KATEGORİLER

7 Ağustos 2022 Pazar

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 7)

Masalar, sandalyeler, konuşma seslerinin uğultuya dönüştüğü salonun uzak bir köşesine yığılmıştı. Üçüncü sınıf yolculara ait yemekhane, olağanüstü günlerinden birini yaşıyordu. İkinci el gelinliklerini giymiş yüzlerce kadın ve genç kızla dolan salon, beyaz lalelerden oluşan büyük bir çiçek bahçesine dönmüştü. Ürkek bakışlarla çevreyi süzen gelin adaylarından bir kısmının başlarında, duvak niyetine kullandıkları basit, birer tülbent parçası vardı. Bazıları ise, dantel işlemeli tül duvaklarını, ince beyaz kurdeleden saç bantları ya da beyaz çiçekli taçlarla süslemişti. Yüzlerce gelinin bir araya toplandığı, insanı hayrete düşüren, sıra dışı bir görüntü çıkmıştı ortaya.

Yanındaki iki denizciyle birlikte merdivenlerden inen Norman, birinci sınıfta görmeye alıştığımız şık kıyafetinden hayli farklıydı bu kez. Boynundaki kravatı atmıştı, ayağına eski bir kot pantolon geçirmiş, üstüne de krem rengi gömlek ve kahverengi ütüsüz bir ceket giymişti. Bunun sebebi, çalışırken rahat hareket edeceğini düşünmesinin yanı sıra, fotoğraflarını çekecek gelin adaylarına onlardan biriymiş gibi görünmek istemesiydi. Ancak salona adımını atar atmaz yanıldığını anladı. Hiç beklemediği bir durumla karşılaşmıştı; pırıl pırıl gelinlikleri içinde yüzlerce genç kız ona bakıyordu. Masalsı bu güzellik karşısında büyülenmiş, ağzı açık kalmıştı. Gözleri, salonu dolduran birbirinden güzel sipariş gelinlere dalmıştı, hayranlıkla seyrediyordu karşısındaki bu muhteşem manzarayı. Savaşın acılarıyla yoğrulmuş, Rusya'nın, Ege adalarının, Trakya'nın ve Anadolu'nun bağrından kopan yüzlerce Rus, Rum, Ermeni, Türk genç kızı rızaları olmadan, hiç görmedikleri, huyunu suyunu bilmedikleri adamlarla hayatlarını birleştireceklerdi! Hepsinin gözlerinde türlü yaşam hikâyelerinin izleri okunuyordu. Norman'ın görmek, okumak, anlamak istediği gözlerdi bunlar. Kimi umutlu, kimi neşeli, kimi endişeli, kimi hüzünlü, kimi acılı gözler... Her biri ailelerine destek olmak için yaşamak, başlarına gelecek sıkıntılara katlanmak zorundaydılar. Çoğu fakir, bir lokma ekmeğe muhtaç, öksüz, yetim, kimsesiz... Seçilmiş, saf, temiz ve güzel kızlar, genç kadınlar... İçlerinden bazıları sıla hasretine, geminin pis ve sağlıksız koşullarına dayanamayıp hayatını kaybedecek, Amerika'yı göremeden okyanusun derin sularına kurban verilecekti. Kimini karşılayan bile olmayacak ya da resmindeki gibi güzel değilmişsin denilerek ortada bırakılacaklardı. Bütün bu düşünceler film şeridi gibi birbiri ardına gözlerinin önünden geçti Norman'ın. Bulunduğu yere çakılmış, gelin adaylarını büyük bir hazla, saygıyla ve hayranlıkla izliyordu. 

"Muhteşem..." dedi. Gözleri dolmuştu. "Yaz mevsiminde yağan kar taneleri gibi..." 

Salondaki uğultu kesilmiş, gelin adaylarının meraklı bakışları, genç gazeteci üzerinde toplanmıştı. Norman, her bir gelinin yüz ifadesine bakıp farklı anlamlar çıkarmaya verdi kendini. Bir ara Olga'ya ilişti gözü. Genç kız, henüz 15 yaşındaydı, içlerinde en küçük olanı oydu. Üzerinde ne bir gelinlik, ne de başında duvağa benzer bir şey vardı. Sadece siyah partal bir ceket giymişti üzerine. Belli ki yolculuğa en hazırlıksız çıkanıydı o. Birkaç adım ilerleyip gelin kalabalığının arasına sokuldu. Daha yakından görmek, onları teker teker tanımak istiyordu. Göz göze geldiklerinde utanıp yavaşça başlarını önüne eğiyordu kızlar. Onar, on beşerli gruplar halinde kümelenmiş gelin adayları arasında dolaşıyordu. Rumların bulunduğu gruba geldiğinde gülümseyerek, "Kalimera" dedi sıcak bir ses tonuyla. Kızlar, hep bir ağızdan "Kalimera" diyerek aldılar selâmını Norman'ın. Biraz ötede, kendisini meraklı gözlerle izleyen gruba yöneldi. İçlerinden biri başına ay yıldızlı bir taç takmıştı. Henüz on yedisinde, açık kahverengi gözlü masum görünüşlü bir kızdı. Norman, gruptaki kızları uzun uzun süzdükten sonra, "Gun aydin" dedi bozuk Türkçesiyle. Kızlar hep bir ağızdan "Günaydın" diyerek karşılık verdiler. Tam o sırada arka taraftan birinin sesi duyuldu.

"Fatma, benim en büyük yardımcım." Norman, arkasına dönüp sesin geldiği yere baktığında Niki'yi gördü. "O olmasaydı, onca gelinliği yetiştirmezdim tek başına." diyerek yanına geldi genç kız.

Norman, "Nereliymiş Fatma?" diye sordu Niki'ye. 

"Asıl memleketi Salihli'ymiş. Ailesinin durumu son derece iyiymiş önceleri. Ancak savaşta babasını kaybedince reji yönetimi bütün topraklarına el koyup birikmiş borçlarına saymış. Annesi bu duruma fazla dayanamamış, kocasından hemen sonra vefat etmiş. Yanına sığındığı öz amcası, başlık parası için Fatma'yı iki köy ötede, bir ağaya vermek istemiş. Baskılardan bunalan Fatma, sonunda gördüğü eziyete dayanamamış ve köyünü bırakıp kaçmış." 

"Nereye kaçmış?" Niki'nin anlattıkları Norman'ın ilgisini çekmişti.

"Aslında kaçamamış, köy çıkışında heyecana kapılıp düşmüş ve ayağını incitmiş."

"Eee, geri dönmemiş mi köye?"

"Hayır, kader yüzüne gülmüş, Ohannes Amcası yetişmiş imdadına. Ohannes, Bornovalı bir incir ve üzüm tüccarıymış. Reji yönetimi ile arası iyiymiş. Köylüden topladığı iyi kalite üzüm ve incirleri Avrupa'ya satıyormuş. Ohannes, daha önce amcasının evinde birkaç kez görmüş Fatma'yı. Bu yüzden tanımış tabi hemen. Olan biteni öğrenince onu yanına alıp İzmir'e götürmüş.

"Bütün bunları o mu anlattı sana?" 

"Fatma Rumca bilmiyor, ben komşularımızdan biraz Türkçe öğrenmiştim ama konuşabilecek kadar değil." Niki, Fatma'nın yanında sürekli gülümseyen Rum kızını işaret etti. "Fatma'nın hikâyesini Eleni anlattı bana. Eleni, İzmirli, hem Rumcayı hem de Türkçe'yi ana dili gibi konuşabiliyor."

"Peki sonra?"

"Ohannes, sadece üzüm tüccarlığı yapmıyormuş. Güzel kızları toplayıp onları Amerika'ya gönderen bir ajansın sahibiymiş aynı zamanda." Niki, Fatma'nın yanındaki genç kızları gösterdi. "Bütün bu kızlarla Ohannes'in köşkünde tanışmış Fatma." Her birini eliyle işaret edip göstererek isimlerini saymaya başladı. "Gülsüm, Makbule, Rita, Natali, Marian, Eleni, Azniv... Hepsi de Ohannes'in Amerika'ya gönderdiği sipariş gelinler..."   

"Vay canına!" diyerek şaşkınlığını gösterdi, Norman.

Biraz daha ilerledi gelinlerin arasında. "Good morning" dedi, herkese. "Maalesef Rusça bilmiyorum." derken gülümsedi. Kendini tanıttıktan sonra sakin bir şekilde yapacaklarını anlatmaya başladı.

"Adım Norman Harris. Öncelikle fotoğraflarınızı çekmeme izin vererek beni onurlandırdığınız için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Hepiniz... Gerçekten... İnanılmaz derecede güzel görünüyorsunuz. Gelinliklerinizi giyip süslenmişsiniz. Fakat bu iş biraz zaman alacak..." Arkada kalan genç denizciyi gösterdi Norman, "Şurada kapının yanında duran delikanlı, Nikolas, benim yardımcım... Güzel gelinliklerinizle beraber sizin fotoğraflarınızı çekerken bana yardım edecek." Norman, gelinlerin başlarına taktıkları yapma çiçeklerle bezenmiş taçlara baktı, hayranlıkla. "Harika... Başınızdaki çiçekli duvaklar çok hoşuma gitti benim de. Muhteşem görünüyorlar... Hepinizin farklı ülkelerden geldiğini biliyorum. Sizlerin ayrı ayrı fotoğraflarınızı çekmeye çalışacağım..." Elinde küçük bir tepsiyle yanına gelen Niki'yi görünce konuşması kesildi gazetecinin. Diğerleri gibi gelinliğini giymemiş, kuzguni siyah saçlarını gösterişsiz siyah elbisesinin üzerine salmıştı. Niki, tepsinin üzerindeki küçük cam sürahiden özenle ince bir bardağa boşalttığı içkiyi Norman'a uzattı. 

"Size iyi şanslar dilerim, efendim." 

Norman, Niki'ye gülümsedi. Onun bu nazik davranışından etkilenmişti. Niki, de ona gülümseyerek karşılık verdi ve bakışını yere indirdi. Norman, gözlerini Niki'den ayırmaksızın içkisinden küçük bir yudum aldı.

"Teşekkür ederim," dedi. "İyi dileklerinize ihtiyacım var. Eğer Nikola'yla iletişim sorunu yaşarsam, sizin İngilizcenize de ihtiyacım olabilir." Biraz geri çekilen Norman, Niki'yi tepeden aşağı süzdü. "Neden siyahlar giymişsin?" Niki, Norman'a baktı.

"Çünkü fotoğraf çektirmeyeceğim." Dönüp giderken Norman seslendi arkasından.

"Niki, Lütfen, gitme hemen, ilk senin fotoğrafını çekmek istiyorum." Yalvarırcasına gözlerinin içine bakıyordu genç kızın. "Bana şans getirmesi için." Niki sessizliğini korudu, ona cevap vermeden ayrıldı.

"Nikola, hadi başlıyoruz." Norman, kaptandan aldığı fotoğraf makinesini tripoda sabitlemeye çalışan denizciye seslendi. Niki'nin inadını bir türlü kıramamıştı. Denizcilerden bir diğeri, eline aldığı ayaklı projektörün yerini değiştirip duruyor, gazeteciye bakıp ondan gelecek talimatı bekliyordu. Salonun bir köşesi kamera, tripod, yansıtıcı, fon perdesi, ışık ve kablolarla kusursuz bir stüdyo haline gelmişti. Norman'ın yüzü gülüyordu, hazırlıklar kısa zamanda tamamlanmış, denizciler üstlendikleri görevi layıkıyla yerine getirmişti. "Gençler, hazır mıyız?" diye son bir kez seslendi, neşeyle. 

Norman'ın peşini bırakmayan Karabulat, tam o sırada merdivenlerden aşağı iniyordu. Başında beyaz fötr şapkası, beyaz takım elbise ve koyu gri kravatıyla şıklığına diyecek yoktu. Ancak bu görünümüyle bağdaşmayan çikletini yine ihmal etmemişti. Bu özelliğini bilmeyen yabancı biri, onu geviş getiren bir  hayvana benzetirdi şüphesiz. Stüdyoya çevrilen alanda hazırlıklarla ilgilendiği izlenimi yaratmaya çalışan Karabulat, gözlerini birbirinden güzel gelinlerin üzerinde gezdirirken farkında olmadan yüzünde oluşan sinsi ifade, gerçek niyetini ele veriyordu. Salonun uzak bir köşesinde kümelenen grubun içinde masum bir şekilde gülümseyen küçük Olga'yı görür görmez içi ferahlamıştı. Fakat pek uzun sürmedi bu durum. Zira Norman'ın kendine yardımcı seçtiği yakışıklı genç denizci, Nikola da her fırsatta Olga'yı kesiyordu. Genç kızın gülümsemesinin nedenini anlamıştı Karabulat, bir anda suratı asıldı, keyfi kaçtı. Hırsla salonu terk ederek merdivenlere yöneldi.

Norman makinenin başına geçti, eliyle işaret ettiği güzel bir Rum kızının yanına gelmesini istedi.

"İlk olarak senden başlayalım mı? Ne dersin?" Genç kız ürkek adımlarla yaklaştı. Heyecandan ne yapacağını bilmez halde gazetecinin karşısına geçti. Norman, kıza durması gereken yeri gösterdikten sonra "O halde çekime başlıyoruz." dedi. Arkada ayakta sıralarını bekleyen diğer gelinlere seslendi. "Şimdi hepiniz oturun lütfen, bulunduğunuz yere çökün hadi." Yüzlerce gelin eteklerini toplayıp salonun zeminine çömeldiler. Norman genç kıza yakından bakıp saçlarını, duvağını düzeltti. "Evet, bu şekilde daha güzel duracak." Eliyle makineyi işaret etti. "Şimdi şuraya, merceğe doğru bakmanı istiyorum. Dediğimi anlayabiliyor musun?" Kız başını sallayarak anladığını gösterdi. 

Nikola, elindeki deftere kızın ismini kaydettikten sonra yüksek sesle okudu. "Aikaterini, 23 yaşında..."

"Ne kadar güzel adın varmış!" dedi, Norman. Son hazırlıklar tamamladı. "İşte şimdi başlıyoruz. Tamam, böyle kal, kıpırdama, bu şekilde çok güzel çıkacak resmin." dedi. Gözünü makinenin vizörüne dayadı. Bu esnada projektör ayağını iki eliyle sabitleyen Nikola, büyülenmiş gibi gözlerini alamıyordu Olga'dan. Olga da sessizce gülümsüyordu ona. Nikola ile Olga arasındaki bu sessiz mesajlaşma birinin daha dikkatinden kaçmamıştı. Gelinliği ve taçlı duvağıyla sırasını bekleyen Haro, Niki'nin kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Niki, Haro'ya anlamlı bir bakış atarak göz kırptı. Norman Aikaterini'ye bakıp sağ elinin baş ve işaret parmaklarını açarak çenesinin altına götürdü. "Hadi biraz gülümse şimdi." dedi. Önce anlamadı genç kız, gözlerini açtı. Daha sonra Norman'ın şekilden şekile girdiğini görünce içten gelen bir gülümsemeyle aydınlandı yüzü. "Tamam," dedi Norman, eliyle işaret ederek. "Böyle kal, sakın bozma." Deklanşörün cızırtılı sesi duyuldu, ardından patlayan flaş salonu aydınlattı. "Sıradaki!" diye seslendi Norman. Nikola gözlerini Olga'dan ayırıp telaşla yeni gelinin adını not aldı ve arkasından herkesin duyabileceği bir sesle duyurdu. "Angeliki, 19 yaşında..."

***

Norman, odasına girdiğinde, gemi fotoğrafçısı şişko Yorgo, masasının başına oturmuş, önceden tab ettiği fotoğrafların kenarlarını kesmekle meşguldü.

"Bitirebildin mi?" diye sordu, Norman.

"Evet," dedi Yorgo, kendinden emin bir şekilde. Basılmış portre fotoğraflardan birini gösterdi gazeteciye. "Beğendiniz mi?"

"Harika," dedi Norman. Fotoğrafların bir kısmını çantasının içine koyup "Görüşmek üzere," dedi ve odadan ayrıldı.

"Görüşürüz," dedi, Yorgo. Masasından kalktı, bir zarfın içine koyduğu negatifleri evrak dolabının çekmecesine koyduğu sırada kapıdan içeri Karabulat girdi. "Selâm Yorgo!" dedi heyecanla. Yorgo, dönüp başını çevirdi, masasına geçip yerine oturdu. "Hoş geldin."

Karabulat, masanın üzerindeki fotoğraf yığınını karıştırmaya başladı. "Şu utangaç gelinlere göz atmamda mahsur var mı?" 

Yorgo, yanında yılışıp duran adama dikti gözlerini. "Bunun için ödeme yapmanıza gerek yok, istediğiniz kadar bakabilirsiniz."

"Pekâlâ, ama ben yine de size hizmetinizin karşılığını ödemek istiyorum Yorgo." Karabulat, elini pantolonunun cebine attı ve bir tomar para çıkardı. "Mmm. Sizden istediğim sadece birkaç negatif." İkna edici yumuşak bir ses tonuyla fotoğrafçıya yaklaştı. "Amerikalıya onları kaybettiğini söylersin olur biter." Para tomarından birkaç banknotu ayırıp masa lambasının altına iliştirdi. 

"Üzgünüm," dedi Yorgo. "Ancak, isteğinizi yerine getirmem ne yazık ki mümkün değil. Amerikalı onların hepsini dolabında saklıyor.

Böyle bir cevabı beklemeyen Karabulat, büyük bir öfkeyle lambanın altına bıraktığı paraları çekip geri aldı. "Kahretsin.." diyerek odayı terk etti.   

Norman, o günkü çekim işini bitirdikten sonra aşırı derecede yorulmasına rağmen kendini hayli mutlu hissediyordu. Odasına gidip duşunu aldı, üstünü değiştirdi. Yemek için güverteye çıkarken arkasından seslenen Karabulat'ı fark edince durup bekledi.

"Yelena Missin," dedi Karabulat. "Bizim Rus kızlarından biri. Bana onun fotoğrafını verin, lütfen." Yoluna devam eden Norman'a ayak uydururken anlatmaya devam etti. "Onun sağdıcıyım ve kendisi benim korumam altında. Müstakbel kocası çok iyi bir adam..."

"Endişelenmenize gerek yok Mr. Karabulat. Bedenini teşhir eden bir fotoğrafını çekmedim. Korkmasına hiç gerek yok." 

"Bırakın profil fotoğrafını, onun yüzünü, hatta yüzünün yarısını bile çekmenize müsaade etmiyorum. Şimdi uzatmayın da, onun fotoğraflarını lütfen verin bana."

Keyfi kaçan Norman, durup içini çekti. "Baskılar tamamlandıktan sonra en kısa zamanda size veririm." demek zorunda kaldı.

Karabulat pes etmiyordu. "Sizin onları tab ettiğinizi biliyorum."

"Fakat bizzat kendisi kabul etti fotoğrafının çekilmesini..." dedi Norman, Karabulat'ın salvolarını son bir kez savuşturma umuduyla.

"Biliyorsunuz, Mr. Harris," dedi Karabulut. "Bu kızlara hiçbir koşulda hayır dememeleri öğretilmiş."

Norman başını salladı. "Pekâlâ, onunla bir daha konuşurum."

Karabulat adeta yapışmıştı Amerikalıya. "Onun ne dediği önemli değil. Demem o ki, acentemizin bir çalışma prensibi var. Onunla bir sözleşme imzaladık." Yeniden yürümeye başladılar.

Norman sinirleniyordu. Karabulut'un karşısına geçti. "Şunu bilin ki, benim de bazı prensiplerim var." 

Karabulat bir netice alamayacağını nihayet anlamıştı. Sıkıntıyla iç geçirdi. "Pekâlâ," dedi. "Birbirimizin kalbini kırmaya gerek yok. Gemide bu konularla uğraşan birileri vardır mutlaka." Tehditkâr bir şekilde kaşlarını kaldırdı ve bir şey söylemeden arkasını dönüp gitti. Norman, canı sıkıntısıyla olduğu yerde donup kaldı kısa bir süre.   

*** 

Aradan birkaç gün geçmişti. Üst güvertede, gemi mürettebatından bazı üst düzey görevlilerle sohbet eden Norman, çekmiş olduğu fotoğrafları gösterdi kaptana. Kaptan kendi fotoğraflarını hayranlıkla incelerken Norman'a iltifat yağdırıyordu.  "Olduğumdan on yaş daha genç görünüyorum." Keyifle gevrek gevrek güldü. Fotoğraflar arasından kendine ait olanları alıp yanındaki bıyıklı ikinci kaptana uzattı. "Bunları şişko Yorgo'ya göster. fotoğraf nasıl çekilir görsün" dedi. "Onları sağlam bir yerde muhafaza etsin." Adam memnuniyetle başını salladı. "Peki kaptan, derhal kendisine teslim edeceğim." İkinci kaptan, fotoğrafları alıp yanlarından ayrıldı.

Norman, gelin adaylarının fotoğraflarını gururla kaptana göstermeye devam ediyordu. Kaptan, fotoğraflara gülümseyerek birer birer bakarken birden duraksadı. Başını kaldırıp Norman'a baktı, gülümseyen yüzü sıkıntılı bir hal almıştı.

"Norman, Ruslardan uzak dur, dostum." Yüzünün ifadesine bakılırsa kaptanın bu sözü, tavsiyeden çok tehdit içeriyordu.

"Bu yasağı koyan onların koruması mı?" diye sordu Norman.

Gayet sert bir şekilde, gözlerini dikerek cevapladı soruyu kaptan, "Ben yasaklıyorum."

"Bunun nedenini söyler misiniz?"

"Para!" 

"Ne parası?"

"Mr. Karabulat nevi'ne münhasır bir şahsiyet. Ancak kendisi, Interocean Denizcilik İşletmesinin en sadık müşterisi. Tam on bir yıldır sorunsuz bir işbirliğimiz var. Onun acentesi kanalıyla gelenler dışındaki kadınlar ve kızlarla yetinmek zorundasın. Onlar sana yeter de artar bile." 

Kaptan sözlerini bitirdikten sonra arkasını dönüp uzaklaştı. İşlerin bu hale geleceği aklının ucundan geçmemişti Norman'ın. Can sıkıntısıyla bir sigara yaktı. İçinin ateşiyle birlikte dumanı denize doğru üfledi. Karabulat, savaşı kazanmış görünüyordu. 


2 Ağustos 2022 Salı

ONUNLA KONUŞTUM (1)

Baştan söyleyeyim. Biliyorum, burada yazdıklarıma inanmayacaksınız. İnansanız bile ya hayal gördüğümü ya da delirdiğimi düşüneceksiniz. Ama olsun, her şeyi göze alıp yazacağım yine. 

Evet, onunla sohbet ettim. Aklımdaki soruların hepsini sordum ona. Sorularımın hepsine açık yüreklilikle cevap verdi.

Balkonda sağ avucumun içine çenemi dayamış onu düşünüyordum. O var mıydı? 

Düşüncelerimin en derin yerinde kapı çalındı. Gece yarısını çoktan geçmişti. Kim olabilirdi bu saatte kapımı çalan? Beyaz takım elbiseli, orta yaşlı bir adamdı. Düzgün birine benziyordu. Beni içeri almayacak mısın? diye sordu. Sen kimsin, tanımadığım birini niye evime alayım? dedim. "Ben oyum" dedi. Şaşırmış bir vaziyette "O kim?" diye sordum. "O benim" dedi. "Balkonda düşündüğün o işte." 

"Olamaz." diye geçirdim içimden, beni duyması imkânsızdı. Ama beni sanki duymuş gibi cevap verdi. "Olmadığımı söylüyordun, oldum işte!" Ya gerçekten oysa diyecek oldum, hafiften korkmaya başladığım bir sırada. Hemen cevap geldi. "Gerçekten oyum, korkmana gerek yok." dedi. Ama felâket korkuyordum. Bırakın ona soru sormayı, düşüncemi okuduğunu öğrendikten sonra onunla ilgili bütün bildiklerimi hafızamdan kovmaya çalışıyordum. "Beni içeri almamakta kararlı mısın?" diye sordu, sakin bir şekilde. Cevap vermeden kapıyı açtım, girdi içeri. 

Salondaki koltuklardan birini seçti, ben de hemen karşısına geçip oturdum. Tam o sırada eşim sesleri duyup yanıma geldi. Meraklı bakışlarını dikti üzerime. "Kiminle konuşuyorsun?" Gözümle onu işaret ettim. "Niye bana kaş göz işareti yapıyorsun, delirdin mi? dedi. Anladım ki onu görmüyordu. Hemen kendimi toparladım. "Yok, bir şey." dedim. "Kimseyle konuşmuyordum, sana öyle gelmiştir." 

O oradaydı, oturduğu yerden sessizce bizi izliyordu. Eşim "Hadi artık yatmıyor musun?" deyip odasına döndü. Onunla konuşmaya kalksam, sesleri duyup gelecekti yine. Ayağa kalktım, soğutucudan çıkardığım kola şişesini kafama dikip kuruyan ağzımı ıslattım. O orada duruyor, gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Yoksa hayal mi görüyordum. Emin olmak için ona biraz yaklaştım. Dokunmak için elimi uzattım, bir anda görünmez oldu. Kalbim dışarı fırlayacak sandım. "Konuşmana gerek yok, düşünceni okuyabilirim." dedi. "Benim söyleyeceklerimi de ancak sen duyabilirsin." Dönüp yerime oturdum. Bacaklarım titriyordu.

Şimdi tam karşımdaydı. Onu görebiliyordum. Az önce kapının önünde bekleyen beyaz elbiseli, orta yaşlı, yakışıklı adam. Balkonda düşünürken aklımdan geçirdiğim binlerce soru buharlaşmıştı sanki. Heyecandan olmalı... Hazır fırsatını bulmuşken bütün sorularımı sormak ne kadar iyi olurdu oysa. Uzun bir süre bir şey yapmadan bakıştık. Yüzünde bir gülümseme ya da duygularını ele verecek bir ifade yoktu. Sonra yavaş yavaş ilk soru canlanıverdi kafamda. Milyarlarca insan arasından neden beni seçmişti. Neden ben? diye geçirdim aklımdan. Bu soruyu sesli sorabilseydim eğer, muhtemelen kekeleyerek çıkardı ağzımdan.  

"Hemen kendini nimetten sayma," dedi. "Seçilmiş biri değilsin. Beni düşünen herhangi birinin ya da aynı anda birden fazla kişinin karşısında olabilirim.  Sen ya da başkası, bunun hiç önemi yok." 

Bozuntuya vermedim. İkinci olarak aklıma şu soru geldi. "Ne yapmamı istiyorsun? Benden istediğin ne?"

"Hiçbir şey, sadece düşünmeni istiyorum" dedi.

"Neyi?" diye sordum.

"Her şeyi." dedi. Verilen muğlak cevaplardan hiç hoşlanmamıştım. 

Halüsinasyon olmalı bu gördüğüm dedim içimden. Gördüğüm, işittiklerimin hiçbiri gerçek değil.

"Doğru." dedi. "Yaşam dediğiniz de öyle." 

 Peki gerçek olan ne?

"Sadece benim, gerçek olan." dedi.

 "Bizim gerçekle sizinki birbirini tutmuyor," dedim içimden. "Biz gerçeği beş duyumuzla fark ederiz. Oysa seni eşim bile göremedi."

"Olabilir," dedi. "Kendi bakış açınızdan gerçek olan sizlersiniz, bense bir hayal olabilirim, tabii size göre." 

"Bu daha mantıklı bir cevap." dedim. "Ama bana hâlâ mantıksız gelen daha çok şey var." 

"Denge..." dedi. "Bir toz zerresinin yerini değiştirmeye kalksam evren alt üst olur." 

"Biz buna kelebek etkisi diyoruz." dedim.

"Evet, onun gibi bir şey ama çok daha fazlası. Kelebeğin kanat çırpmasından değil üzerine yapışan tozdan bahsediyorum." 

"Anlıyorum," dedim. "Çok hassas bir denge, ilâhi hassasiyet." 

"Şimdi anlıyor musun, her iyilik ve kötülük, her neşe ve keder birbirini dengeliyor." dedi.

"Biliyordum zaten." dedim. "Sanırım başka türlü dengeyi tutturamazdın. Son derece mantıklı cevaplar verip önümü kesiyorsun. Şimdi sana desem ki beni ikna etmek için gerçek bir mucize göster, dengeyi bozamam diyeceksin."

"Beni anlayacağını biliyordum." dedi, gülümseyerek.

"Peki, niye bir kadın değil de erkek görünümünde geldin?" diye sordum.

"Kadın olarak gelseydim, eşinden korkup içeri almazdın beni."

"Haklısın, almazdım. Bir nine kılığına girebilirdin meselâ."

"O zaman pek inandırıcı gelmezdim sana değil mi?"

"Neyse," dedim. "Geçelim bunları, adalet senin için ne ifade ediyor?"

"O sizin uydurduğunuz bir kavram. Yok öyle bir şey. Güçlü olan kazanır, bu, dengenin koşullarından biri, hatta en önemlisi." 

"Her şeyi dengeye bağlıyorsun. Adil olduğunu sanıyordum." 

"Hepiniz yanılıyorsunuz. Sanılanın aksine adil değilim. Kainatı ayakta tutan adalet değil dengedir."

"Tersini söyleseydin, inandırıcı olmazdın." dedim. "Evrim teorisini destekler gibisin."

"O teori değil, gerçeğin ta kendisi." dedi.

Onu ilk gördüğümdeki kadar korkmuyordum artık. Bacaklarım titremiyordu, kalbim normal ritmine dönmüştü. Şimdi cesaretimi toplayıp aklıma gelen her soruyu sorabilirdim. Şu ana kadar aldığım cevapları içime sindiremesem de onları gayet açık ve mantıklı buluyordum. Aklımın yetmediği diğer bir kavram da "sonsuzluk" tu. Zaman ve mekânda sonsuzluğu kavrayamıyordum. Uzay boşluğunda milyonlarca, belki de sonsuz sayıda galaksi... Üstelik sürekli genişlediği iddia ediliyor. Çocukluğumdan beri ne zaman gökyüzünün derinliklerine baksam hep arkasında ne olduğunu merak ederdim. Zaman da öyle. Evrenin büyük patlamayla 13,8 milyar yıl önce oluştuğuna dair big bang teorisi bir şeyler anlatıyordu. Peki ondan önceki zamanda ne vardı. Kaç evren vardı bizimkine benzer. Kaç evren daha oluşacaktı. Zamanın başlangıcı sonsuz yıl geriye götürüyordu bizi. Muhtemelen sonsuz yıl daha sürecekti. İşte bu sonsuzluk kavramları içinde, yaşadığımız evren bir toz tanesi kadar yer tutmuyordu. "Sonsuzluk" insan aklının algılayamadığı bir kavram. Küçük evrenimizde her şeyin bir başı bir de sonu olduğuna inanıyorduk çünkü.

"Aklından geçenleri biliyorum," dedi. "Sonsuz soyut bir kavram size göre. Sonsuzluğu düşünerek anlam kazandıramazsınız, bunu sana anlatmak benim için hayli zor. Siz gerçekle hayali, soyutla somutu karıştırıyorsunuz. Zaman ve mekân zannettiğin gibi soyut kavramlar değil."

"Söyle bana öyleyse, gerçek bir şeyler duymak istiyorum senden." dedim. "Zamanın ve mekânın önünde, arkasında ne var?"

"Hiç, hiçbir şey!" dedi.

Olabilir dedim kendi kendime. Hiçliği de anlayamıyordum zira. Daha fazla kurcalamaya gerek yoktu. "Peki neden bu maceraya sürükledin bizi, amacın ne?"

"İnanmayacaksın ama, can sıkıntısı..." dedi. Şaşırmıştım bu cevaba. Fakat bundan farklı ne derse desin kolay ikna etmeyecekti beni. Böyle deyince susup kaldım. "Eğleniyor musun şimdi bari?" diyecek oldum.

"Hem de nasıl." dedi, gülümseyerek. Çok sinirlendim. Milyarlarca canlının çektiği onca eziyetten  keyif almasını hiç yakıştıramamıştım ona. 

"Denge için bu şarttı." dedi.

Yine başa dönmüştük. Başlarım senin dengene dememek için zor tuttum kendimi. Ama o düşüncemi okumuştu.

"Biraz saygılı olmayı denesen!" deyip çıkıştı. Aramızdaki sohbet ağız dalaşına dönmüştü.

"Saygıyı senden öğrenecek halim yok benim. Adaleti olmayana saygı gösteremem. Ne yapabilirsin ki, canımı mı alacaksın. Gücün yeterse gel al hadi. Biliyorum, "denge" konusunu açacaksın. Canını zamanından önce alsam denge bozulur diyeceksin yine bana."

"İyi bildin," dedi. "Her şey yerinde ve zamanında!"

"Anlıyorum," dedim. "Kontrolü kaybettin. Denge bozulursa bizimle beraber sen de yok olacaksın. Bütün korkun bu değil mi? O yüzden çirkinliklere göz yumuyorsun." 

Başını öne eğdi. "Aksi takdirde hepimiz yok oluruz." dedi.

Bu durumda yaşamak için birbirimize ihtiyacımız var. Sen olmasaydın biz olmazdık ama bizsiz senin de yaşama şansın yok. Bizi birbirimizden ayıran tek şey bizim ölümlü olmamız. Oysa sen hep vardın ve var olacaksın, tabii denge bozulana kadar. Fakat yine de sahip olduğun bu üstünlük senin için bir şeyler yapmamızı gerektirmez. Üstünlük dediğim ölümsüzlük, aslına bakarsan çok da iyi bir şey değil. Sonsuz bir hayat can sıkıcı gelebilir insana. Farkımız kalmaz seninle. Biz de senin gibi oluruz. Can sıkıntısıyla yeni belâlar açarız alemin başına. Sonra esiri oluruz belâlarımızın. Yok yok, kabul ediyorum. Senin işin bizden daha zor. Vicdanın var mı bilmiyorum ama eğer varsa pişmanlık vardır içinde, dengeyi bozmamak için acı çekiyor olmalısın.  

"Aşağı yukarı bütün dediklerin doğru, vicdanım var, acı çekiyorum bazen. Ama pişman olduğumu sanma. Yoksa can sıkıntısından patlardım. Şimdi iyi kötü eğleniyorum sizinle. Bazılarınız gerçekten çok komik. Yapamayacağım şeyler istiyorlar benden. Tabii istediklerini veremiyorum onlara. Tesadüfen istedikleri olduğunda ben yaptım sanıyorlar. Olmasını istemedikleri şeyleri de benden biliyorlar. Büyük keyif alıyorum onların bu halinden. Bir de hesap soracakmışım onlara. Hah, hah, haa! Ne hesabı? Uçuk kaçık vaatlerde bulunmuşum, aklın almadığı cezalar verecekmişim. Gerçekten hayal aleminde yaşıyorsunuz ve bunun farkında değilsiniz. Hayal aleminde yaşadığınız doğru ama sizin bütün bunları gerçek sanmanız ve kendi uydurduğunuz kurallara göre sizi imtihan edeceğime inanmanız ne kadar tuhaf. Bir an benim yerimde olsan, yukarıdan bakıp gülmez miydin bu halinize? Bundan güzel eğlence mi olur?"

"Haklısın," dedim. Kızdırmıştı beni ama dürüstlüğüne diyecek yoktu. 

"Soracağın başka bir şey yoksa ben gideyim artık," dedi. Biraz düşündüm, aklıma yeni bir şey gelmedi. Keyifli bir sohbetti. Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü sessizce. Tam çıkarken "Durun bir dakika" dedim. "Bu konuşmaları blogumda yayınlayabilir miyim?" 

"Elbette," dedi. Sağ elinin işaret ve orta parmağını bitiştirip kolunu havaya kaldırdı, vedalaşma işareti olmalıydı bu. Arkasından "Yine gelecek misin?" diye bağırdım. Heyecandan sesimin ayarı kaçmış olmalıydı ki eşim uyanıp yanıma geldi.

"Bu sefer kesin duydum sesini, bana numara yapma, söyle kim vardı yanında?" 

Kaçış yoktu, doğrusunu söylemek zorundaydım. Kim bilir aklından neler geçiriyordu? "Oydu dedim."

"Deli etme beni, o kim?"

"Anlatsam da anlamazsın. Oydu işte, az önce çıkıp gitti. Onunla konuşuyordum."

Gözlerini dikti, "Keçileri mi kaçırdın?" 

"Belki," dedim. Başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. İnanmadı tabii. Kim inanır ki? 

"Doktordan randevu alıyorum şimdi," dedi.

"Gerekmez," dedim. "Ben delirmedim."

"O zaman halüsinasyon gördün. Bu da deliliğin başlangıcı. Tedavi olman lâzım."

"Belki gelmez bir daha," dedim. "Gelirse söz, o zaman gideriz doktora." 

Bütün bunları yaşadığımdan eminim. Hayal değildi hiçbiri. Onu gördüm. Daha doğrusu o gösterdi kendini. Yakışıklı bir adamın cisminde. Söylediklerinin çoğu doğruydu bana göre. Ama yine de kızmıştım ona. Sırf o eğlensin diye onca sıkıntı çekmemiz niye. Açıklamaları tatminkârdı. İşi kolay değildi ama kendisi sarmıştı bu derdi başına. Pişman olmadığını söyledi. Başka ne yapabilirmiş? Ben mi öğreteceğim sana? Bakın bu soruyu atlamışım. Niye güzel bir hayat istemedin ki? Buna gücün mü yetmedi? Yeteri kadar eğlenceli bulmadın mı? 

Neyse, o gelir yine bana. Daha sonra burada anlatırım konuştuklarımızı. Sizin de eğer soracaklarınız varsa bana yazın. Bu yazdıklarımı aman eşim görmesin. Şimdi doktor diye tutturur yine başıma. 



AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 154

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili DeepTone/Sade ve Derin  belirledi:

"Ülkeler, hükümetler, öncelikle Rusya ve A.B.D., uzay programları için milyonlarca dolar harcıyorlar. Ay, Mars, diğer galaksiler, kara delik, diğer evrenler bugünlerde odak noktaları. Bazı insanlar bu kadar paranın daha çok dünya sorunları için harcanmasının doğru olduğunu düşünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?"

Evet, ben de onlar gibi düşünüyorum. Bu netlikte cevap vermemin sebebi sorudaki "daha çok" ifadesi. Elbette elimizdeki kaynakların önce dünya sorunlarının çözülmesi için harcanması gerekir. Hani ayranı yok içmeye... diye başlayan meşhur bir atasözümüz var, aynı o hesap. Sanki açlığı, kıtlığı, salgın hastalıkları, savaşları, küresel ısınmanın yarattığı sorunlarımızı, fırsat eşitliğini, ırkçılığı, din sömürüsünü, çeteleri, mafyaları çözdük de şimdi sıra uzayı keşfetmeye geldi. 

Uzay araştırmalarına kaynak aktarılmasın demiyorum. Bilimsel çalışmaların her zaman desteklenmesinden yanayım. Ancak yapılan her işin doğru bir amacı, zamanı, plân ve programı olmalı. Soğuk savaş döneminde yapılan uzay araştırmaları A.B.D ve Rusya arasında bir yarışa, gövde gösterisine dönüşmüştü. Milyonlarca dolar harcanıp aya ayak basıldı ve başımız göğe erdi. Neil Armstrong, aya ayak bastıktan sonra "Benim için küçük ama insanlık için büyük bir adım" demişti. O tarihten bu yana tam 53 yıl geçti. Onca zaman içinde aya yaptığı bu mukaddes ziyaretin insanlığa ne faydası oldu? Bence astronot bey oldukça mütevazı konuşmuş. Asıl söylenecek cümle şu olmalıydı: "İnsanlık için küçük ama benim için büyük bir adım!" Zira aya ilk basan insan olarak tarihe ismini yazdırması dışında bu vatandaşın dünyada süregelen hiçbir sorunu çözdüğünü sanmıyorum.

Uzay araştırma programlarının bir amacı, bir hedefi olmalı. Amaç dünyanın dış güçlere karşı güvenliğini sağlamak ise, buna sadece gülerim. Yıldız savaşları sadece fantastik, bilim kurgu filmlerinde olur. Başka gezegenlerden gelip dünyamızı tehdit edecekler masalına inanmıyorum. Başka gezegenlerde yaşam olmadığını düşündüğümden değil. Bizim ulaşamadığımız yerden gelen bir türün teknolojisine karşı tankla füzeyle karşı koymamız bana mantık dışı geliyor. Kaldı ki düşmanı uzayda değil dünyamızda aramak daha akıllı bir yaklaşım olacaktır.

Evrenin oluşumu, kara delikler, solucanlar vs. konularda araştırma yapmak, bilinmeyenleri çözmek ve bilime katkı sağlayacak çalışmalar için uzay programları sürdürülmelidir. Elbette bunlara ayrılacak bütçede aşırıya kaçılmamalı. 

Rusya, Soyuz roketleriyle uzaya astronot göndermek için 80 milyon USD, A.B.D ise 50 milyon U.S.D istiyormuş! Pek muhterem cumhurbaşkanımız da parayı basıp bir Türk astronot gönderecekmiş uzaya! Neremle güleyim bilemedim. Her şeyimiz tamam, her rengi boyadık, bir fıstık yeşilimiz kaldı!

Gelelim dünya kaynaklarının azalması ve yeni kaynak arayışları için uzaya açılma meselesine. Eğer dünya kaynaklarını "insan" gibi kullanabilsek, çevreyi kirletmesek, sağlığa zarar vermeyen yeni kaynaklar araştırabilsek mevcut kaynaklarımız güneş sönene kadar yeter bize. Bu da yaklaşık 10 milyar yıl demek. O zamana kadar birbirimizi yemeden ayakta kalabilirsek şüphesiz teknoloji bizi başka gezegenlere götürebilecektir zaten. 

Uzay programları kapsamında yapılan araştırmalar sayesinde bugün kullandığımız bazı alet, cihaz ve teknolojik yeniliklerin hayata geçirildiğini biliyoruz. Bununla birlikte, uzay çalışmalarına ayrılan bütçe, hiçbir koşulda, yazımın başında değinmiş olduğum dünyanın temel sorunlarının çözümü için ayrılan bütçenin yüzde onundan fazla olmamalı bence.        

1 Ağustos 2022 Pazartesi

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 6)

Lombozlardan sızan yorgun güneş ışığı, yatakhaneyi hareketlendirmeye başladı. Niki, yanında uyuklayan Haro'nun masum yüzünü daha iyi seçebiliyordu artık. Altın rengi saçlarını içten gelen bir sevgiyle okşarken yavaşça gözlerini açtı Haro, Niki'ye bakıp belli belirsiz gülümsedi. 

"Uyandırmak istememiştim," dedi Niki. "Ama benim hemen hazırlanmam lâzım. Dün, denizcilerden biri gelip haber verdi. Kaptan, beni görmek istiyormuş. Sizi almaya geldim, dedi. Bugün olmaz, ancak yarın gelebilirim, dedim." 

"Seninle ne işi olabilir ki kaptanın?" Haro yattığı yerden doğrulurken meraklı gözlerle arkadaşına baktı. 

"Birinci Sınıf'ta terziye ihtiyaçları varmış."

"Senin terzi olduğunu kim söylemiş?"

"Bilmiyorum," dedi Niki, önemsemez bir tavırla. "Birinci Sınıf yolcuları arasına çıkamam bu halde. Duş alıp üstüme düzgün bir şeyler giymem gerek." 

Haro, ranzanın yanında dikilmiş, buğulu gözlerle Niki'yi izliyordu. Gördüğü kâbusun etkisini üzerinden atamadığı her halinden belliydi. Niki, genç kızın durumunu görünce içi burkuldu. Onu bu şekilde bırakıp gidemezdi. 

"Hadi hemen eşyalarını al gel, birlikte duşa girelim. İkimizin de buna ihtiyacı var."

Haro, yaralı bir kuş gibi boynunu büktü, sessizce arkasını döndü, ayaklarını sürüyerek kendi ranzasına doğru yürüdü.

Yıkanma yerinin kabaralı duvarları, gri renkli saç levhalarla kaplanmıştı, sol tarafta birbiri ardına duş kabinleri, sağda ise bir o kadar lavabo bulunuyordu. Bir sis bulutu gibi havada asılı kalan buhar tabakası, aynaların üzerindeki lambalardan gelen ışığın parlaklığını alıyor, ortamı turunculaştırıyordu. Soyunup eşyalarını koridorun sonunda, bir uçtan bir uca gerilmiş çamaşır ipine serdikten sonra aynı duş kabinine girdiler birlikte. Haro, duştan akan sıcak suyun altında hareketsiz duruyordu. Niki yıkandıktan sonra Haro'yla ilgilendi. Süngeri eline alıp sırtını ovalamaya başladı, tenine her dokunuşta canı yanıyor, acıyla irkilip kendini geri çekiyordu genç kız. İyice yıkandıktan sonra üstleri çıplak bir halde kabinin dışına çıkarak lavabonun önünde kurulanmaya başladılar. Aslında Haro, elinde havlu olduğu halde öylece duruyor, arkadaşı onu kurulamaya çalışıyordu. Aynaya yansıyan bitkin yüzünü seyre dalan Haro'nun süt beyazı sırtında, kızıl şeritler halinde verevine uzayan birkaç yara izi dikkatini çekti Niki'nin. Havlunun ucuyla genç kızın canını yakmamaya özen göstererek teninde biriken su damlalarını sildikten sonra kulağına fısıldadı.

"Hiç merak etme, Kanada'ya varıncaya kadar hepsi kaybolacak bunların."

Haro, tepkisiz bir yüz ifadesiyle aynadaki suretine bakmaya devam ediyordu. Niki, havluyu yara izlerinin üzerine nazikçe bastırdı. Çıplak göğüslerini kollarıyla kapatan Haro, acısını içine hapsedercesine gözlerini yumdu, bağırmamak için dişlerini sıkıyordu. Solgun yüzünü yavaşça Niki'ye çevirip anlatmaya başladı.

"Kanada'ya gitmem kesinleştikten sonra çok zor günler geçirdim." dedi içini çekerek. "İlk kaçtığımda babama yakalandım, beni eve sürükledi. Karşısına alıp tatlı dille uzun uzun nasihat etmişti. Antonis, yakışıklı, iyi bir genç fakat bizleri de düşünmek zorundasın, öyle çekip gidemezsin diyordu. Kardeşlerini, beni, büyükbabanı hiç mi düşünmüyorsun? Böyle bir fırsat geçmiş eline, kendini de aileni de kurtarabilirsin. Oysa ben ne kendimi, ne de ailemi düşünecek haldeydim. Aklımda sadece Antonis vardı. Sonraki günlerde birkaç kez daha kaçmayı denedim ama her seferinde babam yakaladı beni. Kararlılığımı görünce şiddet uygulayıp gözümü korkutmaya çalıştı. Yine baş edemeyince, mısır tarlasındaki kulübemizin bir odasına kilitledi beni. Yemeden içmeden kesilmiştim. Geceleri, göğsümde sakladığım Antonis'in fotoğrafına bakıp sabahlara kadar gözyaşı döküyordum. Mektuplarını tekrar tekrar okuyup avutuyordum kendimi."

Niki, genç kızın acıklı hikâyesini dinlerken ıslak saçlarını tarıyor, sevgiyle başını okşayıp onu teselli etmeye çalışıyordu. Haro, derin bir nefes aldı. Niki'nin yüzüne hüzünle bakarken o anları yeniden yaşıyordu sanki. Gözlerini havaya dikti ve anlatmaya devam etti.

"O gün, küçük erkek kardeşim yanıma gelmişti. Masanın üzerinden anahtarı alıp kapıyı açtı. Harçlıklarından biriktirdiği birkaç kuruşu tutuşturdu elime. Antonis'e sigara ve kiraz likörü alırsın, dedi. Kapıdan tam çıkıyordum ki bir anda babamla yüz yüze geldim. O günden sonra anahtarı cebinde taşımaya başladı. Günü gelince beni eşyalarımla paketleyip İstanbul'a getirdi ve gemiye bindiğimi görene kadar gözünü ayırmadı üzerimden. Son yakalandığımda, kolumdan tutup odaya sürüklemişti babam, daha sonra belinden çıkarttığı deri kemeri defalarca vurdu sırtıma. Her şeye rağmen beni çok sevdiğini biliyordum." Genç kızın gözleri dalmıştı.

"Peki ama neden..." Niki, Haro'nun son sözlerine anlam verememişti. İnsan sevdiği birine nasıl şiddet uygulayabilirdi? Babasını düşündü. Sağ olsaydı aynı şeyi o da yapar mıydı acaba?

"Çaresizlikten..." dedi Haro, "Çünkü başka çaresi yoktu babamın." Haro, kaderine razı, buruk bir halde gülümsedi. Derdini dökünce biraz rahatlamıştı sanki. Bir yandan giyinmeye zorlarken kendini, anlatmaya devam etti. "Erkek kardeşlerimi yanıma aldıramazsam, mecburen orduya yazılmak zorunda kalacaklar. Biri 12, diğeri 16 yaşında. Annemi kaybettikten sonra ikisini de ben büyüttüm. Hiç aklıma gelmezdi, Kanadalı birinin çıkıp bana talip olacağı."  

Banyodan çıkıp Niki'nin ranzasında oturdular karşılıklı. Niki, arkadaşının saçlarına şekil verirken Haro, içini dökmeye devam ediyordu.

"Onlar hakkında ne biliyoruz, Niki?" Biraz bekleyip kendisi verdi cevabını. "Sadece yaptıkları işi ve adreslerini... Hepsi bu kadar..." Haro da, farkında olmadan sevecen bir şekilde okşamaya başlamıştı arkadaşının yüzünü, saçlarını. "Yabancı birinin yatağına nasıl gireceğiz?"

***

Saçlarını topuz yapmış, en güzel elbisesini giymişti. Gemiye binmeden önce bekleme salonunda gördüğü Birinci Sınıf yolcularının kıyafetlerine, konuşmalarına, tavır ve hareketlerine bakıp büyük bir hayranlıkla izleyen Niki, asla onlar gibi olamayacağını biliyordu. Merdivenleri çıkarken bütün gözlerin üzerinde toplanacağını, bir yaratık görmüş gibi kendisini alaya alıp küçümseyeceklerini hayal ediyor, bundan büyük rahatsızlık duyuyordu. Kaptanın davetini kabul etmeseydi, kurallara göre gemiden atarlar mıydı onu, bilmiyordu. Öte yandan böyle bir saygısızlığı zaten kendisine yakıştırmazdı. Son basamağı çıkıp Birinci Sınıf yolcularının bulunduğu kata geldi. Elindeki tepsiyle koridorun başındaki odalardan birinden çıkan bahriye kıyafetli genç adamı görür görmez arkasından seslendi. Bir gün önce kaptandan kendisine haber getiren denizci Nikola'ydı bu. Delikanlı elindeki tepsiyi yanındaki arkadaşına verip samimi bir şekilde gülümseyerek Niki'nin yanına koştu ve kendisini takip etmesini söyledi.

Denizcinin peşine takılan Niki, koridor boyunca gördükleri karşısında az kalsın küçük dilini yutacaktı. Yerler pahalı halılarla döşenmiş, kamaraların açıldığı geniş koridor duvarları yağlı boya tablolarla süslenmişti. Her yer tavandan sarkan kristal avizelerle ışıl ışıl aydınlatılıyordu. En lüks otellerle yarışabilecek konfora sahip mekânlardaki şatafat, aklını başından aldı genç kızın. Meraklı gözlerle etrafına bakınırken böyle bir yeri ancak rüyasında görebileceğini düşündü. Niki'nin tedirginliği yüzüne aksetmişti. Sık sık elini başına götürüp saçını, daha sonra kıyafetini düzelterek heyecanını bastırmaya çalışıyordu. Şık giyimli yolcular ve onlara hizmet etme telaşındaki mürettebat, kapalı çarşıya dönen geniş koridorları doldurmuş, birbirlerine kibarca yol veriyorlardı. İnsan kalabalığı içinde ilerlemeye çalışırken sık sık dönüp arkasına bakan Nikola, terzi Niki'nin peşinden gelip gelmediğini yokluyor, adımlarını ona göre ayarlıyordu. Temiz kıyafetli garsonların bir kamaradan diğerine koşturduğu, birbirini kesen görkemli koridorların arasından geçip oldukça geniş ve gürültülü bir salona geldiler. Girişte Maria'nın dokuz perisi, giydikleri göz alıcı yeni tuvaletleriyle birbirlerine poz verip şen şakrak kahkahalar atıyor, şakalaşıyorlardı. Kaptanın yakın dostu Maria, gelenin terzi Niki olduğunu öğrenir öğrenmez güler yüzle karşıladı onu, elinden tutup kızlarının yanına getirdi.

"İşte," diye bağırdı Maria, cırtlak sesiyle. "Karşınızda, terziler kraliçesi!" Kızlar etrafını sardı hemen. Maria, gururla takdimine devam etti. "Bana çalınan tuvaletimden daha güzelini dikecek." 

Niki, kendisine gösterilen ilgiye şaşırmıştı. Hiç beklemediği bir manzaraydı bu. Üzerindeki gerginlik yavaş yavaş kayboldu. Kızlar, ayaklarına gelen kısmeti kaçırmak istemiyordu. Sırayla kaideye benzeyen dairesel, alçak ve geniş bir sehpanın üzerine çıkıp poz veriyorlar, Niki'ye fikrini soruyorlardı. Niki, kızların üzerindeki kıyafetleri çekiştirerek potluklarını alıyor ve bedenlerine uymayan kısımları nasıl düzelteceğini söylüyordu onlara. Prova yaptıran kızlardan biri iyice havaya girmişti. Sağ kolunu havaya kaldırıp haykırdı.

"Efes harabelerine yeni bir heykel geliyor!" Kızlar hep birlikte tezahürat yapıp alkışladılar. 

Heykel pozu veren kızın etek boyunu işaretlemek için yere diz çöken Niki, yanına gelip sırtına dokunan eli fark etmemişti. Maria, nazik bir şekilde "Özür dilerim tatlım, işini bölmek istemem ama şimdi kızlarla dans çalışmalıyız." dedi. Sonra ellerini çırparak kızlara seslendi. "Haydi kızlar, yürüyün bakalım, şimdi dikiş provasına ara verip dans provasına başlıyoruz." Kızlar sıra halinde dizilip eğitmenleri Maria'nın peşinden salonun köşesinde kendileri için ayrışmış geniş alana koştular. Biraz ötede falcı Emine Bacı, geniş bir koltuğa kurulmuş, karşısına aldığı Norman'ın kahve falına bakıyordu. O sırada Singer marka dikiş makinesi taşıyan iki denizci salondan içeri girdi. Denizciler makineyi Emine ve Norman'ın oturduğu yerin yanına bıraktı. Niki, eski bir dostuna kavuşmuş gibi sevinerek gülümsedi, evcil bir hayvanı okşarcasına makinenin sırtında elini gezdirdikten sonra altına bir sandalye çekip makinenin başına oturdu. 

Maria'nın kızlara verdiği komutlar, müziğin sesi ve kızların gürültüsü salonu inletiyordu. Dans eden kızların performansını beğenip alkışlarıyla tempo tutan Emine Bacı onlara doğru bağırdı. "Harikasınız hanımlar, bravo hepinize!" 

Niki, dansçı kızlara ait tuvaletlerden birini almış dikiş makinesine götürürken Emine Bacı'nın kendisini takip ettiğini fark etti. Başını kaldırıp göz göze geldiğinde genç kıza takılmak için beklediği fırsatı yakaladığını düşündü kadın. "Bana bak!" dedi. "Kızların etek boylarını olabildiğince kısa yapmaya çalış tamam mı? Biliyorsun, onların sanatıyla ilgilenmez kimse" deyip  göz kırptı Niki'ye. Niki de espriyi anladığını gösteren bir gülümsemeyle ona karşılık verdi. 

Maria ve dokuz perisi neşeyle dans provalarına devam ediyordu. Artık gürültüden rahatsız olmaya başlayan Emine yerinden kalktı, Norman'a "Akşam yemekte görüşürüz." deyip salonu terk etti. Birkaç dakika sonra çiçeklerle süslenmiş beyaz, şık şapkalarıyla orta yaşlı iki kadın ortalığı birbirine katarak salona girdi. "Haydi, herkes dışarı! Acele edin, acele edin lütfen." Sesi duyan Maria, kızlar ve diğer yolcular ne olduğunu anlamadan hep birlikte üst güverteye doğru koşuşturmaya başladı. Başına püsküllü kırmızı fes giymiş şık takım elbiseli iki tüccar da kol kola girip kalabalığın peşine takılmıştı.

"İsmail sen çık, bize de güzel bir yer ayarla," dedi biri diğerine. "Ben çocukları alıp geliyorum hemen." O esnada Niki, dikiş makinesinin üzerine serdiği kumaşı mezurasıyla ölçüp biçmeye devam ediyordu. Niki ve Norman'ın dışında kimsenin kalmadığı salonda zaman zaman varlığını hissettiren makine sesinden başka bir ses duyulmuyordu.

Çevresine aldırmadan işe koyulmuştu Niki. Onu uzaktan izleyen Norman, biraz ötedeki koltuğunda yalnız başına oturuyordu. Sigarasından derin bir nefes çekti. 

"İşinizde çok iyisiniz." dedi. Fena başlangıç sayılmazdı. Bir yerden sohbeti başlatması gerektiğini düşünüyordu, Norman. Hamaratlığı ve zekâsından etkilendiği genç kızla yakınlaşabilmek için dayanılmaz bir arzu duyuyordu içinde. 

Elindeki makasla masaya serdiği kumaşı kesmeye hazırlanan Niki, başını kaldırdı, Norman'a kısa bir bakış attıktan sonra işine devam ederken cevap verdi. "Herkesin kendince bir yeteneği var."

Norman, Niki'nin verdiği cevabın üzerinde düşünürken sigarasından bir nefes daha çekti. Onun yeteneği fotoğrafçılık üzerineydi ama gazeteye sinirlenip Tanrı'nın verdiği hediyeyi geri çevirmişti. Bununla birlikte zaman zaman aklına gelse de pişmanlık duymamıştı henüz. Yeni bir sayfa açacaktı hayatında. Diğer taraftan Niki'ye olan hayranlığı, sevgisi her geçen gün artıyordu. Boston'dan gelen o mektubu almasaydı, bu yolculuğa çıkmayacak, Niki'yi hiç tanımayacaktı. Ona daha yakın olabilmek, ilgisini çekebilmek için elinden geleni yapıyordu. Bu konuda hatırı sayılır bir mesafe aldığını söylemek pek yanlış sayılmazdı. Niki'nin de her fırsatta sorduğu sorularla kendisini tanımaya çalıştığını biliyordu.

"Ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz?" Niki'nin bu sorusu, Norman'ı haklı çıkarmıştı. Artık kendisiyle ilgilendiğinden emindi neredeyse. Yine yüzüne bakmamış, başını kaldırmaya tenezzül etmemişti, fakat buna da razıydı genç adam.

"Sıra dışı olanları..." dedi, Norman. 

"Parasını kim ödüyor?"  Bu kez Niki, kısa süreliğine başını kaldırıp gülümsemiş ve sonra kesmekte olduğu kumaşa vermişti dikkatini.

"Hiç kimse!" 

"Nasıl yani?" Beklemediği bu cevap şaşırtmıştı Niki'yi. İlk kez elindeki makası bırakıp doğruldu. Meraklı gözlerle Norman'a baktı.

"Hmm, nasıl desem, başkalarının gözden kaçırdığı şeylerin fotoğrafını çekmekten hoşlanıyorum." dedi Norman, derinden bir iç geçirdi. "Detayları... Fazla önemsenmeyen küçük şeyleri..." 

"Fazla önemsenmeyen küçük şeyler...?" Niki, Norman'a meraklı gözlerle bakarken onu anlamaya çalışıyordu. "Amerikalıların fotoğrafını mı çekiyorsunuz sadece?" 

"Amerikalılara satıyordum..." derken Norman'ın sıkıntılı hali yüzüne yansıdı. "O günlerde, manzara kartlarını postalamak modaydı hâlâ..."

Niki, boş gözlerle Norman'a bakıp sessizce dikiş makinesine yöneldi. Norman, anlaşıldığından emin olmak istiyordu.

"Dediklerimi tam olarak anlayabiliyor musun?" 

"Biraz" dedi Niki, gülümserken. "Hâlâ fotoğraf çekmek istiyor musunuz?" Bir yandan makinenin iğnesine iplik geçirmeye çalışıyordu.

"Kimin umurunda..." dedi Norman, içini çekerek.

"Adamızın gelinlerinin fotoğraflarını çekebilirsiniz meselâ..." dedi Niki. 

"Kendini dahil etmiyor musun buna?" Norman ilk kez genç kızla göz göze gelmişti. Uzun bir süre süzdüler birbirlerini. Sorusunu Yunanca yineledi. "Esy Ohi?" Sen yok musun? Yalvaran bir hale büründü sesi.

"Ohi... Hayır." dedi, Niki kararlı görünerek.

Niki'nin cevabı, ateş gibi yaktı yüreğini Norman'ın. Sigarasına sarıldı efkârlanarak. Ayağa kalktı, pencerenin yanına yürüdü. Denize bakıp derin bir nefes çekti ve olabildiğince uzağa üfledi. Sonra Niki'ye döndü.

"Her neyse," dedi, Norman. "Zaten imkânsız bu iş." Niki'nin tepkisini ölçer gibiydi. "Artık fotoğraf makinem olmadığına göre..." 

Niki, heyecanlandı. Dikiş makinesinden başını kaldırıp sordu, "Ne, yoksa onu kaybettiniz mi?"

"Sattım," dedi Norman, kederli bir yüz ifadesiyle. Niki, başını öne eğdi, bir şey söylemedi. Sessizliği bozan dikiş makinesinin sesi oldu. 

***

Dev yolcu gemisi RMS Mauretania, Atlantik Okyanusunun mavi sularında hedefine doğru ilerlerken Amerika'ya varış günü yaklaştıkça üçüncü sınıf yolcuları arasındaki heyecan artıyordu. Kaptanın kadim dostu Maria için kısa sürede muhteşem bir elbise diken Niki, gemidekilerin takdirini kazanmıştı. Maria'nın gösteriye hazırladığı kızların tuvaletlerini de elden geçirdikten sonra, iki kat alta, Üçüncü Sınıf yolcularına ayrılan bölüme taşıtmıştı dikiş makinesini. Yüzlerce genç kız, annelerine, kardeşlerine ya da yakınlarına ait gelinliklerini bohçalarının içinden çıkarıp Niki'nin önüne yığmıştı. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar eli iğne tutan birkaç arkadaşıyla birlikte Niki, kullanılmış gelinlikleri genç kızların ölçülerine göre uydurup, onlara beyaz tülden duvaklar, gelin başları dikiyordu. Üst güvertede, parti ve eğlencenin olmadığı akşamlarda, yakın dostu Niki'nin ısrarına dayanamayan Haro, havanın kararmasıyla birlikte, yanından ayırmadığı udunu kumaş kılıfından çıkarır yürek burkan memleket ezgileri çalmaya başlardı gelin adaylarına.

O saatlerde can sıkıntısıyla sigarasını tüttürürken üst güverte boyunca bir ileri bir geri volta atan Norman, udun yanık nağmelerine eşlik eden kızların hüzün dolu şarkılarını duyar duymaz heyecanlanıp hemen korkuluklara koşuyor, Haro'nun yanından ayrılmayan Niki'yi bir kez olsun görebilmek için çırpınıyordu. Dikiş makinesi aşağı taşındığından beri genç kızla bütün irtibatı kesilmişti gazetecinin. Portre fotoğrafını çekmesini rica eden kaptanın talebini geri çevirdiğine bin pişman olmuştu. Niki ve arkadaşlarının fotoğraflarını çekmek için hangi yüzle ondan ödünç kamera isteyebilirdi? Hayatı boyunca bir fotoğraf makinesinin eksikliğini bu denli hissetmemişti içinde. Son zamanlarda yalnız kalmayı tercih ediyordu, iyice içine kapanmıştı. Akşam yemeklerinde Karabulat'ın iğrenç şakalarına, kucaklarında cins beyaz kediler taşıyan süslü kadınların yakınlık kurma çabalarına, Maria ve çıtır kızlarının yılışık kahkahalarına tahammül edemiyordu artık. Her sabah kahvesini içtikten sonra Emine Bacı'ya fal baktırmak bile ilgisini çekmiyordu. Diğer Birinci Sınıf yolcularının abartılı kıyafetleri, iş ve siyaset sohbetleri, eğlenceli gece partileri cezbetmiyordu onu. Mürettebattan biri, yanına gelip yemek saatini bildirene kadar güvertenin uzak bir köşesine çekilip derin düşüncelere, hayallere dalarak geçiriyordu vaktini. Tanıdıkları arasında kafa dengi, sözü, sohbeti dinlenebilecek tek kişi geminin kaptanıydı. Can sıkıntısından bunaldığı bir günün akşamında kaptanla konuşmaya karar verdi.

Kaptan, yemeyi içmeyi seven cana yakın biriydi. Bu yüzden mürettebatın Norman'ı mutfağa yönlendirmesi sürpriz olmadı. Şapkasını, sırmalarla bezenmiş denizci kıyafetini üzerinden atmış, askılı pantolon üzerine beyaz bir gömlek giymişti. Tezgâhlardan birinin başında, neşeyle şarkı söylerken bir anda karşısına çıkan gazeteciyi görünce ne yapacağını bilememişti. Şaşkınlığını üzerinden atınca sıcak ilgisini esirgemedi gazeteciden. Raflardan birine uzandı, oradan aldığı uzo şişesini ince uzun bardaklara boşalttıktan sonra bardaklardan birini uzattı Norman'a. Başını çevirmeden arka tarafta telaş içinde koşuşturan mutfak personeline doğru seslendi.     

"Sadece pilav, Herakles." Kaptan misafirine gülümserken açıklama ihtiyacı duydu. "Onsuz yapamam." Kadehini kaldırdı, kendisini ilgiyle dinleyen sarışın adamınkiyle tokuşturdu. "Bana çok iyi bakıyor." Büyük bir keyifle rakısından bir yudum çekti. "Biliyor musun?" dedi, "Gemide hoşuma giden tek yer burası." Norman hak verircesine hafifçe salladı başını. İki adam bardaklarını kaldırıp geriye kalan içkilerini aynı anda kafalarına diktiler. Tam o sırada beyazlar içindeki aşçı Herakles göründü, bir tabak dolusu pilavı tezgâhın üstüne bıraktı. Kaptan'ın gözlerinin içi gülüyordu pilava bakarken, Norman bundan iyi bir zaman bulamayacağını düşündü. Konuya nasıl gireceğini tasarladı kafasında.

"Kaptan..." dedi, sonunda. Sesini temizleyip devam etti. "Eğer teklifiniz hâlâ geçerliyse, bana ödünç bir kamera vermeniz gerekiyor. Akşam yemeğinden sonra, portre fotoğrafınızı çekebilirim."

"Fikrinizi değiştirmenize sebep olan ne, bilmek isterim." dedi Kaptan, ciddileşerek.

"Sizinki kadar yakışıklı bir yüze dayanmak çok zor, Kaptan" Norman rolünde kusursuz görünüyordu, yüzünde alaycı bir gülümseme yerine samimi bir ifade vardı.

Kaptan neşeyle başını sallayıp kahkahayı patlattı. "Ya, demek öyle!" dedi, inanmış görünerek. "Peki," dedi, benden sonra sıra kimde, başka kimlerin fotoğrafını çekeceksin?" Biraz bekledikten sonra şakayla karışık ilk aklına gelenleri sıraladı. "Yakışıklı Herakles'in mi? Yoksa bizim fotoğrafçı çiroz Yorgo'nun mu?" Bu kez ikisi birden kahkahaya boğuldular.

"Üçüncü Sınıfta seyahat eden kadın yolcuların, yani gelin adaylarının portre fotoğraflarını çekmek istiyorum." Gazetecinin bu isteği Kaptan'ı şaşırtmış, tedirgin etmişti. Sorgulayan gözlerini genç adama yöneltti. Norman kendinden emin bir şekilde devam etti. "Gelinlikleri ve duvaklarıyla birlikte..." 

Kendisine oldukça tuhaf gelen bu öneri karşısında kaptan, dudaklarını büzüp kaşlarını havaya kaldırdı. "Fakat," dedi. "Onlardan tam yedi yüz tane var." 

Norman, bir cevher bulmuşçasına heyecanla kaldırdı ellerini. "Düşünebiliyor musunuz, birbirinden farklı tam yedi yüz çift göz..."

Başını öne eğdi, kaptan. Öğrencisine nasihat veren tecrübeli bir öğretmen edasıyla, "Mr. Harris," dedi. "Birinci derece beş kuzenim ve ayrıca dört yeğenim, aynı gemidekiler gibi Amerika'ya sipariş gelin gittiler. O hanımların bizden istediği tek şey..." Bir süre ara verdikten sonra Norman'ın donuklaşan yüzüne baktı. "Saygı!" dedi, kelimenin üzerine basarak.


26 Temmuz 2022 Salı

YAŞAM MAHKUMLARI (Bölüm # 5)

Tüm canlılığıyla devam eden eğlenceye dahil olmak, Norman'ın hiç ilgisini çekmiyordu. Birbiri ardına yaktığı sigaralarla kendini avuturken gözleri dalıyordu. Son vermiş olduğu karardan sonra geleceğe dair kurduğu plânlar dönüp duruyordu kafasında. Kaptanın teklifini geri çevirmekle ona büyük kabalık ettiğini düşündü. Yakıştıramadı kendine yaptığını. Alt tarafı bir portre fotoğrafını çekecekti adamın. Makinemi sattım, istesem de çekemem fotoğrafınızı diyemezdi. O zaman, "Şişko Yorgo'nun makinesi ne güne duruyor?" deyip yapıştırırdı cevabı kaptan. Evet, gerçekten ayıp etmişti. Oysa fotoğrafçılık onun işiydi.

Korkulukların üzerinden aşağı doğru baktı, havasız yatakhaneden bunalıp alt güverteye çıkan kadınların sayısı artıyordu. Savaş ve yoksulluk nedeniyle evlerini, yurtlarını bırakmak zorunda kalan insanların durumuna çok üzülüyordu. Norman'ın gözünde onlar sonu belli olmayan bir geleceğin esirleriydi. Yazgılarını yansıtan siyah ve gri giysiler vardı hepsinin üzerinde. Alt güvertedeki üçüncü sınıf yolcuları tepeden seyrederken siyah beyaz eski bir film izliyormuş hissine kapıldı. Biraz ileride rengârenk tuvaletleriyle dans eden süslü kadınların aksine, üçüncü sınıf yolcuları için renkli giymek yasaklanmıştı sanki. Sigarasından derin bir nefes çekip denize doğru üfledi. Son günlerde yaşadıkları geçti gözlerinin önünden. Aşağıdakilerin durumu kendi durumundan daha mı kötüydü? Mesleğini bırakmıştı, birikmiş üç beş kuruşla memlekete dönüp ne yapacak, nasıl geçinecekti. Bu düşünceler içinde, diğerlerinin arasında hal ve hareketleriyle ön plâna çıkan Niki'den gözlerini alamadığını fark etti. Peki neydi onu bu kadar kendine bağlayan? Beyaz tenliydi, kaşı gözü yerindeydi ama ondan çok daha güzelleri vardı gemide. Belki konuşması, özgüveni, tavırları... Nasıl bir duyguysa, mıknatıs gibi ona çekildiğini hissediyordu. Üzüntüsünün tek nedeni işini kaybetmesi miydi sadece? Yoksa bu kızın payı var mıydı umutsuz arzularında, onu kedere boğan? Boş bir hayalden kurtulmak istercesine ciğerlerinde kalan son dumanı dışarı saldı, efkârla başını iki yana sallayıp elindeki izmariti denize doğru fırlattı. 

Acaba kimdi onu bekleyen? Onunla mutlu olabilir miydi? Kafasındaki soruların ardı arkası kesilmiyordu. Aklındaki şeyin imkânsızlığını düşününce morali bozuluyor, derin bir keder kaplıyordu içini. Bir fırsatını bulup Niki'yle konuşabilmek için can atıyordu.

Elini ceketinin cebine attı. Gazetenin fazla sanatsal bulup geri gönderdiği fotoğrafları çıkardı. Hepsini teker teker büyük bir dikkatle inceledi. Acı bir gülümseme sardı yüzünü. Uzun zamandan beri ilk kez yanında bir fotoğraf makinesinin yokluğunu hissetti. Aşağıdaki kader yolcuları arasından ne harika pozlar çıkardı. İnsanların yüzüne akseden türlü duyguları yakalamak ve onları ölümsüzleştirebilmek keyifli bir işti Norman için. Bazı yüzlerde acıyı, bazılarında karamsarlığı, bazılarında ise her şeye rağmen iyimserliği ve umut ışıklarını görecekti. Öte yandan Niki'ye baktığında onda duygularını ele veren bir ipucu bulamıyordu. Ne acı çekmiş bir hali vardı, ne de karamsar bir görünüşü. Kara gözlerinden zekâ pırıltıları saçarken onun, kaderine razı ve çevresinde olan biteni umursamaz tavrı, tam bir tezat teşkil ediyordu. Hayattan fazla bir beklentisi olmayan, mütevazı kişiliğinin yanı sıra kimseye boyun eğmeyen, hakkını sonuna kadar savunan cesur, savaşçı karakteri aynı bedende toplanmıştı. Onu böylesine çekici kılan bu gizemli duruşuydu. Norman, ani bir kararla elindeki fotoğrafları parçalara ayırmaya başladı. Dörde böldüğü fotoğrafları denize doğru savurdu. Tam o sırada alt güvertede ışıldayan bir çift göz onu izliyordu. 

Sabaha yakın müzik kesilmiş, ışıklar sönmüş, parti sona ermişti. Son davetliler kamaralarına çekilince, mürettebat masaları boşaltıp yerleri paspasladı. Güvertenin gözlerden ırak bir köşesinde oturup kalan Norman, saatine baktı. Zaman ne çabuk geçmişti. Etrafında kimsenin kalmadığını görünce gitme vaktinin geldiğini anladı. Her şeyi düşünmekten yorulmuştu ama gözlerinde bir gram uyku kırıntısı yoktu. Kalkıp kamarasına gitse yatağında dönüp duracaktı saatlerce. Alt güverteye bakan korkuluklara doğru ilerledi. Aşağı baktı, orası da boşalmış, bütün yolcular ranzalarına gitmişti. Tam dönmeye karar verdiği bir sırada ambar kapağına sırtını vermiş biri gözüne ilişti. Siyah bir bantla kapattığı gözlerini projektörün ışığından korumaya çalışan Niki, alt güvertede kalan tek kişiydi. Norman, gözlerini ovuşturdu, hayal görüyor olmalıydı. Evet, peşinden koştuğu kızın ta kendisiydi bu. Hemen merdivenleri kullanıp iki kat aşağıdaki alt güverteye indi. Bir anda kapının önündeki sahanlıkta buldu kendini. Tam karşısında, sırt üstü uzanmış yatıyordu Niki. Ne yapacağını bilmez halde bir süre olduğu yerde bekledi. Cesaretini toplayıp iki yanı korkuluklu metal merdivenden birkaç basamak daha inmeyi düşündü. Gıcırtı seslerine uyanan genç kız, birden toparlanıp ayağa kalktı, karşısındaki sarışın adama meraklı gözlerle bakıyordu.

"İyi geceler" dedi Norman, İngilizce. Cevap gelmeyince kızın Rumca bildiğini düşünüp "Kalispera" dedi ardından. Niki, şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. İngilizce "İyi geceler." diyerek karşılık verdi heyecanla. Norman, "Diğer kızlar nerede?" diye sordu. Yine anladığından emin olmak için birkaç kelime bildiği Rumcasından destek almaya çalıştı. "Pou einai..." Neredeler? Niki, "Yatmaya gittiler." dedi düzgün İngilizcesiyle. 

Norman, beklediği ilgiyi görünce rahatladı. Metal merdivenlerden aşağı, Niki'nin yanına indi.

"İngilizceniz çok iyi!" dedi, biraz şaşırdığını hissettirerek.

"Teşekkür ederim," dedi Niki. "İngilizceyi vaftiz annem öğretti bana... Ayrıca dikiş dikmesini de. Ben terziyim." Kardeşi Eleni'yi Amerika'dan getirip ailesine teslim eden Sofia teyze, Niki'nin de vaftiz annesiydi.

"Adınız ne?" diye sordu Norman, çekinerek. "Benimkisi Norman,"  

"Adım Niki, Niki Douka" 

"Pekâlâ, o zaman, ben de adımı tam söyleyeyim, Norman Harris." 

Bir süre sessiz kaldılar. Niki, Norman'ın üst güvertede bir şeyler yırttığını hatırlayınca merak edip sordu. "Yukarıda yırtıp attıklarınız neydi?" 

Norman can sıkıntısıyla genç kıza yaklaşırken cebinde kalan son birkaç fotoğrafı çıkarıp gösterdi. Niki, hayli şaşırmıştı. "O yırtıp denize fırlattıklarınız bunlar gibi miydi?" 

"Ben fotoğrafçıydım eskiden." dedi Norman, geçmiş günlerin özlemiyle içini çekti.

"Artık değil misiniz?" dedi, Niki, yüzünde üzüntüsünü göstererek.

"Şu anda bir mesleğim yok, gemideki yolculardan biriyim sadece."

"Ben de öyle" dedi Niki, buruk bir şekilde. 

"Benden daha kötü bir durumda olamazsınız," dedi Norman. "Ne terziyim ne de evlenmek üzere beni bekleyen biri var." 

Birbirlerinin durumunu anlamaya çalıştılar. Niki sessizliği bozan isim oldu. "Eğer başka fotoğraf varsa elinizde, yırtmayın onları," dedi. "Bana verin." Sesi, ricadan çok talimat verir gibi sert çıkmıştı.

Norman şaşırmıştı. "Onlarla sizin ne işiniz olabilir?"

"Size ve yakınlarınıza ait olmasa bile her fotoğrafın ayrı bir hikâyesi vardır. Ayrıca o fotoğrafa bakanlar birbirinden farklı hikayeler üretebilir. Bu yüzden bütün fotoğraflar değerlidir benim için. Ayrıca onlar, evde dekorasyon için güzel bir malzeme."

"O zaman evinizde bir sürü fotoğraf olmalı."      

Başını yok manasında sağa sola salladı Niki. "Sadece bir tane!" dedi.

"Anne ve babanızın düğün fotoğrafı mı?" diye tahmin yürüttü Norman.

"Hayır," dedi Niki. "Babamın tabutu başında," 

Norman, Niki'ye acısını hatırlattığı için üzülmüştü. "Affedersin..." Niki, devam etti "Evet, babamın tabutu ve çevresinde bütün ailem!" Niki, hüzünlü bir şekilde gülümsedi. "Geçmişten günümüze kalan anlamlı bir kare... Bizim geleneğimiz!" dedi, "Adamızda, ölenin arkasından hep yapılır bu. Birçok insan biliyorum, çekilen tek fotoğrafı var, o da öldüğünde..."

Genç kızın anlattıkları Norman'ın ilgisini çekmişti. Eşyalarını toplamaya başlayan Niki'nin yanına eğildi.

"Peki sen, sen hangi fotoğrafını göndermiştin Amerika'ya?"

"Ben göndermedim. Bizim adanın kızları sadece doğum belgelerini gönderdi. Müstakbel kocalarımız gerçek yaşlarımızı öğrensin diye."

Niki, rüzgârın etkisiyle uçuşan, kendi diktiği zarif bir duvağı toplamakta zorluk çekiyordu. Norman duvağı ucundan yakalayıp ona yardım etti. "Haro'nun duvağı bu." dedi. Norman'la göz göze geldiler. 

"Gelinlik tamiratı da yapabiliyorsun öyle mi?" diye sordu Norman, merakla.

"Hangi birine yetişeceğim bilemiyorum, gemide tam yedi yüz tane var. Gelinliklerin çoğu ikinci ya da üçüncü el. Hepsinin yeni bedenlerine göre düzeltilmesi lâzım."

Norman, sohbeti sabaha kadar sürdürmeye kararlıydı ama Niki, kucağına aldığı Haro'nun duvağıyla birlikte, yatakhaneye doğru yürümeye başlamadan evvel başını çevirip "İyi geceler." dedi. Norman arkasından seslendi. "Pardon, nerelisin sen?"

"Memleketimi soruyorsunuz öyle mi, bir daha asla göremeyeceğim bir yer." diye cevap verdi Niki, sonra yeniden yürümeye başladı. 

***

Dev yolcu gemisi, ufuk çizgisine kadar göz alabildiğince uzanan açık denizde tam yol seyrine devam ediyordu. Kıç güvertesini çevreleyen demir korkulukların hemen arkasında, üzeri beyaz minderlerle kaplı hasır koltuklara bir an önce kurulmak isteyen fötr şapkalı beyefendilerle son moda kıyafetleri ve tüylü şapkalarıyla düşman çatlatan güzel hanımefendiler her zaman olduğu gibi kahvaltılarını bitirdikten sonra güvertedeki yerlerini aldılar. Ayaküstü iş bağlamaya çalışan takım elbiseli tüccarlarla fırfırlı şemsiyelerinin altında güneşi kendilerine siper eden orta yaşlı sosyete dilberleri, soylarından dem vurarak birbirlerine caka satıyor, ortada dolaşan beyaz önlüklü garsonlar yolculara çay ve kahve servisi yapıyordu. Pistin biraz gerisinde, başında beyaz fötr şapkasıyla Karabulat, Amerikalı gazeteci Norman ve siyah denizci kıyafetini üzerinden hiç çıkarmayan geminin baş kaptanı, bir masaya oturmuş kahvelerini yudumluyorlardı. Rengarenk tüllerden oluşan çekici tuvaletler içinde dans pistini dolduran birbirinden güzel genç kızlar, şen şakrak kahkahalar atıyor, çevrelerine aldırmaksızın provalarına devam ediyorlardı. Gemide yolculara hoşça vakit geçirmeleri için yönetim tarafından görevlendirilen bu kızlar birkaç yabancı dil bilen iyi eğitim almış kişiler arasından özenle seçilmişti. Kaptanın güzel dostu Maria, yeni figürler öğrettiği kızları coşturmak için ellerini çırparak tempo tutuyor, onları şevke getiriyordu.

"Bir ki, bir ki... Haydi bakalım kızlar, hareketlenin biraz!" Arada hava olsun diye kızlara İstanbul'da öğrettiği birkaç Türkçe cümle kuruyordu. "Evelyn, kaldır şu bacaklarını!" Sonra dönüp diğer bir kıza yetişiyor, "Ah, Carol, biraz kilo almalısın tatlım, yoksa seni çiroz gibi tuzlayıp güneşe serecekler." diyordu. Kızları iyice yorduktan sonra eliyle işaret etti. "Peki kızlar, şimdi biraz ara veriyoruz!"

Maria, pembe renkli parlak bir elbise giymiş, dalgalı kızıl saçlarını aynı renkten geniş bir bantla toplamıştı. Neşeyle kırıtarak kaptanın masasına geldi. Kendisini ayağa kalkıp samimi bir şekilde karşılayan kaptana sarılıp yanağından öptü. "Ah, Kaptan!" dedi, yılışarak. Eliyle kızları işaret etti. "Şunlara bir bakar mısın? Zeus'un dokuz güzel peri kızını canlandırmaları, inan bana, büyük ses getirecek! Son zamanlarda hareketsiz kalmalarından ötürü biraz pas tutmuş olabilirler ancak birkaç provadan sonra hepsi kanatlanıp uçacak, göreceksiniz." Kaptan yerine oturur oturmaz Maria adamın boynuna sarılıp kucağına oturuverdi. "Elbette Maria, buna hiç şüphem yok." dedi Kaptan, keyifle gülümsedi. 

Norman, ceketinin cebinden çıkardığı paketi uzattı Maria'ya. Çakmağıyla sigarasını yaktıktan sonra mitolojik efsaneye atıfta bulunarak espri yaptı. "Evet, " dedi. "Uçacaklar, Akropolis'i, Truva'yı ve dünyanın merkezi Delphi'yi yakından görecekler." Kaptan, Maria ile gülüşüp cilveleşirken Karabulat, Norman'a döndü. Ağzındaki çikleti çevirerek yılıştı. "Evlilik sıkıcı geliyor bu kızlara dostum. Fırında rosto yapmayı bile bilmez bunlar." 

Kaptan, kucağında sigarasını tüttüren Maria'yı tepeden tırnağa süzdü. "Bu arada, Maria'cığım" dedi. "Birinci sınıf katında dikiş makinesi ve onu kullanabilen bir erkek terzi olduğunu hatırlatmak isterim. Senin o çalınan elbisenin bir benzerini dikebilir sanırım." Maria sevinçle haykırdı. "Öyle mi? Nakış da yapabilir mi acaba?" Kaptan gülerek karşılık verdi. "O kadarını bilemem!" Kaptanın bu cevabı üzerine kadın, gülen yüzünü somurttu.

Konuşmaları uzaktan izleyen Norman araya girdi. "Üçüncü sınıfta bu işlerden anlayan bir terzi biliyorum, adı Niki Douka!" Kaptan'ın son derece hoşuna gitti bu haber. Ayağa kalkıp etrafına bakındı. Biraz ötede çay fincanlarını toplayan mürettebattan denizci kıyafetli bir gence seslendi. "Hey, Nikola!" Kalabalığa karışan sesi duyulmadı. Daha gür bir sesle bağırdı. "Nikolaaa!"  Delikanlı sesin geldiği yöne döndü. "Git hemen, üçüncü sınıf yolcularından Niki Douka'yı çağır yanıma! Ona de ki, kaptan birinci sınıfta sana güzel bir iş ayarlayacak." Genç adam selâm verip yanlarından ayrıldı. Maria, masadakilerin karşısına geçti, reverans yaparak kollarını açtı. "Evet baylar, daha yapacak çok işimiz var, şimdilik müsaadenizi istiyorum." Piste doğru ilerlerken kızlara seslenip hepsini çevresine topladı. Karabulat çıtır kızları görünce ayaklandı, elleriyle ceketini iki yana açıp gövdesini iki yana sallarken piste doğru bağırdı. "Haydi kızlar, göğüslerinizi gösterin bize, gözlerimiz bayram etsin!" Sonra marifet yapmış gibi dönüp Norman'a gülümsedi. Pistte yerlerini alan kızlar ellerindeki renkli tülleri sallayarak müziğin ritmine ayak uydurdular.

***

Haro'dan ilgisini esirgemeyen, onu sevgiyle kucaklayan tek kişiydi Niki. Sık sık bir araya geliyor, önceki çilekeş hayatlarından bahsederlerken geleceğe dair hayallerini paylaşıyorlardı birbirleriyle. Gerçek ablası gibi gördüğü Niki'yle dostluğunu ilerletmiş, bu sayede biraz olsun kendine gelebilmişti Haro. Fakat her gece Antonis'i görüyordu rüyasında, gözlerini açıp onu yanında görmeyince sessizce ağlıyor, göz yaşları yastığını ıslatıyordu. O gece yine rüyasına girmişti. Uçsuz bucaksız bir buğday tarlasında, el ele tutuşmuş koşarlarken derin bir çukura düşmüştü. Sonra bir el uzanmıştı kendisine. Fakat elin sahibi bir başkasıydı. Antonis, Antonis diye bağırmaya başlamıştı. Elin sahibi pis pis sırıtıyordu yukarıdan. Sonra kanlar içinde yuvarlanmıştı Antonis'i yanına. Gözlerini açtığında kalbi yerinden çıkmak üzereydi. Sabahın köründe Niki'nin yanına koştu, gördüğü rüyayı anlatmak için. Niki, gözlerini açtı, karşısında Haro'yu görünce biraz öteye kayıp yatağında yer açtı ona. Haro soğuk terler döküyordu. Niki, saçlarını okşayıp sakinleştirmeye çalıştı arkadaşını. Yine bir kâbus gördüğünü anlamıştı. İki kadın sarıldılar birbirlerine, uzun bir süre öyle kaldılar. Haro, kendine gelince göğsünde sakladığı Antonis'in fotoğrafını çıkarıp uzattı Niki'ye. Niki, eline aldığı fotoğrafa dikkatle bakıp inceledi, parmağını fotoğraftaki adamın seyrek bıyığı üzerinde gezdirdikten sonra arkadaşına geri verdi. Hafifçe gülümseyerek "Bıyık ona yakışmamış." diye fısıldadı. "Adı ne?" Haro, fotoğrafa bakarak iç geçirdi. "Antonis..." dedi. 

Niki, "Ne tesadüf," dedi. "Bir zamanlar, benim de Antonis isminde sevdiğim bir genç vardı." Haro, heyecanla arkadaşının kulağına eğildi. "Ondan biraz bahseder  misin?" diye sordu. Kimseyi rahatsız etmemek için fısıltı halinde konuşuyorlardı.

"Peki, anlatayım..." dedi, gözleri uzaklara daldı Niki'nin. "Askere aldılar... Beş yıl kadar önceydi... Saçları gözümün önünden gitmiyor... Evet, simsiyah saçları vardı, aynı kömür gibi..." 

"Aklında kalan sadece saçları mı?" diye sordu merakla Haro, Niki'nin gözlerinin içine bakarak.

"Oturduğu ev uzaktı bize... İki saat yürüme mesafesi... Aziz Elias Kilisesinin orada... Tam iki saat yürürdüm..." Dirseklerine dayanarak başını kaldırdı Niki. Gözleri geçmişe bakıyordu. 

"Yakışıklı mıydı?" diye sordu Haro, heyecanlanarak.

"Işık saçan masmavi gözleri vardı.. Küçücük, fındık kadar..." Niki, muzipçe gülümsedi.

"Başka?"

"Yasemin kokardı... Kocaman bir yasemin ormanındaymışım gibi..."

"Ne güzel anlatıyorsun. Hadi biraz daha hatırlamaya çalış." dedi Haro. Niki'nin ağzından çıkan her kelimeyi yutarcasına, hayranlıkla dinliyordu onu.

"Kilise korosundaydı. Bizans müziği öğrenmesi için, İstanbul'a gönderecekti peder onu."

"Mmm. Öyle mi?" dedi Haro. Derinden bir iç geçirdi.

Haro, göğsünde sakladığı zarfı çıkardı. "Düşün, bak..." dedi. "Eğer 27 Ocak 1922 tarihinde yazıldıysa..." Zarfın içinden çekip aldığı mektuplardan birini Niki'ye uzattı. "Bu onun altıncı mektubu." Diğerlerini, önceden verdiği mektubun altına koyması için Niki'nin eline tutuşturdu. "Sırasını bozmasak iyi olur..."

Niki, mektubu açıp okumaya başladı.

"27 Ocak 1922, 

Haro, sevgilim. Semadirek adasında bütün hayatımız değişecek. Bizim oraları seveceğinden eminim. Üzüm bağlarımıza Ege Denizinin ışıltılı mavi suları yansır. Mektubunda gözlerinin renginden bahsetmemişsin yine. Bunu hep unutuyorsun. Öpüyorum. Antonis Memas"  

Haro'nun gözleri dolmuştu. "Ne güzel yazmış," dedi Niki, mektubu geri uzatırken. "Ben Antonis'ten böyle bir mektup alamadım..." Haro'ya bakıp hüzünle gülümsedi. "Gerçek bir aşk mektubu..." dedi. Yüz yüze uzandıkları yatakta, iki arkadaşın dalgın bakışları havada asılı kaldı. Kocaman bir boşluktu onlar için evren, sadece Antonis'ler vardı o boşluğu dolduran.


ÖNCEKİ BÖLÜMLER

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 153

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı  belirledi:

"ÖSYM'nin uyguladığı LGS (Lise Giriş Sınavı) ve YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı) ile ilgili görüş ve düşünceleriniz nelerdir? Bu sınavlardan birine siz veya bir yakınınız girmiş olsaydı, ülkemizde günümüz Eğitim Sisteminde hangi okul veya mesleklere yönlendirmeyi düşünürdünüz?"

Deveye sormuşlar, boynun neden eğri. Deve cevap vermiş; nerem doğru ki! Benim haftanın sorusuna vereceğim cevap da aşağı yukarı aynı olacak. Sadece sınavlar değil, ülkenin eğitim sistemi kökten değişmeli.

ÖSYM deyince benim aklıma ilk gelen isim Prof. Dr. Altan Günalp. 14 yıl boyunca aralıksız yürüttüğü başkanlık döneminde en ufak bir şaibeye karışmayan, her zaman hayırla yad edeceğimiz değerli bir insan. Eskiden aksayan bazı yönleri vardı ama bugünkü eğitim sistemimiz yerlerde sürünüyor. Eğer bir mucize olmazsa düzeleceğine de inanmıyorum. Sadece lise ve üniversite seviyesindekilere değil, imkânı olan bütün çocuklara ilkokuldan itibaren yurt dışında doğru dürüst eğitim veren okulları önerirdim. Çünkü bu ülkede eğitim diye bir şey yok artık. Okulda verilen eğitimle sınırlı kalmayıp kendini yetiştirmiş, mesleğini severek yapmaya istekli, liyakat sahibi az sayıda insanımız dışında bugün üniversitelerimizden mezun olan doktorumuz doktor değil, mühendisimiz mühendis değil, öğretmeniniz öğretmen değil. Askerimiz, hakimimiz, savcımız, avukatımız aklınıza gelen bütün meslek erbapları ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, taşıdıkları unvanı hak etmiyorlar. Hak edenlerse kenarda köşede karın tokluğuna yaşam savaşı veriyor.

Hayalini kurduğu mesleği yapan şanslı insanlardan biriyim. Liyakat nedir? Yaptığı işi layığıyla yerine getirme kabiliyetidir. Sözgelimi liyakat sahibi bir mühendis, mesleki bilgi ve tecrübeye sahip, çalışkan ve kabiliyetli olmalı. Onca yıllık tecrübeden sonra ülkemizde liyakatin bu olmadığını gördüm. Bizim ülkemizde liyakatin anlamı "yalakalık". Bilginin, tecrübenin, kabiliyetin, ne kadar iyi eğitim aldığının, kaç dil bildiğinin zerre kadar önemi yok. Yalakalık derecesine sahip bir vatandaş en iyi okulları dereceyle bitirmiş, deneyimli, yetenekli bir vatandaştan çok daha fazla kabul görüyor ülkemizde. Onların çok daha fazla gelirleri var, daha önemli makamlara getiriliyor, daha az çalışıyorlar. O zaman herkesin aklına şu soru geliyor. Niye insan onca para ve zaman harcayıp iyi okullar bitirsin? 

Eğitim şart! Ama nasıl bir eğitim? İyi bir eğitim nasıl olmalı? Bu konuya geleceğim fakat size bunun bir ütopya olduğunu baştan söyleyeyim. Her şeyin başı eğitim mi, yoksa adalet mi sorusu hep kafamı meşgul eder. İkisi arasında gider gelirim. Adalete önem veren bir toplumda eğitim seviyesi yüksektir. Eğitimli insanların çoğunlukta olduğu bir toplumda adalet yerini bulur. Bu, tavuk mu yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan paradoksuna götürüyor bizi. 

Bugün, millet olarak yaşadığımız bütün sıkıntıların sorumlusu dindar ve kindar nesil yetiştirmeyi kendilerine şiar edinmiş siyasetçilerdir. Siyasetin asla sirayet etmemesi gereken iki kurumdan biri adaletse diğeri eğitimdir. Bakınız, milli eğitim bile demedim. Çünkü eğitim, eğitimdir, milliyeti olmaz. Eğitimin her kademesi özerk olmalı, siyasetin oyuncağı haline getirilmemelidir. 

Her ne kadar uzmanlık dalım olmasa da eş durumundan kendi fikirlerimi paylaşmamda sakınca görmüyorum. Evet, ütopya dediğim bundan sonra başlıyor.

İlk olarak Diyanet İşleri Başkanlığını kaldırmakla başlardım işe. Laik bir ülkede 140.000 din adamının maaşını, camilerin elektriğini, suyunu, onarımını karşılamak zorunda mıyız? Cami imamlarının iktidar partisinin siyasi ve dini görüşlerini yurdun en ücra köylerine kadar yayması normal midir? Kilise ve diğer ibadethanelerde olduğu gibi buraların giderleri kendi cemaatlerince sağlanmalı ve Diyanetin bütçesi olduğu gibi eğitim bakanlığına aktarılmalıdır. İbadethanelerin yasalara uygun faaliyet gösterip göstermediğini, görev alanları dışına çıkıp çıkmadıklarını İçişleri Bakanlığı denetim altına almalı, gelir ve giderleri Sayıştay tarafından sıkı bir şekilde izlenmelidir. Vatandaş hangi ibadethaneyi kullanıyorsa onun bütün giderlerine ortak olmalı, yeterli cemaat bulamayan camiler ve diğer ibadethaneler kapatılmalı, varlıkları hazineye devredilmelidir. O zaman kimin dindar, kimin dinci olduğu göreceğiz bakalım.

Bakın, eğitimde plânlama önemli. Herkes doktor, mühendis olursa ayakkabılarımızı kim tamir edecek. Bildiğim kadarıyla Almanya bu konuda iyi. Çocuk henüz ilkokula giderken kabiliyetine ve ilgi alanına göre yönlendiriliyor. Şüphesiz, ülkenin hangi mesleğe ne kadar ihtiyacı olduğu da bu işin bir parçası. Yönlendirme nasıl olur? Diyelim tarım kötüye gidiyor. O zaman eğitim almış çiftçiye, besicilere, ziraat teknisyenlerine, ziraat mühendislerine ve baytarlara daha cazip maaş, daha fazla teşvik verirsin. Sözgelimi Türkçe öğretmenlerinin sayısı yetersiz mi? O zaman sadece o branşta eğitim verecek olan öğretmenlere daha yüksek ücret ödersin. Üniversite seviyesine gelen gençler yolunu önceden çizmiş olmalı. Ne ÖSYM'si? İhtiyaca göre öğrencileri yönlendirmedin mi? Teknikerse ihtiyacın meslek lisesi mezunlarını iki yıllık yüksek okullara, usta ihtiyacın için çocukları meslek okullarına göndermedin mi? Geriye kalanlar, üniversitelerde sınavsız, şaibeli mülakatlara ihtiyaç duymadan yer bulurlar o zaman.   

Sevgili Makbule Abalı gibi ben de Eğitim Enstitülerini hatırlatayım. Bu nadide kurumlarda sanat vardı, spor vardı, felsefe vardı, bilimsel araştırmalar, sorgulayan dimağlar vardı. Ne yoktu? Din yoktu, siyaset yoktu. Dinin, siyasetin yeri okul değil zaten. Dinini merak edip bu yolda ilerlemek isteyenler, ya bağlı bulundukları cemaatin camisinde ya da kilisesinde, cem evinde ya da sinagogunda yer bulsun kendilerine ya da yüksek tahsillerini teoloji üzerine yapsınlar. Siyasete gelince; o üniversite aşamasında müfredata girebilecek bir bilim dalı.

Diyaneti kaldırdık, eğitim kurumlarını özerkliğe kavuşturup siyasi etkilerden arındırdık, plânlamayı yaptık, eski Eğitim Enstitülerini örnek alıp bilim ve sanata önem verdik. Peki bitti mi, hepsi bu kadar mı? Evet, hepsi bu kadar basit. Peki bu kadar basit bir şeyi niye yapamıyoruz? Cevabını söyleyeyim:

Çünkü kafası çalışan vatandaş istemezler. Kafası çalışan vatandaş, sorgulamasını bilir çünkü. Benim milli duygularımı, inancımı sömüremezsin der. Vatan, bayrak, şehit diyerek beni kandıramazsın, ezan diyerek, başörtüsü gibi semboller kullanarak beni uyutamazsın der. İşte mevcut eğitim sistemi kafası çalışmayan, egoist, çıkarcı ve yalaka insanlar üretiyor. Sözde eğitimliler... Koyuna üniversite diploması versen ne yazar. Çoban nereyi gösterse gideceği yol orası. Sözde demokrasimizle bu çarkı tersine çevirmek mümkün değil, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir önder gerek. Şimdi ister misiniz, bu adam şimdi resmen darbeyi teşvik ediyor desinler. TCK Madde 302, işlediğim suçları aşağıda açıklayayım, arkadaşlara kolaylık olsun bari!

1. Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozdum mu, evet bozdum. Diyaneti kapattım, adalet ve eğitim kurumlarını siyasetten arındırdım. Siyaset devletle eşdeğer! olduğuna göre devletin birliği dolaylı yoldan bozulmuş oldu haliyle. Ülke desen paramparça oldu, cemaatler ayrıldı, camiler boşaldı. Daha ne yapaydım?

2. Düşmanla işbirliği içine girdim mi? Düşman kim? Onlara göre M. Kemal Atatürk. O halde suçum sabit. Haklısınız hakim bey, suçumu kabul ediyorum, en büyük düşmanınızla işbirliği içindeyim.

3. Devlet karşı savaş için tahrikte bulundum mu? O kadar gücüm yok, olsaydı devletin cahil bireyler yetiştiren eğitimine savaş açılması için tahrikte bulunurdum. Burada yazdıklarımın fazla etkisi olacağını sanmıyorum.

4. Milli yararlara karşı eylemlerde bulunarak kendime fayda sağladım mı? Milli yarar? Kime göre, neye göre. Sizin anladığınız yararlar bana göre zarar olabilir mesela! Ama kendime fayda sağladığım doğru değil. Bu yazımdan sonra birileri tutup beni Eğitim Bakanı yaparsa o zaman konuşalım.

23 Temmuz 2022 Cumartesi

YAŞAM MAHKUMLARI (Bölüm # 4)

İstanbul, sıcak yaz akşamlarından birini yaşıyordu. Interocean Denizcilik İşletmelerinin Odesa limanı çıkışlı dev yolcu gemisi, RMS Mauretania, iki binden fazla yolcu ve yaklaşık sekiz yüz mürettebatıyla şehre veda ederken boğazı titreten ikaz düdüğünü çaldı. Rıhtımda kızlarını uğurlamak üzere toplanan gözü yaşlı anneler, kulakları çınlatan sesi duyunca ayrılığın acısını yüreklerinde hissettiler. Yolcuların büyük bir kısmı üçüncü sınıfta seyahat eden kadın, çocuk ve genç kızlardan oluşuyordu. Gemiye alınır alınmaz ellerinde çantaları, birkaç parça giysi ve özel eşyalarını koydukları bohçalarıyla beraber borda boyunca dizili filikaların altındaki demir korkuluklara koşmuştu hepsi. Geçmiş günlerin hayaliyle kederlenen kalabalık, kendilerinden gittikçe uzaklaşan sahil şeridine boş gözlerle bakıyordu.

Aynı kaderi paylaşmasına rağmen Gümülcineli güzel Hareklia'nın durumu, biraz farklıydı diğerlerinden. Babasına boyun eğerek çıkmak zorunda kaldığı bu yolculuğu bir türlü içine sindiremiyor, aşkına ihanet etmesinden dolayı kendini suçlu hissediyordu. Gemiye adım attığından beri kucağından düşürmediği udu dışında yanına yaklaştırmıyordu kimseyi. Tamamen içine kapanmıştı, asker sevgilisi Antonis'ten başka bir şey yoktu aklında. O gün evi terk edip kaçarken, peşinden "Haro, Haro" diye seslenişi babasının, kulaklarında çınlıyordu hâlâ. Beş dakika önce çıksaydı, belki de sevdiğinin yanında olacaktı şimdi. Bir yolunu bulup kavuşmalıydı Antonis'ine. Ama bundan sonra nasıl? Söz verdiği gibi Semadirek Adasında ölene kadar bekler miydi onu? Nasıl haber uçurabilirdi kendisine, nasıl anlatabilirdi çaresizliğini? Onu bırakıp uzaklara gittiğine inanır mıydı hiç?

Mürettebat, yan güvertede toplanan kalabalığı merdivenlerden aşağı, üçüncü sınıf yolcular için ayrılan alt kattaki bölüme yönlendirdi. Yemek saati gelmişti. Kantin olarak ayrılan kısımda kuyruğa girip tepsilerini dolduran yolcular, görevliye uzattıkları emaye kupalarına çay koydurduktan sonra uzun masalarda kendilerine uygun birer yer arıyorlardı. Aynı dili konuşanlar birbirini buluyor, hemen sıcak bir dostluk başlıyordu aralarında. Yemeğe başlamadan önce hep birlikte ayağa kalktılar, haç çıkartıp Tanrı'larına dua ettiler. Bulundukları yerde ortalık pislikten geçilmiyordu, havasızlık nedeniyle yemek kokularının ter kokularına karıştığı ortamdan rahatsız olanlar, yemeklerini tamamlayamadan nefes alabilecekleri açık alanlara kaçtılar. 

Niki, gemiyi beklerken birkaç arkadaş bulmuştu kendine. Ertesi gün yemeklerini bitirip çaylarını içerlerken aralarında koyu bir sohbete dalan kızlar, göğüslerinde sakladıkları fotoğrafları yanındakilere gösterip meraklı gözlerle arkadaşlarının tepkisini ölçüyorlardı. "Ooo, seninki de pek yakışıklıymış, ne iş yapıyor?" "Otomobil fabrikasında işçiymiş." "Çok sevindim, benimkisi de demiryollarında ray döşüyor." "Bakın bu da benimkisi, çocukları çok seviyormuş, bir sürü çocuğumuz olmasını istiyor." Bu samimi ortamda şen şakrak gülüşmeler devam ederken masaların arasında dolaşan Haro'nun sesi duyuldu.

"Gümülcine'den, Batı Trakya'dan gelen var mı aranızda?" Yalnızlığa daha fazla dayanamamıştı, zavallı Haro. Teker teker dolaştığı masalardan beklediği cevabı bir türlü alamıyordu. "Hayır," diyordu bazıları kendi dilinde. "Biz Rusya'dan geliyoruz." Bazıları İngilizce cevap veriyordu. Yolcuların büyük bölümü Rus olduğu için etrafında konuşacak kimse bulamıyor ve bu durum onu iyice yalnızlığa itiyordu.

Küçük kız Olga, yemeğini yedikten sonra valiziyle yatakhaneye doğru giderken ambara alınan eşyaları fişlemekle meşgul bir denizciyle göz göze geldi. Gördüğü kişi, sandala binmesine yardımcı olan bahriyeli gençten başkası değildi. Delikanlı, hemen işini bırakıp Olga'nın elindeki valizi aldı. Birbiriyle bakışmakla yetindiler yine. Mürettebatın yolcularla özel ilişkiye girmesi başlarına belâ açabilirdi. Küçük Olga'ya gelince; yaşadığı bu güzel duyguyla ilk kez karşılaştığı için nasıl davranacağını bilmiyordu. 

Yatakhane, sıkış tepiş çift katlı yatakların sıralandığı, tavandaki floresan lambalarla aydınlanan, havasız, basık, geniş bir salondan ibaretti. Yolcuların hepsi bir arada soyunup dökündüler, giysilerini koyacak bir dolap bile bulamadıklarından çelik ranza demirleri işporta pazarına dönmüştü. Haro, kendine bir yoldaş bulamamıştı hâlâ. Ranzaların arasındaki dar koridorlarda "Aranızda dilimi konuşan biri var mı?" diye bağırarak dolaşıyordu. Nihayet beklediği karşılık geldi.

"Hey sen, buraya gel." Haro, gelen sese döndü. Şükürler olsun ki, dilinden anlayan biri çıkmıştı sonunda. Niki, sıcak bir gülümsemeyle elini kaldırdı. "Buradayız, hadi gel." Birkaç arkadaşıyla birlikte bohçalarının üstüne oturan Niki, kızlardan birinin gösterdiği gergefteki nakış işini inceliyordu. Haro, ürkek adımlarla yaklaştı yanlarına. Niki, gergefi bırakıp bohçalardan birini Haro'nun önüne attı. "Gel hadi çekinme, otur şuraya. Bize katılabilirsin." 

Haro, sırtındaki udu önüne alıp yan tarafa bıraktı ve ürkek hareketlerle kendisine uzatılan bohçanın üstüne çöktü. Kızlardan biri kumaş kılıfın içindekini merak ediyordu.  

"Nedir o sırtında taşıdığın şey?" 

"Büyükbabamın udu." dedi gururla Haro. "Çalmasını da o öğretmişti bana."

Niki ve kızların önlerindeki el işleri dikkatini çekmişti Haro'nun. Niki'ye sordu.

"Terzi misiniz?"

"Evet," dedi Niki, "Ben terziyim." Makası almak için dikiş kutusuna uzandı. Çantanın içindekiler Haro'nun ilgisini çekmişti. Bunu fark eden Niki, memnuniyetle anlatmaya başladı. "Bunlar, defne yaprağı ve sarımsak. Yemeklerde defne yaprağı ve sarımsağı  pek severmiş damat bey!" Arkadaşları Niki'ye bakıp kıkırdadı. Niki, istifini bozmadan devam etti. "Amerikan sarımsağının kokmadığından şikayetçi."

Haro, kutuda gördüğü bir fotoğrafı eline alıp dikkatle incelemeye başladı. Takım elbise içinde, orta yaşlarda, kravatlı, bıyıklı, kumral biriydi. Yaşını göstermiyordu, hâlâ yakışıklı sayılabilirdi. Kara kaşlı, kara gözlüydü, düzgün birine benziyordu. Niki, Haro'nun bir fotoğrafa bir de kendisine baktığını görünce açıklamak zorunda kaldı. "Bu onun fotoğrafı, Prothomos'un," dedi. "Amerika'nın Şikago kentinde terzilik yapıyor. Hem erkeklere hem de kadınlara elbise dikecek artık. Kendisine karılık edecek birini istedi, herhangi birini... Yani kim olursa, önemi yok, yeter ki başında dırdır etmesin istiyor..." Niki'nin bu sözleri gemiye bindiğinden beri ilk kez gülümsetti Haro'yu. Niki, kaderine razı bir şekilde boynunu büktü. "Ne yapabilirim? Arkamda bıraktığım dört kadın bana güveniyor." dedi. Haro, girdi söze. "Aşağı yukarı aynı durumdayız, benim de elime bakan dört erkek var." Kader ortağı iki genç kız ısınmışlardı birbirlerine. Niki içten bir gülümsemeyle tanıttı kendini.

"Benim adım Niki," dedi. "Yanımdaki bu altı kız... Hepimiz aynı adada doğduk." Teker teker isimlerini saymaya başladı. "Angeliki, Lemonia,..." Diğer kızlar kendi adlarını söyleyerek sırayla tanıttılar kendilerini. "Katerina", "Margarita", "Antigone", "Maria". Niki, neşeyle bağırdı. " Yaşasın! Limni, Şikago'yu fethedecek." Kızlar hep birlikte kahkahaya boğulurken onların bu neşeli hali Haro'yu hayli şaşırtmıştı. Aklına Antonis gelince birden durgunlaşarak kendinden söz etmeye başladı.

"Adım Haro, Batı Trakya'dan geliyorum. Orada, kendi pastanemizde tatlı ve kurabiye yapıyordum. Depremde dükkânımız yıkıldı. Pastacı bir gençle evlenmek için Kanada'ya gideceğim." Niki, heyecanlanarak açtı gözlerini. "Pastacı mı? Aaa, sakın Limni'den göçmüş olmasın? İnanmıyorum, evleneceğin o pastacı Limnili mi yoksa?" Haro, soğukkanlı bir şekilde başını sağa sola salladı. "Hayır hayır, değil." dedi.

Lombozlardan süzülen güneş ışığının aydınlattığı loş alanlarda ortak kadere sahip yolcular kısa zamanda birbirleriyle kaynaşıp ortama ayak uydurmuş görünüyordu. Yeni bir hayata başlamanın heyecanıyla pek çok olumsuzluğu görmezden gelirken havasız ortama, ayaklarına dolaşan fare ölülerine ve ortak tuvaletlerden yayılan pis kokulara alışmışlardı kısa zamanda. İstedikleri tek şey bulaşıcı bir hastalığa yakalanmadan karaya çıkabilmekti. Zira acentenin kendilerine verdiği bilgiye göre Amerika, bulaşıcı hastalığı olan yolcuları ülkesine kabul etmiyor, geri gönderiyordu.

***

Üçüncü mevki yolcularının ranzalarına çekildiği saatlerde, hayat yeniden başlıyordu bazıları için. Şık tuvaletleri, göz alıcı takıları ve usta kuaförlerin elinden çıkmış modaya uygun saç kesimleriyle ilgileri üzerinde toplayan genç kızlar, ellerinde şampanya kadehleri olduğu halde korkuluklara yaslanmış denizi seyrederken, birbirleriyle şakalaşıyor, kahkaha sesleri ayyuka çıkıyordu. Seçkin birinci sınıf yolcularına kusursuz hizmet verebilmek için özel kıyafetli garsonlar seferber olmuştu. Yolcular arasında tamamı takım elbiseli ve kravatlı beyefendiler, kırmızı fesli tüccarlar, ellerinde pipolarıyla sanatçılar, Rusya'daki devrimden kaçıp İstanbul'a sığınan varlıklı aileler dikkat çekiyordu. Çoğunluğu değişik milletten erkeklerin oluşturduğu davetliler grubunda yüksek sosyeteye mensup, macera peşinde koşan şık giyimli kadınlar da vardı. Bu kadınların tek arzusu, gözlerine kestirdikleri kariyer sahibi, zengin bir erkeğin kendilerini dansa kaldırmasıydı. Işıl ışıl aydınlatılan güvertenin bir köşesindeki orkestradan yükselen renkli bir vals müziği geceyi tamamlıyordu.  Ortadaki dairesel dans pisti davetlileri bekliyordu. Gemi mürettebatından kıdemli bir denizci, genç kızların yanına gelip seslendi. "Hey, kızlar! Haydi, dansa." Kolsuz açık mavi bir tuvalet giyen, beyaz tenli, koyu siyah saçlı güzel bir kızın elinden tutup peşinden sürükleyen denizci, piste doğru ilerledi. Diğer kızlar sıra halinde onu takip ettiler. 

Beyaz gömleğinin üzerine papyon kravat takmış, bıyıklı, orta yaşlı bir saray memuru, halinden son derece hoşnut bir şekilde, kızıl saçlı, zarif, beyaz tenli, genç bir kadını belinden kavramış dans ederken, fesinin tepesindeki siyah püskül bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Biraz ötede yolcuların arasında volta atmakta olan Birinci Kaptan, Amerikalı muhabir Norman'ın el falına bakan kadını görür görmez yanına gitti. Sırmalı denizci elbisesi, kırlaşmış sakalıyla oldukça havalı görünüyordu kaptan. Emine Bacı'yla kadeh tokuşturup gülümsedi.

"Şerefe! Güzel bir parti değil mi? Sanırım herkesin keyfi yerinde." O esnada yanlarına az önce saray memuru ile dans etmekte olan kızıl saçlı kadın geldi. Emine ile öpüşerek selâmlaştılar. Kaptan, "Ooo, Maria'yla tanışıyorsunuz demek!" deyip memnuniyetini gösterdi. Keman ve akordeonun kıvrak nağmeleri eşliğinde olanca canlılığıyla devam ediyordu parti. Çeşitli mezeler, deniz ürünlerinden aperatifler, tatlılar ve kurabiyelerle donatılan açık büfeden arzu ettikleri yiyeceklerin tadına bakan konukların keyiflerine diyecek yoktu.

Geceye uygun açık renk, şık bir elbiseyle katılan gazeteci Norman, tenha bir köşede derin düşüncelere dalmış, sigarasını tüttürüyordu. Yanına gelenleri son anda fark etti. Kaptan, Emine Bacı'yla birlikte genç adamı hararetle selâmladı. "Mr. Harris, sevgili dostum Emine, bana sizin mükemmel bir savaş fotoğrafçısı olduğunuzdan bahsetti." Emine, gururla gülümsedi. Kaptan sözlerine devam etti. "Affınıza sığınarak sizden bir şey rica edeceğim. Doğduğum adanın, Mykonos'un yerel bir gazetesi için portre fotoğrafımı çekmenizi istiyorum. Geminin fotoğrafçısı, şişko Yorgo bu işten hiç anlamıyor. Ne zaman fotoğrafımı çekse gözlerim kapalı çıkıyor." Kaptanın bu şekilde yakınması, Emine ve Norman'ı gülümsetti. Norman bir süre düşündükten sonra içini çekti. "Üzgünüm Kaptan, ne yazık ki fotoğrafçılık günlerim artık geride kaldı."

O sırada acente müdürü Karabulat hemen arkalarına yanaşmış, sessizce konuşmaları dinliyordu. Kaptan arzu ettiği cevabı alamayınca Emine'yle birlikte Norman'ın yanından ayrılmıştı. Norman, can sıkıntısıyla üçüncü sınıf yolcuların açık havada rahat nefes aldıkları alt güverteyi gören bir yerde demir korkuluklara doğru ilerledi. Karabulat, genç adamın peşine takıldı. Bu gece, diğer bütün davetliler gibi o da oldukça şık görünüyordu, siyah takım elbise giymiş, boynuna siyah bir papyon takmıştı. Kederli bir halde sigara üstüne sigara içen Norman'ın arkasından yaklaştı.

"Anladığıma göre," dedi. "Savaş, size ilham veren tek şey!" Norman, beklemediği bir anda karşısına çıkan adamı dikkatle süzdü. Karabulut konuşmasına devam etti. "Demek oluyor ki, erkeksi şeyler hoşunuza gidiyor..." Norman, "Hayır," dedi. "Savaş bana ilham vermiyor." Bir yandan alt güvertede sıcaktan ve havasızlıktan bunalarak kendilerini sere serpe dışarı atmış üçüncü sınıf yolcularını izliyordu Norman. Birden dikkat kesildi. O gün peşinden koştuğu, ancak rıhtımdaki kalabalığın arasında gözden yitirdiği, bekleme salonunda garsonla tartışırken ilgisini çeken kız yine karşısındaydı işte. Birden heyecanlandı. Bir ara başını yukarı kaldıran Niki de, uzun uzun kendisini seyreden Norman'ı fark etmiş, kısa bir süre göz göze gelmişlerdi. 

Karabulat, cebinden bir deste fotoğraf çıkarıp Norman'a gösterdi. Bunlar açık saçık kadın fotoğraflarıydı. Genç gazetecinin ilgisini çekmeye çalışıyordu. Kaşlarını aşağı yukarı hareket ettirip gevrek gevrek güldü. "Heh heh he, şunlara bir bak, ne kadar tatlılar değil mi?" Norman, gülümseyerek cevap verdi. "Şimdiye kadar onlarla ilgilenecek zamanım olmadı bayım." Acar acente müdürü elini uzatarak kendini tanıttı. "Karabulat!" İsim, Amerikalı gazeteciye yabancı gelince gülerek teker teker heceledi adını. "Ka-ra-bu-lat."

Ortak konu bulmak için elinden geleni yapıyor, yakın göz temasıyla karşısındaki kişiyi etkisi altına almaya çabalıyordu Karabulat. "Gürcü'yüm. Memleketim çok güzeldir. İnanılmaz bir doğası var. Fırsat bulursan orada bol bol fotoğraf çekmelisin." Karabulat, istediği muhabbet ortamını yakaladığına gazeteciyi tava getirdiğine inanmaya başlamıştı.

"Odesa limanında faaliyet gösteren bir göçmen acentesi işletiyorum. Gemide şu anda hepsi Rus uyruklu yetmişten fazla yolcum var. Limanda benimle aynı işi yapan diğer dört acentenin temsilcisi sıfatıyla, hepsi kadın ve çocuklardan oluşan beş yüze yakın yolcunun sorumluluğu benim sırtımda." Norman, şaşkınlığını gizleyemedi, gülümseyerek karşılık verdi.

"Tebrikler. Ben sizi erotik fotoğraf pazarlayan biri sanmıştım." Karabulat, gazetecinin verdiği cevabı yadırgamıştı, gülerek tepkisini gösterdi.

"Erotik fotoğrafların nesi varmış? Egzotik şark güzelleri. Gökten inmiş melekler..." Şehvetle dudaklarını büzdü. "Mmm, müthiş çekiciler.." Konu Norman'ı ilgisini çekmese de fazla belli etmedi. 

"Evet, sanırım öyledirler." Beklediği tepkiyi alamayan Karabulat, "Yanlış anlamayın, hiçbiri pornografik değil bunların. Bu bir sanat." dedi. Norman, uzatmak istemiyordu.

"Tabii, elbette, sizi anlıyorum."

Karabulat son sözlerini söyledi. "Pekâlâ, bu tür fotoğraflar ilginizi çeker, görmek isterseniz, 57 numaralı kamarada kalıyorum." Norman elini uzattı. "Tamam," dedi. "Teşekkür ederim. Tanıştığımıza memnun oldum." Aradığını bulamayan Karabulat buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Ben de memnun oldum. Teşekkürler." Adamın ayrılmasıyla beraber sigarasından derin bir nefes daha çekti Norman. Korkuluktan aşağı, alt güverteye doğru baktı yeniden. Niki hâlâ oradaydı.  Genç kızı uzun bir süre izledi. RMS Mauretania Akdeniz sularını yara yara hedefine doğru ilerliyordu.


ÖNCEKİ BÖLÜMLER