27/06/2016 Pazartesi, Tire
Güya bugün işler çok yoğun olacaktı. Artık bu günlüğü okuyan herkesin tanıdığı Elektrikçi Ali ile Ünal Usta ağız birliği etmişlercesine pazartesi olmazsa salı günü "İnşallah" dediler ya, otomatikman bu işin salı gününe kaydığı zaten belliydi. "İnşallah" sözcüğünden çok korkuyorum. Çünkü bu sözcüğün anlamı "Ben olacak veya olmayacak konusunda bir şey söyleyemem. Allah izin verirse olur." demek. Söz ver sonra sözünü bir güzel ye, arkasından "Ben o kadar yapmak istedim ama Allah izin vermedi. Allah'ın istemediği şeyi ben nasıl yaparım?" de. Bu din tam tembellere, yalancılara, fırsatçılara göre...
İnşallah'ın ne anlama geldiğini bildiğim için çok sarsılmadım. Gel gelelim Yakup Usta beni ters köşeye yatırdı. Sabah gök gürültüleriyle birlikte üç beş damla atıştırdığını görünce yağmur yağacak diye ot biçmeye gelmemiş. Salih Usta ise sabahtan gelip su hatlarını elden geçirecekti. Nasıl olsa Yakup Usta yukarıda diye içim rahat. Kendinden başkasına güvenmenin hata olduğunu bir kez daha anlıyorum. "Yakup Usta ben sana nasıl güvenirim? Hani sen Salih Usta'yı arayacaktın da ona kaynakların yerini gösterecektin?" Ağzıma geleni sayıyorum. Normal olarak salı günleri çalışmaz köylüler. Ben o kadar konuşunca utancından "Yarın çalışayım bari" demek zorunda kaldı. "O zaman ara Salih Ustayı, sabah erkenden başlasın çalışmaya" dedim.
Salih Ustayı aradım. Öğleden sonra yaylaya çıkacaklarını söyledi. Yakup Ustayı yukarıda biliyor tabii. Ben Yakup Ustanın buğun gelmediğini söyleyince, "O bize kaynakların yerini gösterecekti, bir şey yapamayız o olmadan" dedi. Ben de "Peki yarın sabah başlarsınız, ben de sabah erkenden orada olurum" dedim.
Velhasıl bugün yapılacak elektrik ve sıhhi tesisat işlerinden geriye kalanlar, tuvalet iç kapılarının montajı, sulama ve içme suyu ile damlama sisteminin elden geçirilmesi, yukarı yayladaki otların biçilmesi işleri yarına kaldı.
Madem yukarıda çalışma olmayacak, o zaman bugünü değerlendirmemiz lazım. Evde kalan diğer mutfak malzemeleri ile kilolarca ev yapımı reçel, Çeşme'den gelen malzemeler hepsini yukarı götürmeye karar veriyoruz. Arabaya önce ambalajı içindeki barbekü setini, kırılacak eşya kolilerini yerleştirdim. Tam reçellere başlayacaktım ki telefonum çaldı. Arayan kazadan sonra arabamızı toparlayan Rüştü Ustaymış. Arabanın taş sıçraması neticesinde hasar gören ön camını da değiştirmişti. On gün kadar önce bu konuyla ilgili olarak ehliyet, ruhsatın fotokopisini ve hasarın nasıl olduğuna dair bir dilekçe yazmamı istemişti. Unutmamıştım ama istediği belgeleri ona götürecek zamanım olmamıştı. "Bugün mutlaka uğrarım." dedim.
Reçelleri yükleyip, sanayinin bozuk yollarında şangır şungur gitmek doğru olmayacaktı. Önce Rüştü Ustaya uğrayalım (adama ayıp oldu), hazır çarşıya çıkmışken tencereleri kalaya verelim (tarihi bakır tencereler), eve süt alalım (yoğurdumuz bitti), ceviz kıracağı alalım (dün gece kırılmıştı), Toplu Konut pazarına gidelim (yarın Salı Pazarına çıkmak için zor vakit buluruz) sonra eve uğrayıp reçelleri alalım dedik.
Düşündüklerimizin hepsini bir istisna ile gerçekleştirdik. Sadece ceviz kıracağı almayı unuttuk. Eve geldiğimizde arabayı ilk kez sitenin önündeki geniş tretuvarın üzerine çıkardım. Bu bana en az on metre kazandırdı. Önce bütün reçel kavanozlarını asansörle apartman girişine teker teker indirdim. Kavanoz derken kiloluk değil tabii bunlar. Bazıları beş, on kilo hatta on beş kiloluk olanlar var. İkinci aşamada, apartman girişinden aldığım kavanozları arabaya yerleştirdim. Arka koltuğu yatırmam sayesinde ceviz haricindeki bütün reçeller arabaya sığmış oldu. Kavanozları birbirine değecek şekilde sıkıştırdım. Hiçbirinin devrilip dökülmemesi için yine de ağır ağır gitmem gerekiyordu.
Yaylaya hiç bu kadar yavaş çıkmamıştım. Yokuş ve virajlarda, yolun engebeli kısımlarında duracak kadar yavaşladım. Sonunda hiçbir zayiat vermeden Taş Ev'e vardık. Vakit geç olmuştu. Hiç ara vermeden mümkün olduğunca eve yakın yanaştırdığım arabayı boşaltmaya başladım. Eşim bir yandan reçelleri dolaplara yerleştiriyordu. Reçellerden sonra tabak ve bardak kolileri boşaltıldı. Mutfaktaki ada tezgah üzerinde kolileri açtım. Aylar önce her fırsatta aldığımız porselen küçük reçel ve meze tabakları ile servis tabaklarını gördükten sonra yaptığımız seçimlerden dolayı gurur duyduk. Yıkama işini yarına bıraktık. Çeşme'den gelen koliler açıldı. İçinden çıkan ama zaman içinde unuttuğumuz bazı mutfak eşyalarını görünce hem şaşırdık hem sevindik.
Üzerinde sadece beş meyvesi olan küçük bir şeftali ağacım vardı Taş Ev'e yakın. Geçen sene yukarı yaylada üzerine titrediğim küçük armut fidanının üzerindeki meyve sayısı kadar. Her gün yanından geçerken sayıyordum teker teker. Geçen sene bir gün baktım armutların hiçbiri yerinde değil. Yanından geçen biri mi kopardı yoksa domuz mu yedi bilemedim. Şeftalilerin sonunun da aynı olmasından korkuyordum. İçimde kalmasın diye bir tanesini koparıp yedim. Meyvenin sert olanını severim, olgunlaştığı zaman yemem zaten. Kütür kütür olacak meyve benim için. Ertesi gün bir şeftaliyi daha koparıp yediğimde geriye üç tane kalmıştı. Eşime dün gösterdim ağacı. "Bak" dedim. "İstersen bir tane de sen kopar, yoksa kuşlar bizden önce davranacak." Eşim, meyvenin olgun olanını sever. "Daha bunlar olmamış." dedi. Bugün iki tane kalmış olması lazımdı. Gittim yine ağacın olduğu yere. Şeftaliler yerindeydi ama ikisini de kuşlar yemeye başlamış. Kuşların başladığı yerden karıncalar devam ediyordu. Yarısını kuşların yemiş olduğu şeftaliyi koparıp yıkadım. Kalan yarısını yerken eşime seslendim "Geç kaldın bak, kuşlar seni beklememişler."
Hava kararmıştı artık. Bir koli, bir daha derken vakit hızlı geçmişti. İşin büyük kısmını bitirdikten sonra, üzerimde tatlı bir yorgunluğun izi kaldı. Kapıları kilitleyip evimize doğru çıktık yola. Bugün hiç fotoğraf çekmediğim geldi aklıma. Eve girdiğimizde saat onu bulmuştu...