KATEGORİLER

28 Aralık 2022 Çarşamba

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) - ARALIK (4. AY)

 Algernon'a Çiçekler - Daniel KEYES 


Çeviren: Handan Ünlü HAKTANIR

Yayınevi: Koridor Yayıncılık

Sayfa Sayısı: 325

Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar: "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünde bu ay sevgili "Dövüşürken Hanımefendi Değilim" arkadaşımız tarafından önerilen Daniel Keyes'in "Algernon'a Çiçekler" romanını değerlendirip tartışacağız. Ocak ayının BKK ev sahibi, "Sevimli Kitaplar" arkadaşımızın seçtiği kitap, yazar Honore de Balzac'ın "Goriot Baba" adlı romanı. Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere keyifli okumalar dilerim. 

Daniel Keyes (1927-1986) New York doğumlu Yahudi bir yazar. Önce kısa öykü olarak yazdığı Algernon'a Çiçekler adlı romanıyla tanınıyor. Kitap bilim kurgu türünde olup zekâ geriliğinden mustarip Charlie Gordon'un günlüklerinden ibarettir. Bazı bölümlerde geçen tıbbi terimlerden yazarın doktor olduğunu tahmin ediyordum. Daniel Keyes, psikoloji eğitimi aldığı halde yazarlığı tercih tercih etmiş. 1966 yılında yayımlanan Algernon'a Çiçekler, sonraki yıllarda pek çok dizi filme, filme ve tiyatro oyununa ilham kaynağı olmuş. 

Mantık dışı fantezi öğeler içeren kitapları pek tercih etmem. Ancak bu kitap insan ve toplumun davranışı ve etik değerleri masaya yatırırken uzak gelecekte gerçekleşmesi mümkün bir olayı gündeme taşımakta. 1999 yılında Princeton Üniversitesinde fareler üzerinde yapılan bir deney tam da kitapta yazılanları kurgu olmaktan çıkaracak gibi. Araştırmanın sonuçlarına göre tek genin eklenmesi öğrenmeyi ve hafızayı geliştirebiliyor. Princeton Üniversitesi araştırmacıları, gelecekte bilim adamlarının, insan zekâsını arttırma yeteneği kazandırmada, demans ve Alzheimer hastalıkları tedavisinin yolunu açabilecek önemli gelişmeler kaydettiklerini, bu çalışmaların bir aşaması olarak genetiği değiştirilen farelerin hafızalarında gelişim tespit ettiklerini belirtiyorlar. 

Kitap Eflatun'un Devlet adlı kitabından bir alıntıyla başlıyor. "Aklı başında olan herkes, insan gözünün iki nedenden dolayı şaşkınlık geçirdiğini ve iyi göremediğini bilir. Birinci neden, insanın aydınlıktan karanlığa geçmesi, ikinci neden ise karanlıktan aydınlığa çıkmasıdır." Bu sözler romanın baş kahramanı Charlie Gordon'un yaşamış olduğu değişimi çağrıştırmakta.

Algernon'a Çiçekler romanının beklentimin üzerinde ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Hikâyenin konusu şöyle:

Charlie Gordon, otuzlu yaşların başında normalin altında zekâya sahip 32 yaşında bir gençtir. Ailesi tarafından dışlanan ve Warren Devlet Bakımevine gönderilmek istenen Charlie, amcasının yardımıyla bir arkadaşının fırınında işe koyulur. Aynı zamanda da okuma yazma öğrenmesi için yetişkin engellilere eğitimi veren Beekman kolejine gider. O sırada zekâyı arttırmayı amaçlayan yeni bir cerrahi tekniği fareler üzerinde başarıyla deneyen Profesör Nemur ve Dr. Strauss için  tam aradıkları kişidir Charlie. Motivasyonuyla dikkatleri üzerine çeken Charlie, öğretmeni Alice Kinnian'ın da önerisiyle denek olmayı kabul eder.

Bu noktada dikkati çeken etik bir sorun söz konusu. Düşük seviyede zekâya sahip bir kişi, sonucu belli olmayan bir deneyde denek olma kararını verebilir mi? Ya da ebeveynleri, yakınları böyle bir kararda nasıl söz sahibi olabilirler? Doktorlar bu deneyde Charlie'nin denek olarak kullanılması ve onlardan onay almak için annesini ve kız kardeşini bulur. Her ikisi de yıllar önce Charlie'yi başlarından atmışlardır, hatta onun Warren Devlet Bakımevinde öldüğüne inanmaktadırlar. Charlie'nin annesi Rose ilginç bir karakterdir. Çocukken Charlie'nin üzerine çok düşer ve aklını kullanması için evlâdına büyük baskı yapar. Charlie kendisi için bir utanç vesilesidir. Çocuğun hastalığını kabul etmez ve şiddet uygular. Birkaç yıl sonra kızı, Norma doğar. Norma, normal bir çocuktur. Rose bunun üzerine hatanın kendisinden kaynaklanmadığını düşünerek kızına zarar vermesinden korktuğu Charlie'yi dışlar. Babası berber malzemeleri satan bir adamdır. Charlie'nin diğer çocuklardan farklı olduğunu görmektedir ve karısının durumu kabullenip anlayışlı olmasını istese de başarılı olamaz. Bu nedenle karısından ayrılıp ayrı yaşamaya karar verir. Norma da okul çağına gelince arkadaşlarının ağabeyi ile eğlenmesinden dolayı aynı annesi Rose gibi rahatsız olmaktadır ve her ikisi de Charlie'yi kendilerini utandıran bir kişi olarak görmektedirler. Charlie'nin denek olması için onayı kardeşi Norma verir, çünkü annesi Rose demans hastası olmuş ve ayrı bir yerde yaşayan kızı tarafından gözetim altında tutulmaktadır.

Gelelim Charlie'ye. Operasyon öncesinde ailesinin kötü tavrını, fırında çalışırken yaptığı sakarlıklar ve beceriksizlikler yüzünden arkadaşlarının alaya almasını, kendisiyle gülüp eğlenmelerini algılamaktan yoksun bir zekâya sahip olduğu için onlar hakkında hiçbir zaman kötü düşünmez. Öyle ki, arkadaşları onunla dalga geçerken düştüğü komik durumlar karşısında onlarla beraber güler. Sonuçta çevresi ve bütün arkadaşları tarafından sevilen mutlu bir insandır. Operasyondan sonra zekâsı ve hafızası süratle gelişir ve kibirli, başkalarını ezmekten, çevresindekilerin kalbini kırmaktan hoşlanan bir karaktere dönüşür. Zekâsı nedeniyle ondan çekinen arkadaşları yanından uzaklaşır, hatta çalışmakta olduğu fırının sahibine şikâyet edip işten atılmasını sağlarlar. Bu durum Charlie'yi iyice yalnızlığa iter. Araştırmaya destek veren vakıf Charlie'ye bir maaş bağlar ve onun kendini geliştirmesinde her türlü desteği verir.

Doktorların tutmasını istediği günlüklerde Charlie'nin önceden yaptığı yazım hataları ortadan kalkmış ve kısa zamanda bir sürü kaynaktan her türlü bilgiyi sünger gibi hafızasına çekmeye başlamıştır. Birçok dil öğrenir kısa zamanda. Bu durum öylesine bir hal alır ki, onu ameliyat eden doktorlardan daha fazla bilgiye sahip hale gelir ve zekâsıyla onları yeneceğini iddia eder. Kendisini ameliyat eden Profesör Norman'ı verdiği bir konferans sırasında rezil eder. Çünkü operasyondan belli bir süre sonra zekâdaki ilerlemenin duracağına ve tersine dönüp belki ilk seviyesinin de altına düşeceğini anlamıştır. Charlie, doktorların bilim dünyasında yer etmek için kendisini bir insan olarak değil, bir kobay olarak kullandıklarını inanmaktadır. Elde ettiği sonuçları kanıtlarıyla birlikte toplayarak "Algernon-Gordon Etkisi" adında bir rapor hazırlayıp yayımlar. 

Zaman ilerledikçe üstün zekâya erişen Charlie, geçmişi, çocukluk günlerini hatırlamaya başlar. Yalnızlığının bir diğer sebebi de duygusal zekâsının aynı oranda gelişmemesidir. Bu nedenle sevgi alışverişinde zorlanmaktadır. Sık sık rüyalarında ve kurduğu hayallerde çocuk Charlie çıkar karşısına. Onu gözlerken adeta kendisine bir şeyler anlattığını düşünür. Bu arada öğretmeni Alice'e aşık olur ve onunla bir ilişkisi olur, ancak zekâsının Charlie'nin kişiliğini değiştirdiğini iddia eden Alice ondan ayrılır. Charlie, kiralamış olduğu evde dansçı komşusuyla yaşadığı ilişkiyi de sürdüremez. Yazar, romanında, bu ilişkilere nahif bir şekilde yer vermesine rağmen ahlâk bekçilerinin hücumuna uğramıştır. Ayrıca yayıncılar hikâyenin mutlu bir sonla bitirilmesi için baskı yaparlar ama yazar bunu kabul etmez. Bu gibi nedenlerle roman bir süre bazı eyaletlerde yasaklı kitaplar listesine alınır. 

Günlüklerde Charlie'nin kobay fare Algernon ile duygusal bir iletişim kurduğunu görüyoruz. Algernon ilerleyen zaman içinde beklendiği gibi zekâ üstünlüğünü kaybeder ve sonra ölür. Charlie onu alıp oturduğu evin bahçesine gömer. Kendisinde meydana gelen gerilemenin de farkındadır. Hafızası zayıflamış ve günlüklerini yazarken yeniden yazım hataları yapmaya başlamıştır. Hiç hatırlayamadığı babasını, annesi Rose'u ve kız kardeşi Norma'yı ziyaret eder. Babası onu tanımaz bile. Diğerlerinin hatalarını yüzlerine vurmaz ikisini de sevgiyle kucaklar. Daha önce çalıştığı fırına gider iş yeri sahibi ile görüşüp kendisine bir şans daha vermesini ister. Zekâ düzeyinin eski haline gelmesiyle birlikte arkadaşları onu kucaklar ve yeniden aralarına alır, böylelikle eski düzenine kavuşmuştur. Charlie günlüğünün son sayfalarında kader arkadaşı gördüğü Algernon'u unutmaz ve günlüğüne evinin arka bahçesindeki Algernon'un mezarına çiçekler bırakılmasını ister. 

Dramatik bir finale sahip romanın psikolojik yönü etkileyiciydi. Zeki insanlar daha yalnız, daha mutsuz olurken zekâsı normal seviyenin altındaki kişilerin daha geniş arkadaş çevresine sahip ve daha mutlu olduklarına şahit oluyoruz. Bunun doğruluğunu çevremizden gözlemlemek mümkün aslında. Ben ileri zekalıyım diyerek kibirle dolaşan insanların aslında yalnızlık acısı çektiğini düşünebiliriz. Zekâsı normalin altında olan kişiler ise kendileriyle dalga geçilmesi halinde bile durumu kavrayamadıkları zaman daha mutlu olabiliyorlar. Şantiyelerimden birinde yaşadığım bir olay geldi aklıma. Aynı Charlie gibi, Yaşar adında zekâ özürlü,  bir genç vardı. Kontrol şefinin önerisi üzerine sigortalı işe almıştım. Tuvaletler dahil her türlü temizliğin hakkını vererek yapıyordu. Maaş günü gelince iyice keyiflenirdi. Sanırım o zamanlar yeni banknotlar çıkmış, muhasebe ona bütün para verince gidip kontrol amirine beni şikayet etmişti. Olayı öğrendikten sonra muhasebeyi aradım. Muhasebe bu kez Yaşar'a aynı parayı daha küçük parçalara bölerek verince dünyalar onun olmuştu. Çevresindeki arkadaşları çok uğraşırdı Yaşar'la. Fakat onlara Charlie gibi gülmez, eğlenmelerine, kendisiyle uğraşmalarına bozulur bana ya da kontrol amirine şikayet ederdi. Şantiye süresince hep koruduk onu, şimdi ne alemde kim bilir?

27 Aralık 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 175

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Gelişmiş ülkelerde doğum oranının önümüzdeki 50 yılda düşeceği tahmin ediliyor ve ayrıca 2030 yılında gelişmiş ülkelerdeki nüfusun üçte birinin 65 yaş üstü olacağı öngörülüyor. Bu tahminlerin gerçekleşmesinin gelişmiş ülkelere ne etkileri olabilir? Bu durumu çözmek için bu ülkeler şimdi ne yapabilir?"

Gelişmiş ülke vatandaşlarına gelişmemiş ülke vatandaşları tarafından yol göstermek, tavsiyelerde bulunmak her ne kadar ironik görünse de bizler gibi her konuda fikir sahibi Türk vatandaşları için yadırganacak bir durum değil. Gelişmiş ülkelerin her türlü yolu deneyip ekonomimizi çökerttiği bu günlerde insanlığımızı gösterip onlar için elimizden gelen yardımı esirgemeyelim yine de. 

Sorunun girizgâh kısmında belirtildiği üzere gelişmiş ülkelerdeki toplam nüfus azalırken yaşlı nüfusun artış gösterdiği bir gerçek. Bu durum bence gelişmişliğin bir göstergesi. Önemli olan nicelik değil niteliktir. Teknolojik ilerlemenin sonucunda insanın beden gücüne olan ihtiyacı azalırken beyin gücüne ihtiyacı artıyor, batının gelişmiş devletleri, gelişmemiş ülkelerdeki zeki insanları cazip koşullarla bağırlarına basmakta. 

Artan yaşlı nüfus, sağlıktaki gelişmelerin ve hijyen koşullarının iyileştirilmesinin bir sonucudur. Gelişmiş ülkeler yaşlı insanlarına her türlü hizmeti sunarken gençliklerinde ülke yararına yaptıkları çalışmaları karşılığında takdir edilesi bir vefa örneği göstermekte. Sadece yaşlıları için değil, gelişmiş ülkeler, çalışma saatlerini düşürmek suretiyle vatandaşlarına aileleriyle ilgilenebilmeleri, insanca yaşayabilmeleri, kendilerini geliştirmeleri, spor ve sanatla ilgilenmeleri ve refah düzeylerini arttırmaları için yeterli zamanı ayırmak hususunda çaba sarf ettiklerini görüyoruz. 

Gelişmiş ülkelerde genç nüfusun azalması bazıları için büyük sorun olarak değerlendirilmesine karşın şahsen aynı fikirde olmadığımı söylemek isterim. Zira günümüzde makineleşme, teknolojik yenilikler, robotların ve yapay zekânın gelişmesi beden gücüyle çalışan insana olan ihtiyacı gittikçe azaltmakta. Gelişmiş ülkeler gerekmesi halinde, özellikle hizmet sektöründe ihtiyaçları olan işgücünü az gelişmiş ülkelerden tedarik edebilirler.           

Çağımız değişiyor. Eskiden güç deyince kafa sayısı gelirdi akıllara. Bizim gibi ülkelerde aşiretler, cemaatler, tarikatlar kendilerine tabi olan nüfuslarıyla gösterirler güçlerini. Gelgelelim bu güçler, insanlık yararına ne yapmış, yandaşlarına, müritlerine ne fayda sağlamış? Savaşlarda, iç çatışmalarda kolaylıkla harcanmaktan, sömürülmekten başka ne işe yarıyor sayıları? 

Önemli olan eğitimli, sorgulayan insan yetiştirmek. Batının gelişmiş toplumları bunu başarıyor. Bizim gibi geri kalmış toplumlar, reislerinin en az üç çocuk istemeleri, savaşların ve iç çatışmaların sonucunda meydana gelen büyük göçler yüzünden cehalete kucak açmakta. Sonuçta açlık, sefalet, gözyaşı, şehitler, cinayetler, intiharlar...

Gelişmiş ülkelerin içi rahat olsun derim. Onlar için tek sorun nüfuslarının azalması. Bence nüfuslarını arttıramıyorlarsa sabit tutsunlar. Benim tavsiyem bu yönde. Eskiden ortalama yaşam süresi 60-70 yıl iken artık 90 küsurlara gelmiş. Bu durum zamanla yerine oturacaktır. Ölenle doğan sayısı eşitlenirse mesele hallolmuş demektir. Bunu cazip hale getirmek medeni bir ülke için çocuk oyuncağı. Diğer bir husus da kontrolsüz göçlere karşı önlem alınması. Bu gelişmiş ülkeler için daha büyük bir sorun. Zira bunun en önemli sebebi kendileri. Gelişmiş ülkeler geri kalmış ülkeleri yıllardır iliğine kadar sömürmeye devam ederken kendi kuyularını kazdıklarının farkında değiller. Ne oluyor, sömürülen ülkeler aç kalıyor, iç çatışmalar, savaşlar çıkıyor ve bu durum büyük göçlere neden oluyor. Doğrusu bu durum gelişmiş ülkelerin medeniyetlerine sürülmüş kara bir leke. Neticede insan, fıtratında var egoizm. Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerin insafa gelmelerinden medet ummamalı ve kendi insanlarının köle haline getirilmesine izin vermemeli. Bunun olamayacağını biliyorum elbette!

Özetle, gelişmiş ülkeler için yaşlı nüfusun artmasını sorun olarak görmüyorum. Bununla birlikte aynı durum bizim gibi az gelişmiş, geleceğe dair hiçbir konuda plânlaması olmayan, otokrat yönetime sahip ülkelerde ciddi bir problem. Bu sorunun ülkemiz üzerindeki etkileri ve bizim bunu nasıl aşabileceğimize dair çözüm önerileri konunun kapsamı dışında kaldığı için burada yazıma son veriyorum. 

20 Aralık 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 174

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Bugünlerde çocuklar internette çok vahşi oyunlar oynuyorlar. Bu durum acaba dünya üzerindeki büyük şehirlerde şiddet ve suçun artmasının bir nedeni olabilir mi?"

Evet, olabilir, fakat tek neden bu değil. Şiddet ve suçun artmasının yüzlerce nedeninden biri olabilir ancak. Bu tür oyunların en büyük tehlikesi çocukların psikolojisini bozması ve yarattığı bağımlılıktır bence. Yakın çevremden biliyorum, bilgisayar oyunları çocukların derslerini olumsuz etkilemekte, pek çoğu bu yüzden okullarını yarım bıraktılar. Bazen oyuna kapılıp öylesine hırslanıyorlar ki, kaybettiklerinde kendilerinden geçip kapı pencere kırıyor, çevrelerine zarar vermeye başlıyorlar. 

Bu tür oyunların çocuk psikolojisini nasıl etkilediğini ya da şiddete, suça meyletmesinde ne kadar pay sahibi olduğunu düşünmek kimsenin aklına gelmiyor. Bu konuda araştırma yapan üç beş eğitmen ya da bilim insanı makale yazmış olsa bile hiçbir yöneticinin bunlara aldırdığı yok. Saldım çayıra Mevla'm kayıra! Sadece bilgisayar değil TV de gösterilen abuk subuk programlar, algı oluşturan, şiddete yönelten diziler, filmler çocukların gelişimini olumsuz etkilemekte. Filmin başına yaş sınırı koymak ya da şiddet, cinsellik içerdiğini belirtmek sorunu ne ölçüde ortadan kaldırabilir?

Eskiden çocukların ne tür oyunlar oynadıklarını anlatarak konu dışına çıkmak istemem. Ancak çocuğun gelişmesi, sosyalleşmesi gibi pek çok bakımdan eski dönemdeki oyunları bugünkü bilgisayar oyunlarına tercih ettiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. 

Gözlemlediğim kadarıyla bilinçli aileler bebek sayılabilecek yaştaki çocuklarını bu tür oyunlardan mümkün mertebe uzak tutuyorlar. İlginçtir, akıllı telefonda bir çizgi film videosunu istisnasız bütün bebekler adeta hipnotize olmuşçasına izliyor. Adeta başka bir aleme giriyorlar, kopuyorlar bu dünyadan. Bu arada anneler faydalı buldukları fakat çocuğun hiç hoşlanmadığı mamaları fırsat bu fırsat deyip ağızlarına tıkıyorlar. Bu yemek faslı bu tür oyunların faydalı bir yönü olabilir ancak bütün gününü dünyadan bihaber akıllı telefon ekranında geçiren çocuktan ne hayır gelebilir?

Sadece çocuklar değil üniversite bitirmiş koca koca insanlar bile bilgisayar oyunlarına kaptırmışlar kendilerini. Öyle ki, bu konuda koca bir endüstri oluşmuş. Bir de yüzbinlerde genç ve çocuk takipçiye sahip kanallarda bu oyunların geyiği yapılıyor. Bunu anlamam mümkün değil. Yasaklansın demiyorum ancak çocukların ve gençlerin neden kendilerine faydadan çok zarar veren bu tür alışkanlıklara kaptırdıkları bunların yerine hangi faydalı işlerin konulabileceği ayrı bit araştırma konusu.   

12 Aralık 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 173

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Okullarda öğretmenler öğrencilerin okuma ve yazma becerilerini geliştirmek için onları bilgisayardan uzak tutmalı mı?"

Sevgili Deep'in yazısını okumadan önce muhtemelen bu soruya gereken cevabı veremezdim. Bilgisayar ve internetin yaygınlaşmasından sonra öğrencilerin okuma ve yazma becerisi kazanmalarındaki yol ve yöntemlerin değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak bunun yasakçı bir zihniyetle sağlanacağını hiç sanmam. 

Geniş düşünmek lâzım bence. Gelişmelere ayak uydurmak gerek. Eskiden kullandığımız mektup, telgraf gibi iletişim araçları tarih olma yolunda. Zaman gelecek, belki yazma aracı olan kalem bile içi mürekkep dolu hokkalara daldırılan kuş tüyleri gibi ortadan kalkacak. Fakat bu geçiş dönemini kendi haline bırakmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Elbette insanın duygu ve düşüncelerini ya da bir dilekçeyi, e-maili, en basitinden başkasına iletmek istediği bir notu doğru şekilde yazması ve bu şekilde başkası tarafından yazılmış bir kitabı, bir notu ya da herhangi bir belgeyi tam olarak idrak edebilmesi son derece önemli. Bilgisayarda yazılan metinler de yazım ve imla kurallarına uygun, noktalama işaretleri doğru yerlere yerleştirilmiş olmalı. 

Artık öğrencilerin kitap, defter, kalem ve silgi gibi araçları taşımasına ne hacet. Bir dizüstü bilgisayar yeter. Hani imkân olsa da, çocuklar okula sadece bilgisayarlarıyla gidebilseler. Bizim zamanımızda Türkçe'nin yanı sıra yazı, kompozisyon gibi dersler vardı, el yazısı için kullandığımız çizgili defterleri hatırlıyorum. Şimdi okullarda el yazısı öğretiyorlar mı bilmiyorum fakat normal yaşamda bir zorunluluk olmadığı aşikâr. Güzel yazmak gerekli mi? Hattat olacaksan belki, fakat hangi meslekten olursan ol bence bundan böyle bu bir ihtiyaç değil. Eskiden reçeteler doktorların çarpık harfleriyle adeta sıradan insanlar anlayamasın diye son derece düzensiz yazılırdı. Öyle ki, kötü yazan birine, ne biçim o yazın, doktor yazısı gibi denildiğini biliyorum. Artık devlet kurumlarında çalışan doktorların internet üzerinden yazdıkları reçeteleri eczanelere sunulmak üzere hastalarına verdikleri bir kod numarasına indirgedikleri herkesin malumu. Bu uygulama özel sağlık merkezlerine ve özel muayenehanesi olan hekimlere de yaygınlaştırıldığında yarın reçete nedir diye soran torunlarınıza eskiden onunla alırdık ilâçlarımızı diye anlatırsınız. 

Yani okumayı artık bilgisayarla öğrenmeli çocuk. Kalem defter kullanımı belki on yıl sonra sadece geri kalmış toplumların eğitimi için gerekli olacak. Bu konuda uzman değilim, eğitimcilerin işi bu, fakat anlatmak istediğim sınıfların, öğretmenlerin kaldırılması değil. Sınıfta çocuklara okumayı bilgisayar yardımıyla öğretmenin zor bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Yazma konusunda sınıfta öğretmen çocuğun bilgisayarında yazım hatalarını düzeltme özelliğini devreden çıkarttırarak doğru yazıp yazmadığını denetleyebilir. Kitap masrafına bile gerek yok aslında. Hangi kitaplar okunacaksa öğrencilerin bilgisayarlarına yüklenebilir. Bilgisayarın yapamayacağı şeyler öğretilmeli sınıflarda. Sözgelimi düzgün konuşmayı, başkalarına saygılı olmayı, ahlâklı olmayı, aklını kullanmayı, sanata ve spora severek ilgi duymayı...

Muhtemelen bu değişim bazı çevrelerin hoşuna gitmeyecek. Okullarda milli tarih, milli din, milli bilim öğreterek kendi ideolojileri doğrultusunda çocukların beyinlerini yıkamaya devam etmek isteyecekler. Evrim teorisini öğrenmesinler, Kur'anı Arapça okusunlar da içinde ne inciler olduğunu anlamasınlar, vatan millet edebiyatı yaparak genç dimağlara düşmanlık aşılasınlar diye ellerinden geldiğince amaçlarına hizmet etmesi için yazdırdıkları kitaplara sarılacaklar. Ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar sonunda çocuklar iyiyi ve kötüyü görme ve doğru olanı seçme özgürlüğüne kavuşacaklar. Bu elbette bilgisayar ve internet sayesinde olacak. Eskiden doğru olarak kendilerine dikte edilen bazı yanlış bilgilerin yanında doğru bilgilere de ulaşma imkanını bulacaklar. Şahsen bu konuda iyimserim. İnternet çağı dünyanın düzenini daha da değiştireceğe benziyor.     

BİR YAHUDİ AİLESİ - BRIGITTE PESKINE

Kitabın Adı: BİR YAHUDİ AİLESİ / 2

Yazar: Brigitte PESKINE 

Sayfa Sayısı: 288

Yayınevi: İnkilâp Yayınları

Çeviren: Aylin YENGİN

Türü: Roman

Paris doğumlu yazar, Brigitte Peskine (1951-2020) yazmaya başladıktan sonra Strazburg'a taşındı. Dört yıl sonra kocası ve çocuklarıyla birlikte Venezuela'da yaşamaya karar verdiler. 1981 yılında Paris'e dönüp çocuk ve yetişkin edebiyatında eserler veren yazar, romanlarının yanı sıra senaryo yazarlığı, TV programcılığı yaptı ve iki de denemesi yayımlandı. Bir Yahudi Ailesi, orijinal adıyla Buena Familia, yazarın yedinci romanı. İkinci Dünya Savaşı'nın Ateşinde, ailenin  yaşamını konu eden romanın 1935-1955 yılları arasında geçen ikinci bölümü. Henüz okumadığım ilk bölümde hikâyenin baş kahramanı Rebecca Gategno'nun İstanbul'da, bir yahudi mahallesinde geçen çocukluk ve gençlik yılları anlatılıyormuş. Birinci Dünya Savaşı yıllarını da kapsayan bu dönemde ailesinden ilgi ve destek görmediğinden yakınan Rebecca yaşamının her döneminde Hasköy'deki evlerini, oradaki aile ilişkilerini her fırsatta hatırlamadan edemiyor yine de. 

Kurgu bir hikâye olmasına rağmen roman, kalabalık yahudi ailesi fertlerinin dünyanın farklı köşelerine sürüklendiği acılarla dolu yaşamı gerçek bir yaşam öyküsü tadında gerçekçi bir dille aktarıyor okura. Yazar, yaşamının bir bölümünü geçirdiği Güney Amerika ülkesi Venezuela'ya Rebecca'nın yaşamında yer vermek suretiyle ülkedeki siyasal çatışmaların ve iç savaşın aile üzerindeki etkilerinden bahsediyor.

Rebecca Gategno, idealist bir karakter fakat kader onu kuru bir yaprak gibi önüne almış sürüklemekte. Ailesinin isteği üzerine, bir hastalık sonucu geride üç çocuk bırakarak yaşama veda eden ablasının yerini almasıyla ilk darbeyi alıyor. Sırf çocuklar ortada kalmasın diye Paris'te eniştesiyle evlenmesi geleneğin bir parçası. Rebecca'nın en büyük destekçisi, çocukluk yıllarını birlikte geçirdiği, farklı bir anneden doğmuş kız kardeşi Simone. Çocuklar büyüdükten sonra Simone onu yaşamakta olduğu Venezuela'nın başkenti Caracas'a çağırıyor. Orada zorunlu olarak evlendiği ilk eşinden boşanarak hayatının aşkı Maurice ile evleniyor ve kısa süre sonra biri kız diğeri erkek ikiz çocukları oluyor. Rebecca'nın kafasına yakın bulduğu diğer bir kişi de Simone'ın bir gecelik ilişki sonucu dünyaya gelen oğlu Jacques. Jacques ve Rebecca'nın eşi Maurice ülkedeki faşist dikta rejimine karşı eylemlerin içinde yer alıyor ve sürekli gizlenmek zorunda kalıyorlar. Rebecca yalnız başına zor şartlar altında çocuklarını büyütmeye çalışıyor. Yakalandığı bulaşıcı bir hastalık nedeniyle kızı Sarah'ı dört yaşında kaybettikten sonra ikizlerden Meir'i yanına alıp Simone'a sığınmak zorunda kalıyor. Bu arada kendini yazmaya veriyor, öyküler ve Kızılderilileri konu alan bir roman yazıyor. Rebecca oldukça geniş bir aileye sahip. Sık sık aile içi evlilikler yapılıyor. Sekiz kardeşten her biri ve onların çocukları farklı ülkelerde İkinci Dünya Savaşı yıllarının sıkıntılarını yaşıyorlar. Simone bir süre sonra sakat doğan kızı Regine'i ameliyat ettirmek için Amerika'da yaşayan oğlu Leon'un yanına gidiyor. Kardeşlerden biri üç çocuğuyla Cezayir'de yaşıyor. Aradaki mesafelere aldırmadan aile bireyleri birbirinden kopmuyor zaman zaman bir araya geliyor ve aralarında mektuplaşıyorlar. Paris'te kalıp kurtulmayı başaramayanlar elbette Hitler'in zulmüne uğrayıp toplama kamplarına gönderiliyor. Kızı Sarah'ı kaybetmenin acısına dayanamayan Rebecca, aile bireylerinin akıbetini araştırmak üzere Paris'e gidiyor. Orada toplama kampından kurtarılan Jacques'ın sevgilisi Hannah'ın arkadaşı Flora'yla tanışıyor. Venezuela'ya döndüğünde eşi Maurice faşist diktatörü devirmiş ve ülke yönetimini ele geçirmiştir. Fakat karşı devrimciler faaliyetlerine devam etmektedir. Yeniden Venezuela'ya dönen Rebecca, Rodos adasında 1600 Yahudi'yle birlikte gemilere yüklenip toplama kampına götürülen Flora'nın yaşadıklarından etkilenip yeni bir roman yazıyor. Yazdığı kurgusal öyküde Flora'nın adının geçmesinin genç kızı rahatsız edeceğini düşünen Rebecca bunu kendisine dert etmektedir. Psikolojik bunalıma giren Rebecca tedavi olduğu sırada romanı çalınır. Bu arada oğlu Meir büyümüş ve yeni kurulan İsrail devletinde yaşamaya karar vermiştir. Maurice biraz durulmuş ve o da bir roman yazmıştır. Yazdığı roman tesadüfen bulunan Rebecca'nınkinden daha fazla tutulur. Maurice, Rebecca'nın arzusuna göre arayıp satın aldığı bir sayfiye evinde son yıllarını hastalıkla geçirir ve yaşamı sona erer. Öykü Jacques'ın Rebecca'ya Paraguay'dan yazdığı kısa bir mektupla son bulur. Mektupta Jacques, Hannah'dan olan ve Sarah adını verdiği çocuğu ile birlikte Rebecca'yı İstanbul'da tarihi bir yolculuğa çıkarmayı teklif etmektedir.

İkinci Dünya Savaşı'nın Ateşinde Bir Yahudi Ailesi, sadece olayların birbiri arkasına sıralandığı bir roman değil. Rebecca karakterinde Yahudi bir kadının yeni bir hayat kurma mücadelesinde aile bağlarından kopamamanın verdiği sancıları ve yaşadığı ruhsal sıkıntıları konu ediyor. Tahmin ettiğimin aksine Yahudi soykırımında yapılan zulümlerin, acıların detayına pek inilmiyor. Rebecca, Siyonizm idealine uzak fakat ister istemez "Buena Familia" dediği ailesinin ve köklerinin adet, gelenek ve göreneklerinden kurtaramıyor kendini. Bu yönüyle roman psikolojik özellikler de taşıyor. 

"Saçlarım bembeyazdı, ama elli yaşında göstermiyordum. Derler ki, deliler hiç yaşlanmazmış. Tam anlamıyla deli sayılmazdım. Boştum yalnızca. İnsan boş olduğunda mutsuz değildir. Mutlu da değildir. Zaman geçer, hepsi bu. Canı acır, canı inanılmaz derecede acır, bu yüzden uzaklara gider, hep daha uzağa, acıyı arkasında bırakmak için. Durup dinlenmeden. Sürekli başka yerlere."

Kitabın arkasında sonradan fark ettiğim karışık bir soyağacı çizelgesi var. Yaklaşık otuz kişinin yer aldığı tabloda ismi geçenlerden çoğu romanın bir yerinde karşımıza çıkıyor. Romanı gerek konusu gerekse anlatım tarzı bakımından beğendim. Okuduktan sonra benimki de hayat mı diyesi geliyor insanın. Yazar öylesine gerçekçi anlatmış ki hikâyeyi, yaşadıklarım, Rebecca'nın yaşadıklarının yanında ne kadar yavan kaldığı hissi kaplıyor içimi. Romana ilk bölümünden başlamak tercih edilse de doğrudan ikinci bölümü okumak pek bir şey kaybettirmiyor. İlginç yaşam öykülerinden hoşlanan okurlara öneririm. Bu arada, çevirisinin de gayet iyi yapıldığını söyledim mi?      

7 Aralık 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 172

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Eskiden anlamadığınız ama şimdi anladığınız bir şey var mı?"

Mesleki bilgilerim dışında bir şey gelmiyor aklıma. Fakat soruyu eskiden anladığınızı sandığınız ama şimdi "gerçekten" anladığınız bir şey var mı şekline getirirsek muhtemelen epey şey çıkar. Zira insan her şeyi anladığını sanır fakat gerçeklerle yüzleşmediği takdirde yanıldığını anlayamaz. Aldanmaya müsait varlıklarız. Bazen tesadüfen bazen öğrenerek, bazen de zamanla ne kadar yanıldığımızın farkına varır ve gerçeklerle tanışırız. Kuşkusuz hepimiz gerçeğin peşindeyiz fakat gerçeğin ne olduğunu bile anlamış değiliz. Sadece ben değil, tüm insanlık varoluş nedenini, uzayın ve zamanın sonsuzluğunu anlama seviyesinde değil. Bunlara kendince cevap bulanlar arasında dahi bir fikir birliği yok. İnanç sahipleri, her şeyin sahibi, kudretli bir yaratıcının varlığı konusunda birleşirler ancak kafalarındaki tanrı hayali birbirini tutmaz. Tanrı mefhumunun insanın idrak kapasitesi üzerinde olduğunu iddia ederler ki bu onu anlamayı daha da güçleştirir.

Bilmek herhangi bir konu hakkında başlangıç, anlamak ise o konuda uzmanlaşmaktır. Anlamak, bilmekten çok daha derin bir seviye gerektirir. Bir şeyi anlamak uzun zaman alabilir; oysa bilgi daha erken edinilebilir. Anlama konusu beyinde işlenir, bir kişinin, nesnenin, olayın ya da başa çıkılması gereken kavramların üzerinde düşünme gerektiren bir süreçtir. İşte yukarıda bahsettiğim anlaşıldığı sanılan pek çok şey bilmek şeklinde tezahür eder çoğu zaman. Ben burada size eskiden anladığımı sandığım (aslında anlamadığım) ve bir zamanlar küstah bir tavırla bildiğimi iddia ettiğim ancak daha sonra okuyarak, öğrenerek, tecrübe ederek ve aklımı kullanarak anladığım kanaatine vardığım bazı örnekler verebilirim. Bu yanılgılardan çoğunun aileden, okuldan ve çevreden edindiğimiz bilgilerden kaynaklandığı aşikâr.

Ancak bu vereceğim ilk örnek ne aileden, ne okuldan ne de çevreden kaynaklı. Üniversitenin son yılına kadar patlıcan sebzesinin dahil olduğu hiçbir yemeği ağzıma koymazdım. Bugün patlıcanın girdiği tüm yemeklerin muhteşemliğini geç de olsa anladığım için bahtiyarım. 

"Demokrasi halkın egemenliğine dayanan, halkın kendi kendisini yönettiği bir yönetim sistemidir." Evet, düzenin nasıl işlediğini öğrenene dek demokrasinin halkın egemenliği olduğu safsatasına inanıyordum. Şimdi demokrasinin eğitimsiz toplumlarda büyük bir kandırmacadan ibaret olduğunu anlamış bulunuyorum. Yaklaşık 2500 yıl önce antik Yunan filozofu Platon'un "eğitimsiz kitleler demokrasiyle diktatörlerini seçer" sözünün yanı sıra Hitler'in iktidara gelişi ve bugün ülkemizde yaşadığımız durum bu kanaate varmam için yeterli sanırım.

Yobaz olmayan ancak dinine bağlı bir ailede büyüdüm. Din, vatan, bayrak, ezan, şehit gibi kavramların bir anlamı vardı çocukluk hatta gençlik yıllarımda, her birinin kutsallığına inanır, saygı gösterirdim. Bugün bütün bunların birer sömürü aracı olarak kullanıldığını ve içlerinin boşaltıldığını anlamış bulunuyorum.

İnsanların dış görünüşüne bakıp sözlerine inanırdım, bu kadar egoist, çıkarcı, yalancı olabileceklerine ihtimal vermezdim. Artık şeytanın, insanın yaptığı kötülükler karşısında, daha beterini yapamam diyerek dünyayı terk ettiğini düşünüyorum. Anladığım kadarıyla bu böyle...      

Bir konu daha var ki, inanç sahiplerini üzmek istemem fakat düşüncemi saklarsam riyakârlık edeceğimi biliyorum. Üniversitenin ilk yıllarına kadar dinimi cansiperane savundum. Kutsal kitabı Arapça olarak okuyordum. Birileri çıktı karşıma, yahu dedi, senin kutsal bellediğin kitap kadınlarınızı dövün diyor. Yok dedim, vallahi inanmam! Aldım Türkçe mealini, tefsirini okudum. Yine inanmadım, dış güçler bana farklı bir kaynak vermiş olmalılar, dedim. Başkalarına baktım, üç aşağı beş yukarı aynı. Sadece bu mu daha başka neler neler okudum ve şaşkına döndüm. Yok dedim, olamaz dedim, bu kitabın her şeye gücü yeten bir yaratıcı elinden çıkmasının mümkün olmayacağını anladım. Elbette daha sonra bu anlayışım cennet, cehennem, erkeklere verilen huri tasvirleri, hadis ve menkıbelerden öğrendiklerimle perçinlendi.

Okul çağlarında edebiyat bana o kadar fuzuli bir uğraş gelirdi ki! Değerli eşimin edebiyatçı olması sayesinde kitap okumanın değerini anladım. Dünyaya, hayata bakış açım değişti.

6 Aralık 2022 Salı

YERALTINDAN NOTLAR - FYODOR DOSTOYEVSKI

Kitabın Adı: YERALTINDAN NOTLAR

Yazar: Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI

Sayfa Sayısı: 151

Yayınevi: Türkiye İş bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Nihal Yalaza TALUY 

Türü: Roman

Yeraltından Notlar kitabında, Dostoyevski toplumun aydın kesimlerine ve düzene karşı bir nevi meydan okuyor. Rus yazarın Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler gibi dev eserlerinin bir  habercisi olarak kabul edilen bu kısa romana uzun hikâye olarak da kabul edilebilir aslında. Konusu, St. Petersburg'da yalnız başına yaşarken varoluş krizleri içinde debelenen kırk yaşındaki bir memurun bilinçaltında oluşan çatışmalarının dışavurumu şeklinde özetlenebilir. 

Fyodor Dostoyevski'nin bir kez daha gönlümü fethettiğini söylemekle başlayayım satırlarıma. Romanın baş kahramanı olan isimsiz şahıs, aynı zamanda baştan sona tek anlatıcı. Yazar, bu kahramana bir isim verseydi eğer, muhtemelen Bazarov ya da Oblomov gibi akıllardan silinmeyecek bir karakter çıkardı ortaya. Kitabın adı, legal olmayan, gizli bir takım entrikaları çağrıştırsa da, önce şu "yeraltı" sözcüğüne açıklık getirmekte fayda var. Yazar "yeraltı" sözcüğüyle roman kahramanının iç dünyasını, bilinçaltını kastederken, insanın dışa açılan yüzü için ise "canlı hayat" sözcüğünü kullanıyor. 

Kahramanımız çevresiyle uyum sağlayamadığı için kendini yalnız hisseden, kompleksli, sık sık hezeyanlar geçiren arızalı bir tip. Bunun kendisi de farkında aslında. Daha kitabın başında şu sözlerle belli ediyor kendini.

"Ben hasta bir adamım... Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben. Galiba karaciğerimden zorum var. Doğrusu hastalığımın ne olduğunun da farkında değilim ya, hatta neremin ağrıdığını bile iyice bilmiyorum."

Adamcağız bir bakıyorsunuz değişiyor, benim neyim eksik havasına girerek az önce dediklerinin aksi bir düşünce içerisinde buluyor kendini. 

"Kendimi daima etrafımdakilerin hepsinden akıllı sayar, hatta inanır mısınız, bazen de bu yüzden utanç duyardım. Zaten hayatımda kimsenin yüzüne doğruca bakamaz, hep bakışlarımı kaçırırdım."

Yazarın her cümlesinden büyük keyif alıyor insan. Roman iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde kahramanımız büyük bir içtenlikle okuru karşısına alarak içini dışını döküyor. Böylelikle kafasında neler döndüğünü, nasıl biri olduğunu yani hem içini hem dışını anlatıyor. İkinci bölümde ise yaşadığı bir olaydan bahsediyor. Açık söylemek gerekirse ilk bölümde nasıl bir adam bu, bir dediği bir dediğini tutmuyor diyerek anlamaya çabaladım. Öyle ki, bir şeyler anlatırken okurla diyaloga geçip, inandınız mı bu söylediklerime, elbette öyle değil, sizi kandırdım ben diyecek kadar kafa buluyor. 

Roman sadece komik yanları olan sıradan bir kitap değil. Aforizmalarıyla, felsefi, sosyolojik, siyasal ve psikolojik yönleriyle insanı düşünmeye sevk eden muhteşem bir eser. Toplumun ve tabiatın insana biçtiği role isyanını varoluşçu fikirlerle ortaya koyuyor aynı zamanda. 

"Doğa size danışmaz; beğenmediğiniz, şahsi istekleriniz ona vız gelir... Hey Tanrım, ya herhangi bir sebeple bu kanunlarından, iki kere iki dört etmesinden hoşlanmıyorsam, tabiat kanunlarından, iki kere ikinin dört etmesinden bana ne? Şüphesiz böyle bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim, ama karşımda gücümün yetmediği bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam.

İnsanda tekrar tekrar okuma hissi uyandıracak böylesine bir kitapla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Roman aynı zamanda pek çok tiyatroya konu olmuş, filmleri çekilmiş. Kitabı okuduktan sonra Zeki Demirkubuz'un yönettiği, başrolde Engin Günaydın rol aldığı 2012 yapımı filmi de beğenerek izledim fakat kitabın yeri bambaşkaydı elbette.

İkinci bölümde nadiren görüştüğü bir arkadaşını ziyaret eder kahramanımız. Orada tanıdığı birkaç arkadaşı daha vardır. Sohbet sırasında ortak arkadaşlarına sürpriz bir veda yemeği vermeye karar verirler. Kahramanımız zorla da olsa bu yemeğe davet ettirir kendini. Zorla diyorum çünkü arkadaşları onun arızalı bir tip olduğunu ve yemeğin tadını kaçıracağını az çok tahmin etmektedirler. Nitekim yemekte beklendiği üzere bizimki biraz da alkolün etkisiyle sapıtır. Arkadaşları onu restoranda  bırakıp bir randevuevine gitmek üzere yanından ayrılır. Adamımız hayal meyal gidecekleri yeri hatırlamış ve bir arabaya atlayıp peşlerine takılmaya karar verir. Gittiği yerde arkadaşlarını göremese de orada çalışan bir fahişeyle aralarında hayata dair ilginç diyaloglar gelişir. Sabaha karşı kadının yanından ayrılırken ona adresini bırakır. Kahramanımız bir yandan kadının kendisini ziyaret etmesini beklerken bir yandan içinde bulunduğu sefil durumunu göstermek istememektedir. 

"Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağından eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta "canlı hayata" karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek "canlı hayat" bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz."

Son olarak çevirinin başarılı olduğunu belirterek yazımı tamamlarken klasik meraklılarına bu kitabı okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum.