KATEGORİLER

ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU # 3

Kelime Oyunu etkinliğimizin bu haftaki kelimelerini sevgili Kendi Dünyasında belirledi. Haftanın kelimeleri ZAMBAK, HAYAL, DİYAR, ÖZGÜRLÜK ve DİLEK 

HAYALLER ve GERÇEKLER

İngilizce öğretmeni olduktan sonra doğduğu topraklardan kopup uzak DİYARLARA sürüklenmişti. Bahçeli bir ev tutmuş, yeni bir düzen kurmuştu kendine. Günün birinde, çalıştığı lisede ders verdiği sırada yere yuvarlandı, güçlükle nefes alıyordu. Önceleri fazla önemsemedi ama sonraki günlerde gittikçe güçsüzleştiğini, okulun merdivenlerini çıkarken nefes nefese kaldığını fark etti. Önemli bir rahatsızlığı olmalıydı. Bulunduğu şehrin devlet hastanesine gitti ve korkunç gerçekle yüzleşti. Kalbi delikti ve kendisine akciğer tansiyonunun yükselmesine bağlı kan dolaşımının tersine döndüğü Einsenmenger sendromu teşhisi konulmuştu. Milyonda bir görülen bu hastalık onca insan arasından gelip onu bulmuş, ÖZGÜRLÜĞÜNÜ kısıtlamıştı. Artık istediği gibi yürüyemeyecek, koşamayacak, hatta evlenip bir yuva bile kuramayacaktı. Gelecekle ilgili bütün HAYALLERİ yıkılmıştı. 

Kesin kararını verdi, hastalığından kimseye bahsetmeyecekti. Ne uzaktaki ailesine, ne arkadaşlarına, ne de öğrencilerine. Kimsenin ona acıyan gözlerle bakmasını istemiyordu. On yıl ömür biçmişlerdi doktorlar, o da ilaçlarını düzenli kullanırsa. Doktorun verdiği ilaçlara başladı, aylık kontrollerini aksatmadı. Artık kendini daha iyi hissediyordu. Kalan sayılı günlerinin tadını çıkarmaktı tek arzusu. Bahçesinde yetiştirdiği mis kokulu ZAMBAKLAR, güller, yaseminlerle avutuyordu kendini. Ta ki Şebnem'le karşılaşıncaya kadar. 

Güzel, sevecen bir kızdı Şebnem. Alışveriş için uğradığı marketin camındaki ilan dikkatini çekmişti. "İngilizce Ders Verilir." Telefonuna numarayı kaydetti. Eve gider gitmez ilan sahibini aradı.

- İyi günler, adım Şebnem. İlanda ders verdiğinizi gördüm. Yabancı Dil Seviye Tespit Sınavına hazırlanıyorum, bana yardımcı olabileceğinizi düşündüm. 

- Merhaba Şebnem Hanım, adım Metin, elbette size yardımcı olmak isterim.

- Saatlik ücretiniz ne kadar? 

- Herhangi bir ücret almıyorum, eğer size bir faydam olursa bu bana yeterli.

"Tuhaf," dedi kendi kendine genç kız. Kimsenin karşılıksız günahını bile vermediği günümüz toplumunda bedava ders veren bir öğretmen!

Tam saatinde kapısını çaldı. Sade döşenmiş, temiz bir bekar eviydi. Şebnem kendinden bahsetti önce. Tıp fakültesini yeni bitirmiş TUS sınavlarına hazırlanıyordu. Metin de ona çalıştığı liseyi, öğrencilerini, arkadaşlarını, bahçesinde yetiştirdiği çiçekleri anlattı. Sohbet esnasında, yakın arkadaşı tarih öğretmeni Hazım'ın, Şebnem'in ağabeyi olduğu çıktı ortaya. Ziyaretler sıklaştı, ders saatlerinden sonra birbirleriyle daha fazla ilgilenmeye başladılar. Şebnem evin dekorasyonuyla ilgili önerilerde bulunurken, Metin onun geleceği günlerde çayın yanında ikram etmek için özenle pasta, kurabiye gibi atıştırmalıklar hazırlıyordu. Üç ay kadar sürdü bu dostluk, her geçen gün biraz daha yakınlaşarak.

Dil sınavını yüksek puan alarak geçmişti Şebnem. Bir şişe şampanya alıp yanına gitti genç adamın. Kafası karışıktı. Bir kutlama mı, yoksa bir veda mı olacaktı bu ziyaret? Doğrusu, ondan hiç ayrılmak istemiyor, onun yanında huzur buluyordu. Metin de sevmişti ama verdiği karardan dönmeye, kalbinin sesini dinleyip büyük sırrını paylaşmaya yanaşmıyordu. Sevdiği insanı üzmeye, onun hayatını mahvetmeye hakkı olmadığını düşünüyordu. İçi alev alev yansa da kendi hayallerinin yıkıldığı gibi sevdiği insanın hayallerini de yıkmayı göze alıp ona ümit vermekten uzak tutuyordu kendini. 

İkinci kadehten sonra hiç beklemedikleri bir anda elleri buluştu, uzun süre bir şey söylemeden öylesine bakıştılar. Sanki gözleriyle birbirlerini anlamaya çalışıyorlardı. Metin daha fazla dayanamadı, elini çekip çevirdi başını. Sonunda tutamadı kendini, Şebnem.

"Neden benden kaçıyorsun Metin? Hoşlandığını biliyorum ama benden gizlediğin bir şey var sanki."

Metin kızararak gülümsedi,

"Biliyorsun Şebnem, eğer biriyle hayatımı birleştirmeyi düşünsem, bu senden başkası olamaz."

"Öyleyse neden? ... Neden korkuyorsun?"

"Sen çok iyisin Şebnem. Mutsuz olmanı, üzülmeni istemem. Evlilik yapıma uygun değil, evlenmem mümkün değil benim." 

"Nasıl yani? Yoksa ...?"

"Tek DİLEĞİM kendine uygun birini bulup mutlu olman. Bir sürü çocukların olsun ama yalvarırım bunu benden isteme."

"Anlıyorum..." 

Yıkılmıştı Şebnem. Büyük bir hayal kırıklığı içinde sessizce kapıyı çekip çıktı dışarı. Yağan yağmura aldırmadan saatlerce yürüdü, Metin'in söylediklerini düşündü. "Evlilik yapıma uygun değil." Ne demek oluyordu bu şimdi? Demek kalbini çalan bu insan, kadınlardan hoşlanmıyordu! Etrafında kendisinden başka karşı cinsten birini görmemesi bu durumu açıklıyordu. Aslında çok şey borçluydu ona. Hayatında ilk kez bir erkeği sevmişti, o da...  

Başka bir şehrin üniversite hastanesinde asistanlığa başladı. Her şeye rağmen Metin'den ayrı geçen üç yıl bir ömür kadar uzun gelmişti. Uzman olmuş, bu arada kısa süren mutsuz bir evlilik geçirmişti fakat bir an olsun Metin'i aklından çıkaramıyordu. Uzun bir aradan sonra bayram nedeniyle baba evine dönmüştü. Ağabeyi Hazım, Metin'in hasta olduğunu ve kendisini ziyarete gideceğini söyledi. Şebnem, "Beraber gidelim." dedi.

Açık kapıyı itip içeri girdiler. Ev dağınıktı. Şebnem, dekore ettiği evin aynen bıraktığı şekliyle korunduğunu görünce sevindi. Genç adam kanepede bitkin şekilde yatıyordu. Onun sakallı halini hiç görmemişti. Yüzü bembeyazdı. Hafiften gözlerini araladı, karşısında Şebnem'i görünce belli belirsiz gülümsedi. Bir şeyler söylemek istedi ama kuruyan dudaklarını kıpırdatacak takati bulamadı kendinde. 

"Su," dedi Hazım. "Hemen su getir, içirelim biraz."

Şebnem panikle fırladı mutfağa. Bir bardak bulurum umuduyla seri hareketlerle karşısındaki dolabın kapağını açtı. Dolap ilaç doluydu. İlaç kutularını aldı, heyecan içinde incelemeye koyuldu. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Elinde su dolu bardakla, kendinden geçmiş bir halde girdi salona.

Metin'in gözleri kapandı, bir daha açılmamacasına. Şebnem'in gözünden akan yaşlar sel olmuştu. 

"Nasıl da anlamadım, neden, neden söylemedin bana?" diyerek dövünürken Hazım, kardeşinin neden kendini böylesine paraladığını anlamaya çalışıyordu.  



15 Aralık 2020 Salı

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 6


Bir üstteki komşumuz Nedime Hanım'lardı. Sokağımızın düzgün ailelerinden birinin hanımı. Misafirlik ziyaretlerinden önce kapısını çalıp "Eğer bir maniniz yoksa, öğleden sonra annemler gelmek istiyor." dediklerimizden. Altın günleri falan yoktu bizim zamanımızda. Öyle hanımların hünerlerini göstermek için birbirleriyle yarışırcasına enem konam hazırladıkları pastalar, kurabiyeler falan da yoktu. Çoğu zaman aldığımız karşılık "Buyursunlar, gelsinler." olurdu. Çünkü fazla hazırlığa hiç gerek yoktu. Konuklara ilk önce limon kolonyası tutulur, cam şekerlik içinde birer ucuz şeker uzatılırdı. Çayın yanında ikram edilen ikişer pötibör bisküvi fazlasıyla yeterliydi. Nedime Hanımın kocası Haydar Bey bir devlet dairesinden emekliydi. Misafir geldiğinde evden çıkar bir yerlerde vakit geçirir, akşam saatlerinde evine geri dönerdi. İki oğullarından büyüğü Fehmi, yaşça benden epey büyüktü. Geçten sonra bir evlilik yapıp aileden ayrılmıştı. Fehmi'nin küçüğü Erdal, benden üç dört yaş büyük, içten pazarlıklı bir tipti. Liseyi çift dikişlerle bitirdikten sonra o da ailesine bir bisiklet aldırdı. Muhtemelen komşuları Bekir'e alınan Bisan bisikleti kıskanmıştı. Zaten Bekir'le birbirlerini hep kıskanırlardı. Erdal, Bekir'in aksine koca popolu cüsseli bir çocuktu. Bisikleti daha ufak ve spordu, üzerine binince bisikletine acırdım. Mahallede herkes ona kızınca "lapass" derdi. Öyle demezlerdi de, ben biraz daha kibarını yazmak zorunda kaldım diyelim. Bekir gibi o da bisikletini bizim gibi bisikleti olmayan çocuklara kiralamaya başlamıştı. Bekir'le rekabete giriştiler. Aynı fiyata eskiden bir tur atarken iki tur atıyorduk. Bu rekabet bizim işimize yaramıştı. Liseden sonra o da belediyede bir iş buldu. Hiç evlenmedi. Son zamanlarında emekli olmuş, kapısının önünde bütün zamanını kedilerle geçiriyormuş. Geçen yıl annem sormuştu bana, "Erdal'ı hatırlıyor musun?" diye. Cevabımı beklemeden vermişti haberi, "Öldü." İşte hayat!

Biraz ileride sola açılan bir sokağı hatırlıyorum. O sokakla ilgili iki şey kalmış hafızamda. Biri Orhan Bakkal. Caddenin köşesinde ufak bir bakkal dükkanı. O zaman benim gözümde koca market! Her şeyi bulabilirdik orada, ya da bana öyle gelirdi. Bazen evimizin karşısındaki daha sonra bahsedeceğim bakkal Niyazi amcayı gücendirmek pahasına gider ondan alışveriş etmek zorunda kalırdım. Çünkü en iyi pirinç ondaydı. Bir de orta yaşlı kalfası vardı. Hay Allah, adını unuttum. Oysa onun adı vardı aklımda Orhan Amca'dan önce. Dilimin ucunda ama çıkmıyor, her neyse. İkincisi çok acılı bir hikaye. Aslında kısacık bir an. Küçük bir evde yaşayan henüz yirmi yaşına varmamış esmer, öksüz ve yetim bir kız. Adını net hatırlamıyorum ama "Acule" gibi bir şeydi. Sık sık görürdüm kapısının önünde, yüzünde hep bir yılgınlık, hüzün. Elinde süpürgesi, yerleri yıkar süpürürdü. Tek varlığı anne baba bildiği yaşlı ninesi ve büyükbabasıydı. Sonra bir gün babasını kaybetti, kara kazan kuruldu, çığlıkları yeri göğü inletti. Aradan bir ay geçmeden annesini kaybetti, kara kazan kuruldu, çığlıkları yüreğimi dağladı. Sonra ne oldu, nereye gitti, hangi yolu çizdi kendine, bilmiyorum. O çığlıkları bıraktı bende, onca yıldır aklımdan çıkmayan. 

Peki, karşı sıraya geçelim. Köşede küçük bir taş ev. İçinde yaşlı bir nine. Zülfiyanım Teyze. Yine yıllar önce kocasını göndermiş sonu bilinmez bir yolculuğa. Kendi halinde, güleç yüzlü, gözlüklü. Çıkamazdı evinden, hep biz giderdik ziyaretine. Hemen yanında, iki katlı yeni bir bina. Memnune Hanım Teyzelerin oturduğu ev. İki kızları vardı bizim yaşlarda, belki biraz daha küçüklerdi. Birinin adı Özgül, diğerinin adı hafızamın karanlığına gömülmüş. Sessiz, sakin komşularımızdan biriydi. Annemizin misafir olarak gidip geldiği, görüştüğü insanlardan. Kocası hakkında hiçbir fikrim yok. Zaten bir süre sonra taşınıp ayrılmışlardı sokağımızdan.  

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 5


Yine aynı sıradan devam edelim. Horoz Nuri'nin yanındaki evde Tireli bir ana kız yaşardı. Adını hatırlamadığım yaşlı kadın, kara kuru, altında çiçekli bir pijama, ayağında terlikle dolaşan biriydi, genellikle kapı önünde dikilir, bazen evlerinin önünü süpürürdü. Kızını akşam saatlerinde gelen taksiye binerken görürdük. Tombul, aşırı makyajlı, siyaha boyanmış saçlarıyla orta yaşlarda bir kadındı. İşten dönüş zamanını hiç hatırlamıyorum, muhtemelen bizim uykuda olduğumuz saatlere denk gelirdi. O zamanlar pavyon denilen gece kulüplerinden birinde çalışırmış. Ara sıra yabancı adamlar da gelirdi evlerine. Mahalleli ile bir iletişimleri yoktu. Kimse kimsenin işine de karışmazdı bizim mahallede.

Bir üstteki ev tipik dulhane evlerinden biriydi. Bahçesine merdivenle inilen bu evde Raym'anım (Rahime Hanım) Teyze otururdu. Onun da kocası çok önceden ölmüştü. Yalnız yaşardı ama çocukları sık sık ziyaretine gelirdi. Sessiz, sakin, sevilen komşularımızdan biriydi. 

Raym'anım Teyzenin yukarısında lakabı adını bastırmış neşeli teyzeyi hatırlıyorum. "Elma Şekeri" diye bilinirdi. Elmacık kemiklerine bolca sürdüğü allıktı bunun sebebi. Sessiz bir kocası ve artık evlenme yaşını geçmeye başlamış, devlet dairesinde çalışan kara kuru bir kızları vardı. Mini etek modasının başladığı yıllarda etek boyunu kısaltması ona bakış açımızı değiştirmemişti. İki kuru bacağının hiçbir albenisi yoktu. Fakat ara sıra onu ziyarete gelen bir arkadaşı vardı ki, mankenlere taş çıkartacak cinstendi, onu unutamam. İnce naylon çorap giymiş bacaklarını sergileyen süper minisiyle sokağın başından göründüğü andan itibaren bütün mahallelinin bakışlarını bir mıknatıs gibi üzerine çekerdi. 

Çocukken çok yemek seçerdim, annem bu huysuzluğuma karşı çoktan teslim bayrağını çekmişti. Özellikle yaz aylarında hiçbir sebze yemeğini ağzıma koymaz, öğünleri sana yağında pişirilen yumurtayla geçirirdim. Fakat abur cubura çok düşkün olduğumu söylemeliyim. Midem şerbetlenmişti bu pisboğaz beslenme şeklime. Mesela elime para geçtiğinde gider şambali dediğimiz, üzerinde bir sıra yer fıstığı monte edilmiş şerbetli hamur tatlısını alır, onu yedikten hemen sonra sokağımıza giren Turşucu Yaşar Ustaya kayıtsız kalmazdım. Dört bisiklet tekerlek üzerine oturan camekanlı el arabasında, biri lahana, diğeri badem dediğimiz körpe salatalığın (İstanbullular buna hıyar der) olduğu içi turşu suyu dolu iki plastik kovayı yerleştirmiş beyaz önlük giyen bir seyyar satıcıydı Yaşar Usta. Kovaların içinde birer plastik torba içine koyduğu buz kalıpları turşu suyunu iyice soğuturdu. "Yaşar Ustanın Florya Turşusu geliyoooor." dediğinde gözlerim parlardı. Genellikle lahana turşusunu tercih ederdim ama lahana parçalarıyla tıka basa doldurulmuş cam bardağın içine kepçeyle ilave ettiği turşu suyu miktarı azaldığı için üzülürdüm. Bu yüzden hızımı alamayıp, üstüne cila niyetine turşu ücretinin yarısını ödeyip bol acılı bir bardak sade turşu suyu içerdim. Mahallemizin seyyar satıcıları da bir nevi komşularımız sayılırdı.

Biraz daha yukarı çıkalım. Elma Şekeri teyzeye komşu Bekir'lerin ailesi sokağımızın düzgün nitelikli ailelerindendi. Nedense sık sık mevlut okuttukları kalmış aklımda. Bekir'in annesinin adı şu an geldi aklıma. Evet, Nimet Teyze, ufak tefek, güler yüzlü biriydi. Babası da sakin bir beydi, kavga ve gürültülerinin olmadığı nadir komşularımızdan biriydi onlar. Büyük kızları Kevser evlenmiş ve hemen ardından bir çocuk doğurmuştu. Bekir'e gelince... Bizden birkaç yaş büyüktü. Eşrefpaşa Lisesine giderdi ancak yıllarca dikiş üzerine dikiş atardı. Aynı sınıfı iki kez okuyan öğrencilere çift dikiş yaptı denirdi o zamanlar. Alaycı bir ifadeyle de "Sağlamcı gidiyor" denip kafa bulunurdu. Yine onun gibi lisede tekleyen bir üst sıradaki komşumuz Erdal yüzünden Eşrefpaşa Lisesine göndermek istememişti annem. Adı haşarılıkta kötüye çıkmış bir liseydi o zamanlar. Oturulan semtteki okullarda okuma zorunluluğu, okul aile birliklerine yardım yapıp ayrıcalık elde edebilecek kadar mali durumumuzun müsait olmaması sebebiyle ne Atatürk Lisesi, ne de Namık Kemal beni kabul etmemiş, burnumuzu sürte sürte Eşrefpaşa Lisesinin yolunu tutmuştuk. Sonunda gecikmeli de olsa liseyi bitirmişti bizim Bekir. Ödül olarak kendisine bir Bisan bisiklet alındı. Tip itibarıyla ufak tefek bir çocuktu. Bisikletin selesine dahi oturamıyordu ama onu sürmesini iyi öğrenmişti. Bisikleti olmayan bizim gibi çocuklara turu yirmi beş kuruş kiraya verir harçlığını çıkarırdı.    

13 Aralık 2020 Pazar

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 4

Bir üstteki ev bizimkilerden biraz farklıydı. Bahçesine fazladan bir, iki oda ilave edilmişti. Muhtemelen daha fazla kişi yaşıyordu bir zamanlar. Ama ben çocukken Nuriye, oğlu ve torunu yaşardı sadece. Nuriye'den bahsetmeye başlarken gülümsememe engel olamıyorum. Değişik bir tipti. Seksen yaşlarında falandı yanılmıyorsam. Zayıf, uzun boylu, yüzü ve elleri kırışıktı ama yürüyüşü dimdikti. Elinde bir değnekle dolaşmayı severdi. Genellikle onu sokakta, üzerindeki pejmürde bir pardösü ile hatırlıyorum. Gevezeydi, yoldan geçen herkese laf atardı, argo, kaba ve küfürlü bir ağzı vardı. Hayır, aslında kadının kötü bir niyeti yoktu, hayatı tiye alan, öylesine eğlenceli bir tipti. Önüne gelene ayıp kelimelerle lakap takardı ama kimse aldırış etmezdi ona. Sataştığı kişilere şöyle bir bakar, tepkisini ölçer, herhangi bir karşılık almadığı zaman muzipçe gülerdi gözlerinin içi. Ben uslu, öyle kavgaya dövüşe karışmayan kendi halimde bir çocuktum. Beni her gördüğünde "kibar ..." diyerek takıldığında utancımdan yerin dibine girerdim. Torunu Horoz Nuri, kavgacı, zayıflıktan neredeyse kemikleri sayılabilen bizim yaşlarda bir çocuktu. Pek arkadaşlık etmezdim onunla. Annesi ya ölmüştü ya da eşinden boşanmıştı. Ailenin geçimini sağlayan babası sessiz, sakin bir adamdı, sabah gider, akşam gelirdi. Nuriye öldükten sonra bahçedeki odayı iki delikanlıya, kiraya verdiler. Liseye başladığım yıllar çevrem hep devrimci gençlerden oluşuyordu. Bu yeni kiracı gençler ise ilk tanıdığım ülkücülerdi, diyebilirim. İşten döndükleri vakit, takıldıkları mahalle bakkalının önünde ara sıra sohbet ederdik. Sağ sol çatışmaları iyice artmıştı. Her gün sağdan soldan birçok kişi öldürülüyordu. Hilal bıyıklı olanı, bir gün, "Süleyman'ı denedik, Ecevit'i denedik, bir de Türkeş Babamızı deneyelim bakalım ne olacak?" dediğinde bu sözleri bize küfür gibi gelmişti.  

İkindi vakti, güneş çekilir çekilmez rahle ya da tokmak dediğimiz ahşap oturaklar kapıların önüne dizilirdi. Bütün kadınlar, çocuklar yerlerini alıp heyecanla çiğdemciyi beklerdik. Çok geçmeden sesi duyulurdu. "Çiğdem çekirdek, çuvalı yirmi beş" Sokağın başında üç bisiklet tekerleği üzerine bir camekanın monte edildiği arabayı süren orta yaşlı adamı görür görmez annelerimizden aldığımız bozuk paralarla onu beklemeye koyulurduk. Satıcı, kapımızın önüne geldiğinde, yirmi beş kuruşa bir küçük çay bardağı çiğdem çekirdeğini önceden eski gazeteleri bükerek hazırlamış olduğu külah ya da fişek dediğimiz kağıtlara doldururdu. En sevdiğim saatlerdi günün o saatleri. Bütün mahalleli anlaşmış gibi kapılarının önünde bir yandan çekirdek çitlerken gelen geçeni seyreder, tanıdık birini gördüklerinde ayaküstü sohbete dalar ya da komşular karşılıklı birbirlerine laf atardı. Önceleri tamamen Giritçe yapılan bu sohbetler, yaşlılar birer birer ölünce zaman içinde Türkçe' ye dönüşmüştü. Fakat yine de çocukların duymasını istemedikleri konularda Giritçe konuşmak büyüklerin iyi bir kaçış yoluydu. Bir gün ısrarla ağızlarından çıkan "mimilis" sözcüğünün anlamını sormuştum anneme. O da sonunda pes edip, "sus, duymasınlar" demek, dedi. O vakitten sonra artık başlarına musallat olacak, ne zaman "mimilis" çıkarsa ağızlarından, bizden sakladıkları şeyin ne olduğunu inatla öğrenmeye çalışacaktım.

Akşam ezanı okunduğunda evlere kapanma vaktinin geldiğini anlardık. Özellikle yaz akşamları yapılan bu çiğdem seremonilerinin son aşamasında, herkes oturduğu rahlesini evlere taşır, kadınlar ellerine aldıkları çalı süpürgeleriyle çekirdek kabuklarını yerde bir tane bırakmayacak şekilde süpürür, temizlerlerdi.     

12 Aralık 2020 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 3


"De gidi günler de" derdi eskiden büyüklerimiz, eski günleri aklına gelince. Ben de o moddayım. Doğduğum evin aşağı sırasındaki komşularımızdan sonra, karşı tarafa geçmeden, şimdi yukarı doğru ilerleyelim. Bitişik evde oturan komşumuz Fatma Ablamızı çok iyi hatırlıyorum. Karşımızdaki sarışın Fatma Ablayla karıştırmamak için "Kara Fatma" derdik ona. Bir yandan da üzülürdük, çünkü "karafatma" evlerimizin mutfak ve kilerlerinde eksik olmayan böcekgiller familyasına ait, karanlık ve loş yerlerden hoşlanan tombul, tiksindirici böceklerinden birinin adıydı aynı zamanda. Haksızlıktı bu Fatma Abla'ya. Esmer tenli, dudağının altında iri bir beni olan, lise mezunu dünyalar iyisi bir insandı. Çocukluğumun lise mezunları bugünün üniversite bitirmişlerinden daha bilgiliydi ve çevrelerinden daha çok saygı görürlerdi. Yaz mevsiminde kapısının girişindeki serin holde sandalyesine oturur, Türk yazarlarının romanlarını okurdu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban romanını ondan duymuştum ilk kez. Fatma Abla dışında çevremde kitap okuyan başka birini görmedim diyebilirim. Annesi ölmüştü. Benden, on beş yaş kadar daha büyüktü sanırım. Çocuk yaşından beri ailesinin bütün yükünü sırtlanmıştı. Adının aklımdan silindiği babasına, ağabeyine ve iki oğlan kardeşine bakıyordu. Ağabeyi üniversiteyi bitirip evlendi, Ziraat Fakültesinde profesör oldu. Sonra babasını kaybetti. Diğer kardeşlerinden Hasan ve İbrahim de kendilerine sağlam birer iş bulup evlendiler ve evden ayrıldılar. İbrahim Abiyi çok severdik, bazen kapının önüne ip gerip voleybol oynadığımızda bize katılırdı. Bazen de sokakta oynadığımız futbol maçlarında hakemimiz olurdu. Komşumuz Fatma Ablayı her andığımda arka bahçelerindeki erik ağacı gelir aklıma. Büyük bir ağaçtı. Üzerinde sarıdan turuncuya çalan kayısı eriği yüklü dallar bizim evin bahçesine sarkardı ama biz onlara dokunmamak konusunda tembihliydik. Fakat Fatma abla o canım eriklerden tabak tabak bize ikram eder, bunlar sizin, "göz hakkı" derdi. Bu muhteşem meyveye Kayısı eriği denmesinin sebebi harika lezzetinin yanı sıra çekirdeğinin etinden kolayca ayrılmasıydı. Bizim evle birlikte aynı müteahhit yıkmıştı onların evini, ve söküp atmıştı o güzelim ağacı. O zamandan beri o kadar lezzetli erik yemedim desem yeridir. Yıllar sonra yalnızlık canına tak deyince kendinden daha yaşlı bir adama varmıştı. Bir süre sonra kocası olan adam da öldü, apartman haline dönen eski evine geri geldi. Hala annemin kapı komşusu. Yetmiş yılı aşan bir komşuluğu hayal edebiliyor musunuz?

Bir üstteki kapı iki yaşlı kardeşin yalnız yaşadıkları bir eve aitti. Anneleri Adile Hanım sanırım ben doğmadan önce ölmüştü. Hani geçen bölümde bahsettiğim aklını yitirmiş yaşlı ninenin kapı kapı dolaşıp "Adilanum öldü mi?" dediği, Adile Hanım'dan bahsediyorum. Garip bir yaşantı sürüyordu bu yaşlı adamlar. Mustafa evin reisi gibi alışveriş yapardı. Bir yerde çalışıyor muydu, yoksa emekli mi olmuştu hatırlamıyorum. Ağabeyi Ali, ise pek çıkmazdı evden. Temizlik, yemek yapma işi ondaydı. Yaz kış kapısının önüne çıkardığı mangalı yakmakla uğraşırdı. Konuşmayı pek sevmeyen içine kapanık bir tipti. Günlerden bir gün mahalle büyük bir olayla sarsılmış, mahallenin bütün kadınları toplanıp Ali'yi linç etmeye kalkmışlardı. Başta ne olduğunu anlamamıştım. Önceki bölümlerde bahsettiğim dip komşumuz manav Hasan'ın küçük kızı Cazibe'yi hatırlarsınız. Henüz üç beş yaşlarındaki bu küçük kızı çikolata vereceğim diye kandırıp evine almış. Küçük Cazibe komşularında gördüğü erkek bebeğin cinsel organıyla Ali dedesininkiyle mukayese edip "Ali Dedeninki bebeğinkinden daha büyük" deyiverince, kızılca kıyamet kopmuştu. Daha sonra polislerin geldiğini, zabıtların tutulduğunu hatırlıyorum. Bu olaydan sonra kimse bakmadı ihtiyarların yüzüne. Zaten kısa süre sonra Ali, arkasından Mustafa göçtüler bu cihandan. Evlerinin akıbetini bilmiyorum, zira bildiğim kadarıyla kimseleri yoktu.

11 Aralık 2020 Cuma

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 2


Düşündükçe canlanıyor hatıralar... Dip komşumuzun adını şimdi hatırladım, Hasan'dı evet, Manav Hasan. Coşkun'un küçük kız kardeşi vardı bir de, onu da unutmuşum. Adı Cazibe'ydi. Biz ilkokula giderken henüz iki üç yaşlarında bir çocuktu o. Cazibe'nin maruz kaldığı çirkin olaya daha sonra değineceğim. Onu zaten sırf o olay aklıma geldiği için hatırladım. Neyse, kaldığım yerden devam edeyim. Bütün evlerin cepheleri rengarenkti. O zamanlar akrilik, sentetik dış cephe boyaları yoktu. Ya kireci söndürdükten sonra sulandırıp bir fırça yardımıyla beyaz renge boyanırdı evler, ya da toz boyalar sulandırılarak farklı renkler elde edilirdi. Bir aşağıdaki kireç badanalı o evlerden birinde dünyada yaşayan bir kimsesi kalmamış, kırışık yüzlü yaşlı bir nine vardı. Kocasını hiç görmedim. Yaşlı kadın ömrünün son demlerinde iyiden iyiye yitirmişti aklını. Bazen öğlen vakitleri, bazen de akşama doğru evlerin kapılarını teker teker çalar, "Adilanum öldi mü?" diye sorardı. Onun bu sözü aklımdan hiç çıkmamış, dilime pelesenk olmuştu. Lisede Alper Tunga Destanı'ndan bahsedilirken, sorduğu soruyu Alper Tunga'nın sagusuyla (ağıt) eşleştirip "Issız acun kaldı mu?" diyerek peşine ekler, eğlenirdim. Adile Hanım, çok önceden ölmüştü tabii. Ama ninemiz her Allah'ın günü kapıları çalmaya devam eder, çok sevdiği komşusunun öldüğüne bir türlü inanamazdı. Biz çocuklar alışmıştık bu hadiseye. Yaşlı kadın kapımıza gelip yine aynı soruyu sorduğunda "Öldi" derdik. Zavallı bu cevabı alınca iyice bastonuna abanır, kuruyan gözleri buğulanır ve bizim anlamadığımız bir dilde, "O theos na ma se voithiksi"* diyerek kendi kendine söylenir, ağıtlar yakardı.

Sokağımızı kesen ilk ara sokak alttaki caddeye açılırdı. Kürt mahallesi denilen bu bölgeye inmemiz büyüklerimiz tarafından kesinlikle yasaklanmıştı. Bunun sebebini sormak aklımıza gelmemişti o zamanlar ama bu yasak, Kürtler hakkında ilk olumsuz algıyı oluşturmuştu küçük beynimizde. Belki çocukları kaçıran ve onlara kötülük yapan kimselerdi onlar. Sokağın köşesinde Saime Hanım teyzeler otururdu. Kocası ölmüştü, biri evli olmak üzere yetişkin dört çocuğu vardı. Evli olan kızı Necla Teyze, kocası Ali Amcayla birlikte yine sokağımızdaki başka bir evde otururdu. Onlardan daha sonraki bölümlerde bahsedeceğim. Küçük kızı Bedriye, gelinlik çağa gelmiş uzun, düz sarı saçları olan bir kızdı. Büyük oğlu Samim hafızamda fazla bir iz bırakmamış ama yirmili yaşlardaki küçük oğlu Sedat'ı unutamam. Çok güzel saz çalardı. Necla Teyze'nin ikinci çocuğu, Saime Hanım teyzenin torunu, Mustafa'yla samimiydik. Bu aile Tatar kökenli olduğu için onlardan "Tatar Necla", "Tatar Mustafa" diye bahsedilirdi. Tamamı Girit kökenli komşularımızın arasına nasıl girdiklerini bilemiyorum. 

Biraz ileride birkaç ev daha vardı fakat orada oturanlarla sanki görünmez bir duvar örülmüştü aramıza. Onlar hakkında bildiğimiz tek şey muhacir olduklarıydı. Mübadele sırasında Balkanlardan gelen ve bizim "Macır" dediğimiz bu insanlar hakkında çok fazla şey bilmezdik. Kadınlarının giydikleri sadece yüzlerini açık bırakan kara çarşaflar tuhaf gelirdi bize. Bu tarz giyinmelerinin sebebi bir tarikata bağlı olduklarından değil, geldikleri yerin kültürüyle ilgiliydi. Sütçülük yapıyorlardı, eve süt lazım olduğunda annemizin verdiği tencereyi alıp kapılarına giderdik. İnekleri evin arkasındaki o küçücük bahçede miydi? Kaç inekleri vardı, bilmezdik. Geçen yıl evlere servis yapan yaşıtım bir sütçüyle tanıştım. Sohbet sırasında yıllar önce aynı sokakta oturduğumuz çıktı ortaya. Bize "Macır" derlerdi, dediğinde o günleri hatırladım, "Babanın da çok sütünü içmişizdir o zaman." dedim. 

Sokağımızın sonu beton yol dediğimiz caddeye çıkardı. Oradaki ihtiyar bakkal dedemin arkadaşıydı. Dedemin her zaman beni alıp götürdüğü Küçük İhsaniye Camisinde sık sık karşılaşırdık. Bu yüzden beni bir başka severdi. Hacca gidip geldiğinde yeni adetler çıkarmıştı. Bakkal dükkanına yaklaştığımda pür dikkat beni izler, şaşırıp sol ayağımla içeri girdiğimde, dışarı çıkartır yeniden sağ ayağımla dükkana adım atmamı isterdi. Dükkanın bereketi kaçarmış! Bir de alışkanlıkla söylediğim "Rüstem Dede" şeklindeki hitap tarzıma bozulurdu, "Bana artık Hacı Dede diyeceksin." derdi. Bu zorlamalar bir süre sonra iyice canımı sıkmaya başlamıştı. 

* "O theos na ma se voithiksi" Giritçe, "Tanrım bana yardım et" 

9 Aralık 2020 Çarşamba

CONFESSION CABINET 2


- Günaydın Papaz Efendi.

-Günaydın, yine neler karıştırdın.

- Tanrı sizden razı olsun Papaz Efendi. Günahlarımı size anlattıktan sonra kuşlar kadar hafifliyorum.

- Peki, anlat bakalım.

- Büyük deprem olmuştu İstanbul'da. Bütün patronlar krizi fırsata dönüştürmekte birbiriyle yarışıyorlardı.

- Bu onların günahı, sana ne?

- Evet ama yine ben aracı oldum ve onların bu emellerine hizmet ettim.

- Nasıl yani? 

- Londra'daydık. Çalıştığımız yabancı firmayla projenin son detaylarını görüşüyorduk. Tanrı şahidim olsun adamlar güzel bir iş çıkartmışlar, en ekonomik çözümü önermişlerdi. Ben her ne kadar projeyi beğensem de genel müdürüm iş miktarını arttırmakta ısrar ediyordu.  İngilizlerin biraz şaşkın biraz alaycı bakışları altında komik bir duruma düştüğümü hatırlıyorum. Herkesin bildiği gibi  bu tür toplantılarda projeciden her zaman beklenen, işin emniyeti, işlevselliğinin yanı sıra tasarımın ekonomik olması. 

- Genel müdürün devleti zarara sokan bu garip isteği sakın yabancılara söyledi deme.

- Hayır Papaz Efendi, keşke kendisi söyleseydi. Yabancı dil bilmediği için bu uygunsuz talebi bana söyletti. İngilizlerin bana öyle tuhaf, öylesine manyak mısınız der gibi  bir bakışları vardı ki yer yarılsaydı içine girseydim.

- Peki bu talebinizi kabul ettiler mi? 

- Hiç de kolay olmadı, Papaz Efendi. "Biz ciddi bir firmayız, gereksiz yere proje maliyetini arttıramayız." dediler. İçin için bir rahatlık çökmüştü içime. Elin İngilizi bizim vatanımızı bizden çok sevemezdi ama iş ahlakları beni bir kez daha kendilerine hayran bırakmıştı. Fakat genel müdürüm teslim olmadı. Israrını sürdürdü. Tabii ben de onun söylediklerini toplantıdaki yabancı mühendislere aktarmaya devam ettim. Siz bizim genel müdürü tanımazsınız Papaz Efendi. Kendisi beş vakit namazında ama günah işleme konusunda şampiyon. Benim eski dinimde tövbe istiğfar edince bütün günahlar affediliyor nasıl olsa, muhtemelen ona güveniyor olmalı.

- O zaman sen niye dinini bırakıp bana geldin?

- Güzel bir soru Papaz Efendi. Ben sizin şu günah çıkarma olayını daha mantıklı buluyorum. Doğrudan Tanrı'yla muhatap olmak utandırıyor beni. Sanki ilahi bir ses "İyi halt etmişsin" diyecekmiş gibi geliyor bana. Oysa siz benim adıma Tanrı'ya dua edip günahlarımı affetmesi için dua ediyorsunuz. 

- Anladım, peki sonra ne oldu? İngilizler ahlaksız teklifinizi kabul etmedi değil mi?

- Sormayın Papaz Efendi. Müdürleriyle kısa bir toplantı yaptıktan sonra bizim genel müdürün istediği oranda olmasa da projenin ciddi oranda maliyetini arttıran değişiklikleri yapmayı kabul ettiler. Belli ki onlar da çıkarları doğrultusunda hareket etmişlerdi. İşi kaybetmeyi göze alamadılar. Beni soracak olursan, milletime ihanet edilmesine sadece seyirci kaldım, hatta bir ölçüde vesile oldum. Bu olayı kafamdan bir türlü atamıyorum.

- Senin için dua edeceğim. Lakin yine aklıma takılan soruyu sormama izin ver. 

- Tabii efendim, sorabilirsiniz.

- Siz Londra'da bu pazarlığı yaparken devlet yetkilileri neredeydi?

- Ah Papaz Efendi, onlar Londra'nın tarihi yerlerini, müzelerini geziyorlardı biz toplantıdayken. Bütün devlet yetkililerimizin yurt dışı iş seyahatlerinde her zaman yaptıkları gibi.

- Anlıyorum, evlat. İşiniz çok zor. Onlar için de dua edeceğim.

KELİME OYUNU # 2

Kelime Oyununun bu haftaki kelimelerini yine Kırmızı Ruh seçti. Haftanın kelimeleri Kırmızı, İrlanda, Tutku, Kitap ve ViskiBütün blog yazarlarına açık bu güzel etkinliğin organizasyonunu sevgili DeepTone sürdürmekte


MOLLY MALONE

Hayatında hiç bu denli heyecanlanmamıştı. Bilgisayarının başından fırladığı gibi mutfakta kahvaltı hazırlayan eşinin yanına koştu.

- İnanamıyorum, İrlanda'dan bir alıcı çıktı. E-mail göndermiş, Çeşme'deki villayı beğenmiş, en kısa zamanda görmek istiyormuş! 

Genç kadın elindeki çaydanlığı ocağın üstüne bıraktı. Sorgulayan gözlerle adamın söylediklerini anlamaya çalıştı.

- Bu kadar erken mi?

- Evet, ben de bu kadar erken olmasını beklemiyordum. Haftaya gelebileceğini söylüyor. Aşkım, çok fazla ümitlenmeyelim ama adam o kadar yoldan gelmek istediğine göre gerçek alıcı.

- Hadi bakalım, inşallah. Cevap yazdın mı?

- Hayır, e-mail'imde görür görmez sana koştum. Bolca fotoğraf, ayrıntılı bilgi vermem sanırım işe yaradı. Hemen gidip cevap yazayım. Eğer anlaşma sağlanırsa satış için hangi belgeler lazım araştırmam gerekiyor. Malum emlak işine henüz yeni girdik. İlk kez yabancıya gayrimenkul satacağız, bir acemilik yapmayalım. Mal sahibine de bilgi vermem lazım, gerçi aramızda sözleşmemiz var ama kimseye güvenilmez, bakarsın sattım deyiverir, kalırız ortada.

- Tamam, tamam ne gerekiyorsa yap, aman bu işi kaçırmayalım.   

***

Serin bir sonbahar sabahı erkenden kalkmış, diğer işlerini yoluna koyup Adnan Menderes Hava Limanına tam iki saat önceden kapağı atmıştı. Uçakların inişlerini gösteren ışıklı dijital panoya nazır kafelerden birine oturdu ve kendine bir Türk kahvesi söyledi. Havaalanındaki bir dükkandan sadece vakit geçirsin diye aldığı Can Yayınlarının İrlanda Güncesi isimli kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı. Bir hafta boyunca internetten araştırma yapmış, İrlanda tarihi ve kültürü hakkında epey bilgi sahibi olmuştu. Deri kaplı sandalyesine yaslandı, elindeki kitabı masaya bırakıp yapacaklarını aklında sıraya dizmeye koyuldu. Eğer bir gecikme olmazsa saat 16.00 da uçak piste inmiş olacaktı. Siyah çantasının fermuarını açıp içine bir göz attı, önceden hazırladığı üzerinde "Mr. Harry Cillian" yazılı isim levhasını yanına aldığından emin oldu. Yolcu karşılama salonunda, beklediği adamın elindeki valizi sürükleyerek kendisine doğru yaklaşmasını gözlerinde canlandırdı. Valizini elinden almalı mıydı? Yoksa, bunu yaparsa kendini küçük mü düşürmüş olurdu? Kararını verdi, evet, bu davranış adamın zihninde kötü bir intiba bırakabilirdi. 

Kahvesinden bir yudum daha aldı, masanın üzerindeki kitaba baktı fakat içindeki okuma arzusu yok olmuştu birden. Eski Büyük Efes Otelinden dönüştürülen Swissotel'de rezervasyon yaptırdığını öğrenmişti. Bu oteli kendisi önermişti. İlk olarak misafirini havaalanından alıp otele götürmesi gerekecekti. Akşam yemeği için onu eve çağırmanın uygun bir davranış olup olmayacağını düşündü. Eşini telefonla arayıp bunu ona sormaya karar verdi. 

- Hayatım misafiri akşam yemeğine davet etsek nasıl olur?

- İyi fikir ama keşke daha önce söyleseydin, hiç hazırlığım yok.

- Sorun değil, ben onu biraz oyalarım, saat sekize kadar bir şeyler yapamaz mısın, fazla bir şey hazırlamana gerek yok. Bak bu işi becerirsek elimize geçecek parayla en az bir daire satın alabiliriz. 

- O kadar olur mu? Ama biliyorsun aşkım hoşlanmıyorum ben böyle emrivakilerden, alınması gereken bir sürü şey çıkacak şimdi. 

- Hadi canım, sen yaparsın, daha epey zaman var, sana söz veriyorum akşam saat sekizden önce gelmeyiz.

- Peki tamam o zaman, yine yapacağını yaptın.

- Seni seviyorum aşkım.

***

Kitabı eline aldı genç adam. Arka kapağını okumaya başladı. "İrlanda Güncesi, İrlanda ve İrlandalılar hakkında, yoksulluk, mutsuzluk, içtenlik ve inançlar üzerine yazılmış bir gezi kitabı. Almanya'dan ilk kez yurt dışına çıkan Heinrich Böll, daha ilk andan başlayarak bambaşka bir dünyaya adım attığını hisseder ve o ülkeyi solumaya başlar..." Birden aklına saate bakmak geldi. Yarım saat kalmıştı uçağın inmesine. Misafiri otele götürdükten sonra epey bir zamanı olacaktı. Yemekten önce bir iki kadeh bir şeyler içmenin her daim sarhoş bir İrlandalının hoşuna gidebileceğini düşündü. Alsancak'ta otele yakın tipik bir Irish Pub olan Molly Malone's bunun için biçilmiş kaftandı. Hem ambiyansı güzel hem de yüksek volümlü müziğiyle sohbeti bölmeyen bir yerdi. Hemen telefona sarılıp iki kişilik güzel bir yer ayırmalarını rica etti.   

Yolcular ellerinde valiz ve çantalarıyla salona doğru akmaya başladıklarında elindeki isim levhasını iyice yukarı kaldırmıştı. On dakikadan fazla beklemesine rağmen beklediği misafir görünmedi. Bir karamsarlık çöktü içine. Uçağı kaçırmış, ya da son anda başka bir aksilik çıkmış olabilir miydi? Tam uçağa binmek üzere aldığı bir telefon mesela... Çocuğu bir trafik kazası geçirmiştir belki de. Hepsi insanın başına gelebilecek şeylerdi. Elindeki levhayı indirip yorgun kollarını serbest bıraktı. Derin bir nefes aldı. Epeydir yolcu bekleme salonuna açılan karşısındaki fotoselli kayar kapı hareketsiz duruyordu. Çevresinde yolcu bekleyen hiç kimse kalmamıştı neredeyse. Tam dönüp ayrılmaya hazırlanıyordu ki kayar kapı aralanmaya başladı, elinde tekerlekli bir valiz sürükleyen kızıl saçlı, uzun boylu, orta yaşlarda, takım elbiseli bir adam göründü. Hemen kollarını kaldırıp levhayı yanına yaklaşan adama doğru gösterdi. Adamın gülümsemesini gördüğünde bütün sıkıntısı kaybolmuştu.

- Hoş geldiniz, umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir, Mr. Cillian.

- Teşekkür ederim Mr. Naci, keyifli bir yolculuktu fakat, pasaportumu uçakta düşürmüşüm, geri dönüp onu aramaya gittim. Neyse ki kabin ekibi fark etmiş, sorun çıkarmadan bana teslim ettiler, bu yüzden sizi biraz beklettim, lütfen kusuruma bakmayın.

- Ne demek, rica ederim, aksilik işte, olur böyle şeyler. Her neyse, pasaportunuzu bulmanıza sevindim. Peki o zaman, şimdi sizi otelinize götüreyim, eşyalarınızı bıraktıktan sonra eğer kendinizi yorgun hissetmezseniz bir iki kadeh atabiliriz. Hoşunuza gideceğini düşündüğüm bir mekanda rezervasyon yaptırdım. 

Akşam trafiği henüz başlamamıştı. Naci misafirini otele götürdükten sonra arabasın yan sokaklardan birine park edip lobide beklemeye koyuldu. Gidecekleri yer yürüme mesafesinde olduğu için yeniden bir park yeri arama zahmetinden kurtulduğuna seviniyordu. Bir çeyrek saat bekledikten sonra misafiriyle birlikte otelden ayrılıp yürümeye başladılar. Hava kapalı olmasına rağmen henüz yağmur başlamamıştı. Yine de yanına şemsiyesini almayı ihmal etmemişti. Yağmura her zaman hazırlıklı olan bir İrlandalı'ya şemsiye almasını hatırlatmanın kabalık olacağını düşünmekte ne kadar haklı olduğunu adamın elindeki şemsiyeyi görünce anladı.

Naci, mekanın en güzel yerini kendilerine ayıran personelin eline bir banknot sıkıştırdıktan sonra konuğunun karşısındaki koltuğa kuruldu. Aklında sohbetlerini dolduracak bir sürü konu vardı ama heyecandan hepsi birbirine geçmişti. İrlanda'nın yeşile olan ilgisinden üç yapraklı yoncanın onlar için ne anlama geldiğinden, eskiden kadınların girmesine müsaade edilmeyen, localarında evlenecek çiftlerin düğün hazırlıklarının konuşulduğu tarihi pub'larından bahsedecekti. Sonra bunun tereciye tere satmak olacağını fark etti. Adama kalkıp kendi ülkesinin tarihi ve kültürü konusunda ders mi verecekti? Onun yerine kendi kültüründen bahsetmenin daha mantıklı olacağını düşündü ama aklına saat kulesinden başka bir şey gelmedi. Adam gelir gelmez ayağının tozuyla, satın almayı düşündüğü villadan bahsetmek de pek uygun olmayacaktı. Nasıl olsa yarın gidilip villa görülecek, öğrenmek istediği bütün bilgi orada kendisine verilecekti. 

Yanlarına yaklaşmakta olan garsonu görünce toparlandı.

- Mr. Cillian, akşam yemeğini bizim evde yeriz, eşim size şu an güzel bir menü hazırlamakla meşgul. Şimdi aperatif olarak ne almak istersiniz? Viski, şarap? 

- Biliyor musunuz, İskoçlar hep kendilerine mal ederler ama viskinin asıl ana vatanı İrlanda'dır. Eğer varsa ben bir bardak "tullamore dew" alırım. 

Garsona kendisi için de bir "guinness draught" söyledi. Harry gözlerini genç adama dikti.

- Ağzınızın tadını biliyorsunuz. İrlanda'da en sevilen birayı istemeniz gözümden kaçmadı. Bu mekanın adının nereden geldiğini biliyor musunuz? Yani Molly Malone'dan bahsediyorum. 

Guinness birası söyleyerek İrlandalılar hakkında yaptığı araştırmaların karşılığını almasının mutluluğunu yaşamaya fırsat bulamadan Harry'nin çalışmadığı yerden sorduğu bu soru canını sıkmıştı genç adamın. Bilmiyorum demektense sessiz kalmayı tercih etti. Bir süre bekledikten sonra İrlandalı anlatmaya başladı.

- 17. yüzyılda yaşayan genç, güzel bir kız olan Molly Malone, iki tekerlekli bir el arabasına koyduğu kum midyesi ve diğer kabuklu deniz mahsullerini şehrin dar sokaklarında satarak geçinirmiş. Yaşamı hakkında pek çok rivayet anlatılır. Neredeyse milli marşımızdan sonra bizde en çok bilinen "Cockles and Mussels" şarkısı ondan bahseder. Bir de onun Dublin'de bir heykeli var, biliyor musunuz? Göğüslerini okşayınca kendilerine uğur getireceğine inanır insanlar. Önünden geçen herkesin kadının göğsünü okşamasından dolayı heykelin o bölgesi ışıl ışıl parlamakta. Haa, haa, haa. 

Harry'nin samimi davranışları bütün gerginliğini almıştı Naci'nin. Biranın da etkisiyle tuvalete gitmek üzere izin istedi. Sohbetin tatlılığı zamanı unutturmuştu. İçki şişelerinin dizildiği rafın üzerindeki saat sekize yaklaşıyordu. Eve telefon edip eşinin hazır olup olmadığını öğrenmek için bir fırsat doğmuştu. İşini bitirdikten sonra tuvaletlerin girişindeki holün duvarına asılmış bir tablo dikkatini çekti. Kadın yanındaki adamın gözlerinin içine büyük bir tutkuyla bakıyordu. Cebinden telefonunu çıkardı eşini aradı, gözlerini tablodan ayırmıyor, adeta büyülenmiş gibi resme bakıyordu. Eşinin alo deyişini güçlükle fark etti. Sadece "Geliyoruz." kelimesi döküldü dudaklarından. Telefonu kapattı. Tablodaki kadının baktığı adama ait bütün detaylar adeta hafızasına kazınıyordu. Yeşil gözlü, yakışıklı, kendi yaşlarında biriydi. Onu kadına çeken şey gözleri miydi? Olduğu yere çakılmış, bir an olsun tablonun başından ayrılamıyordu. Dışarıdan hole açılan kapıdan giren adamı fark etmedi. Bir el sırtına dokununca yerinden sıçradı, dönüp arkasına baktı. Gözlerine inanamadı, gördüğü kişi tablodaki adamın ta kendisiydi. Aynı beyaz ceket, yeşil gözler, düzgün yüz hatları, siyah saçlar... Bir an göz göze geldiler. Adam birden geri dönüp çıkışa doğru koşmaya başladı. 

Yerine döndüğünde şaşkınlığı daha da artmıştı. Oturduğu masada İrlandalı yoktu, içtikleri içkilerin bardakları da dahil olmak üzere hiçbir şey görünmüyordu. Koşar adımlarla geri dönüp tuvaletlere baktı. Mr. Cillian diyerek kapılara vurdu. Sadece bir kapıdan "dolu" sesi geldi ama o Harry olamazdı. Salona geri dönüp kendilerine hizmet eden garsonu aradı gözleri. Onu da bulamadı. Bardaki görevliye yanaştı.

- Pardon, az önce şu köşedeki masada oturuyorduk, bir İrlandalı misafirimle birlikte. 

Barmen boş boş yüzüne baktı genç adamın. Sağa sola başını sallayıp cevap vermeye tenezzül bile etmedi. Aklını kaçırdığını düşündü. Dışarı, caddeye çıktı, bir aşağı bir yukarı bakındı, İrlandalı ortalarda görünmüyordu. Sakin olmaya çalıştı. İçeri girip başka bir garsona seslendi.

- Hesap lütfen! Şu karşı köşedeki masada oturuyorduk. 

On kat hesap ödemeye razıydı, yeter ki yaşadıklarına bir şahit bulsun, aklını kaçırmadığına inansındı. Garson:

- Hesap falan yok, o masa hep boştu dedi.

Yağmur başlamıştı hızlı adımlarla Swissotel'e doğru yürümeye başladı. Şemsiyesini barda unuttuğunu fark etti ama yaşadıklarının yanında ihmal edilebilecek bir ayrıntıydı bu. 

Otelin resepsiyonundaki görevliye,

- İyi akşamlar, "Mr. Harry Cillian" odasında mı, bir bakabilir misiniz, lütfen?  

Görevli bayan, bilgisayarına baktı, kısa bir süre sonra başını kaldırdı.

- Efendim otelimizde söylediğiniz isimde biri kalmıyor.

- Nasıl olur, girişini birlikte yapmıştık. 

Genç kadın "Ne yapabilirim?" anlamına gelen bir şekilde ellerini iki yana kaldırdı.

Bütün bu olayları eşine nasıl anlatacaktı. En kötüsü de, o kadar hazırlık yaptırdıktan sonra misafirin gelmeyeceğini eşine söyleyecek olmasıydı. Dalgın bir halde arabasını park ettiği sokağa doğru yürüdü. Birden içinde bir şeylerin çekildiğini hissetti. Tansiyonu düşmüş olmalıydı. Yanındaki aydınlatma direğine tutundu. Başını kaldırdı, park ettiği yerde başka bir araba duruyordu. Oysa oraya park ettiğinden son derece emindi. İşte tam da orası, Tekel büfesinin önü... Büfedeki adama seslendi.

- Affedersiniz iki üç saat önce buraya park etmiştim arabamı. Kırmızı bir Peugeot, hatchback. Gördünüz mü onu? Trafik mi çektirdi acaba? 

Büfeci başını sağa sola salladı, ağzını açıp tek kelam etmedi.

Sanki herkes dilini yutmuş, hepsi bir olmuş ondan bir şeyler gizliyorlardı. Çaresiz bir halde taksi çevirip evine döndü. Kapının zilini çaldı. Cevap veren olmadı. Israrla zile basmaya, daha sonra var gücüyle kapıyı yumruklamaya başladı. Bir yanıt alamayınca cebinden anahtarını çıkardı, kapıyı açtı. Gördüğü manzara karşısında şaşkına dönmüştü.

Salonda muhteşem yemeklerle bezenmiş masada ilk olarak Harry gözüne çarptı. Eşinin yanında oturan kişi, tuvalette karşılaştığı ve tabloda kadının baktığı adamın ta kendisiydi. Hepsi birden başlarını adama çevirdi. 

Naci şaşkın bir vaziyette masayı süzdü.

- Neler oluyor burada? 

Kadın yerinden kalktı, gözlerini kocaman açarak,

- Asıl siz kimsiniz? Nasıl girdiniz evime? diyerek hiddetle çıkıştı.

Tabloda gördüğü, tuvalette karşılaştığı adama baktı, aynı beyaz ceket, yeşil gözler, düzgün yüz hatları, siyah saçlar...  Adam sinir bozucu bir şekilde gülümsüyordu. 


7 Aralık 2020 Pazartesi

CONFESSION CABINET 1


- Günaydın Papaz Efendi!

- Günaydın.

- Ben büyük yanlışlar yaptım.

- Anlat bana evladım, günahlarından arındırayım seni.

- Yıllar önce devletin işini yapıyordum. Sözleşmeye göre işi verilen süreden önce bitirdiğim takdirde devlet çalıştığım şirkete erken bitirme primi verecekti. Bunun için gece gündüz çalıştım.

- Zamanından önce bitirebildin mi?

- Evet ama düşündüğüm gibi olmadı.

- Nasıl yani? 

- Sözleşme bitim tarihinden tam üç ay önce işi tamamladım. Erken bitirme primini alınca patron beni de mükafatlandırır diye geçiriyordum aklımdan. 

- Bu gayet doğal, aklından geçenler seni günahkar yapmaz.

- Papaz Efendi, sorun bu değil. Müjdeyi patrona verdiğimde şok olmuştum. Bana işleri yavaşlatıp zamanında bitirmemi söyledi.

- Patronunun bunu neden yaptığını düşünüyorsun? 

- Yıl atlayınca devlete ödeyeceği vergiden kazancı olacakmış! 

- Senin beklediğin mükafat da gümbürtüye gitti, değil mi?

- Aynen öyle oldu, Papaz Efendi. Ama ben o zaman sadece kaçırdığım prime üzülmüştüm. Patronumun vergi kaçırarak devleti dolandırdığı, benimse onun suç ortağı olacağım hiç aklıma gelmemişti. Şimdi devletin soyulmasına ses çıkarmadığım için çok huzursuzum.

- Tanrı'nın seni affetmesi için dua edeceğim. Yaptığına pişman olmuşsun zaten. Bak Tanrı sana doğru yolu göstermiş, kilisemize katılmışsın. Bu arada merak ettiğim bir şeyi sormak istiyorum, evladım. Neden dinini değiştirdin?

- Çünkü eski dinimde günah çıkarma diye bir müessese yoktu Papaz Efendi.

- Tek neden bu mu?

- Evet, başka ne olabilir ki? Cennet aynı cennet, cehennem aynı cehennem. Neyse, şimdi borcum ne kadar Papaz Efendi?

- Tanrının evinde hiçbir hizmetin bedelini ödeyemezsin evlat. Ama sen yine at oradaki kumbaraya bir şeyler. Karanlıkta göremezsin şimdi, bir iki de mum yakıver.

- Eksik olma Papaz Efendi, bende günah çok, yine geleceğim.

3 Aralık 2020 Perşembe

KELİME OYUNU # 1


Güzel bir etkinlik önerisi de
Kırmızı Ruh'tan geldi. Adı Kelime Oyunu. İlk kelimeler Deniz, Kayıkçı, Simitçi, Araba ve Dede. Bütün blog yazarlarına açık bu etkinlikte organizasyon yine sevgili DeepTone'da. Kırmızı Ruh, ilk haftanın kelimelerinden güzel bir öykü türetmiş. (TIK TIK)  
APTALİKO 

Mübadele yıllarında çektiği ıstırap ve nefreti kuşaktan kuşağa aktararak acılarını soğutmak yerine kederini içine gömüp kaderine razı olmuş, sakin biriydi anneannem. Yaptığımız her sakarlıktan sonra bize en kızgın halinde bile gülerek söylediği tek söz "aptaliko" ydu. Geçmiş hayatına sünger çekmişti, bizlere çekmiş oldukları sıkıntıları pek anlatmazdı. Merak edip sormazdık biz de, çocuk aklımızla. Onun her "aptaliko" deyişinde yüzümüzde suçlu bir sırıtma belirir, yanından sıvışırdık.

Dedemle arkadaş gibiydim. Yaz tatillerinde onlarda kalır, onunla birlikte aylak aylak şehri dolaşırdık. Yine bir gün Konak İskelesinden biletlerimizi aldıktan sonra vapura binip Karşıyaka'ya doğru yola çıktık. Denizin kokusu hoşuma gitmişti. Güvertedeki seyyar simitçiden aldığımız gevreği küçük parçalara ayırıp bizimle yarışan martılara attıkça mutluluktan havalara uçuyordum. Yarım saat kadar sonra vapur iskeleye yanaştı. Yalı boyunca bir süre yürüyüp gördüğümüz ilk çay bahçesinde oturduk. Anneannemin bize niye "aptaliko" dediğini sordum. Dedemin bir anda gözleri derinlere daldı, sonra kendini toplayarak gülümsedi.

- Çok eskiden kapı komşumuzun bir kızı vardı, ona sadece anneannen değil herkes "aptaliko" derdi.

- Girit'teyken mi?

- Evet. Gerçek adı Zehra'ydı. Bir Rum gencine aşık olmuştu. 

Merakım iyice artmıştı. İlginç bir aşk hikayesi anlatacağa benziyordu. 

- Peki niçin ona "Aptaliko" diyorlardı?

- Esmer güzeli, ince belli, endamlı bir kızdı Zehra. İyi okullarda okutmuştu ailesi. Çok güzel keman çalıyordu. Ancak liseyi bitirdiğinde kader ona sırtını dönmüş, birkaç ay içinde anne ve babasını kaybedince hayatta hiç kimsesi kalmamıştı. O vakitten sonra yalnızlığını ve acılarını kemanının tellerinde seslendirmeye başlamıştı. Hiçbir geliri olmadığı için çağrıldığı düğün ve türlü eğlencelerde verilen üç beş kuruşla ayakta durmaya çalışıyordu. Onun kemanıyla en güzel yorumladığı oyun havasının adı "aptaliko" ydu. Günden güne bir parçası haline gelen müzik aletini eline alıp "aptaliko" yu dillendirmeye başlar başlamaz çevresindeki bütün gençler yerinde duramaz danslarıyla kendilerinden geçerdi. Bir süre sonra herkes onu "Aptaliko" diye çağırmaya başlamış, gerçek adı neredeyse unutulmuştu.

- Peki, Rum gencine nasıl aşık oldu?

- Yine çağrıldığı bir düğünde kemanının canlı ezgileriyle gençleri coştururken  Nikos isminde yakışıklı bir delikanlı çıktı meydana. Müziğin ritmine kendini kaptırmış, "Aptaliko" havasını öyle güzel oynuyordu ki, bütün genç kızlar kendine hayran kalmıştı. Zehra da bu yakışıklı çocuktan etkilendi doğal olarak. Narin eliyle tuttuğu yayı kemanının tellerinde gezdirirken tüm hünerlerini ortaya dökmeye çalıştı. O günden sonra Nikos, "Aptaliko" nun peşinden  hiç ayrılmadı, ta ki ölene kadar.

- Nikos öldü mü, neden?

- Birbirlerine sırılsıklam aşık olmuşlardı. Nikos kendini yetiştirmiş, hem Rumcayı hem de Türkçeyi çok iyi konuşan bıyıklı, uzun boylu bir gençti. Ancak her ikisinin de çevreleri bu ilişkiye hep kem gözle bakıyorlardı. Biri Hristiyan, diğeri Müslüman iki kişi birbirlerine nasıl aşık olabilirlerdi. Bazen karanlık bastığında Nikos'un arkadaşı Kayıkçı Hristo onları alıp denize açılır iki aşığı gözlerden ırak ıssız koylara götürürdü. Aptaliko, bütün aşkını, duygularını kemanın sesiyle Nikos'a aktarırken, Nikos da ona Sappho'dan şiirler okurdu o güzel sesiyle.

"Hiç uyarmadan nasıl sökerse

Kasırga meşeleri kökünden,

Öyle sarsıyor yüreğimi aşk."

                 ***

"Denizcilerdir, diyor, yeryüzünde

Göze en görünen şey; bense

Kişi kimi seviyorsa, diyorum odur

En güzel.  

Denizi çok severdi Sappho'yu sevdiği kadar. Belki şair Sappho'nun denize olan tutkusu çekmişti onu kendine. Nikos, denizden de çok sevdiği "Aptaliko"ya vurulmuştu vurulmasına ama esas vurgunu denizden yedi.

- Nasıl yani?

- Denizden kazanıyordu ekmeğini. Sık sık derinlere dalar sünger çıkarırdı. Sonunda bir gün baygın çıkardılar Nikos'u denizden. Kulaklarından kan geliyordu. Nefes alamıyordu. "Aptaliko" haberi alır almaz koştu sahile, gözü yaşlı. Akşama doğru narin kollarında verdi son nefesini Nikos. Canından çok sevdiği Nikos'u da terk etmişti artık onu. 

Gözleri dolmuştu dedemin, adeta yaşıyordu o günleri. Sanki o da içini dökmeye susamıştı dillendirirken bu destansı hikayeyi. Başka soru sormak, onu üzmek istemiyordum ama o kendini tutamıyordu, anlatmaya devam etti.

- Bir arabaya yüklediler cesedi. Kilisede kısa bir tören yapıldıktan sonra birkaç kişiyle birlikte mezarlığa kadar sevdiğine eşlik etti "Aptaliko". Bir kez daha yalnız kalmıştı. Üstelik bu kez daha kötüydü durum. Komşuları hiç yüzüne bakmaz oldu. Hatta Nikos'un ölümüne sevindiler bile. Senin anneannen de oh olsun diyenlerdendi. "Hadi Müslüman olsa neyse, utanmadın mı o gavurla düşüp kalkmaya" diye yüzüne karşı çıkışmıştı bir keresinde. Yemeden içmeden kesildi "Aptaliko". Kemanını alıp dağlara vurdu kendini. Elini tutan hiç kimse olmadı ne Türklerden ne de Rumlardan. Ama eğlenceye gelince yine çağırıyorlardı onu kemanıyla. Sonra birden tuhaf bir şekilde gülmeye, neşelenmeye başladı. Herkes artık acılarını unuttu diye düşünürken onun aklını kaçırdığı kimsenin aklına gelmedi. Her önüne geleni Nikos sanıp adanın Rum gençleriyle birlikte olmaya başladı. Yunan askeri adaya geldiğinde biz Türklerin orada yaşama imkanımız kalmamıştı. Bizi Türkiye'ye götürmek için gemilerin biri geliyor biri gidiyordu. Her gemi geldiğinde rıhtımda "Aptaliko" elinde kemanı olduğu halde beklerdi. O zamanlar canını kurtarmanın derdine düşmüştü herkes. Ne yanına çağıran vardı onu, ne de o adadan çıkmak istiyordu.

- Adadan ayrılmadı mı hiç?

- Bildiğim kadarıyla hep orada kaldı. Ama ben ona daima saygı duydum. Kemanıyla çaldığı "aptaliko" nun ezgileri kulağımdan çıkmıyordu. İzmir'e geldiğimizde ilk kez Atatürk Lisesi'nin halk müziği koluna çaldırdım bu parçayı. Onlar da "Kordon Zeybeği" diye repertuarlarına aldılar. Sonra çok meşhur oldu tabii. Hala bir yerlerde Kordon Zeybeği çalındığını duysam hep Zehra'yı yani bizim "Aptaliko" yu hatırlarım. 

Tesadüfün bu kadarı olurdu. Kulaklarıma inanamadım. Çay bahçesinde Kordon Zeybeği çalıyordu. 


    

2 Ekim 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 9

Aylar sonra gördü onu. Son görüşmelerinde, "Anlatacağım çok şeyler var." demişti. "Gidelim  bir yerlerde oturalım, yiyelim, içelim hem de sana her şeyi anlatayım." 

"Pandemi var, sonra" demişti, Sahra Çalısı.

2 Temmuz'un ertesi günü yazdığı mesajda "İçimdeki kangreni attım, beni zehirleyen sudan kurtuldum." demişti. Sahra Sulh Hukuk Mahkemesinin güzel hakimi tek celsede bitirmişti işi. Sahra Çalısı merak ediyordu, gerçekten bitti mi diye.

Çölün yavan suyunun aklı başına geç gelmiş, o zalim başını duvarlara vuruyordu. Yine rahat durmadı, çölün yasasını bilmesine rağmen Çöl Çiçeğini aramaya devam etti. Çöl Çiçeğinin "Ne istiyorsun benden? Her şey bitti, sen karar verdin, kendi yolunu seçtin artık." demeleri, sakinleştirmeye yetmemişti suyu. Bir daha aradı, bir daha, bir daha...

Bilseydi bunları Sahra Çalısı, birkaç sözü olurdu elbette Çöl Çiçeğine. Anlam veremedi bir türlü olanlara. Çölün yavan suyu bir deli. Ya Çöl Çiçeğine ne demeli. Niye çıkarsın telefonlarına, onca yaşanandan sonra? Hem bunun böyle olmasını sen mi istedin?

Telefon konuşmalarıyla kalsa iyi. Kapısına dayandı yavan su, Çöl Çiçeği'nin. Çöl Çiçeği bir içim su. "Bu kadar açılıp saçılmazdın sen, ne oldu sana. Git, üzerine düzgün bir şeyler giy." dedi, çölün yavan suyu.

"Bana karışmaya ne hakkın var, söyle. Ben kuşlar gibi hürüm, artık." dedi, Çöl Çiçeği. Onun bütün yalvarışlarına, yakarışlarına aldırış etmedi. Pişmanlık sözlerini hiç umursamadı. Tuhaf bir zevk alıyordu. Hatta hızını alamayıp bir tokat patlattı suyun yüzüne. Su dalgalandı.

"Demedim mi ben sana Sahra Çalısı," dedi, "O bana gelecek, yalvaracak, ayaklarıma kapanacak." Dediği çıkmıştı ve bu durum onu huzura erdirmişti.

Sahra Çalısı, "Niçin telefonlarına cevap veriyorsun hala, niçin kalkıp görüşüyorsun?" diye sordu. "Onun yalvarıp yakarması, onu aşağılamam hoşuma gidiyor." diye cevap verdi, Çöl Çiçeği. Son bir aydır aramaları kesilmişti, suyun. Sahra Çalısı'na öyle dedi. Sahra Çalısı inanır göründü, buna.

Ancak Çöl Çiçeğini çok rahatlamış görmüştü bu kez Sahra Çalısı, kendine güveni gelmişti. "Kendime yeni sular bulacağım, hayatımı yaşayacağım." diyordu. "Ne idim, ne oldum." dedi. Telefonuna kaydettiği birkaç şiir çıkarıp Sahra Çalısı'na okudu.

Ben cellâdıma âşık olmuşum...

 İnsan hiç cellâdını sever mi?

Göğsümdeki ağrı her geçen gün şiddetini arttırıyor.

Kıvranmalarım, gizli ağlayışlarım, haykırışlarım, sessiz çığlıklarım...

Bitiyorum galiba, bu defa sessizce ölüyorum...

İçimdeki o tarifsiz duygu canımı öylesine yakıyor ki,

Nefesim kesiliyor ama bu durumu kimseye açamıyorum.

Güçlü gibi gözükürken bir yerlerde, bitiyorum.

Kimsenin fark etmesi umurumda değil...

Cellâdım görse, bir o fark etse...

Sanki bir o kurtarabilir beni, bir tek o.


Sahra Çalısı şaşırdı, gözlerini açtı. "Sen ne zaman yazdın bunları?" diye sordu. Bilmesine imkân yoktu Çöl Çiçeği'nin, bunun bir "Stockholm Sendromu" olduğunu. 

"Mahkemeden önceydi," dedi, "hani benim ateşler içinde yandığım, seninle acılarımı paylaştığım yaz günlerinde yazmıştım bunları." Sahra Çalısı, rahat bir nefes aldı. 

13 Eylül 2020 Pazar

İNSAN NE İLE YAŞAR? - TOLSTOY

Kitabın Adı: İnsan Ne ile Yaşar
Yazar: Lev Nikolayeviç TOLSTOY
Sayfa Sayısı: 159
Yayınevi: Sis Yayıncılık
Çeviren: Emel Erdoğan
Türü: Öykü

Yazar Lev Nikolayeviç TOLSTOY (1828-1910) kırsal bir bölgede yaşamasına rağmen on beş yaşından itibaren Voltaire ve Rousseau'yu okuyup kendini yetiştirmiş, gerçekçi bir düşünür, "Anna Karenina" ve "Savaş ve Barış" gibi iki önemli romanın yazarı, kalemi güçlü edebi bir kişiliktir. 

"Hikayelerimin kahramanı, yüreğimin bütün gücüyle sevdiğim, bütün güzellikleri içinde anlatmaya çalıştığım ve hep güzel olan, güzel kalan ve hep güzel kalacak olan gerçektir." diyen Tolstoy, yazmış olduğu öykülerinde bu gerçek anlayışını satırlarına çarpıcı olarak nakşetmiştir. Öyküde yer alan kahramanların iç sesleri, kendi iç hesaplaşmaları, basit fakat düşündüren kısa cümlelerle okura aktarılmakta. Okurken insanı hem gülümseten, hem bilgilendiren hem de doğruyu yanlışı gösteren bir tat alıyor insan.  

Kitapta üç öykü bulunmakta; bunlardan ilki "İnsana Ne Kadar Toprak Lazım?" insanın doymak bilmez hırsını anlatıyor. İki kız kardeşin şehir ve köy yaşamından hangisinin daha iyi olduğuna yönelik tartışmalarından sonra köyde yaşayan küçük kız kardeşin kocası Pahom'u şeytan dürtüp büyük arazilere sahip olmasını ve çok para kazanmasını istiyor. Büyük bir hırsın esiri olan Pahom bu uğurda son nefesini veriyor.

İkincisi, üçünün arasında benim en sevdiğim öyküydü. "Bey ve Uşağı" adını taşıyan bu öyküde, Vasili adındaki ikinci sınıf bir alsatçı ile onun saf ve temiz uşağı Nikita'nın ilişkisi anlatılıyor. Ne zamandır pazarlık yaptığı bir arazi sahibinden satın alacağı koruluk için berbat bir kış gününde yola çıkmayı göze almış, Nikita ile birlikte yola çıkıyorlar. Yine, ilk öyküdekine benzer bir hırs faktörü var bu öyküde de. Vasili kendine gereğinden fazla güveniyor ama hava şartları, onu hedefine ulaştıramıyor. Diğer taraftan beyin uşağına hiç değer vermeyişi, onu atından bile aşağıda görmesi her fırsatta satır aralarına işleniyor. Bu öyküde yine kazanan iyi oluyor.  

Sonuncu öykü, kitabın adını taşıyor. "İnsan Ne ile Yaşar" adındaki bu öykünün kahramanı Simon, fakir bir ayakkabıcı. Karısıyla zar zor geçinen bu adam, kıt kanaat biriktirdiği parayla kasabaya inip kışı geçirmek için ihtiyaçları olan bir kürk satın almak ister. Parayı denkleştirmek için önce alacaklıların kapısını çalar fakat hemen hemen hiçbir tahsilat yapamaz. Ödünç olarak kasabadan istediği kürkü de alamayınca çaresiz geri döner. Yolda, bir türbenin kenarında karşılaştığı çıplak ve çaresiz bir adam görür, acıyıp üzerindekileri verir ve onun soğukta donmasını önler. Daha sonra alıp eve getirir. Aslında bu adam gökten kovulan bir melektir. Evet, bu öyküde biraz fantastik öğelerle iyiliğin her zaman mükafatlandırılacağı fikri öne çıkarılmış. Bana göre biraz gerçeklerden uzaklaşması yazarın genel karakterine bu öyküde ters düşmüş. Bu sebeple ben, konusu itibarıyla bu öyküsünü diğer ikisine göre biraz daha az sevdim. 

22 Temmuz 2020 Çarşamba

ŞİNASİ BEY 6

Enerjisinin büyük bölümünü gevezeliğe ayırdığından olsa gerek, bütün işlerini ağırdan alırdı Şinasi Bey. Öyle böyle değil, Feriha Hanım'la dışarı çıkmaya karar verdiklerinde, en az yarım saat kapının önünde bekletir, kadının gününü rezil ederdi.

Sabahları çok erken kalkardı. Duşunu aldıktan sonra bornozuyla banyodan çıkar, sakal tıraşını mutfakta olurdu. Önce el aynasını yüzünü gösterecek şekilde masaya itinayla yerleştirir, küçük bakır kabını musluk suyuyla doldurduktan sonra ısıtmak için ocağın üstüne koyardı. Bu arada banyodaki dolabın çekmecelerinden yüz havlusu, tıraş sabunu ve usturasını alır, masaya düzenli bir şekilde dizerdi. 

Kısa bir süre sonra tıraş suyunun kaynadığını fark edip ocağı söndürür, onun biraz soğumasını beklerken radyonun düğmesini çevirir, klâsik Türk Sanat Müziği çalan bir istasyon bulunca keyfi iyice yerine gelir, parçanın sözlerine eşlik etmeye başlardı. Tam bu esnada kahvaltı hazırlamak için mutfağa giren Feriha Hanım, söylene söylene çaydanlığa su koyarken Şinasi Bey'in gamsızlığı karşısında hayrete düşerdi.

Şinasi Bey, Feriha Hanım'a nispet yaparcasına eşlik ettiği şarkı sözlerinin üstüne biraz daha basar, içten bir gülümsemeyle ona karşılık verirdi. Fırçayı Arko marka tıraş sabunun etrafında dolaştırıp iyice köpürttükten sonra yüzüne dağıtır, sağ eline aldığı usturayla favorilerinin altına ilk bıçak darbesini vururdu. Aradan on, on beş dakika geçtikten sonra Feriha Hanım çayı demlemeye gelir, Şinasi Bey'e yan gözle bir bakış atar ve hiçbir şey söylemeden salona dönerdi. Şinasi Bey, tıraş suyunun soğuması üzerine, bakır tası boşaltır, içine yeniden su koyup ocakta ısınmasını beklerdi. Bu arada, yüzündeki köpüğün kuruduğunu fark edip banyoda yüzünü yıkar, ocaktan aldığı bakır tasa fırçasını daldırıp bir kez daha sabunlar ve sakalında temizlenmemiş yerleri beyaz köpükle örterdi. 

Şinasi Bey'in sinek kaydı tıraş olması ve yüzünü yıkayıp limon kolonyası sürünmesi nereden baksanız bir saatini alırdı.

Şinasi Bey ne kadar ağırsa, Feriha Hanım bir o kadar pratikti. Kocası tıraş takımlarını toplayıp yüzünü yıkayana, jilet gibi ütülenmiş takım elbisesini giyip hazırlanana kadar, masaya kahvaltılıkları çıkarmış, tavşan kanı çayları ince belli bardaklara çoktan doldurmuş olur ve Şinasi Bey'e seslenirdi.

"Hadi Şinasi Bey, yine soğuttun çayını."

Beklemekten iyice sıkılan Feriha Hanım, üçüncü keyif çayını içerken Şinasi Bey masaya oturuncaya kadar genellikle kahvaltısını bitirmiş olurdu.

Burnuna kocasının tıraşlı yüzüne sürdüğü kokusu geliyordu. Bir şeyler söylemek istedi ama ne diyeceğini bilemedi. Sessizlik canını sıktı. Belki de onu sıkan, kocasının anlam veremediği neşeli haliydi. Sonunda dayanamadı.

"İşe mi gideceksin, yoksa köpeği mi gezdireceksin?"

Şinasi Bey'in aklına Şazende Hanım düştü hemen. Yurt dışı seyahati nedeniyle dört gündür görüşememişlerdi. Feriha Hanım'a baktı, sanki karşısında oturan Şazende Hanımdı. Mutlu bir şekilde gülümsedi.

"Sende bir haller var Şinasi Bey, beni duydun mu acaba? Köpeği gezdirecek misin dedim."

Şinasi Bey, silkinip hayallerinden kurtardı kendini. Saatine baktı, neredeyse geç kaldığını fark ederek panik içinde ayaklandı.

"Ha, evet. Zaman ne çabuk geçmiş! Köpeği gezdirdikten sonra uğrayacağım şirkete."

Parkın yolu hiç bu kadar uzun gelmemişti. Kalp atışları hızlandı. Az sonra her zaman buluştukları yerdeki bankta Şazende Hanım'ın oturduğunu görünce rahatladı. Bu kez sarı renkli ipek bir bluz, beyaz pantolon giymişti. Sarı saçlarını toplamış, kocaman bir güneş gözlüğü takmıştı. Gözleri köpeğini aradı ama onu göremedi. Onun yerine beş yaşlarında bir çocukla ilgileniyordu.

İyice yaklaşınca arkasından duyduğu sesle şaşkına döndü.

"Şinasi Bey!" diye bağırıyordu elinde köpeğiyle Şazende Hanım. Bankta oturan sarışına dikkatlice baktı. Yanıldığını anlamıştı. Bu kadar mı benzerlik olur diye geçirdi aklından.

Dönüp gerçek Şazende Hanım'ın olduğu yöne doğru ilerledi.

İkisinin köpeği hemen oyuna başlamışlardı. Aynı anda iplerini çözerken Şinasi Bey,

"Nasılsınız görmeyeli Şazende Hanım?"  dedi.

O esnada çocuklu sarışın yerinden kalktı. Şazende Hanım, parkın en serin köşesinde yer alan bankın boşaldığını görür görmez o yöne doğru hareket ederken Şinasi Bey'e neşe içinde cevap verdi.

"İyilik, ne olsun. Haberler sizde Şinasi Bey."

Şinasi Bey, Fas macerasını ballandıra ballandıra anlatmaya koyuldu. Uçak yolculuğundan başladı, restorandaki fasılda nasıl şarkı söylediğinden, gittiği ülkenin çarşılarından, evlerinden, insanlarından, çöllerinden, dağlarından uzun uzadıya bahsetti. Şazende Hanım ilgiyle dinliyordu.

Derin bir ah çekti. "Ne güzel yerlermiş, ben de oraları görebilmeyi ne çok isterdim bir bilebilseniz. Kocam olacak herif ömrümü tüketti, hiçbir yer göremedim."

Şinasi Bey, ne cevap vereceğini bilemedi. Gönlünden geçen çok şey vardı ama eli kolu bağlıydı.

10 Temmuz 2020 Cuma

ŞİNASİ BEY 5


Kazablanka Hava Alanına indiğimiz andan itibaren gözümüz kulağımız Şinasi Bey olmuştu. Üç mühendis onun peşine takılıp taksi durağına doğru yürümeye başladık. Şinasi Bey'e sürücüyle pazarlık yapmasını söyledik.

"Ayıp ettiniz, o iş bende." dedi. Sıradaki  esmer bir taksi şoförüyle Fransızca konuşmaya başladılar. Adam bir yandan valizlerimizi bagaja yerleştirirken diğer yandan Şinasi Bey'e lâf yetiştiriyordu. Tamam, dedik, Şinasi Bey şoförü kafaya aldı. Şinasi Bey, konuşuyor, adam birkaç sözcükle cevap veriyor, sonra arkadan kahkahayı basıyordu. 

Yola çıktık, biraz gittikten sonra bir köprü altından geçip çevre yoluna girdik. Dayanamayıp sordum.
"Şinasi Bey, ne anlatıyorsunuz adama, adam ne diyor, biz iyice Fransız kaldık. Hem, anlaştınız mı, kaça götürecek bizi." dedim. 

Şinasi Bey, şoföre dönüp yine bir şeyler söyledi. Onların konuşmalarında ilk kez gideceğimiz Sheraton Hotel'in adını duyduk. Çok geçmeden adamın suratı asıldı ve sert bir manevrayla otoyolun kenarına çekip arabayı durdurdu. Ne oluyor diye birbirimizin yüzüne baktık. 

"Şinasi Bey, neler oluyor?"

Adam normal ücretin tam üç katı fiyat istemiş. Şinasi Bey talep ettiğin ücret yüksek deyince, "Fiyatım bu, kabul etmezseniz inin arabadan o zaman." demiş.

"Şinasi Bey, adamla yarım saattir ne konuşuyordunuz Allah aşkına? Yola çıkmadan anlaşmak gerekmez miydi? Ne yapacağız şimdi otobanın ortasında? Burada başka taksi bulma imkânımız yok ki artık." dedim.

Meğerse Şinasi Bey, o yıl Avrupa şampiyonu olan Galatasaray muhabbetine girmiş şoförle, pazarlığı falan unutmuş tabii. Çaresiz, şoförün istediği ücreti kabul ettik fakat yol boyunca kimsenin ağzını bıçak açmadı.


Şinasi Bey'in gevezeliği bize pahalıya mal olmuştu. Ama hata bizdeydi, bunun böyle olacağını tahmin etmeliydik. Şirkette gevezelik konusunda onunla yarışan tek kişi, şantiyelerimizin birinde, kalite kontrol mühendisi olarak çalışan Serdar Bey'di. Şinasi Bey, küçük bir konuda bilgi almak için Serdar Bey'e telefon ettiğinde konuşmaları üç saati bulur, sonunda bize dönüp "O da bilmiyormuş." derdi.

Bazen ben de ona telefon etmek, bir şeyler sormak zorunda kalır, huyunu bildiğim için en kısa yoldan cevabı almak isterdim. Konu uzamaya başlayınca,

"Şinasi Bey'ciğim, sizi çok iyi anlıyorum, bak çok işim var, ne olur sadece benim soruma cevap verin lütfen." derdim.

Şinasi Bey, ne huyundan vazgeçerdi, ne de kibarlığından,

"İstirham ederim efendim, haklısınız, haklısınız ama ben size bu olayı baştan anlatmak mecburiyetindeyim. Size sadece sonucu söylersem meramımı hakkıyla anlatmam mümkün olamayacak. Siz bana beş dakika daha müsaade edin, hemen toparlamaya çalışacağım."

Hangi beş dakika? Aradan yarım saat geçerdi en azından, telefon geldi, randevuma yetişmem lâzım nevinden bir bahane uydurur, iznini ister, konuşmayı kesmek zorunda kalırdım. 

Fakat o akşamı hiç birimiz unutamazdık. Sheraton Hotel'in danışmasından Fas'ın geleneksel yemeklerinin tadına bakabileceğimiz güzel bir restaurant önermelerini istedik. Danışmadaki görevlinin İngilizce bilmesi en büyük şansımızdı. Zira bu işi yine Şinasi Bey'e bırakmaya kalksak, akşam yemeğine değil, kahvaltıya ancak yetişebilirdik. Danışmadaki genç hanım, taksiyle on beş dakika mesafede Atlas Okyanusunun kenarında harika bir yerden bahsetti ve yazıcıdan sözünü ettiği yerin adres bilgilerini çıkarıp bize uzattı. Teşekkür edip dışarı çıktık. Hava yeni yeni kararmaya başlıyordu.

Bu kez işi sıkı tutup taksi şoförüyle pazarlık yaptık. Adamın istediği ücret o kadar azdı ki, hiçbirimiz inanamamıştık. Bu yetmezmiş gibi, istediğiniz saatte gelip aynı fiyata sizi geri götürebilirim demişti. 

Neşe içinde Osmanlı saraylarını andıran süslemelerle dekore edilmiş restorana girdik. Önceden rezervasyon yaptırmış olduğumuz için salonun en güzel köşesi bize tahsis edilmişti. Kırmızı renkli alçak koltuklara kurulduk. Gün batımı ve okyanus manzarası muhteşemdi. 

Hemen yanımızdaki platformda keman, kanun, ut ve klarnetten oluşan dörtlü saz heyeti, programına başlamadan önce son hazırlıklarını yapıyordu. Erken gelmiştik, masaların çoğu boştu. Bizim oturduğumuz yer, şark köşesi gibi düzenlenmiş özel bir locaydı. Uzaktan kulağımıza Arap müziği ezgileri geliyordu.

Yöresel, şık giyimli bir garson, bize sormadan türlü mezelerle masayı donattı. Gelen tabakların hepsi damak tadımıza uygun şeylerdi. Elimize verilen büyük menü listesinden yemeklerimizi seçtik. 

Bir süre sonra yemekler kalaylı baķır sahanların içinde servis edilmeye başlandı. Saz heyeti, kulağımıza hiç de yabancı gelmeyen makamlarda hünerlerini gösteriyor, hem çalıyor, hem de söylüyorlardı. İlginç bir şekilde, Şinasi Bey, icra edilen her şarkının makamına göre Türk Sanat  Müziğinden uygun bir parça buluyor, onlara Türkçe sözlerle eşlik ediyordu. Aynı makamların Arap müziğinde de olması ve bu kadar eşleşmesi hepimizi şaşırtmıştı.

Salonda artık bütün masalar hınca hınç dolmuştu. Şinasi Bey, her şarkı bitiminde saz heyeti ile Fransızca bir şeyler konuşuyordu. Bir yandan keyifle önümüze getirilen leziz yemekleri yerken eğlencenin dozu gittikçe artıyordu. Sonunda Şinasi Bey, konuk sanatçı gibi mikrofonu eline aldı, saz heyetine saba diyor, saba makamında Türk müziğinden bir şarkı okuyordu. Şedaraban makamından  diyor, saz heyeti ara bir taksim geçiyor, arkasından Şinasi Bey sözleriyle onlara eşlik ediyordu.

Görülmemiş devr-i Yusuf'tan beri hiç böyle güzel
Tavrı güzel, sesi güzel, raksı güzel, ah o güzel
Kendi yanan ateşine yaktı beni ah o güzel
Tavrı güzel, sesi güzel, raksı güzel, ah o güzel

Bütün sazlar ve Şinasi Bey, sanki günlerce prova etmişcesine, büyük bir uyum içinde eserleri icra ediyorlardı. Salon inliyordu, her şarkıdan sonra büyük bir alkış kopuyor, Arapça tezahürat sesleri yükseliyordu.

Gece yarısı, hesabı ödeyip kalktık. Taksi söz verdiği gibi kapının önünde bizi bekliyordu. Şinasi Bey o gece kendini affettirmişti bize.

(Devam edecek)