KATEGORİLER

28 Ocak 2024 Pazar

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 231

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Manxcat / Kuyruksuz Kedi'den.  

"Ölümle burun buruna olduğunuz bir anda normal koşullarda asla yapmam dediğiniz bir şeyi yapar mısınız? Hayatta kalmak için ölmüş bir insanı parçalayıp yiyebilir misiniz? Hayatta kalma iç güdünüz ağır basar mı yoksa ben insanlığımı (nedir insanlık?) kaybetmeden ölmeyi yeğlerim mi dersiniz?"

Soruyu cevaplandırmadan önce her biri iki buçuk saat süren iki film izledim. Bunlardan biri "Sophie'nin Seçimi", diğeri ise "Kar Kardeşliği". Her ikisi de haftanın sohbet konusuyla ilgili güzel, öğretici ve düşündürücü filmlerdi. Ağaç Ev Sohbetlerinde düşüncelerimi daha doğru şekillendirebilmek için söz konusu kaliteli yapımları izlememe vesile olan sevgili Mrs. Kedi'ye teşekkür ederim.

Öncelikle sıcak koltuklarımızda otururken asla aklımıza getirmediğimiz zor anlarımızda nasıl davranacağımızı, neleri yapıp neleri yapamayacağımızı önceden kestirmek pek makul gelmiyor bana. Bu nedenle istediğimiz kadar ahkâm keselim başımıza gelmesi durumunda asla yapmam dediğimiz davranışlarımız olabilir. İzlediğim filmlerden hareketle konuyu iki açıdan ele aldım. Sophie'nin Seçimi filminde Nazi subayının iğrenç teklifi, Sophie'nin biri kız diğeri erkek iki çocuğundan birini tercih etmesi şeklindeydi. Zavallı kadın bir çocuğunu kurtarırken diğerini ölüme göndermiş olacaktı. Sophie ilk önce böyle bir seçime zorlanmasına isyan etti ancak Nazi subayının emrindeki askerlere "o halde ikisini de alın götürün" demesi üzerine, Sophie, en azından birini kurtarayım düşüncesiyle bağrına taş basıp kızını gözden çıkarıyordu. Burada kendi hayatına dair bir pazarlık söz konusu değil. Kendisi belki kurtulacak belki o da meşhur Auschwitz fırınlarında yakılacak. Bu kendisi açısından bir sorun değil zaten. Önemli olan çocukları ve onlardan birini kendi kararıyla ölüme göndermesi! Bence hayatta karşılaşabileceğimiz en zor sınavlardan biri bu. Ben Sophie'nin yerinde olsaydım ne yapardım diye düşündüm. Böyle bir durumu yaşamaktansa ölmek çok daha iyi geldi fakat o sırada arzuladığınız ölüm bile sırtını dönüyor size. Karar vermekten kaçmak için intihar yolunu denerdim sanırım, eğer bu da mümkün olmazsa, seçim yapamazdım herhalde.

İzlediğim diğer film, Kar Kardeşliği. Uruguay'lı bir ragbi takımının da bulunduğu çoğu yirmi yaşlarındaki 45 yolcusuyla birlikte And Dağlarına çakılan uçaktan sağ kurtulan gençlerin açlık ve çetin hava koşulları altında 72 günlük hayatta kalma mücadelesini konu eden film gerçek bir öyküye dayanıyor. Burada olay esasen bireysel yaşam mücadelesi ya da hayatta kalma içgüdüsü olarak işleniyor. Kazadan sonra mucize kabilinden hayatta kalan yolcular, yaşamak için kazada can veren arkadaşlarının (belki de yakınlarının) cesetlerini parçalayıp yemek zorunda kalıyorlar. Yaşam mücadelesini anlıyorum ama hayatta kalma çabası gerçekten bir içgüdü mü, emin değilim. İçgüdü hayvansal bir dürtü. Diğer taraftan insanın kendi iradesiyle yaşamına son verme durumu da var. Hatta bazen balinaların kıyıya vurması bazıları tarafından intihar diye niteleniyor. Oysa uzmanlar insanın, kendi ölümünün farkında olan tek canlı türü olduğu görüşündeler. 

Onedio.com adresinden "hayvanlar intihar eder mi?" konusunu incelerken bir yazıya rastladım. Bazı anne örümcekler yavrularının kendisini yemesine izin veriyormuş! Makalede anne örümcek bu esnada ölse bile buna intihar denilmesinin güç olduğundan bahsediliyor. Yani genel olarak balina, köpek ve diğer birçok canlı üzerinde yapılan inceleme ve araştırmalar intihar olayının sadece insanlara mahsus olduğunu göstermekte. İster psikolojik ister felsefi açıdan bakalım intihar, hayvansal bir dürtü olan "hayatta kalma çabası"nı yok sayıyor ve bir bakıma sevgili Mrs. Kedi'nin "insanlık nedir?" sorusuna açıklık getirirken diğer taraftan insanı hayvandan ayıran önemli bir özellik olarak dikkatleri üzerine çekiyor. Örümcek hikayesinde ise hayvan dostlarımızla ortak içgüdüsel bir harekete şahit oluyoruz. Çocukları yaşamını sürdürebilsin diye kendi canını feda eden bir dürtü bu. 

Gelelim And Dağlarındaki uçak kazasındaki gibi yaşamak için tanıdığınız ya da tanımadığınız bir insanı parçalayıp yiyebilir misiniz sorusuna. Aklıma ister istemez vejetaryenler geldi. Onlar için bu sorunun cevabı kolay olmalı. Hayatta kalma içgüdümün yeterince gelişmediğini düşünüyorum. Muhtemelen bunun bir sonucu olarak ölümü de doğum kadar doğal karşılıyorum. Nasıl ki doğumumuza kendimiz karar vermediysek, (intihar hariç) ölümümüzü de kendimiz tasarlayamıyoruz. Vakti gelince huzur içinde ruhumuzu teslim edip yok olacağız. Yoktan var olduğumuz gibi vardan yok olacağız. Hayatın bilinen ve tatmin edici anlamını (varsa eğer) öğrenene kadar devran böyle dönecek. O halde illâ yaşayacağım diye ölmüş bir insanı parçalayıp yemeyi midem kaldırmaz sanırım. Ancak bu davranışımı ne hayatta kalma iç güdümün zayıflığına ne de insanlık dedikleri (her neyse) ulvi değer atfedilen bir nedene bağlayabilirim. Ölümle burun buruna geldiğim anlarda yaşadığım his gibi, "demek buraya kadarmış" ya da "filmin sonuna geldik" diyerek ölüme hazırlardım kendimi. Elbette yaşamdan neler beklediğinize bağlı biraz da. Yaşamdan yüksek beklenti içinde olanlar insan eti de yiyebilirler, küçük bir ihtimal olsa dahi olsa hayatta kalabilmek uğruna akla gelmedik her türlü tiksindirici şeylere de katlanabilirler. Böyle düşünen insanları da yargılama hakkını kendimde görmüyorum.


17 Ocak 2024 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 230

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"Geleneksel kültürü korumak önemli midir?"

Kültür, bir toplumu diğer toplumlardan farklı kılan yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Değişerek devam eden, toplumların asırlar boyunca oluşturduğu yaşam tarzlarını içine alan bir hafızadır. Doğuştan gelen bir özellik değildir, toplumun inançları, dili, tutum ve davranışları, bilgisi, sanatı, beceri ve alışkanlıkları, gelenek ve göreneklerine bağlı olarak bireylerin koşullanmasından ibarettir. İster Afrika'da ilkel bir kabile, ister gelişmiş bir ülke coğrafyasında olsun her toplumun kendine özgü bir kültürü vardır. 

Geleneksel kültürü korumak topluma ve bireye ne fayda sağlayabilir? Kültürü dış etkilere karşı korumak ne ölçüde mümkün? Yaşadığımız ülkenin her bölgesinde kültürel özellikler aynı mı? Kültürün var olması onun önemli olduğunu gösterir mi? Hangi kültürel özelliklerimiz korunmaya değer? İnsanın aklına bunun gibi bir sürü soru geliyor ardı ardına.

İlk bakışta geleneksel kültürümüzü korumak pek önemli değil gibi geliyor bana. Ne yalan söyleyeyim, kültür deyince aklıma ilk düşen Bursa'nın kılıç kalkan ekibi! Bir zamanlar memleketi tanıtacağız diye korkunç teneke sesleriyle turist karşılamak modaydı. Her millet kendi kültürüyle övünür övünmesine ama kültürün içinde hep iyilikler ve güzellikler mi var? Toplumu oluşturan bireyler, kültürel öğelere hep aynı gözle mi bakıyor?

Kültürün yurttaşlar üzerinde bağlayıcı etkisi olduğunu yadsımıyorum. Yabancı bir ülkeye gittiğimizde farklı bir kültürle karşılaşır, uyum sağlamakta güçlük çekeriz. Bulunduğumuz ülkenin insanları aralarına almak için kendi kültürlerini kabul etmeye zorlar bizleri. Diğer taraftan bu kadar önemli bir konuyu el üstünde tutup koruma noktasında pek bir şey yapılabileceğine inanmıyorum. Her kültür birbirinden etkilenip zaman içinde değişirken kurallara bağlı olamaz. Sözgelimi geleneksel kültürümüzün bir parçası olan Karagöz çocuklarımız tarafından ne ölçüde tanınıyor? Oysa telefon ekranlarından "kırmızı balık gölde kıvrıla kıvrıla yüzüyor" şarkısını bilmeyen ve hipnotize olmuşçasına kendini kaptırmayan çocuk yok gibi. Evet, işin uzmanları iki yaşına kadar telefondan uzak tutun çocukları diyor ama Karagöz o boşluğu doldurabiliyor mu? Ayrıca Karagöz, tarihin sayfaları arasında kaybolup gitse ne kaybederiz? Kişi başı milli gelirimiz mi düşer, hayallerimiz mi sona erer? Niye abartıyoruz bazı şeyleri, kendi haline, doğal akışına bırakmıyoruz?

Bütün dünyanın tek ve ortak bir dil konuşması mümkün olmadığı gibi kanaatimce global kültürden de bahsedemeyiz. Her ulusun kendine has kültürel özellikleri vardır. Siyasi ve ekonomik bakımdan güçlü devletler zayıf devletlere kültürlerini ihraç eder. İngilizce'nin uluslararası geçerli bir dil olması, ülkemizdeki fast food ve Starbucks türünden kafe alışkanlığı bunlara örnek gösterilebilir. Köy kahvelerini koruyup başka kültürlerden gelen benzerlerine kapıları kapatmak bize bir şey kazandırmaz. Zaten istesek de kültürler arası etkileşimi engelleyemeyiz. 

Aslında geldiğimiz coğrafyadan dolayı Bozkır kültürünün izlerini taşıması gereken Türk kültürü İslâm dininin etkisiyle Arap kültürüne teslim olmuştur. Bu nedenle halkımız bilimde yeterince kendini gösterememiş, resim, heykel, müzik gibi sanat dallarında pek söz sahibi olamamıştır. Yine dinin etkisiyle Arap toplumundan etkilenen örf, adet, anane, gelenek ve göreneklerimiz çağın gerisinde kalmıştır. Bütün bunlar modern çağda unutulmaya yüz tutmuş değerler. Halkımız milli kültür birikiminden yoksun olarak kendini var etmeye çabalıyor. Aslında üzerimize pek de uymayan bu değerlere saplanıp kalmanın bize kazandıracağı bir şey de yok bana göre. Hepsi zamanı gelince tarihin sayfalarında ya da etnografya müzelerinde yerini almaya mahkûm olacak zira.   

11 Ocak 2024 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 229

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı'dan.  

"Geçen yıllar, duygu, düşünce ve fikirlerinizde nasıl bir değişim yarattı? Kişiliğinizde, kimliğinizde yükselen ve alçalan değerler, kazançlarınız, kayıplarınız neler oldu?"

Zaman zaman aklıma düşen bir soruydu bu. Sevgili Makbule Hocamız bir iç hesaplaşmaya davet ediyor bizleri sanki. "Geçen yıllar" terimi, içinde hüzün de barındırıyor belli yaşa erenler için. Elbette değişti duygularımız, düşüncelerimiz. Gençliğimizi elimizden alan zaman yerine tecrübeyi bıraktı. Acaba hangisi daha değerli? Biz değişirken dünya yerinde mi durdu, hayır, o da değişti tabii. 

Dar bir çevrede, ekonomik sıkıntılar içinde geçen çocukluk yıllarım üniversite döneminde büyük değişime uğramıştı. Öyle bir değişimdi ki bu, beni benden aldı ve bambaşka bir kıvama soktu. Düşünme ve sorgulamanın inanmanın önüne geçtiği sancılı bir evreden kazasız belasız çıkıp kendimi bulmuştum sonunda. Kader diye anlatılan şeyin bir masaldan ibaret olduğunu, hayatımızı tamamen tesadüflerin belirlediğini kavradım. Bilinmez bir alemden gelip dünyaya gözümüzü açtığımız ve ömrümüzü tamamladıktan sonra yok olacağımız gerçeğiyle yüzleştim. İradem dışında doğru yerde ve doğru zamanda bulunma konusunda ortalamanın üzerinde bir çizgide olduğumu sanıyorum. Bir başka deyişle hayat yolunda genel olarak şansın yüzüme güldüğü gerçeğini kabul etmem gerek. Kim ne derse desin, halen yaşamın anlamını çözemediğimize göre hayat bana boş geliyor. Yaşadığımız sürece daha az acı ve sıkıntı çekmeyi dilemek, güzel anların tadına varmak dışında başka ne gelir elimizden? Yaşama biraz olsun anlam katacak sanat faaliyetlerine ayırdığım zaman gözüme az görünüyor nedense. Özellikle emeklilik yıllarımda ivme kazanan okuma alışkanlığım ve amatör yazarlığımı kazanç haneme eklemek isterim. Elbette bu hususta en büyük şansım, sevgili eşim.

Daha çocukluk yıllarımda yasalara uyan, pis işlere bulaşmayan iyi bir vatandaş olmanın çerçevesini belirlemiştim. Hedefime ulaşabilmek için ilk kural, iyi ahlâk sahibi, çalışkan arkadaşlar edinmeli, it, kopuk insanlardan uzak durmalıydm. Cüzi irademle bu konuda hedefimi tutturdum diyebilirim. Ancak şimdilerde aklıma deli sorular geliyor. Sınırı biraz geniş tutsaydım, ne bileyim sadece ahlâklısına, efendisine bakıp çevremi daraltmasaydım belki çok daha konforlu bir hayata sahip olabilirdim. Elbette bu benim tercihim, gözümü yukarılarılara dikip riskli alanlara girmedim pek. Bugün aynı yollardan geçseydim tercihim değişmezdi muhtemelen. İşte, geçen yıllar eski değerlerimizi yok ederken erdemli olmanın faziletini yok etti. Artık ahlâk, liyakat, çalışkanlık, sadakat başarı ölçüsü değil. Hırsızlık, haksızlık, yalakalık başarıya ulaşmada çok daha etkili olmaya başladı. Burada başarıdan kastım dar anlamda, sadece hak ettiğimiz hayatı yaşamak.

Özellikle son yirmi beş yılda ülke olarak ilerlemek şöyle dursun geriledik. Bugün hilafet isteriz diyerek sokaklarda gösteri yapanları normal karşılıyoruz. Dünyada saygın ve güvenilir bir ülke özelliğimizi kaybettik. Eğitimden sağlığa, ekonomiye, adaletten tarım ve sanayiye bütün sektörlerde dünya ülkeleri arasında en alt seviyelere düştük. Bir zamanlar gençliğimizi birbirine kırdıran sağ sol çatışmaları gibi bir iç savaş ortamına doğru hızla yol almaktayız. Geçmişle günümüzü kıyasladığımızda ülke olarak tek kazancımız yollar, hastahaneler, hava meydanları mı? Onları da gerçek değerleri üzerinden değil, garanti şartlarıyla, fahiş bedelleri vatandaşın sırtına yükleyerek, birilerinin zenginliğine katkıda bulunmak için yaptık. Bu ortamda geçen yıllar, kişisel bağlamda morallerimizi bozdu, umutlarımızı tüketti, güven duygumuzu aşındırdı, yaşam sevincimizi tüketti. Bireysel bazda tek kazancım, çocuklarımın her ikisini de evlendirmiş olmam  ve bir de torun sahibi olmam. Ülkemizde siyaset kurumu çalışmadığı için geleceğe dair hiç umudum yok. Değişim ancak ihtilâlle olur. Tek avuntum "hoppidi"

4 Ocak 2024 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 228

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"Bir ülkede çalışan kesim çalışmayan kesimin giderlerini vergileri ile karşılamalı mı?"

Soruya ilişkin iki konuya değinmek istiyorum. İlki, vergi adaleti. Ülkede vergiler kişilerin gelir durumuna göre toplanmalı, yani çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınmalı, hiç kazanamayandan hiç vergi alınmamalı. Özellikle KDV, ÖTV, harçlar vs. gibi dolaylı vergiler ister fakir ister zengin olsun herkese eşit oranda yansıtılıyor. Bu dolaylı vergiler ülkemizde toplanan vergilerin yüzde yetmişini aşarken gelişmiş ülkelerde aynı oran yüzde ellinin altında. Çalışmayan kesimin giderleri devletin topladığı vergilerden karşılandığında bu durum zaten her geçen gün geçimi ağırlaşan yoksul ve orta gelirli vatandaşların sırtına yeni bir yük oluşturacaktır. 

Diğer konu ise çalışmayan kesimin çalışmama nedenleri üzerinde kafa yormamız gerektiği. Bir insan neden çalışamaz? Herhangi bir hastalığı ya da çalışmaya engel bir durumu olabilir. Devlet vatandaşlarına ücretsiz sağlık hizmeti vermeli, imkân dahilinde onları sağlıklarına kavuşturmalıdır. Bu kapsama ruhsal rahatsızlıkları da dahil etmek gerekir. Eğer devlet, ekonomik ve siyasi nedenlerle vatandaşlarına bu desteği vermiyorsa onların asgari geçimlerini temin etme yükümlülüğünü üzerine almak zorundadır. Bazı insanların bedenen ya da ruhen herhangi bir rahatsızlığı yoktur ama çalışmak istemez. Bunu biraz felsefe biraz da etik yönden incelemeliyiz. Sözgelimi vatandaş en iyi okulları okumuş ve mesleki olarak son derece iyi bir şekilde yetiştirmiş olabilir kendini. Bu gencimiz devlet kurumlarından birine girmeye niyetlense, mülâkatta peygamberin süt annesinin adını bilemediği için elenecektir. Özel şirketlerde görev almak için iktidar partisinde bir tanıdığı ya da yakın çevresşnde ensesi kalın birini bulamayabilir. Arayış içinde aylar geçerken gencimiz harap ve bitap düşecektir. Akepeli Faşize Teyzelerden biri sen iş beğenmiyorsun, memlekette iş mi yok deyip A101'de bir kasiyer kadrosu açıldığı haberini verir bizimkine. Genç adam elektrik mühendisliği diplomasını önüne alıp uzun uzun bakarken gözleri dolar. Bunca emek, bunun için miydi diye söylenir içinden. Hayır, der aç kalsam bile gidip o markette çalışmam. Çalışanlar bu vatandaşa vergileriyle bakmak zorunda mı, evet. 

Bazıları yukarıda bahsetiğim elektrik mühendisi genç kadar duygusal ve ahlâk sahibi değildir. O veya bu şekilde paraya ulaşma yöntemlerini bulmuş olabilirler. Bu şahıslar, hırsızlık, dolandırıcılık, uyuşturucu ticareti, mafya işleri gibi yasal ve ahlâki olmayan yollara başvurabilir. Bu insanların geçinmek için paraya ihtiyaçları olmadığı gibi paraya para demez hale gelirler kısa zamanda. Elbette o genç mühendisimize gösterilecek yol olamaz bunlar. 

Başımızda adam gibi bir devlet görelim istiyoruz. Vatandaşından adaletli bir şekilde topladığı vergiyi uygun yerlere harcayacak, topluma karşı sosyal sorumluluğunu yerine getirecek bir devlete özlem duyuyoruz. Bizi birbirimize düşman etmeyecek, toplumun dini ve milli duygularını sömürmeyen, güvenilir yöneticilere ihtiyacımız var, şiddetle, geç kalmadan.

Gelişmiş bir ülkede yaşasaydık soruya cevabım net olurdu. Sağlık nedenleri müstesna vatandaşına geçinebileceği bir iş sağlamak sosyal devletin asli görevidir. Elbette çalışan kesimden toplanan vergiler sosyal devletin gereği olarak çalışmayan vatandaşların geçimi için destek olmalıdır. Devletler sorumluluklarını yerine getirmek için uzun vadeli plân ve programa ihtiyaç duyarlar. Hangi iş kolunda kaç kişi yetiştirmek gerekir, bilimsel yollarla hesaplanıp buna göre eğitim kurumları organize edilmelidir. Hesapsız kitapsız üniversite açarak sorunu çözmek yerine daha da karmaşık hale getiririz. Ülkemiz karanlık bir dönemden geçiyor. Bilimden iyice uzaklaştık. Bırakın çalışmayanları, çalışanlar bile açlıkla mücadele ediyor. Ülkemiz şartlarında başta adalet olmak üzere çözülmesi gereken çok daha önemli konular varken sohbet konusu gelişmiş ülkeler için tartışmaya değer gibi geliyor bana... Maalesef!   

27 Aralık 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 227

Sevgili  DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"Sanat hayatımıza bir anlam veya amaç mı verir yoksa bizi hayattan uzaklaştırır mı?"

Belli bir yaşa geldikten sonra hayatın anlamını her sorguladığımda kocaman bir hiçlik bulurum karşımda. Düşünen bir insan için üstesinden gelinmesi son derece zor bir durumdur bu. Her şeyin bir anlamı, bir hedefi olmalı mı gerçekten? Anlamdan ve hedeften yoksun olan her çaba beyhude mi? Sanki öyle gibi... Birisine hiçbir karşılık beklemeden yardım ettiğimizde, merhamet, yardım, empati gibi duygularımız harekete geçerek anlam kazanır ve kendimizi iyi hissederiz. Bir iş yapar ya da bir işte çalışırız, para kazanmak ya da kariyer yapmak gibi hedeflerimiz vardır. Bu hedefler gelecekteki yaşamımızı kolaylaştırır. İyi kötü bir hayat tüketiriz ömrümüz elverdiğince. Sonuç sıfır. O zaman düşünme organı kafataslarının içinde bulunan insanlar söyleyin bana, tüm emeklerimiz, çabalarımız, çektiğimiz onca çile, ıstırap niye? 

Sanat tam da bu boşluğu dolduruyor işte. Hayatın boşluğunu... Bir şeyler yaratırsın, bu özelliğinle Tanrı katına yükselmiş olursun. Ürettiğinin sahibisindir tek başına. Özgürce hareket eder, adeta farklı alemlerde seyahat edersin. Gezdiğin alemlerin tadını çıkartırsın keyifle, korkusuzca... Kimse karışamaz sana. Yemeyi, içmeyi unutur, nefes alıp verdiğini bile hissetmezsin. İstediğin başka bir dünya kurarsın düşlerinde. Sanat böyle bir şeydir. Ayrı düştüğünde yaşamın zorlukları kendini gösterir, acıktığının, susadığının farkına varırsın. Çocukların okul masrafı, elektrik faturası, sağlık harcamaları, ölümler, hayat pahalılığı, siyasi bunalımlar, deprem tehlikesi, savaşlar, terör saldırıları, dış güçler... Bütün bu kaosun içinde arkadaşlarla buluşup birkaç kadeh devirmek, eğlenceli bir partiye katılmak, aileye katılan yeni bireyler, mutluluk anları... Sinüzoidal dalgalar gibi belli genlikler arasında gidip gelen, döngüsel acı ve sevinçler. Varılan yer hep aynı. Kocaman bir boşluk.

Sanatı hayattan uzaklaşmak için mi tercih ediyoruz yoksa kaçmak için mi? Bence bu bir kaçış. Kaçmak, bir nebze olsun hayatın gerçeklerini unutmamızı sağlıyor. İnsana bir şeyler üretme, hatta yaratma üstünlüğü veriyor. Sanat sürüden ayrılma, köleliğe baş kaldırmanın en etkili yolu. 

Durum böyleyken herkes sanatın öneminin farkında mı? Eskiden beri sanat aristokratların, varlıklı ve eğitimli insanların başvurduğu çıkış yoluydu. Yine aynı düzenin devam ettiğini düşünüyorum. Sanat batıl düşüncenin, özgürlüğün düşmanıdır. Bu yüzden dindar çevreler ve baskıcı yönetimlerle arası hiçbir zaman iyi olmamıştır. Sanat farklı dallarıyla insanları düşünmeye çağırır. Bu özelliğiyle sanat, kapitalist ve totaliter rejimlerin, dinin hakim olduğu yönetim sistemlerinin hiç hoşuna gitmez. Bazen kitapları yakarlar, karikatürler için adam öldürürler, konserleri yasaklarlar. Müziğe olduğu kadar resim ve heykele külliyen karşıdırlar. Hayatın boş olduğunu unutturacak ve anlamsızlığının üstünü örtecek masallar üretirler. Adaleti ahirete bırakır, cezası cehennem, mükâfatı cennettir derler. Bu şekilde çekilen acılara sabır telkin edilip neşeyi mundar sayarlar. Artık hayatın tek bir amacı vardır onlar için. Tanrının rızasını kazanmak ve cennetin hurilerine kavuşmak. İnsanların bu zayıflığından faydalanan şeyhlerin, hocaların güttüğü sürünün sanata karşı bir ilgisi yoktur. Genellikle bu sürüyü oluşturanlar ya inanç sömürüsüyle ceplerini dolduran bir avuç dolandırıcı ya da cahil, eğitimsiz ve yoksul kitlelerdir. Bu sebepledir ki söz konusu zavallıları resim ve heykel galerilerinde, konser salonlarında göremezsiniz. Okuduğu kitaplar ise sadece uydurma menkıbelerin yer aldığı dini içerikli kitaplardır.  

22 Aralık 2023 Cuma

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 226

Sevgili  DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"İnsanların yararı için tıbbi araştırmalarda hayvanları kullanmak doğru mudur?"

Bu soruya verilecek cevapların temelinde inancın yattığını düşünüyorum. Evrim teorisine göre insanın hayvandan geldiğini düşünenlerle inancı gereği çamurdan yaratıldığını hayal ederek kendisini eşref-i mahlûkat sınıfında görenler arasında doğal olarak bir ayrışma olacaktır. İki türün akrabalık ilişkisi içerisinde bulunduğunu düşünen Darwincilerin hayvanlarla aralarında daha sıkı bir bağ oluştuğunu ileri sürmek mümkün bu nedenle. Onlardan hayvana yapılan eziyeti insana yapılan eziyetten farklı görmemesi beklenir. 

Dinciler ise insan yararına hayvanların eziyet görmesini ve hatta kurban örneğinde olduğu gibi kanları akıtılarak boğazlarının kesilmesini inançları gereği kendilerine sorun etmezler. Derler ki, Tanrı, hayvanları insanlar için yarattı. Ve dinden uzaklaşanlara dönüp farklı düşünüyorsanız o zaman et yemeyin, süt içmeyin, ata binmeyin vs derler. Bu konuda pek haksız da sayılmazlar doğrusu. Hatta daha da ileri giderek Evrim Teorisi yandaşlarını samimiyetsizlikle suçlarlar. Böyle olunca konu işin içinden çıkılmaz bir hal alır. Hayvanların bilimsel araştırmalarda kullanılması söz konusu olduğunda, kabul etmeliyiz ki, sadece veganlar özü ve sözünde birdir. Öyle değil mi, madem hayvanlar bizim atalarımız, onları yerken bir bakıma yamyamlığı kabul etmiş olmuyor muyuz? 

Konumuz veganlık olmamakla birlikte hayvan ürünlerini tüketmenin insan sağlığı için gerekli olup olmadığı hususunda bilim insanlarının uzlaşmadığını görüyoruz. Diyelim ki hayvansal ürünlerle beslenmenin sağlık açısından zorunlu olduğu bilimsel olarak ispatlandı. Bu durumda gönül rahatlığıyla hayvansal gıda kullanmaya devam edecek miyiz? O vakit birbirini yiyen hayvanlardan insan olarak bizim ne farkımız olacak? Oldukça karışık mevzu bunlar.

Şahsi düşüncem hayvanların her türlü bilimsel araştırmalardan ve insanlara farklı şekillerde hizmet ettikleri tüm alanlardan (petshoplar, sirkler, yük taşımacılığı, hayvanat bahçeleri vs.) uzak tutulması yönünde. Hayvansal gıda tüketiminde zaman içinde evrimleşip kendimize farklı besin kaynakları yaratabilirsek etik bakımdan sorunu aşacağımızı düşünüyorum. Madem kendimizi eşref-i mahlûkat olarak niteliyoruz o zaman birbirimizi yemeyi, işkence etmeyi bırakıp daha insanca bir hayat sürmeliyiz. Eğer hayvanlar araştırmalarda kullanılmasa pek çok hastalık tedavi edilemezdi diyebilirsiniz. Haklı olabilirsiniz ama belki de zaman içinde insan hastalıkların tedavisi için başka canlıların canını yakmadan farklı yollar da bulabilirdi. Kaldı ki daha uzun yaşamak için başka canlıların ölmelerini göze almak pek etik gelmiyor bana. Kendim de dahil olmak üzere insanların büyük bir kısmı bencil bir tavır içinde hayvanların türlü işkenceler altında yok edilişine ortak olma, sessiz kalma ya da görmemezlikten gelme ahlâksızlığından kendi payına düşeni alıyor maalesef. 

18 Aralık 2023 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 225

Sevgili  DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.  

"İnsan ömrü uzadıkça, beden parçalarını değiştirebilmek için insan klonlamak gerçek olmaya başladı. Bu ürkütücü bir gelişme mi?"

The Island filmini izledim. Absürtlüklerinin yanı sıra etik dışı iğrenç sahneler de yer alıyor. Klonlama sadece koyunda değil birçok hayvanda denenmiş ve başarılı sonuçlar elde edilmiş. Ülkeler insan klonlama çalışmalarını ve hatta bu konuya ilişkin haber yapılmasını yasakladığından şimdiye kadar bir insanın klonlandığına dair net bir bilgimiz mevcut değil. Ne var ki, insan türünün fıtratı gereği sahip olduğu merak duygusu, bilim adına kendi türü de dahil olmak üzere birçok canlı üzerinde yapmış olduğu canice deneyler dikkate alındığında etik vs. nedenlerle klon bir insan üretmediklerinden bahsetmek safdillik olur. Şimdiye kadar kaç insan klonlandı, ne kadar süreyle yaşadılar, bu işlemi kim, nerede, nasıl yaptı gibi sorular yasa gereği hiçbir yerde açıklanamıyor ve sorulamıyor. 

Klonlama olayı, anladığım kadarıyla bir canlının hücre çekirdeğini çıkarıp çekirdeği çıkarılmış diğer bir canlya ait embriyo hücresine yerleştirilmesi ve uygun üreme ortamı sağlanıp doğal yoldan hücrelerin çoğaltılması marifetiyle çekirdek hücredeki genetik özelliklerin tıpkısına sahip yeni bir canlı meydana getirilmesi şeklinde izah edilebilir. Yukarıda belirttiğim üzere gelişen teknoloji imkânlarıyla günümüzde klonlama işlemi insan üzerinde kolaylıkla yapılabilir. Fakat insan klonlamanın üreme amaçlı ya da organ nakillerinde kullanmak üzere yapılacağını sanmıyorum. Üreme amaçlı olamaz, çünkü derdimiz üreme değil üremeyi kontrol altına almak. Birkaç zengin namım yürüsün benim kopyamı çıkarın deyip parayı basarsa bu mümkün olabilir belki. The Island filminde zenginler kendilerinden üretilmiş klonlara insan yerine ürün diyor ve onları sigorta poliçesi olarak görüyorlar. Elbette insanın istekleri sınırsız, hele cebinde sınırsız parası da varsa ondan her şey beklenir. Lâkin zengin amcamızın karaciğeri mi iflas etti, taze bir karaciğeri organ mafyasından çok daha ucuz yoldan temin edebilir. Klonlama işinin oldukça pahalı bir yöntem olduğu söyleniyor. İleride ne kadar ucuzlarsa ucuzlasın yine de mafyanın eline düşmüş gariban insanların organlarından daha ucuz bir yol olacağını hiç zannetmiyorum.

İnsan üzerinde yapılan klonlama çalışmalarının bilim insanlarındaki merakın bir sonucu olduğuna inanıyorum. Sözgelimi topyekûn bir canlı yerine bir organı, bir dokuyu oluşturmanın yollarını arıyor olabilirler. Üretilen klon insan, orijinalinin hafızasını da taşıyabilecek mi? Söylenen şu ki; diyelim kırk yaşında bir insan klonladınız, klon kırk yaşının fiziksel özelliklerini, varsa zayıf yönlerini, hastalıklarını da taşıyacaktır. Belki gelecekte zenginler çocukları doğduğunda hücrelerin çekirdeklerini alıp genlerinde yer alan tüm hastalık ve olumsuzlukları yok ettikten sonra dondurabilirler. Velev ki çocukları kendilerinden önce hastalık ya da kaza sonucu öldü, hemen dolaptan kopyasını çıkarıp üretebilirler. Bu bana pek etik dışı gelmedi.  

Diğer taraftan işin bir de dini yönü var. Dini yönden bakıldığında ilk akla gelen soru klon insanın bir ruha sahip olup olmayacağıdır. Çünkü Tanrı insanın nasıl üreyeceğini kutsal kitapta izah etmiş. İnanca göre kendi kontrolü altında üreyen insanlara gönderdiği melek tarafından ruhları üflenir. Gelecekte insan kendisinin bir benzerini yapabilecek; böyle bir mucizenin Tanrı'nın aklından ucundan geçtiğini sanmıyorum, zira aksi durumda kitabında klonlama üzerine bir sure, bilemedin Nisa suresinde birkaç ayet ayırması gerekirdi.

En önemlisi, klonlama erkek cinsi açısından korkutucu bir sonun başlangıcı olabilir. Klonlama insanlar üzerinde etkin bir şekilde uygulanmaya başladığında erkek bireylere gereksinim duyulmaksızın üreme mümkün olacak. Kadınlar rahimlerinde klonlanmış embriyo hücrelerini taşımak suretiyle eşeysiz üreme gerçekleştirebilecekler. Bu durumda kadınları erkeklerin hoş tutması doğru bir davranış olacaktır. Çünkü kafası bozulan kadınlar erkeklere ait hücre çekirdeklerini alıp kendi rahimlerinde filizlendirdikleri erkek klonları kendileri için yedek parça amaçlı bile kullanabilirler.