından gelen bazı kötü özellikler, onu çıkarcı bir kılığa sokar. "Yazdığım bu yazı büyük bir özverinin sonucu" dediğimde ne düşünürsünüz sözgelimi? Evet, emek harcadım, zamanımı harcadım, okunması ve eleştirilmesi hoşuma gidecektir. Bütün bu emeği, zamanı kendime daha yararlı olabilecek başka şeyleri yapmaktan vazgeçip de mi harcadım? Şüphesiz Hayır. En azından kendimi tatmin ettim, yazmaktan keyif aldım. Yani yaptığım bu gönüllü eylem sadece okurun yararına mı? Değil. O halde geldiğim noktada fedakârlık eşittir özveri.

Bu ahval ve şerait dahilinde fedakâr olduğumu iddia etmek, fedakâr olmadığımı kanıtlayan bir duruma yol açmakta. Evet, evet, ben ne özveriliyim, ne de fedakâr...

31 Mayıs 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 145

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili  Yazarix / Blog Beyi belirledi:

"Dijital yaşamın artısı neler? Sizce dijital gerekli mi?"

Dijitalleşme hayatımızı pek çok yönden etkileyen, değiştiren bir olgu. İlk bakışta dijital yaşamın hayatı kolaylaştırdığını söylemek mümkün. İletişimde zaman kavramı ortadan kalktı neredeyse. Dijitalleşme sanayide üretim hızını arttırırken bilgilerin saklanması ve bilgiye ulaşım konusunda büyük kolaylıklar getirmiş, sağlık alanındaki gelişmelerle yaşam süresini uzatmıştır.

21. Yüzyıla adını veren dijital dönüşüm çağının öncesi ve sonrasındaki dönemi bizzat yaşayarak tanıklık eden bir kuşağın mensubu olarak, dijitalleşmenin yaşam düzeyini bu boyutta arttırıp onca icat ve yeniliğe imkân vereceğini hayal dahi edemezdim. Ne yazık ki ülke olarak böyle bir çağın gerisinde kaldığımızı söylemeden geçemeyeceğim. Dijital çağın mimarlarından biri olmak varken kötü eğitim sistemimizden dolayı ve araştırmalara yeterli destek vermediğimiz için gelişmiş ülkeler tarafından sömürülmeye devam ediyoruz.

Dijital yaşamın artı ve eksilerini anlatmadan önce dijital gerekli mi sorusundan başlayayım. Bu soruya verilecek cevabım son derece net, elbette gerekli. Artık onsuz bir yaşam düşünülebilir mi? Bugün hayatımıza yön veren pek çok uygulama, her türlü araç gereç, cihaz dijitalleşmenin ürünü. Dijitalleşmenin gereksizliğini savunan bir insan, kendini çağın getirdiği her türlü imkân ve kolaylıklardan soyutlayarak doğal yaşam sürmenin keyifli bir şey olduğu yanılgısına düşebilir. Bence binlerce yıl önce yerleşik hayata geçmiş günümüz toplumunda böyle bir yaşam sürmek olanaksız. Giydiğimiz don bile dijital makinalarda imal ediliyor. Ha ben koyun yetiştirip yününü kırkar, fengerede eğirdiğim ipliğinden tezgahımda kumaşını dokur ve o kumaştan kendime don yaparım, yahut dona da ne gerek var, incir yaprağı ne güne duruyor diyecek biri çıkarsa ona karşı boynum kıldan ince...

Bugün elektrikli ev aletlerinin tamamı dijital teknolojinin ürünü. Çocukluğumda annelerimiz çamaşırı leğende yıkar, ocakta su kaynatıp sırayla çocukları banyoya sokardı. Çalı süpürgelerle ev temizlenir, lambalı radyomuzu açınca dakikalarca ısınmasını beklerdik. Tel dolaplarda en fazla ertesi güne kalırdı yemeklerimiz. Tepsi tepsi börekler, yemekler, fırına pişmeye gönderilirdi. Bulaşıklar teker teker elde yıkanırdı saatlerce. Şimdi çamaşır makinası, elektrikli termosifon, robot süpürgeler, tv, internet, fırın ve buzdolabı hepsi dijital, evlerimizde bunların hepsi var. Hepsi dijital artılar. Her biri rahat etmemizi ve zaman kazanmamızı sağlıyor. Bu sayede kadınlarımız rahat rahat tv'den yemekteyiz, Müge Anlı, Zuhal Topal'ın programlarını izleyebiliyor artık! 

Gelelim en önemli mevzuya, dijitalleşmenin akıllı telefon ve sosyal medya boyutuna! Artı ve eksileriyle sonucu neredeyse sıfıra yaklaştıran sanal ortam... Dünyanın öncü teknoloji şirketlerinden birinin danışmanı, dijitalleşmenin sosyal medya ayağı için "Özgürleştirici ve köleleştirici. Görmezden gelmek çaba ister. İnsanlığımızın en iyi yanlarını unutup bütün gücümüzü ona verdik." diyor. Yine gelişme yıllarında internet topluluğunun yönetici direktörlüğünü yapmış bir isim, Anthony Michael Rutkowski, "Günlük hayatı ciddi oranda değiştirmiş olsa da, kuşkusuz, bu değişiklik iyi yönde değil" diyerek sosyal medyanın eksilerine dikkat çekmiş. Peki bırak bunları sen ne düşünüyorsun bakalım, diyecek olursanız, önce artılarını peşinden de olumsuz yanlarını anlatayım.

Akıllı telefon; faydalı bir alet. Dünyanın bir ucuna gitsen eşin dostunla berabersin, yeter ki kapsama alanında kal. Kalp krizi mi geçirdin, başına bir belâ mı geldi, hemen bas bir tuşa sevenlerin, ya da görevliler yanında bitsin. Artık saat taşımıyorum, sen de benim gibi bileğinde ağırlık yapmasını istemiyorsan, akıllı telefonun var ya, o yeter. Haritadan yer bulmaya, bakkala çakkala adres sormaya paydos, aç google navigasyonu amcan seni istediğin yere götürsün. Ya da diyelim kayboldun, at konumunu anında bulsunlar seni. Sabah erken mi kalkacaksın, saate ne hacet, kur alarmı akıllı telefonundan. Karnın mı acıktı, birine para mı göndereceksin, ödemelerin mi var, canın sıkıldı da, birkaç el oyun mu oynamak istiyorsun, tuşlar elinin altında. Daha sayamadığım birçok şey. Var mıydı eskiden bunlar? Eskiden gaz lambası vardı, aşklar kırk yıl sürerdi, şimdi öyle mi ya, hızlı yaşam; aşk dediğin artık elektrik alınca başlıyor, şartel atınca bitiyor! 

Sanırım şu sıralar tweeter sosyal medyanın parlayan yıldızı. Dünya liderleri bile birbirlerini bu mecradan kalaylıyor. Bakın bu iyi bir şey değil. Hep söylüyorum onlara, yarın yüz yüze bakacaksınız. Yapmayın karpuz gibi ortadan ikiye böldünüz milleti. Troller size de iki lâfım var, algı yaratmayın, dijital yaşamdan soğutmayın bizi. Şöyle bir düşünüyorum; Tweeter, Instagram, Facebook, Tiktok ve benzerleri olmasa neyimiz eksik kalır? Belki ticaret yapanlar tanıtım amacıyla faydasını görüyorlar ama sıradan bir vatandaşa ne faydası var bütün bunların. Falanca yere gittim, filan yerde yemek yedim, ay kızımın yaş günü, yeğenimin sünneti... Hayırlı cumalar, bayram tebrikleri... Bence faydadan çok zararı var bütün bunların. Bir de yaş günümde mesaj gönderenlere sinir olurum. Çok istiyorsan çıkar telefonunu ara. Gençler beni affetsin, Tiktok gibi mecralarda insanların ilgisini çekmek için akla gelmeyen bin bir türlü soytarılıklar, telefonun otomatik arkadaş önerileri, bize güya zaman kazandırıp işimizi kolaylaştıran, yazmayı külfet gören emojiler, kalpler, "like"lar bana göre, hepsi çağımızın dijital hastalıkları. Sonrası psikolojik bunalımlar. Dijital ona da çare bulmuş. Online psikolog ruhsal sorunlarınız için emrinizde. Artıları, eksileriyle bu işin sonu nereye varacak bilinmez. 

Bak Youtube için düşüncelerim farklı. Bloglar harika, zihin açıcı. Youtube yandaş medyanın karşısında partilerden daha iyi muhalefet yaparken iktidar tarafından dizginlenmeye çalışılıyor. Bu konuda tek eleştirim google amcanın yönlendirmeleri. Muhalefetten yanaysan muhalifleri çıkarıyor karşına, yok ampul yanmaya devam etsin diyorsan yandaşlar arz-ı endam ediyor ekrana. Yani şu algı yok mu şu algı, çağımızın en büyük sorunu. 

Şimdi toparlayacak olursak, dijital yaşam iyi ama kötü tarafları da var. Sosyal ilişkileri zayıflatıyormuş, çocuğun gelişimini etkiliyormuş, elbette bu tür etkileri önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Bununla birlikte yalnızlık, sosyal ilişkilerin bozulması, çocukların ve gençlerin gelişiminin olumsuz yönde etkilenmesi gibi negatif özellikleri sadece sosyal medyaya bağlamak doğru değil. Dijital çağın getirdiği en büyük olumsuzluk, gelirde artan adaletsizlik ve insanın düşünme kapasitesini azaltması bence. Dijital teknolojinin kazananı kapitalizm. Dijital teknolojide donanım ve yazılıma uzak kalan milletler her zaman sömürülmeye devam edecek.  

24 Mayıs 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 144

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor.

Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili  Sevda Ünlü belirledi:

"Pandeminin en cafcaflı olduğu, yasakların hayatımızı dört duvara hapsettiği günlerde edindiğin ve hâlâ devam eden bir hobin oldu mu? Ya da neler neler denedin, anlat bakalım"

Hobi, tanımı itibarıyla, boş vakitleri değerlendirmek amacıyla kişinin esas işi ya da mesleği dışında yetenek ve becerilerini geliştirmek amacıyla yaptığı oyalayıcı faaliyetler anlamına geldiği için bu konuda anlatacak bir şeyim olmadığını düşündüm. Pandemi dolayısıyla özellikle yaşlı insanların vakit geçirmekte zorlandıklarını, evin içine hapsolarak sinir buhranı geçirdiklerini biliyorum. Ben bu dönemi pek sıkıntılı geçirdiğimi söyleyemem. Sağlık sektöründe çalışanlar başta olmak üzere, çalışmak zorunda olan ve bu süreçte işlerini ya da her zamanki kazançlarını kaybeden insanların büyük sıkıntı çektikleri hepimizin malumu. Ama esas değinmek istediğim konu, kelime dağarcığımda "boş vakit" kavramının taşıdığı anlamsızlık. Değil eve kapanmak, bir odaya tıksalar beni,  ya da hücre cezasına mahkum etseler, yine de yapacak bir şeyler bulur ve vakitsizlikten yakınırım. Yaptığım her işi hobim, her hobimi işimin ya da yaşantımın bir parçası olarak görürüm. Bu bakımdan sadece hobilerden değil, çerçeveyi biraz genişletip pandemi döneminin bana ne getirip ne götürdüğünden bahsedeyim.

Beklentimin de ötesinde, oldukça erken sayılabilecek bir yaşta başlayan emeklilik yaşamımda hayallerimi süsleyen restaurant işletmeciliğinden hevesimi aldıktan sonra soyunduğum doğal ürünler ve şarküteri işini, pandeminin yurt genelinde yayılması üzerine kızımın ve eşimin ısrarları neticesinde bırakmak zorunda kaldım. Doğrusu, her ikisi de para kazanmanın birinci amaç olmadığı, hobi ağırlıklı işlerdi. Gelin görün ki, millet gider Mersin'e, biz gideriz tersine hesabı, herkesin pandemi münasebetiyle yeni hobiler icat ettiği bir dönemde ben elimdeki hobimi bırakmak zorunda kalmış oldum. 

Bu arada bir şey yapmak için vakitsizlikten yakınmanın ne kadar boş olduğunu düşündüm. Özellikle restaurant işinde onca yoğun çalışma ortamında, gecenin bir yarısı bilgisayarımın başına oturup blogumda günlük yazmaya zaman ayırabiliyordum. Facebook kullandığım bir dönemdi ve blogta yazmış olduğum yazıları orada paylaşıyordum. Bin beş yüze yakın meraklı takipçim blogta yazdıklarımı heyecanla beklerdi hergün. Aslında bu işi işletmenin tanıtımı için yapmayı düşünmüştüm başlangıçta. Restaurant'a kimlerin geldiğini, o günün nasıl geçtiğini, nelerin yaşandığını öğrenmek istiyordu insanlar. Merak işte. Restaurant'ı kapattıktan sonra şarküteri işine başlamamla birlikte, günlük yazmayı bırakmış olsam da, dükkânıma gelen müşterileri, komşu esnafları, araştırıp öğrendiğim farklı konuları, yaşadığım olayları anlatıyor, öyküler, romanlar yazıyor ve çeviriler yapıyordum. İş bakımından yoğun çalışma gerektirmeyen bu dönemdi, bol bol kitap  okuma imkânı da buluyordum. Ve hiç beklenmedik bir anda pandemi soğuk yüzünü gösterdi...

Yazma konusunda kısırlık çektiğim bir döneme girmiş olmam, yaşamımda pandeminin yol açtığı en olumsuz değişiklikti sanırım. Bunun en önemli sebebi daha az kişiyi görmek, daha az olay yaşamaktı belki de. Dört duvar arasına sıkıştığım pandemi sürecinde hayal gücümü kullanarak bir şeyler yazabilirdim belki fakat bu ortama bir türlü alışamadım. Bu dönemi daha fazla kitap okuyarak, internet üzerinden farklı konularda araştırmalar yaparak, siyasi gündemi yakından takip ederek, blogları gezerek ve Ağaç Ev Sohbetlerine katılarak geçirdim diyebilirim. Zamanımın önemli bir bölümünü Youtube videoları alıyordu, hâlâ bu alışkanlığım devam ediyor. 

Konser, tiyatro, festival gibi faaliyetlere katılmak pandeminin ertesinde hayatı güzelleştirecek etkinlikler. Pandemi nedeniyle yapamadığımız geziler, eğlencelerin kapısı büyük ölçüde açılmış olsa da, artık eskisi kadar zevk vermiyor. Akaryakıt zammı ve pahalılık, orta gelir düzeyine sahip insanların belini bükmeye devam ediyor. Geçen hafta değişiklik olsun diye Sığacık'a gittik. Üç kişi berbat birer gözleme ve ayrana 150 TL hesap ödedik. Anladık ki, bizim için pandemi bitmemiş henüz. 

Yeniden blog yazarlığına başlayabilmek için kendimle büyük mücadele içindeyim. Bunun pandemiyle herhangi bir ilgisi olabilir mi, pek emin değilim. Olabilir elbette, zira pandemi öncesi böyle bir sorun yaşamıyordum. O belalı döneme adım atmadan evvel yeni bir roman çalışmasının hazırlığını da yapmıştım. Şimdi siyasi ve ekonomik gündeme dair, ülkeyi kurtarma fikirlerimi paylaşma plânlarım var ancak bu ortamda düşüncelerimi özgürce yazabilecek miyim, bilemiyorum. Her neyse, görünen o ki, şeytanı bir an evvel yakalayıp bacağını kırmadan olmayacak bu iş. 

22 Mayıs 2022 Pazar

YÜZYILLIK YALNIZLIK - GABRIEL GARCIA MARQUEZ

Kitabın Adı: YÜZYILLIK YALNIZLIK

Yazar: Gabriel Garcia MARQUEZ

Çeviren: Seçkin SELVİ

Sayfa Sayısı: 464

Yayınevi: Can Yayınları 

Türü: Roman

Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez Yüzyıllık Yalnızlık romanına o kadar çok şey sığdırmış ki, ne kadar anlatsam yine de eksik kalacağını düşünüyorum. Büyülü gerçekçilik deyince ilk akla gelen eserde, konuyu sadece Kolombiya'nın kurmaca bir köyündeki Buendia ailesinin, yüz yılı aşkın bir süre boyunca kuşaktan kuşağa aktarılan yaşam hikayesi olarak sınırlarsak yazara büyük haksızlık etmiş oluruz. Zira birbirini takip eden olayların içinde toplumun akraba evliliğine bakış açısı, büyücülük, falcılık, sosyal yaşam, kültür, tarih, insan ilişkileri, siyaset, sömürü, dini inançlar, aşk, evlilik, felsefe, toplumsal eleştiri gibi daha pek çok konu yeri geldiğinde semboller kullanılarak, mizah yoluyla, fantastik öğelerle bazen de gerçekliğin tüm çıplaklığıyla ustalıkla işlenmiş. 

Seçkin Selvi'nin çevirisinden büyük bir zevkle okuduğum romanın üslûbu muhteşem. Ancak çok sayıda karakterin yer aldığı eserde birbirine benzer şahıs isimlerinin kullanılması kafa karıştırıcı. Yazarın bunu bilinçli olarak tercih ettiğini düşünüyorum. Çünkü ailenin ilk kuşak erkek çocukları, Aureliano ve Arcadio, birbirinden farklı karakterlere sahip ve devam eden kuşaklarda doğan çocuklara verilen benzer isimler, benzer karakter özelliklerini temsil ediyor aynı zamanda. Kitabın başına eklenen Buendia ailesinin soy ağacı şeması, romanda yer alan ana karakterlerin birbirleri arasındaki ilişkiyi çözmek bakımından büyük kolaylık sağlıyor. Şüphesiz o olmasaydı, kitapta karşılaştığımız yeni karakterleri tanımak, kimin nesi olduğunu kavramak çok zorlaşacaktı.

Kitabı anlamakta zorlanıp yarım bırakanlar, devam edip anlamadan bitirenler, sıkıcı bulanlar, over-rated olduğunu düşünenlerin sayısı az değil. Bunun ilk nedeni karakter sayısının fazlalığı ve isim benzerliklerinden ötürü yaşanan zorluklar. Diğer taraftan kitabı olumsuz yönde eleştiren bazı insanların büyülü gerçekçilik tarzını yeterince anlayamadıklarını, sevmediklerini ya da benimseyemediklerini düşünüyorum. Aslında inanılmaz bir hayal gücüyle yazılmış ve bitmek tükenmek bilmeyen olayların sergilendiği, okuru içine alıp peşinde sürükleyen bir kitaptan bahsediyorum. Sıkıcı asla değil ancak karakterlerin çokluğu nedeniyle sık sık soyağacı şemasına göz atmak zorunda kalmalar, verilen örtülü mesajlarla birlikte insanı düşünmeye sevk eden kavramlar, aynı cümlelerin tekrar tekrar okunmasını zorunlu kılıyor bazen. Bu bakımdan yorucu denebilir belki. Zira iki bölüm okuduktan sonra kısa bir ara verip olayları sakin kafayla değerlendirmek, içine düştüğümüz hareketli ortamın etkisinden kendimizi  bir süreliğine kurtarıp biraz soluklanmak, okuduklarımızı sindirmek gerekiyor.

Kitapta yer alan karakterle ailemizden ya da tanıdıklarımızdan benzerlikler yakalıyor, bazen bugün hâlâ şahit olduğumuz sömürü düzenine, devletin toplum üzerinde estirdiği teröre şahitlik ediyoruz. Yazar yaşanan bu tür olayları bazen doğrudan, bazen ince bir mizah yoluyla ya da metaforlar kullanarak okurun dikkatini çekmesini biliyor. 

Yüzyıllık Yalnızlık kısa sürede okunması gereken bir kitap. Süre uzadığı takdirde bütünlüğünü kaybetme riski var. Ancak kitaplığın bir köşesinde tekrar tekrar okunmak üzere muhafaza edilmeli. Netflix ile anlaşılmış, dizi filmi yapılacakmış. Kanaatimce bu kitabın filme çekilmesi hayli zor ve aynı tadı asla veremez. Mesela aşağıdaki paragraf filme nasıl çekilebilir, bilemiyorum.   

"Jose Arcadio, yatak odasının kapısını kapar kapamaz evde bir silah sesi çınladı. Kan, kapının altından süzüldü, oturma odasına geçti, sokağa çıktı, inişli çıkışlı yoldan karşıya ulaştı, kaldırımları indi çıktı, Türkler Sokağı'nı geçti, önce sağa, sonra sola saptı. Buendiaların evinin tam karşısına geldi, kapalı kapının altından sızdı, halıları kirletmemek için duvar diplerinden dolanarak salona geçti, oturma odasına girdi, yemek masasının çevresinde geniş bir kavis çizdi, begonyalı terasa uzandı, Aureliano Jose'ye, matematik dersi veren Amaranta'nın sandalyesinin altından ona görünmeden süzüldü, kileri geçti, ekmek pişirmek için tam otuz altı yumurta kırmak üzere olan Ursula'nın bulunduğu mutfağa girdi."

Görüyor musunuz kanın yaptıklarını?

Yüzyıllık Yalnızlık bir ailenin değil, bir kıtanın, belki tüm insanlığın yalnızlığını masalsı bir dille anlatıyor. Romanın bir yerinde, Macando köyünde bir salgın baş gösterir, herkes unutkanlık hastalığına yakalanmıştır!

"Bataklığa açılan yolun başına Macondo yazılı bir levha diktiler. Ana caddeye "TANRI VARDIR" yazan bir tabela astılar. Bütün evlere, nesneleri ve duyguları hatırlatmaya yarayacak yazılar yazıldı."

Aslında kitabın adında yer alan "yalnızlık" kelimesini romanın içeriğiyle örtüştürme konusunda hayli zorlandığımı söylemek isterim. Bu konuda, insanın nasıl bir hayat sürerse sürsün, sonunda yalnız başına kalacağı ve vakti geldiğinde her şeyin anlamını yitireceği mesajı verilmek isteniyor sanırım. Kitabın işlediği o kadar konu arasında yalnızlığın öne çıkarılmasını yadırgadım. Bu nedenle İspanyolca "soledad" sözcüğünün diğer anlamlarını araştırdım. "Soledad" yalnızlık anlamının yanı sıra, bir kişinin yokluğu ve ölümü halinde üzüntü ve melankoli duygusu anlamına da geliyor. Kitabın adı Yüzyıllık Trajedi ya da Yüzyıllık Melankoli olabilirdi bence. Güzel bir alıntıyla sözlerimi bitirirken kitabı yazarı sevenlere ve türün meraklılarına şiddetle öneririm. 

"Bir gece (Albay Aureliano Buendia), Albay Gerineldo Marquez'e,

- Sana bir şey soracağım, arkadaş, dedi. Niçin savaşıyorsun?

Albay Gerineldo Marquez,

- Niçin olacak? diye karşılık verdi. Yüce Liberal Parti için tabii.

- Niçin savaştığını bildiğin için şanslısın doğrusu. Bana gelince, ancak şimdi kafama dank etti: Ben yiğitliğe kara çaldırmamak için savaşıyorum.

Albay Gerineldo Marquez,

- Bu kötü işte, dedi.

Albay Aureliano Buendia, onun bu tavrından hoşlanmamıştı. 

- Doğru, dedi. Ama yine de, niçin dövüştüğünü bilmemekten iyidir. Arkadaşının gözlerinin içine baktı ve gülümseyerek sözünü tamamladı: Ya da senin yaptığın gibi, hiç kimse için anlam taşımayan bir şey adına savaşmaktan iyidir.

17 Mayıs 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 143

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor.

Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi:

"İkili ilişkilerde genel olarak daha çok seven misin, sevilen mi? Hangisiyken daha mutlusun?"

"Sevgi" sözcüğünün benim için ne anlam ifade ettiğini çözmeye çalıyorum. Bu meseleyi sadece ikili ilişkiler bazında tartışacağımıza göre, sevgi, tarafların her birinden karşılık bekleyen ve onlara mutluluk veren hoş bir duygudur diyebilirim. Evet, ikili ilişkiler için sevgide karşılık beklenir görüşüne sahibim ama aslında sevginin tanımı çok daha geniş. Bu bakımdan bademli kazandibini çok sevmemin nedeni, onun da beni sevmesi değil diyecek olursam, karşılık bekleme konusunda yanıldığım düşünmezsiniz umarım.

Daha çok seven miyim, sevilen mi sorusu şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Ben, sevgi kavramını, bilerek, isteyerek tasarlanan bir davranış biçimi değil, insan ilişkilerine bağlı süregelen duygusal durumun tezahürü olarak görüyorum. Elbette burada sözünü ettiğim gerçek sevgi. Bir de bilerek, doğal olmayan bir şekilde plânlayıp tasarladıklarımız sahte ve çıkara dayalı sevgiler var ki, günümüzde bu tür aldatıcı sevgilere daha çok rastlıyoruz.

Genel olarak sevebileceğim insan güvenilir, içi dışı bir, fikren anlaşabileceğim, yardımsever, açık fikirli, dürüst olmalı. Aynı şekilde onun beni sevmesi için de aynı özelliklere haiz olmalıyım. Hiçbirimiz kusursuz değiliz, bazen hataya düşebiliriz. Buna göre sevgimiz derecelendirilir. Çok ya da az severiz ya da seviliriz. Bazen ilişkilerdeki bozulma bizleri nefrete kadar sürükleyebilir. Bu bakımdan kendimi teraziye koyduğumda sevdiğim kadar sevildiğimi görüyorum. Ne eksik, ne fazla. 

Sanırım bu mevzu karşımızdaki kişi ile aramızdaki yakınlığa da bağlı biraz. Çocukluğumdaki komşuluk ilişkilerini arıyorum. Eskiden bir komşumuz dara düştüğünde elimizden gelen yardımı esirgemezdik, şimdi apartman yaşantımızda karşı dairedekine selâm bile vermiyoruz. İşte sevgi temelinde beklenen karşılık bu tür ilişkilerde karşımıza çıkıyor. Önceleri bir komşumuz dara düştüğünde ona yardıma koşuyorduk ama başımıza bir iş geldiğinde onun da aynı şekilde bize yetişeceğinden emindik. Verdiğimiz selâmın alınacağından hiç kuşkumuz yoktu, günümüzde selâm verdiğimiz insanlar yüzümüze bön bön bakıyor. Dolayısıyla komşularınızı sevmeliyiz diye anlamını yitirmiş beylik bir lâf etmeye hacet yok artık. Sevdiklerimiz var, sevmediklerimiz var. Komşum benim için ne düşünüyorsa ben de onun için aynısını düşünürüm. 

Aile bağlarının sevgiyi kuvvetlendirdiğinden söz edebiliriz. Zira yaşanan az ya da çok bir birliktelik, acıyı, sevinci paylaşmış olma durumu mevcut. Ebeveynler çocuklarını sever, sevmek zorundadırlar. Çünkü onların dünyaya gelme sebebi onlardır. Bu ilişki, sevgiden de öte, aşka oldukça yakın bir durum, hatta diğer pek çok canlıda da gözlemlediğimiz bir dürtüdür. Çocukların ebeveynlerine olan sevgisi ise tamamen farklı. Onlar anne babaların karşılıksız sevgisini kullanmaya meyillidirler. İstedikleri karşılanmadığında ya da dediklerine karşı çıkıldığında genellikle sırtlarını döner, basıp gidebilirler. İstisnai durumlar olabilir elbette ama bunun gibi akraba ilişkilerinde de sevgi, karşılık bekleyen özelliğe sahiptir.

Karşı cinsle olan ikili ilişkilerde yukarıda belirttiğim güvenirlik, fikirsel uyum, iyi niyet, dürüstlük gibi özellikler sevgiyi derecelendirir. Burada Mrs. Kedi'nin sözünü ettiği gibi taraflar bazen birbirine tahammül etmek zorundadırlar. İlişkinin devamı için önemli olan tahammül sınırını aşmamaktır. Şartlar bazen taraflardan birine daha fazla yük getirebilir. Sözgelimi kadın, geçimini sağlama imkânından yoksun, eğitimsiz, kocasının eline muhtaç olabilir, böyle bir durumda kadın mecburen dayanmaya çalışır. Şartlar eşitlendiğinde iki taraf da sevgiyi hak edebilmek için üzerine düşeni yapmak zorundadır.

Sevilmek gurur verici. Demek ki, insanlar bana güven duyuyor, onlara yeri geldiğinde yardımcı olacağımı düşünüyorlar, iyi niyetimden kuşkuları yok, fikirlerimin onlar için bir kıymeti var, dürüst biri olduğumu biliyorlar. Diğer taraftan insanların beni ne kadar tanıdıklarını bilmiyorum, tanıyanların nasıl düşündüklerini de. Kavun değiliz ki dibimiz koklanıp iyi ya da kötü olduğumuza karar verilsin. Doğrusunu söylemek gerekirse ne kadar sevilip sevilmediğimi dert etmem aslında. Seven sever, sevmeyen kendi bilir. Kimi daha çok sevdiğimi soracak olursanız, bakın onu en iyi ben bilirim, ama genellikle başkalarına pek açık etmem. Sevdiklerim, kendilerini sevdiğimi söylememe gerek duymadan haklarında iyi şeyler düşündüğümü hissederler. Bunun yanı sıra sevenim mi yoksa sevdiklerim mi daha fazla, bunu tespit etmem zor. Sevdiklerimle bir arada olmayı isterim, bazen yalnız kalmayı da.

İnsan sevdikleriyle mi mutlu olur sadece? Mutlu olmanın tek yolu bu değil bence. İnsanın mutlu olabilmesi için o kadar çok şey var ki hayatta, ama ilk önce kendini sevmesi şart.