KATEGORİLER

22 Ağustos 2019 Perşembe

KRAL KAYBEDERSE - GÜLSEREN BUDAYICIOĞLU

Kitabın Adı: Kral Kaybederse
Yazar: Gülseren BUDAYICIOĞLU
Sayfa Sayısı: 384
Yayınevi: Remzi Kitabevi
Türü: Roman

Kitap Hakkında: Yazarın okuduğum beşinci kitabı. Diğerlerinden farklı olan yanı, olayların yalnız bir hastasının etrafında dönmesi. Bu açıdan daha sade ve anlaşılır. Kitabın kahramanı Kenan Baran, yakışıklı bir iş adamı, varlıklı, kadınları kolayca etkileyen özelliği ona narsist bir yapı kazandırmış. Onun için hayatın anlamı kendisine saygı ve hayranlık duyulması, herkes tarafından sevilmesi. Ancak sevmek onun bilmediği bir duygu. Karısı, sevgilisi ve diğer kadınlar onun sahip olduğu güç ve cazibe karşısında teslim olmuş, her şeye razı olmuşlar. Ta ki, uzun zamandır ona hayatını adayan Fadi'nin yeter dediği ana kadar. Bu Kenan için dönüm noktası. Onun gibi biri nasıl terk edilebilir? Aslında uzatmalı sevgilisine olan tutkusundan değil bu kabullenmeyiş. Herkes kendisini sevmek zorunda ama karşısındakine göstereceği en ufak sevgi ve saygı kırıntısı sadece bir lütuf. Kenan'ın ilk kez reddedilmesi onu yataklara düşürecek bir şok dalgası yaratıyor. Kabullenilmesi zor bir yenilgi. Bu yenilgiye şahit olan karısı Handan'ın da onu bırakması sonun başlangıcı oluyor. Arkasından yalnızlık ve parasal çöküş. Yatırıldığı huzurevinde psikiyatrının çabaları sayesinde kendisi ile yüzleşmeyi öğreniyor, Hayatı geç de olsa tanıyor, iyilik yapmanın verdiği hazzı, sevmeyi ve sevilmeyi keşfediyor. Yaşamının son döneminde yaşadığı dramatik dönüşümü ölümünden sonra doktoruna ulaştırılan bir günlükten öğreniyoruz. 

Kitabın konusu ilginç. Kenan ve diğer karakterler toplumda sıklıkla karşılaştığımız cinsten. 70. sayfaya kadar keyifle okuyorum ama daha sonraki "Doktorun Günlüğünden" bölümleri işin tadını kaçırıyor. Daha önceki kitaplarında olduğu gibi kendi kliniğinin reklamını yapması bir tarafa sık sık güzelliğiyle öğünmesi, eşinin yakışıklılığı, işindeki başarısı ve hastalalarına ne kadar içten yaklaşmış olduğuna dair kendini öven sözleri yakışık almamış, hatta itici kaçmış. Yazar eğer erkek olsaydı birçok yönden yazdığı kitabın baş kahramanı Kenan Bey'e benzeyebilirdi muhtemelen.

Konularda çok fazla tekrara düşmüş. Uzattıkça sıkmaya başlıyor, bir an önce kitabı bitirmek istiyor insan. Açıklamaya muhtaç hususlar ve inanması zor tesadüfler, yazarın olayların gerçekten yaşanmış olduğu iddiasını zayıflatıyor. Kenan'ın, sevgilisinin ve daha sonra eşinin birbririnden habersiz olarak (kitabın yazarı olan) aynı psikiyatra başvurması ve ondan destek beklemesi bunlardan biri mesela. Koca ülkede bütün yollar her nasılsa Gülseren Hanımın kliniğine çıkıyor.

Hangi doktor on yıldan fazla bir süre (eğer başka özel bir ilişkisi yoksa) hastasından hiçbir ücret almaksızın onun tedavisini üstlenir? Her ziyaretinde onu odasına alıp çayla börekle besler?

Kitapta yazar iki temel husus üzerinde dolanıp duruyor. Bunlardan birisi kader motifi, diğeri blinçdışı. Yazarın Freud'u arkasına alıp ortaya koyduğu kader motifi sayesinde her türlü kişisel bozukluğu açıklaması ve tedavisini yapacağı savını iddialı buluyorum. "Şimdi biraz çocukluğuna dönelim." le başlayan kesin tedavi yöntemi bu.

Sonuç olarak, bir daha Budayıcıoğlu kitabı okur muyum? Hiç sanmam, yeter bu kadar.    
  

21 Ağustos 2019 Çarşamba

KİTAP MİMİ

Herkesin bildiği tanıdığı sevgili Sade ve Derin nam-ı diğer Deep kitap konulu bir mim cevaplamış. Konumuz Kitap blog'unun yazarı İrem Can sormuş sualleri. Deep, verdiği cevapların sonunda da demiş ki, "Bu hoş mimi kitap seven herkesler yapsın." Üzerime alındım, işte benim cevaplarım naçizane...

1. Kitap size ne kattı?

Bilgi kattı her konuda. Hiçbir zaman eğlencelik ya da boş zamanımı dolduracak bir enstrüman olarak görmedim kitabı. Bağnaz olmaması koşuluyla her türlü fikirden yararlandım. İnsanın muhtelif derecelerde kendini yazarak ifade edebilme becerisini görmeme imkan tanıdı. İlham verdi okuduğum kitaplar, doğruyu ve yanlışı gösterdi, düşünmemi sağladı. 

2. Kitap arkadaş mıdır sizce?

Pek çok arkadaş bu basit soruya evet demiş. Benim bunu biraz etraflıca düşünmem lazım. İşte sorulara bu şekilde cevap verişim kitap sayesinde. Birbirlerine karşı sevgi ve anlayış gösteren kişilerden her biri arkadaş olarak tanımlanıyor TDK sözlüğünde. Kitaba olan sevgi ve anlayışı ben gösteriyorum, doğal olarak onun beni sevmesi ve bana karşı anlayışlı olmasını beklemiyorum. Aynı sözlükte ikinci tanım ise; bir ortamda birlikte bulunanlardan her biri, hempa, refik. Hempa: Kötü işlerde aynı amaçla ve birlikte hareket eden kimse.  Yok bu değil. Refik: Bir çok tanımın arasında en uygunu: Yol arkadaşı. Özetle kitap, hayat yolunda sevdiğim ve onu anlamaya çalıştığım bir nesnedir bence.

 3. Neden kitap okuyorsunuz?

Bilgi ve fikir sahibi olmak için. Düşünmemi sağladığı, hayal gücümü geliştirdiği için okuyorum. Farklı duygularımı harekete geçirmesinden büyük zevk alıyorum. Zaman ve yerle sınırlı olmayan paralel bir yaşam sunuyor bana kitap. Daha ne olsun.

4. Kitabı ne sıklıkla okuyorsunuz?

Belli bir takvimim yok aslında. Ancak okuyamadığım zaman huzursuz oluyorum. Öyle zaman oluyor ki elimden kitap düşmüyor, bazen de birkaç ay ara verdiğim oluyor. 

5. Hangi tür kitapları okuyorsunuz?

Konusu sadece aşk meşk olan kitaplar dışında hemen her türlü kitap okurum. Yeter ki bana yeni bir şeyler öğretsin. Edebi değeri olan kitaplar, dünya klasikleri hoşuma gider. Bilim kurgu, polisiye okurum ama çok fazla ilgimi çekmez.

6. Kitap yazmayı düşündünüz mü?

Yayınlanmış bir kitabım yok. Kendimi yeterli hissettiğim zaman beni tutan ne olabilir ki? Ancak henüz katetmem gereken uzun bir yol olduğunun bilincindeyim.

7.  En sevdiğiniz yazar kim?

İlk aklıma gelen Orhan Pamuk oldu. Cevdet Bey ve Oğulları. Yazarın daha sonra yazdığı bazı kitaplarından o kadar çok zevk almadım. John Steinbeck - Gazap Üzümleri ilk okuduğum ve sevdiğim kitaplardan biriydi. Jack London'un bütün kitaplarını severek okudum. Aslında yazar kategosinde sevmek sevmemek ayrımı benim açımdan pek doğru bir sınıflama değil. Her yazar bütün eserlerinde aynı performansı göstermeyebilir. Sevmediğimiz yazarlar olabilir belki; ideolojik açıdan beğenmediğimiz veya edebi açıdan yetersiz bulduğumuz. O zaman deriz ki, ben bu yazarı sevmiyorum. Lakin sevdiğiniz yazar kim sorusuna genel bir cevap vermek biraz zor gibi.

8. Kitapları ciltler misiniz?

Yok, hayır ciltlemem. Benden sonra bir başkasının okuyacağını düşünerek mümkün olduğunca temiz bırakırım.

9. Gezi kitaplarını sever misiniz?

Hayır, sevdiğim söylenemez. Geziye çıkmadan önce değişik bloglardan faydalanır, ona göre planımı yaparım. 

10. Kitap alırken kapağına göre mi seçersin?

Kitap kapak dizaynı insanın ilgisini çeker elbette. Kitap seçiminde blog yazarlarının tavsiyeleri, konusunu beğendiklerim, arkadaş tavsiyeleri ve hangi yayınevi tarafından basıldığı tercihimi belirler. 

Benden bu kadar. Kitap okumayı seven ve bu mimi hala yapmayan varsa buyursun.
      

20 Ağustos 2019 Salı

ON DAKİKA OTUZ SEKİZ SANİYE - ELİF ŞAFAK

Kitabın Adı: On Dakika Otuz Sekiz Saniye
Yazar: Elif ŞAFAK
Çeviren: Omca A. Korugan
Sayfa Sayısı: 386
Yayınevi: Doğan Kitap
Türü: Roman


Kitap Hakkında: Popüler yazarlardan biri olan Elif Şafak'ın bu romanı bende biraz hayal kırıklığı yarattı. Oysa ilk aklıma gelen romanları mesela Aşk ya da Ustam ve Ben'i çok beğenmiştim. "İnsan beyni bedensel ölümden sonra on dakika'lık bir süre çalışmaya devam eder" varsayımından hareketle cinayete kurban giden bir hayat kadınının geçmişte yaşadıklarına ve onun beş kadim dostuna dair son on dakikada hatırladıklarının konu edildiği bir roman. Kitap kapağını ilgi çekici bulmasam bile adı merak uyandırmıştı başlangıçta. Öldürüldükten sonra bir çöp konteynırına (kutu diye çevrilmiş Türkçe'ye) atılan Tekila Leyla'nın beden ölümü gerçekleşmesinden itibaren geçen her dakikaya onun yaşamında iz bırakan ve ona büyük acılar yaşatan ayrı bir anısı yerleştirilmiş. Arada, kısa bölümler halinde yaşamı paylaştığı kadim dostlarının hayat hikayeleri sığdırılmış. Tekila Leyla ve kadim dostlarından her birinin toplumumuza has acıklı olduğu kadar bilinen ama görmezden gelinen yaşamları konu ediliyor. Aile içi şiddet, ensest ilişki, kadına bakış açısı, eşcinsellik gibi konular ön plana çıkartılarak toplumun değer yargıları ironik bir dille işleniyor. Bu arada olayların geçtiği otuz yıllık dönemde ülkede yaşanan toplumsal olayların da yer aldığı kitabın yarısından sonra sıkılmaya başladım. Özellikle sonuna doğru Leyla'nın cesedinin arkadaşları tarafından mezarından çıkartılıp kaçırılması yapmacık ve zorlama geldi. Diğer taraftan yazım formatının hoşuma gitmediğini söyleyebilirim. Sonuç olarak kitabın bazı bölümleri hariç sıradan ve yazara yakıştıramadığım bir roman olmuş bana göre. Diğer kitaplarının yanında sığ ve soluk kalmış maalesef.     

16 Ağustos 2019 Cuma

TEHLİKELİ SULAR

Özel kliniğin geniş bekleme salonunda sessiz bir bekleyiş... Genç anne adayını doğumhaneye uğurlayan yakınları birbirlerinden destek umuyorlar, hepsi çaresizlik içinde, gözleri yaşlı. Yaklaşık iki yıl önce aynı bekleme salonunun mavi koltuklarında oturmuş heyecanla doğumu beklerken yaşadıkları mutluluktan eser yok. Dakikalar ilerledikçe duymak istemedikleri kötü haber katlanarak kabus gibi çöküyor üstlerine. Genç baba adayı ellerini kenetlemiş, dişlerini sıkarak hemşirenin getireceği habere kilitlenmiş, bir saatin sarkacı gibi ağır ağır sallanıyor yerinde, bir sağa, bir sola. Dayanamayıp kalkıyor sonunda ve alt kata inen merdivenlere, doğumhanenin bulunduğu yere doğru yaklaşıyor. Kat hemşiresi kesiyor önünü, "Lütfen burada bekleyin, doğumdan sonra doktor bey size gerekli açıklamayı yapacak."

Çaresiz yerine dönüp başını yaslıyor annesinin omzuna. Zaman durmuş geçmek bilmiyor. Ailesini düşünüyor, sonra eşinin ailesini. Hiçbirinde çocuğa aktaracakları ciddi bir rahatsızlık yok, eşi onun bir yakını, akrabası değil. Bütün bunlar yeterli mi? Üç beş aylık olsa aldırabilirlerdi belki bu talihsiz çocuğu. Yapabilirler miydi bunu, ondan da çok emin değiller. Şimdi artık bunları düşünmenin ne anlamı var ne de zamanı. Son aylarda ortaya çıkan vahim bir durum onların da kapısını çalmış. Dünya gündemine bomba gibi düşmüştü. Hiç kimse ne açlıktan ne savaştan bahsediyordu artık. Bilim, teknoloji, dinler böylesine büyük bir çaresizlik içine düşmemişti tarihler boyu. İnsanlar yaşanan felaketin sebebini düşünmeden geleceklerini konuşmaya başlamışlardı bile. Dün akşam televizyon haberlerinde bilim adamlarının önerisinden sonra yeni bir açıklama yapışıncaya kadar İngiliz hükümetinin gebeliklerin önlenmesi hususunda vatandaşlarına çağrı yaptığı haberi geldi aklına. Gelen her haber ümit ışıklarını söndürmekten başka bir işe yaramıyordu. 

Koridorun kapısı açılıp ayak sesleri duyulduğunda artık yapacak bir şeyin olmadığını ve kaderin karşısında elden giçbir şeyin gelmediğini düşünüyordu. Beyaz bir bez parçasına sarılmış bebeği kucağına almış bekleme salonuna doğru ilerliyordu beyaz giyimli hemşire. Salonundakiler deprem oluyormuşçasına panik içinde yerlerinden fırlayıp yüzüne en ufak bir tebessümün uğramadığı hemşirenin etrafını sardılar. Müjde demeye dilleri varmıyordu kimsenin. Donuk bir ifadeyle uzattı bebeği babaya asık suratlı hemşire, donuk bir ifadeyle. "Kızınız oldu, doktor az sonra burada olacak." Nur topu gibi bir bebek. Hemşirenin etrafını saranlar bebeğe bakar bakmaz arkalarını dönüyor, hıçkırıklara boğuluyorlardı. Hemşire bebeğin üç kilo dört yüz gram ağırlığında doğduğunu söylemişti. Anneanne yaşlı gözlerle kendini toparlamaya çalışarak cevabını bildiği soruyu alçak sesle sordu hemşireye. "Ağlamadı değil mi?" Hemşire, gözlerini yere indirdi, "Üzgünüm." dedikten sonra bebeği alıp yanlarından sessizce ayrıldı. Birkaç dakika sonra yeşil önlüğü içinde genç bir doktor geldi yanlarına. Saçı başı dağılmış, üzgün bir haldeydi. Şimdi ise doğum yaptırmaktan daha zor bir işi üstlenmişti. Bir iki kez öksürüp boğazını temizlerken toparlanmak için biraz zaman kazandı. Yanındakilere normal bir doğum olduğunu ve annenin sağlık durumunun iyi olduğunu söyledi. Bu işin kolay kısmıydı. Biraz bekledikten sonra çevresini saranların meraklı bakışları altında bilgi vermeye başladı. "Ancak, bildiğiniz üzere..." Acı bir sessizlik yürekleri parçalıyor, duvarları deliyordu. 

Dünya Sağlık Örgütü seferber olmuştu. Toplantı üzerine toplantı düzenliyor, insan neslinin geleceği üzerinde kara bulutlar estiren gelişmeler karşısında çaresizliğini gizlemekten uzaktı. Yaptıkları duyuru ve açıklamalar halkı tatmin etmiyordu. Dünyaya gözlerini açan hiçbir insan evladı doğarken ağlamıyordu. Bunun dışında hiçbir sağlık sorunu olmasa bile bilim dünyasının göz ardı edemeyeceği bir husustu bu. Tam aksine durum son derece ciddiydi. Halkta paniğe yol açmadan doğru bilgilendirmenin hayati önem taşıdığı tartışılmaz bir gerçekti.

Bebeğin doğarken ağlaması hayatın başlangıcıydı. Bebek ağlamıyorsa yaşama dair bir şeylerin ters gittiği belliydi. Bütün iletişim araçları ve sosyal medyanın baş konusuydu doğarken ağlamayan bebekler. Sonradan bebeklerin ağladığı fakat sesinin çıkmadığına dair bazı açıklamalar yapılmıştı. Sağlık Bakanlığı'nın önemsiz bir vaka olduğuna dair yuvarlak cümleleri insanların yüreklerine biraz su serpmiş olsa da tıp dünyası aynı fikirde değildi.

Doğmadan önce bebeklerin akciğerlerini kullanamadığından temiz kanı göbek kordonu vasıtasıyla annesinden alıyor, anneyle tek bağlantıyı sağlayan göbek kordonu kesilince bebek ilk kez akciğerlerini kullanıyor ve onların içine hava doldurarak nefes alıp vermeye başlıyordu. İşte tam da o anda, dünyaya adımını atan insanoğlunun duyduğu ilk acıya olan tepkisiydi ağlamak. Son günlerde yeni doğan bebeklerin durumu farklıydı. Bebek ağzını açıyor, yüzünü buruşturuyor, küçücük ciğerlerine dolan havayı içine alırken canı yanıyor ama hiç sesi çıkmıyordu. Sorun nefes alıp vermeyle ilgili değildi. Nitekim yapılan kontroller ciğerlerinin iyi çalıştığını ve solunumla ilgili bir problem yaşamadığını göstermişti.

Günler günleri kovalıyor, bebekler ağlamadan dünyaya gelmeye devam ediyordu. Hiçbir istisnası yoktu bu yeni doğumların. İkinci ayına giren ilk bebekler ise ağlamama konusundaki ısrarlarını devam ettiriyorlardı. Evlerde yeni doğan bebek sesleri duyulmaz olmuştu. Bunun bütün dünyayı saran bir konuşma bozukluğu olduğu düşünülüyordu artık. İşitme yeteneklerinde bir sorun görünmeyen bu neslin ses telleri binlerce yıl üstlendiği görevini artık yapmaktan vazgeçmişti.

İngiltere'nin Oxford Üniversitesinden bir bilim adamının yaptığı açıklama dünyayı bir kez daha sarsıyordu. Profesör Tim Crown'a binlerce yıl önce insanın bir genetik mutasyon geçirerek konuşma yetisini kazandığını, insan ırkındaki Y kromozomunu değişikliğe uğratıp bir dizi biyokimyasal değişime yol açan bu genin bazı dış etkiler sonucunda artık görevini yapamaz hale geldiğini öne sürüyordu. İnsanın kendisini dünyanın hakimi kılan bu özellikten mahrum kalması çok ciddi problemlerle karşılaşılacağının habercisiydi. Crown'a göre insanlığın 30.000 yıl öncesine kadar türünü devam ettirmeyi başaran ve gen yapısı itibarıyla günümüz modern insanına  en yakın ırk olan ve kendisiyle kuzenlik derecesinde bağlarımız bulunan neandertal insanına evirilmesi söz konusuydu.

Modern insanın atası olan homo sapien insanını üstün kılan FOXP2 olarak adlandırılan gen konuşma davranışını düzenliyordu. Bu gene sahip olmayan atalarımız gırtlak ve ağız boşluğundaki farklı sesleri ve bunların gelişimini kontrol edemiyorlardı. Crown, yaptığı basın açıklamasında, yeni doğan bebeklerde bir mutasyon dönüşümü yaşanmış olabileceğini ve yeni doğanlarda FOXP2 geninin bulunup bulunmadığının araştırılması gerektiğini söylüyor, günümüz insanında az da olsa neandertal geninin bulunduğunun kesin bir şekilde kanıtlandığına işaret ederek bu şekilde yeni bir gen transferinin ya da gen yapısında bozulmanın olabileceğini iddia ediyordu. Mutasyonda geri dönüşüm mümkün müydü? Bu soruların cevaplanabilmesi için genetikçilere çok iş düşecek ve uzun bir zamana ihtiyaç olacaktı.

Zaman içinde Crown'la aynı düşünmeyen ve ondan farklı bir çok teori üreten bilim insanları, genetik uzmanları seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Ama yeni doğan bebeklerdeki kusurun nedeni üzerinde hepsinin birleştiği tek husus FOXP2 geninin mutasyona uğramasıydı. Ancak böylesine ani ve kitlesel etkili olumsuz bir mutasyon nükleer reaksiyon kaynaklı radyasyona maruz kalanlar dışında şimdiye kadar görülmemişti.
  
İnsanoğlunu aciz kaldığı bu gelişmeler dünya toplumlarının değişik kesimlerince uzun uzun tartışılıyordu. Sadece tıp dünyası değil, politikacılar, gazeteciler, dini çevreler, sosyologlar, sanat ve bilim dünyası, her sektörden insanın birincil konusuydu. Ama asıl beklenen tıbbi yönden olayın nedenlerinin ve çarelerinin ortaya çıkarılmasıydı. Yeni neslin karşılaştığı bu ses bozukluğuna çare bulunsa bile her ay 7,5 milyonluk bir nüfus eklenen konuşma engelli çocukla nasıl başa çıkılacağı dünya liderlerini kara kara düşündürüyordu. İngiltere'nin ardından Birleşmiş Milletler bütün dünyada yeni doğumların engellenmesi için çağrıda bulunmuştu bulunmasına ancak bir yılda en az 80 milyon özürlü çocuğun dünyaya gelmesini engellemek zor görünüyordu bu aşamada.

Birleşmiş Milletlerin son basın açıklamasında konu ile alakalı olarak farklı çalışma grupları teşkil edildiğini, birinci grubun olayın nedenleri üzerinde araştırma yapacaklarını, ikinci grubun yeni doğan çocukların tedavisi ve topluma kazandırılması üzerine mesai harcayacaklarını üçüncü grubun ise sorunun tamamen ortadan kaldırılıp normal doğumu mümkün kılacak yolları arayacaklarını duyurmuştu. Bilim ve teknolojinin bütün imkanlarının kullanılacağı bu insanlık savaşında bütün dünya ülkelerinin her yönden katkı sağlamasının beklendiği belirtiliyor, Dünya Sağlık Örgütünün bununla ilgili olarak kurulacak grupların organizasyonunu ve birbirleri arasındaki koordinasyonu sağlayacağı ifade ediliyordu. 

Bütün bunlar yaşanırken bazı kesimlerin olaya farklı bir açıdan bakıyordu. Onların cevabını aradıkları sorular tamamen farklıydı. Ya mutant doğumların önüne geçilemezse? En azından çözümü için yıllar süren bir araştırma ihtiyacı varsa? Bu durumda insan yaşamının nasıl şekilleneceği, mutant neslin nelerden yoksun kalacağı ya da başka nelere ihtiyacının olacağı gibi konular masaya yatırılıyordu. Yeni nesil konuşamayacak, şarkı söyleyemeyecek, şiir okuyamayacak, dedikodu yapamayacak, birbirlerini çekiştirip durmayacaktı. TV haberlerini okuyan kimse kalmayacaktı artık. Kendi aralarında yeni iletişim yolları keşfetmek gerekiyordu. Yeni bir dünyanın kurulması, eskisinin çöpe atılması demekti bu.

Sorunlu ilk doğumdan bu yana tam üç ay geçmişti. Özellikle hastalığın ilk kurbanları titizlikle takip ediliyor, gelişmeler izleniyordu. Bilinmezlerin en büyüğü mutasyonun aniden ortaya çıkıp aynı anda bütün insan türüne yayılmış olmasıydı. Yayılma hızından bahsedilemezdi bile. Bir anda değişim yaşanmış ve o tarihten sonra hiçbir normal doğumla karşılaşılmamıştı. Sorun ses tellerinden kaynaklanıyordu. Ses tellerinin sanıldığı gibi tele benzer bir yapısı yoktu. Bunlar soluk borusunun en üst kısmında sağlı sollu yer alan üç farklı tabakayı barındıran birer kas kıvrımından ibaretti. Kasın üzerinde yarım milimetrelik jölemsi bir tabaka ve en üstte çok ince epitel bir tabaka. Bu kasların düzenli çalışabilmesini ve kontrolünü sağlayan Nervus Vagus sinirinin görevini yapmaması bebekleri sessizliğe mahkum ediyordu. Ses telleri açık pozisyonda kaldığında ses oluşmadığı gibi özellikle yemek yeme esnasında ciddi başka sorunlar da baş gösteriyordu. Yiyecek ve içeceklerin soluk borusundan akciğerlere kaçma, boğulma ve öksürük gibi sorunlar. Bu süre içinde doğan her üç bebekten birinin ölüm nedeni annesini emerken nefes yolunun kapanmasıydı. Diğerleri öksürerek tıksırarak bir şekilde hayatta kalmayı başarmışlardı ama ne zamana kadar sürecekti bu durum.

"Tanrı'nın gazabı" diyordu Papa. İnsanoğlunun işlediği büyük günahların bir sonucuydu yaşananlar. Bütün ibadethaneler tövbe eden insanlarla doluyordu. Yaptığı haksızlıklardan, zulüm ve her türlü kötülüklerden kendi payına düşeni alanlar büyük pişmanlık içinde secdeye kapanır olmuştu. Yeni bir düzen kurulacaktı bundan böyle, belki insanın içinde kendine yer bulamadığı. Yeni doğan bebeğini kucaklayan yatırlardan türbelerden medet umuyor, yaratandan mağfiret dileniyorlardı. Üç büyük dinin en büyük alimleri kutsal kitaplarda boşuna arıyorlardı bu işareti. Hiç birinin beklediği değildi böylesine bir son.

ABD ve Rusya başta olmak üzere diğer ülkelerin tamamı savunma bütçelerini olduğu gibi sağlık bakanlıklarına aktarmışlardı. Yeni hastaneler, ses terapi merkezleri, araştırma laboratuarları, psikiyatri merkezleri açılıyordu durmaksızın. Ne yazık ki arpa boyu kadar ilerleme kaydedilememişti henüz. Toplumun psikolojisi bozulmuş, intihar vakaları her geçen gün artmaktaydı. Dünya Sağlık Örgütünden gelen haberlere göre gerekli açıklamalar yapılıyor, yeni önlemler devreye sokuluyordu. 

Eğer bilim çare üretmezse en çok seksen yıl sonra neredeyse konuşan insan türü kalmayacaktı dünyada. TV programlarında geleceğin dünyası konuşuluyordu. Dini kanalların birinde sakallı bir profesör, onca derdin arasında sanki en önemli konu buymuş gibi "Düşünebiliyor musunuz?"diye sormuştu diğerlerinin dikkatini çekerek,  "Camilerde ezan sesi duyulmayacak artık(!)" Karşısındaki ellerini masaya vurmuş, büyük bir acıyı içinde hissederek destek vermişti berikine. "Kuran sesine bile hasret kalacak insanlar, okuyan olmayınca." Bir değeri çözüm yolunu teknoloji sayesinde bulmuştu çözüm yolunu hemen. "Digital kayıtlar önemli, onları dikkatli bir şekilde nesilden nesile aktarmalı." Olmaz, olmaz dediler diğerleri, "İnsan sesi önemli, hem de çok önemli." 

Yeni nesilden yaşama tutunanlar belli ki farklı olacak. Annelerinin sesini duyacaklar ama annelerine seslerini duyuramayacaklar. İletişim büyük sorun. Klasik okullar işe yaramayacak. İşaret dili önemli, onu öğretmek kadar öğrenmek de önemli. Yazmak da önemli. Hatiplik işe yaramayacak. Belki de hatipler yüzünden verildi bu ilahi ceza insana. Nasıl olacak şimdi propagandalar, pazar yeri esnafının bağırıp çağırması. Sessizlik... İnsan sesi olmayacak artık. Kuş sesleri, derenin şırıltısı, dalganın sesi, rüzgarın uğultusu duyulacak sadece.

Kitaplar, kitaplar... Hepsi yerli yerinde. İnsanlığa hizmet etmeye, bilgi dağıtmaya devam edecek. Sözlü sınavı tarihe karışacak ama yazılılar tam gaz. Okulda öğretmen ders anlatmayacak artık. Ya öğretmene soru sormak isterse çocuk? O da yazılı sorsun. Hem sen öyle dedin ben böyle dedim tartışması da olmaz. Her şey yazılı, belgeli. Öğretmenlik de öyle bildiğiniz gibi bir meslek olmayacak elbette. Anlatmak istediği bütün dersleri bilgisayara yükleyecek. Öğrencilerle iletişim sadece bilgisayarlarla. Sessiz bir sınıf, sadece tuş sesleri. Hem müzik dersleri güzel olur çıt çıkmayan sessiz bir sınıfta. Klasik müzik konserleri de öyle, insan sesinin olmadığı salonlarda. Operalara, tiyatrolara paydos...

Politikacıların işi çok zor bundan böyle. Seçim zamanı bindirilmiş kıtalar işe yaramayacak. Kim anlatacak ki yapamayacaklarını, dinleyen yığınlar bulunsa da. TV programları gözden geçirilecek. Sessiz filmlere geri dönüş. Sadece alt yazılı olacak yeni çevrilen filmler. Yok, izleyen için değil, konuşan aktör, aktris ve politikacı bulunmadığından. Reklamlar bile alt yazılı verilecek. Ağzı olan konuşamayacak artık, okuryazar olmayan şempanzeler gibi birbirlerinin bitlerini ayıklayacak.

Güzel şiirler yazılacak, duyguların daha gün yüzüne çıktığı. Ne var ki sessiz şiirler olacak bunlar, sessiz şarkılar gibi. Ezan sesi duyulmayacaktı ama kilise çanları çalmaya devam edecek. Buna rağmen görünen o ki camiler kiliselerden daha kalabalık olacak.

Suç oranları muhtemelen düşecek. Mahkemelerde avukatlar yazılı olarak sunacak savunmalarını bundan böyle. Kimse kimseye sözlü hakarette bulunamadığından kavgalar gözle görünür şekilde azalacak. Yalan söyleyemeyecek artık kimse. Yalan yanlış yazanların foyası çıkacak ortaya çok beklemeden. Bütün konuşmalar yazılı, yazılar bilgisayarlarda saklı olacak çünkü. Laf cambazları değil, meramını yazıya en güzel döken kişiler sivrilecek toplumda. İşte böyle bir gelecek konuşuluyordu dilden dile.

Bu arada yeni doğanların boğularak ölmesine çare bulmuştu bilim adamları. Doğan her bebeğe vurulan ilk aşıdan önce acil bir operasyon yapılıp açık ses telleri kapatılmaya başlanmıştı. Böylelikle solunum yollarından akciğere yabancı madde girmesi önlenmişti. Altıncı aya girerken doğumlar azalmış, çocuk aldırma sayıları ise tam tersine zirve yapmıştı. Neredeyse hiçbir kadın hamile kalmıyordu artık.

Genetik mühendisleri gece gündüz çalışmalarına rağmen FOXP2 geninin yok oluş sırrını çözememişlerdi. Dünya Sağlık Örgütü kontrolündeki birinci grup araştırma ekipleri, mutasyonu gerekli kılacak tek bir neden dahi ortaya koyamamışlardı. Belli bir bölgede olsaydı yaşananlara çok daha kolay neden üretebilirlerdi belki de. Evrimciler tesadüfler halkasına bir yenisini eklemişlerdi. Evrim karşıtları ise her zamanki gibi Allah'ın insan türünü cezalandırdığına inanıyorlardı. Sonuçta bilim ve din dünyası ilk kez fikir birliğine varıyorlardı. Mutasyonun nedenini aramak boşa geçirilen bir zamandı. Bilim adamları yeni duruma göre toplumun yaşam düzenini ayarlayacak, din adamları ise tanrıyı bir daha kızdırmamak için insanları kötülüklerden uzak durmaya teşvik edeceklerdi.

Ölümler hariç mutant neslin sayısı 37 milyonu aşmış, dünya toplam nüfusunun % 0,5'ine yaklaşmıştı. Moleküler Biyoloji ve Genetik dalında haklı bir şöhrete sahip Harvard Üniversitesi profesörleri yayınladıkları makalede mutant neslin çocuklarının kısır doğabileceğini ileri sürüyordu. Bu insan neslinin yok olması anlamına geliyordu. Birleşik Krallık Cambridge Üniversitesi Genetik bilimi uzmanları ise o kadar karamsar değildi. Onlar bir nesil sonra durumun normale döneceğini iddia ediyorlardı. Çok ama çok küçük bir ihtimal... Yine de en doğru analiz Amerika Birleşik Devletlerinin meşhur Massachusetts Institute of Technology (MIT) profesörlerinden gelmişti. Bekle ve gör. Yeni nesil büyüyecek ve insanın kaderini çizecekti. Her şey bir tarafa mutant neslin birbirleri arasında yapılacak evliliklerin yaratabileceği sakıncalara ilişkin dile getirilen varsayımların ardı arkası kesilmiyordu.

Kosta Rika'nın başkenti San Jose'deki Cima Hastanesinin doğumhanesinde başlayan sevinç ve şaşkınlık ışık hızıyla bütün dünyaya yayılmıştı. Son dokuz aydır ilk defa normal bir doğum gerçekleşmişti. Andrew adı verilen erkek bebeğe ilgi inanılmaz ölçekteydi. Bütün medya bebek hakkında bilgi almak onu dünyaya göstermek için  doğal güzellikleri ile isim yapmış Orta Amerika ülkesine akın ediyordu. Dokuz ay önce ilk mutant bebeğin doğumunda bile bu denli bir sansasyona şahit olunmamıştı. Dünya yeni bir Adem'in doğuşunu kutluyordu adeta. Bütün kiliseler Andrew'un doğumunu kutsuyorlardı. Zira mutant bebeklere yapılan gırtlak operasyonundan sonra ölüm oranı azalmasına karşın hayatta kalanlarda ortaya çıkan değişiklikler endişe yaratmaya devam ediyordu. İkinci aydan itibaren bebekler normalin üzerinde kıllanmaya başlamışlardı. Mutant bebeklerin anatomik inceleme sonuçları tıp ve bilim adamlarını karamsarlığa sürüklüyordu. Bunun sebebi çocukların kafatası, kaburga ve leğen kemiklerinin oluşumunun neandertal insanının özelliklerini taşıyor olmasıydı. Eğer böyle bir geri dönüşüm söz konusu ise büyük bir olasılıkla kısır bir nesil türüyordu. Bu ise insanlığın yok oluşu demekti. İşte bu yüzden beklenmedik bir anda Andrew'un dünyaya gelişi muazzam bir heyecan yaratmış, yeniden umutları yeşertmişti.

Sağlık Bakanlığı sadece İstanbul'da mutant çocuk sayısının 70.875 olduğunu, 30.375 çocuğun ise doğumdan sonraki üç ay içinde yaşamını yitirdiğini açıklamıştı. Tüm dünyada olduğu gibi şehir hastaneleri, özel klinikler yeni doğan bebeklerin gırtlaklarını kapatmaya ayırmıştı zamanlarının büyük bölümünü. Psikiyatr ve psikologlar gün geçtikçe garip bir şekle bürünen çocuklarına nasıl yaklaşacaklarını bilemeyen ailelere olabildiğince destek olmaya çalışıyorlardı. Anneler kıl torbasına dönen, kendine ve yakınlarına benzemeyen yaratıklara alışmakta güçlük çekiyor, onları kucaklarına aldıklarında içlerini tuhaf bir huzursuzluk kaplıyordu..

Harvard Üniversitesi Genetik Mühendisliği Bölüm Başkanı Profesör Ruth Hubbard ve 814 bilim adamının imzalayıp hükümetlere ve uluslar arası forumlara gönderdiği mektup yeni bir tartışmayı ateşlemişti. Profesör Hubbard, genetiği değiştirilmiş gıdaların insan sağlığına verdiği zararlara dikkat çekerek mutant doğumların bunun bir sonucu olabileceğini dile getiriyordu. Açık mektubunda Hubbart, "Ne yazık ki, dünyamızda GDO'nun ve insan sağlığına zararlı kimyasalların kirletmediği bir ürünün kalmadığı gerçeğini artık kabul etmemiz gerekiyor. Zira genetiği değiştirilmiş polenlerin kilometrelerce yol alabileceğini, kuşların, böceklerin ve hatta havanın genetiği değiştirilmiş polen ve tohumları taşıması olağan." diyerek insanlığın içine düştüğü durumu gözler önüne seriyordu. Bütün bu açıklamalara itiraz eden ve iddiaya kanıt arayan biyoteknolojik şirketler yaşanan bu kaotik ortamda seslerini çıkartmaktan korkmuşlar, kendilerini toplumdan gizlemeyi tercih etmişlerdi. Akıllı bir tercihti bu. Aksi takdirde dünyanın başına gelen bu belanın tek sorumlusu olarak mücadele etmek akıl karı olmazdı. Her şeye rağmen Dünya Sağlık Örgütü Profesör Hubbart ve bilim insanlarının yaptığı varsayımın kesin olarak kanıtlanmadığını, bu nedenle kabul edilemeyeceğini açıklayarak olası aşırı tepkileri önlemeye çalışmıştı.

Mutasyonun nedenleri konusunda kesin bir sonuç elde edilemese de mutant bebeklerde görülen rahatsızlığı gidermek için bazı adımların atılıyordu. İlk şokun atlatılmasıyla beraber ses telleri felci tedavisinde uygulanan cerrahi müdahaleler bebeklerde olumlu sonuç vermeye başlamıştı. Ses tellerindeki açıklık jelatinimsi bir dolgu ile doldurularak başarı sağlanamamıştı ama tiroplasti ameliyatından sonra ümit verici gelişmeler kaydedilmişti. Bu cerrahi işlem sırasında bebeğin doğumundan hemen sonra soluk borusuna takılan kapak alınıyor, yemek borusu ve nefes borusu arasında bir geçiş sağlanıp açık durumdaki ses telleri arasına kalıcı bir implant yerleştiriliyordu. İmplant kapak görevini görüp öksürük ve boğulma tehlikesini ortadan kaldırırken nefes borusundan çıkan hava kapanan ses tellerini titreştirip sesin oluşumunu sağlıyordu. Ameliyat sonrası çıkartılan sesler başlangıçta kaba, anlamsız ve köpek ulumasına benziyordu. Bundan sonra aylarca sürecek bir ses terapisi süreci başlıyordu. Doğan bebeklerin hepsine bu ameliyatın yapılması ve uzun terapi seansları sağlık bakanlığının mevcut imkanları dahilinde olası görünmüyordu. Mutant bebeklerin zeka ve algılama kabiliyetlerinin normal hatta normalin üzerinde olması işleri kolaylaştırsa bile ne hekim ve terapist sayısı ne de ameliyat için fiziki imkanlar ihtiyaca cevap vermekten uzaktı. Mevcut hasta sayısı sabit kalsa bile söz konusu operasyon on yılda tamamlanabilecekti. Bütün ülkelerdeki durum üç aşağı beş yukarı aynıydı.

Bir yılın sonunda dünyada ilk kez nüfus azalmıştı. Savaş yıllarında, büyük kuraklık senelerinde bile karşılaşılmayan bir durumdu bu. Doğum sayısı neredeyse sıfırlanmış, gözler, kulaklar BM'nin yapmakta olduğu açıklamalardaydı. Tabii bir de Kosta Rika'dan beklenen haberlerde...

Kosta Rika'da doğumdan sonra ağlayan bebek, hiçbir sağlık sorunu yaşamadan büyümeye devam ediyordu. Atenas, San Jose'nin yaklaşık 30 km batısında 27.000 nüfuslu bir kasaba. 2012 yılının 9 Mart Cumartesi günü, kasaba meydanında toplanan halk yapılan referandum sonucunda GDO'lu tohumların bölgelerinde kullanımına karşı oy kullanmış, coşkuyla zaferlerini kutluyorlardı. Bebek Andrew'un ailesi, bu kasabaya bağlı Rio Grande adındaki küçük bir köyde yaşıyorlar, kendi yetiştirdikleri meyve sebzeleri, hayvan ve hayvan ürünlerini tüketiyorlardı. Dünya GDO'lu tohum ve zirai kimyasal üretiminin % 90'ına sahip küresel şirketi "Monsanto'yu topraklarımızda istemiyoruz" sloganıyla çıkmışlardı yola. Uluslararası biyoteknoloji devini dize getirmeyi başarmışlardı. Dünyanın değişik ülkelerinden gazeteciler, bilim adamları akın etmişti Atenas'a. Harvard Üniversitesi'nin dünyada GDO'nun ve zehirli kimyasalların etkilenmediği bir ürün kalmadığı açıklamasından sonra Atenas bu zararlardan kendini nasıl koruyabilmişti de Andrew normal bir bebek olarak dünyaya sesini duyurmuştu? Andrew'un doğumundan sonra Atenas kasabasında yaşayan her beş gebe kadından biri normal bebek doğurmaktaydı. Aslına bakılırsa aynı ortamda bulunmaları, aynı gıdayı tüketmelerine rağmen böyle bir sonucun çıkması zihinleri bulandırmıştı. Zira son gelen haberler, Hindistan'da, Etiopya'da, Meksika'da, İsviçre'de ve son olarak ABD'de nadiren normal doğum olaylarına rastlanmıştı ama hiç birinin oranı % 5'ten fazla değildi. Medya ordusu Kosta Rika'yı terk etmeye başlamıştı.

İsviçre'de bulunan Organik Tarım Araştırma Enstitüsü (FIBL) yaptığı araştırma sonucunu açıkladı. Buna göre 282 Euro'luk kişi başı organik gıda tüketimi ile İsviçre başı çekiyor onu Danimarka, İsveç, Lüksemburg, Avusturya, Almanya, ABD gibi ülkeler takip ediyordu. GDO'lu ürünlerin ve toksik kimyasalların üretiminde tekel oluşturan bu ülkelerin kişi başı en çok organik ürün tüketen ülkeler olması insanların kafalarını karıştırıyordu. Daha ilginci ise 75 milyar dolarlık organik ürün pazarının neredeyse yarısının % 90'lık GDO'lu tohum üretimine ev sahipliği yapan ABD'nin elinde olmasıydı.

Bütün ülkelerde ABD karşıtı protesto gösterileri büyük artış gösteriyordu. Yine bağımsız bir araştırma kurumu, yaptığı açıklamada Dünya üzerindeki topraklarda kirlilik oranının son 25 yılda 48 kat arttığını duyurmuştu. ABD başta olmak üzere bütün ülkelerin vatandaşları hükümetlerine tarihleri boyunca eşi benzeri görülmemiş düzeyde tepki gösteriyor, devlet güçleri halkı yatıştırmakta aciz kalıyordu.

Bir yıl boyunca dünya gündeminin ilk sırasından düşmeyen sessiz bebekler konusunun yarattığı kaos artarak devam ederken gözler genetik mühendislerine çevrilmişti. Çin'de bir doktor tüp bebek tedavisi sonucu doğan bebeklerin DNA'sını CRISPR-Cas9 olarak biline bir gen teknolojisi ile değiştirdiğini açıklamıştı. Son birkaç yıl içinde İsviçre ilaç devi Novartis tarafından kanser türlerine ve SMA'lı hastalara uygulanacak Car-T ve Zolgensma gen tedavilerine FDA'nın onay verdiğini ve bazı ülkelerde uygulanmaya başladığını açıklamıştı. Bütün bu gelişmelerin anlamı şuydu: Teknoloji sadece bitki ve hayvanların değil insan genlerine de müdahale edebilecek düzeye gelmişti. Yani, hastalıklı ve kusurlu genler ayıklanıp mükemmel bir insan yaratılabilecekti artık. Ne var ki bu işlerin kişi başı maliyeti beş milyon dolar gibi fahiş fiyatlara kadar çıkabiliyordu. Gen tedavisi ile mutant bebeklerin normal yapıya kavuşturabilesi olanak dahilinde görünüyordu ancak dünya buna henüz hazır değildi. İlk olarak 1972 yılında başlayan çalışmalarda her geçen gün ilerlemeler kaydedilmesine karşın tedavide olası yan etkilerin kontrol altına alınması için daha fazla zamana ihtiyaç vardı. Bir tarafta tedavi bekleyen kanser ve genetik bakımdan sorunlu hastalar dururken devletlerin koyduğu doğum yasağına rağmen artık 50 milyonu bulan yeni hasta sayısı içinden çıkılmaz bir durumdu. Buna yetecek sağlık çalışanı, gerekli cihaz, araç, ilacın, hastane ve ameliyathane temin edilse bile bütün dünya ülkelerinin toplam 80 trilyon dolarlık ekonomik gücünün yaklaşık üç katını aşan bir maliyet nasıl karşılanacaktı? 

Bilim insanlarının mutant bebekler üzerinde yaptığı yoğun araştırmaların sonucunda bazı kesin bulgulara ulaşıldı. Mutasyona sebep olan genler her iki cinste eşit dağılım gösteriyordu. Bu husus Birleşmiş Milletler Örgütünün oy birliği ile aldığı karar gereği muhtemelen daha sonra kısırlaştırılacak bireylerin belirlenmesinde büyük önem arz ediyordu. Diğer bir sonuç, mutantların en fazla 20 ila 25 yıllık bir yaşam süresine sahip olacağıyla ilgiliydi. Bu ciddi bir sorun olarak görülmemişti. Aileler mutant çocuklarını bir türlü kabullenemiyorlardı. Anne ve babalar arasında sıklıkla intihar vakalarının artmasının yanı sıra bazı aileler canavar gibi gördükleri bu canlılardan kurtulmak için onları aç bırakıyorlar, hatta zehirliyorlar, tanrının gazabı gördükleri masum yaratıkları yok etmenin çarelerini arıyorlardı. Hükümetlerin işine gelen bu tavır, insanların yaşadıkları psikolojik travmaya dayalı işlenen suçlar kapsamında en hafif şekilde cezalandırılıyordu.

Son bir yılda dünyada meydana gelen doğum vakalarında ağlayan çocuk sayısı toplam 500.000 civarındaydı. Bu nüfus içinde  sadece 2.643 erkek, 2.807 kız bebek Türkiye'de dünyaya gelmişti. Dünya Sağlık Örgütü tavsiyelerine uyan Sağlık Bakanlığı sağlıklı doğan bu bebeklere ilişkin özel önlemler almaya başlamıştı. Edremit Körfezinde tahsis edilen özel bir arazide 20.000 kişilik bir Eko-Köy kurulacaktı. Proje, insan neslini kurtarma projesi olarak nitelendiriliyordu. Eko-Köylerde normal doğan bebeklere aileleri ile birlikte sağlıklı yaşam için gerekli ne varsa devlet eliyle karşılanacaktı. Kafaları kurcalayan tek sorun bu bebeklerden sonra gelecek neslin doğumunda kaçının ağlayıp kaç tanesinin ağlamayacağıydı. Sonuç ne olursa olsun çarenin bulunması için belli bir süre kazanılmıştı. Belki o zamana kadar mucizevi bir kurtuluş kapıyı çalacaktı.

Bütün ülkelerde halkın baskısına karşı koyamayan hükümetler ABD'nin Alman Bay-er firmasına 66 milyar dolara sattığı Monsanto ve Çinlilere 43 milyar dolara satılam İsviçre'nin Syngenta'sı gibi GDO'lu tohum ve zirai kimyasal üreten uluslararası dev şirketlerin faaliyetlerini yasaklamış ve kapılarına mühür vurulmuştu. Siyanürle altın aramalar, çevre tahribatına ve kirliliğine yol açan her türlü aktivite bıçak gibi kesilmişti. Bunun doğal bir sonucu olarak dünya büyük bir kıtlıkla karşı karşıya kalmıştı. İnsanlar yiyecek bulamıyorlardı. Devletlerarası anlaşmazlıklar askıya alınmış her toplum kendi derdine düşmüştü. Halkın tepkisi dinmiyordu. Göstermelik de olsa GDO'lu gıda üretimine, çevreye ve insan sağlığına risk oluşturan kimyasal maddelerin üretiminde, pazarlanmasında görev alan yasa dışı yollarla sahte belge düzenleyen, bu tür maddeleri zararsız gösterip tüketiciye ulaşmasında rol alan, izin ve onay veren yönetici ve sorumlulardan bazılarının yargılanıp hapis cezalarına çarptırılması ateşi söndürememişti.

İşler iyice çığırından çıkmış, toplumun dengesi, değer yargıları, ahlak anlayışı değişmişti. Açlık yaşananların içinde en karşı koyulmaz olanıydı. Parası olan da olmayan da karnını doyuramaz hale gelmişti. Ülkeler arasında savaş kesilmişti ama umutsuzluk, bilinmezlik, en önemlisi açlık insanları birbirine kırdırıyordu. Fabrikalar, okullar, mağazalar, dükkanlar kapanıyordu teker teker. Paranın değeri olmadığı gibi insanın çoluğuna çocuğuna bırakacak bir miras da söz konusu değildi. Çünkü yaşayanların  çocukları da olmayacaktı artık. Her birey devlet tarafından zorunlu olarak kısırlaştırılıyordu. Böyle giderse en fazla 60-70 yıl sonra ülkenin nüfusu sadece Eko-Köy'de yaşayanlardan ibaret olacaktı. 88 milyonluk koca ülkenin nüfusu 32.000 kişiye düşecekti yani. Dünya nüfusu 3.000.000'u bile bulmayacaktı. Bu sayı ile dünya tam 30.000 yıl önceki nüfusuna gerileyecekti. Neandertal insanının yok oluş yıllarındaki dünya nüfus sayısına geri dönmek sadece bir tesadüften ibaret miydi?

Ülke yöneticilerin en önemli görevi kendi nüfuslarına orantılı büyüklük ve sayıda kurdukları Eko-Köy'lerin güvenliğini sağlamak ve gelecekleri olan bu insanların ihtiyacı olan her şeyi vermekti. Bu yüzden bu özel köylerin etrafı yüksek surlarla çevrilmişti. Silahlı kuvvetlerin görevi sınırları korumak değil bu köyleri korumaktı artık. Zira aç kaldığı için taşkınlık yapan halkın yiyecek bulabileceği yegane yerdi oraları ve dikkatle korunmaları gerekiyordu türün devamı için. Şehirlerde yaşam tükeniyordu yavaş yavaş. İnsanlar kendi ekip biçtikleri topraklara, köylerine geri dönüyorlardı.

Hükümetler birbiri ardına istifa edip bürokratlar, memurlar ve işçiler işlerine gelmez oldular. Bundan sonra ne iktidarın ne şan şöhretin ne de paranın önemi vardı. Devlet yönetimi hiçbir menfaat beklemeden sadece insanlık namına bildiklerini ortaya koyan, çalışıp çabalayan insanların eline geçmişti. Dünyanın bütün ülkeleri zengin, fakir, gelişmiş, gelişmemiş, ya da az gelişmiş sıfatlarından arınmış tek bir ideal uğruna savaşan insanların eline kalmıştı. O ideal, insan neslinin devamıydı.

Önce insanların karınlarını doyurmak gerektiği sonucuna vardı yeni yöneticiler. Gıda stokları gün geçtikçe tükeniyordu. İnsanlar kendi canlarını kurtarmak telaşındaydılar. Düzeni sağlamakla görevli yeni hükümetlerin ilk icraatı halkın açlığına çare bulmak olmalıydı. Aksi takdirde çalışacak adam bulunamayacaktı. Mevcut yerli tohum bulunamadığından köylüye Monsanto'nun GDO'lu tohumları ücretsiz olarak dağıtılmaya başlandı. Bu yeterli olmayacaktı. Toprak bitkileri besleyen özlerini kaybetmiş olduğundan kimyasal gübrelere muhtaçtı. Mecburen ücretsiz olarak köylüye bu sakıncalı gübrelerden dağıtıldı. Yine de yeterli değildi bu; aç kalan sadece insanlar değildi. Bitkilerin zararlı haşerattan korunması için kimyasal ilaçlara ihtiyaç vardı. Zor bir karardı bu yöneticiler için. Yaşamak için kendini zehirleyen tek canlı türüydü insan. Olan olmuştu zaten. Açlıktan ölmek daha kötüydü. Tek fark, insanın soyunu tüketen, onlara yaşam alanı bırakmayan bu gıdaları, sebep olduğu sonuçları görerek, çaresizlik içinde ancak BİLEREK tüketmeye karar vermesiydi. Sadece meyve sebze değil protein ihtiyacı için besi hayvanlarını, tavukları ve balıkları GDO'lu yemlerle beslemeye devam edecekler, bunlarla birlikte süt ve süt ürünleri, her türlü hayvansal gıdalar insan sağlığını tehdit etmeyi sürdürecekti. Türünün son insanları geride çocuklarına bir şey bırakmayacaklardı. Çünkü hiçbirinin çocukları olamayacaktı.

Çok değil 1982 yılında Monsanto, ilk kez bir bitkinin genetiğini değiştirmeyi başarmıştı. Üzerinden kırk yıl geçmeden bu büyük başarı canlılar için dünyanın sonunu hazırlamıştı. Çevrenin korunması, mümkün olduğu kadar toprağın ve suyun kirlenmemesi için ne kadar tedbir alınırsa alsın yaşam savaşı veren son insan kalana kadar dünya kirlenmeye devam ediyordu.

Dünya ülkeleri kontrolü sağlamaya başlamışlardı yavaş yavaş. Genel af ilan edilmiş, hapishanelerin kapıları açılmıştı. Devlet bütçelerinde en büyük pay sağlık harcamalarına verilmişti. Yeni doğumlara izin verilmemesinin yanı sıra, şiddet, yaşlılık ve salgın hastalık gibi nedenlerle dünya nüfusu hızla eriyordu.

İnsan, çevre koşullarına ve karşılaşılması muhtemel en büyük felaketlere karşı ayak uydurabilecek, yeni durumlara kendini kısa sürede adapte edebilecek canlı türünün en gelişmişi, tarihinin en büyük sınavını veriyordu. Yaptığı hataları anlayabilmesi için ne yazık ki bu felaketi yaşaması gerekiyordu. Ona böyle bir sonu hazırlayan bencillik, aşırı hırs gibi kötü huyların, para ve makam için kendi türünü, diğer canlıları ve yaşadığı çevreyi gözünü kırpmadan hunharca katleden zarar verici özelliklerin yok edilmesi şarttı. Bilim adamlarına göre bu tür kötü özellikler neandertal insanının gen yapısında bulunmayan özelliklerdi. Atalarımız, yani homo sapienler, FOXP2 geninin sayesinde doğurganlığı artmış, konuşma yetisi kazanmış, bu sayede artan iletişim becerisi sayesinde süratle kendini geliştirmiş, teknolojide sınır tanımamış, bugünlere gelmişti. Ancak madalyonun diğer yüzü oldukça karanlıktı. Modern sıfatıyla hiç de hak etmediği şekilde taçlandırdığımız insan, kendi türüne ve çevresine hiçbir canlı türünde rastlamadığımız büyüklükte zararlar vermişti. Binlerce yıl aralıksız devam eden ve birbirlerini canice öldürdükleri anlamsız kanlı savaşlar, sömürü düzeni, adaletsizlik, daha çok para kazanma hırsıyla zehirlenen topraklar, sular, sağlığını kaybeden insanlar, canlılar, doğanın dengesinin bozulması, küresel ısınma yani insan eliyle yapılan bunca kötülük taşıdığımız FOXP2 geninin yok edilmesi gereken öldürücü yan tesirleri miydi?

Monsanto ve benzeri dünya devlerinin sahipleri, yöneticileri ve uzmanları büyük pişmanlık ve vicdan azabı içine düşmüşlerdi. Hapishaneler boşalınca onlar da özgürlüklerine kavuşmuştu. Artık onlar kapitalizme hizmet etmiyor, bütün tecrübe ve bilgileriyle insanlığın kurtuluşu için çalışıyorlardı.

Oxfort Üniversitesinde yapılan çalışmalar mutant bebeklerin gen yapısının neandertal insanının gen yapısıyla büyük benzerlik gösterdiği sonucuna varmış, buna dayanarak muhtemelen yeni nesilde akıl hastalıklarının beklenmediğini açıklamıştı. Dünyada yeni bir düzen kuruluyordu. Bu düzende eşitlik ve adalet anlayışı öne çıkıyordu. Nüfusun azalması nedeniyle yeni yatırımlara gerek kalmamıştı. Yöneticilerde liyakat ve çalışkanlık geçer akçe olmuştu. Kaynaklar gerektiği kadar ve doğru yerlere yönlendiriliyordu. Yeni idare anlayışının en fazla önem verdiği konulardan biri de eğitimdi. Ülke stratejileri bütün devletlerin eşit olarak temsil edildiği Birleşmiş Milletler Örgütü ve onun alt komisyonları tarafından belirleniyordu. Devlet sınırlarının sembolik bir önemi kalmıştı. Bütün dünya tek bir hedefe kilitlenmişti. Kaosu önlemek ve insan neslinin devamını sağlamak...

Halk zamanla mutant çocuklarla yaşamaya alışmıştı. Kıllı bebekler biraz garip de olsa yürümeye başlamış ve kendince anne ve babalarıyla, diğer insanlarla iletişime geçmişlerdi. İşitme duyuları oldukça iyiydi. Zeka seviyeleri de normal insanlarınkinden aşağı değildi. Güçleri kuvvetleri yerindeydi. Bebeklere yapılan aşılar onlara da yapılmıştı. Şimdiye kadar hiçbiri hastalanmamıştı.

Eko-Köyler hükümetlerin en fazla önem verdiği kurumlardı. Kusursuz sağlık ve eğitim hizmetlerinin yanı sıra orada yaşayan insanlara dünyanın toprağı ve suyu en az kirlenmiş bakir alanlarında üretilen doğal gıdalar getiriliyordu. Azalan nüfus sayesinde insanlar iş bulmakta sorun yaşamıyorlardı artık. Devletler bireysel varlıklara el koymuş, elde edilen gelirleri vatandaşlara eşit olarak dağıtıyordu. Yapılması gereken en önemli işlerden biri de yirmi yaşına kadar olan genç nüfusun en iyi şekilde eğitim almasıydı. Devlet her alanda ihtiyaca göre meslek gruplarını belirliyor ve yaşamakta olan son insan neslinin geleceğe köprü kurmasına çalışıyordu. İsyanlar, yağma ve şiddet gösterileri sona ermiş gizemli bir sükunet hakimdi. Tam o sıralarda dünya kamuoyu hiç beklemedikleri bir haberle çalkalanmaya başlamıştı. Vatikan yaptığı bir açıklamayla papalığı feshetmiş, bütün mal varlığı ve gelirlerini Dünya Sağlık Örgütüne bağışlamıştı. Haberler sadece bununla sınırlı değildi. Katolik dünyasının merkezi Vatikan'dan yapılan yazılı açıklamada, papalığın kurulmasından bu yana aldıkları yanlış kararları, yaptıkları haksızlıklardan dolayı ve insanların geleceğini ilgilendiren bazı önemli hususlarda uyarma görevini yerine getirmedikleri için kurumsal sorumlulukları bulunduğunu ve insanlığın yaşadığı bu büyük felakette pay sahibi olduklarından bahsediyordu. Yazılı metinde yanlış kararların ne olduğu, hangi haksızlıkları yaptıkları, hangi konularda insanları uyarmadıkları madde madde açıklanıyor, adeta günah çıkartılıyordu.

Ülkemizde durum farklı değildi. İlk mutant bebeklerin doğumundan sonra halk camileri doldurmuş, yaşananları Allah'ın insanlara yaptığı bir uyarı olarak görmüş, dualar ederek mağfiret dilemişlerdi. Olayın ilk şokunun atlatılmasına ev sahipliği yapan ibadethaneler, açlık baş gösterince terk edilmiş, camileri dolduran kitle yaratandan ümidini kesip market ve çarşılara koşmuş birbirlerinin malını yağma etmişlerdi. Uzun süren isyan ve şiddet hareketleri devlet tarafından bastırıldıktan sonra cami ve diğer ibadethanelerden el ayak çekilmeye başlamıştı. Hükümet güvenliği sağlar sağlamaz Diyanet İşleri bütçesini Sağlık Bakanlığı ve araştırma çalışmalarına aktardığından din adamlarının maaşı kesilmişti. Artık tek tük kapısı açılan camilerde gönüllü imamların cılız ezan sesleri duyuluyordu. Kilise, cami ve sinagogların siyaset ve ticaretle bağı kesildiği için bu yapılar inanan insanların gerçek ibadethaneleri olmuştu. Vatikan'ın almış olduğu bu önemli karardan sonra zaten sadece kağıt üzerinde temsil edilen Diyanet İşleri Başkanlığı ve diğer ülkelerin benzer dini kurumları lağvedilmişti birbiri ardına.

Dünya Sağlık Örgütünün bilgisi dahilinde üniversiteler ve bilimsel araştırma kurumları tarafından gönüllü ailelerden sağlanan mutant bebekler üzerinde bazı çalışmalar yapılıyordu. Bu çalışmalar kapsamında bebeklerin ölümü ya da ciddi sağlık sorunlarının gündeme gelebileceği hususunda aileler bilgilendiriliyor ve onlardan yazılı mutabakat alınıyordu. Araştırmanın sonuçları ne kadar göz korkutucu olursa olsun önceleri çok sayıda gönüllü aile kucaklarına almaktan korktukları yavrularını seve seve sağlık kurumlarına teslim ederken bir süre sonra bunu reddetmeye başladılar. Bunun nedeni durumu kabullenişten ziyade bebeklerin gelişimiyle ilgiliydi. Henüz bir yaşını dolduran bebekler beş yaşındaki kardeşleri kadar gelişmiş, hatta bazıları bilgisayarla haşır neşir olmaya başlamışlardı. Öğretilen her şeyi kolaylıkla algılıyorlar ve istenilen pek çok şeyi yapabiliyorlardı. Normalden büyük gözlerini insanlara dikiyorlar adeta onların aklından geçenleri anlıyorlardı. El becerileri oldukça gelişmişti. Kıllı ve garip vücut yapıları dışında hiçbir olumsuz özellikleri yoktu diğer insanlara göre. Diğer taraftan konuşamadıkları için insanların onları anlayabilmesi ciddi bir sorun oluşturuyordu.

İnsanlık sonu bilinmez bir yolda zamana karşı yarışıyordu. Bilim insanlarının ağzından çıkacak sözlere kilitlenmiş yöneticiler, zorlukla yatıştırdıkları vatandaşların son gelişmelerle ilgili açıklama beklediklerini biliyorlardı. Eko-Köylerde izole edilen normal doğmuş bebeklerin ileride doğacak çocuklarından kaçı normal olacaktı? Henüz hiç kimse bu konuda kesin bir fikir yürütemiyordu ancak yine de hepsinin normal doğum yapmayacağını söylemek mümkündü. Mutant nesil ile normal insanların bir arada yaşaması mümkün müydü? Belki de insanın aklına gelen sorulardan en korkuncu buydu. Zira gün geçtikçe sayıca üstün olacaktı bu insanlar. Ve en önemlisi gelişmelerine, dayanıklılıklarına ve zeka düzeylerine bakılırsa normal insandan daha üstün görünüyorlardı. Bu tarihin döngüsü, kuzenlerin dönüşü müydü? 30.000 yıl önce kaybedilen bir savaşın rövanşı mıydı yoksa?

İnsanlık genom şifresini büyük ölçüde çözmüş ve önceleri 100.000 adet olarak duyurduları gen sayısını 20.000 civarına düşürmüşlerdi. Bildiğimiz toprak solucanındaki gen sayısı da üç aşağı beş yukarı aynıydı. Yapılan araştırmalar incelenen mutant bebeklerin genom yapısında neandertal ve normal insanınkilere göre bazı farklılar bulunduğunu ve çok sayıda mutasyon (genetik değişiklik) meydana geldiğini tespit ettiler. Bunlardan 40 kadarı protein yapısını da etkileyen önemli mutasyonlardı. Ayrıca genomun onlarca bölgesinde modern insana göre pozitif ve negatif doğal seçilim izi sayılan türde gen frekansı örüntülerine rastlanmıştı.

Birleşmiş Milletler eldeki verilerden yola çıkarak bütün devletlerin katılacağı acil bir oturum yapılmasına karar vermişti. Zira Eko-Köylerde insan türünün devamını sağlamak adına koruma altına alınan normal bebeklerden sonuç alınabileceği belirsizliğini korurken mutant bebeklerdeki hızlı gelişim ürkütücü boyuttaydı. Yani Eko-Köylerde yaşayan normal bebekler beş yaşına geldiğinde mutant doğan bebeklerden çoğunun yaşamı son bulacaktı. Daha korkuncu üç  ya da dört yıl sonra insanların koymuş olduğu doğum yasağını dinlemeyen mutantlar üremeye başlayabileceklerdi muhtemelen. Zaman gittikçe daralıyordu ve akıllara gelen tek bir çözüm yolu vardı. Germline genetik modifikasyon, yani sperm ve yumurtaların genetik materyaline müdahale etmek suretiyle gelecek nesilleri de etkileyecek dizilimsel değişiklikleri sağlamak (!)

CRISPR adı verilen bir teknikle 2015 yılından beri hücrelerin gen yapısına istenilen müdahale yapılabiliyordu ancak bu operasyonun olası yan etkileri ve etik bakımdan büyük sakıncaları vardı. Bu sebeple İngiltere ve bazı ülkelerde yasaklanmıştı. Yan etkilerden biri işlem başarılı olsa bile genlerde farklı mutasyonların potansiyel risk taşımasıydı. Ayrıca tıbbi olmayan amaçlarla bebeklerin istenilen özelliklerini seçerek önceden tasarlanması etik açıdan sakıncalı görülüyordu. Birleşmiş Milletler Örgütü ilk kez bütün devlet başkanlarının katıldığı toplantı sonrasında bütün ülkelerde referandum yapılmasını  istiyordu. İnsan neslinin devamını mı yoksa yok olmasını mı istiyorsunuz referandumu. İnsanoğlu bir kez daha tehlikeli sularda yüzüyordu.

9 Ağustos 2019 Cuma

ÖLÜLER DİYARI - JEAN CHRISTOPHE GRANGE

Kitabın Adı: Ölüler Diyarı
Yazar: Jean-Christophe GRANGE
Çeviri: Tankut Gökçe
Sayfa Sayısı: 462
Yayınevi: Doğan Kitap
Türü: Roman-Polisiye, Macera, Psikolojik


Kitap Hakkında: Jean Christophe Grange'ın son kitabı Ölüler Diyarı, toplumun gözden ırak yaşamlarını deşifre eden polisiye bir kurgu. Aynı yazarın "Kongo'ya Ağıt" isimli romanını daha başarılı bulmuştum. Grange bu romanında da ayağı yere sağlam basan bir tema üzerinde sürükleyici bir yapıt çıkarmış ortaya. Her kitabı geniş bir hayran kitlesi tarafından takip edilen yazar, kendine has bir tarzın dışına çıkmıyor. 

Cinayet büro amiri Staphane Corso birbiri ardına işlenen iki cinayetin peşine düşüyor. Katilin peşinde iz sürerken yolu, karanlık dünyanın dehlizlerinden, sadomazoşizm ve türlü cinsel sapkınlıkların yer aldığı türlü ortamlardan geçiyor. Kısa sürede katili deşifre ettiğini sanıyor ancak yanlış yolda olduğunu çok geç öğreniyor. Aslında olaylar Corso'yu da içine alan bir şekle bürünüyor ve katilin kimliği ve işin iç yüzü kitabın sonunda açıklanıyor. Yazar'ın en önemli özelliği yer, zaman, kişi, sanat ve kültür öğelerinde kullandığı benzetmelerdeki zenginlik. Bu bakımdan öğretici aynı zamanda. Kitabı okurken bir eliniz Google arama motorunda olmalı. Örneğin Jacquemart eski bir adli polis; katili bildiğini söyleyip Corso'ya bazı fotoğraflar gösteriyor, Ona göre "La cour des Miracles" resmi portre ressamını bulmuştu. Bu tür terimler bazen sayfa alt notlarında açıklanmakla birlikte çoğu kez okurun bildiği kabul ediliyor Katil tuhaf çizimleri olan bir ressam. "La cour des Miracles" terimi ile Wikipedia'da Fransa'nın gecekondu bölgelerine atıf yapıldığını görüyoruz. Diğer taraftan "Notre Dame de Paris" müzikalinin en güzel şarkılarından birinin adıymış. Çingeneleri konu alan ve onlara hayranlık uyandıran bu şarkıya gönderme yapan yazarın artık şu cümlesi daha fazla anlam kazanıyor: "... sanatçı, derin bir empati sayesinde, bu kadın ve erkeklerin trajedisini, onları birer meleğimsi ruhani varlıklara dönüştürmeye kadar vardırmıştı." Kitapta buna benzer öğeler oldukça fazla.

Yazarın mekan ve kişisel betimlemeleri, gözlem ve araştırma yeteneği tartışılmaz. Konu örgüsü ve zenginliği, okurda merak duygusunu uyandırması, olayların kusursuz bir şekilde yoğrulması başarılı olsa da gerçekliği üzerinde şüpheyi ortadan kaldırmıyor. Kitabın kurgusal özelliğinin zihinlerden atılamaması doğallıktan uzak bir algı yaratıyor. Özellikle bu durum sonuç kısmında katilin ortaya çıkması ile zirveye ulaşıyor. Büyük marifet isteyen seri cinayetleri gerçekleştirmek için katil, fikren ve psikolojik durumu bakımından makul ve yeterli kabul edilebilse bile fiziken bunu nasıl başardığı sorusu havada kalıyor. Bu yüzden katilin cinayetleri nasıl işlediğine dair detay bulamıyor okur.  

Sonuç olarak çok fazla hoşuma giden bir kitap olmadı. Elimde fazla kalmasını istemediğim için biraz sıkıntı vermesine rağmen tamamladım.    

4 Ağustos 2019 Pazar

GODOT'YU BEKLERKEN - SAMUEL BECKETT



Ayvalık'ta balkonumuza sessiz sedasız sızmaya çalışan bir sabah güneşi... Biliyorum çok kalmayacak, İşte, çekilmeye başladı bile ama bu kısa süre içinde beni gölge bir köşeye atmayı başarıyor.

Nereden sürüklendiysem buraya, Didi ve Gogo'nun yalnız bir ağaç altında yaptıkları uzun, sevimli ve ciddi sohbetlerinin içinde buldum kendimi. Onlar yani, Vladimir ve Estragon, ısrarla birinin gelmesini bekliyorlar, Godot'yu... Hala bekliyorlar mı, bilinmez. Hayır, ben iki saatlik film boyunca Godot'yu beklemedim, sadece onların çaresizlik içinde bekleyişlerini izledim. Bana benzer bir karakter yok bu eserde. Ne Pozzo'ya ne de Lucky'yle örtüşüyor kaderim. Ne dünyadan ümidini kesmiş bir derbeder, ne her arzusunu zenginliğiyle ya da birilerini ezerek tatmin eden bir gaddar, ne de hiçbir şey yapamayacak kadar çaresizim. Eğer dünya sadece bu karakterler üzerinde kuruluysa ben bir hiç'im. Godot'mu? Ne gelmesini isterim, ne de korkarım gelmesinden. 

Samuel Beckett (1906-1989) İrlanda doğumlu ve 1969 yılında Nobel Edebiyat ödülü sahibi bir yazar. 1949 yılında yazdığı "Godot'yu Beklerken" adlı eseri ilk kez 1953 yılında Paris'te sahneye konulduğunda anlaşılamamış. Paris'te elit kesimin anlamadığı oyunu hapishanede izleyen mahkumlar çok beğenmiş ve her biri kendilerinden bir şeyler bulmuş. Bazıları Godot'yu özgürlük, bir kısmı bir türlü kendisini ziyarete gelmeyen sevgilisi olarak sembolleştirmişler. Oyunun büyük halk kitlleleri tarafından yoğun ilgiye mazhar olması bundan sonra başlarken sonraları absürd tiyatronun bir şaheseri olarak kabul ediliyor. II. Dünya Savaşından sonraki yılların etkisinin hissedildiği eserde bolca metafor kullanıldığından kitabı/oyunu okuyan/izleyen kişilerin hepsi kendine göre bir sonuç çıkartmışlar. "Godot kimdir?" sorusu eserin yazarı tarafından cevaplandırılmamış, bu bilinmezlik edebiyatın yetkin kişilerince bile farklı kimliklere ve olgulara bürünmüştür. Bazılarına göre tanrı, bazılarına göre sevgili, mutluluk, aşk, kimine göre ise ölüm (!)  

Eser'in ikincil karakterleri Pozzo ile Lucky, efendi ve köle ilişkisinden yola çıkarak sömüren-sömürülen, ezen-ezilen kişi/toplumları temsil ederken insanların içinde bulunduğu durumu çaresizlik içinde ve doğal olarak kabullenişini işliyor. Bu sebeple olsa gerek, oyunun ülkemizde ilk kez Küçük Sahne'de sergilenmesine müteakip Demokrat Parti tarafından komünizm propogandası yapıldığı gerekçesiyle bir süreliğine yasaklanmış.

Youtube'ta Türkçe alt yazılı film versiyonu var eserin. İzlemek isteyenler buradan bulabilirler. Ayrıca her birine derin anlamlar yüklenen diyalogları internet üzerinden bulmak mümkün. Yer ve zaman faktörünü hiçe sayan bir ortamda olayın başlangıcı ve bitişi sırrını muhafaza ediyor. Samuel Beckett'in nihilizm yani hiçlik felsefesini taçlandıran bu eseri başarılı ve gündemden düşmeyecek bir baş yapıt. 

Vladimir: Hiç terk ettim mi seni?
Estragon: Gitmeme izin verdin.

"Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi, güneş bir an parıldar, sonra yeniden gecedir."

"Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir, ağlamaya başlayan biri için bir başka yerde keser biri ağlamayı. Aynı şey gülmek için de geçerli."

"Hepimiz deli doğarız, bazılarımız öyle kalır."

Gogo: Hadi gidelim artık.
Didi: Olmaz.
Gogo: Nedennn?
Didi: Çünkü Godot'yu bekliyoruz.
Gogo: Ah, evet...

31 Temmuz 2019 Çarşamba

HOCA CAMİDE: İZ BIRAKANLAR (3)

Oturduğumuz yere en yakın lisenin haylazlıkta adı çıkmıştı. Ondan daha iyi bilinen bazı liseler ise adresimiz tutmadığı için kaydımı almamışlardı. Yine paşa paşa bize en yakın liseye kabul edilmiştim. Bütün öğrencilik hayatımda bende en çok iz bırakan hocamla lise birinci sınıfta karşılaştım. Matematik hocam Mualla Şengonca. En yakın arkadaşlarım ile birlikte ona "Muallacım" derdik. Yeni mezun genç bir öğretmendi o. Siyah dalgalı saçlı, beyaz tenli, giyimine kuşamına dikkat eden, kararında makyaj yapan bir kadın. Ama onun bakışları en unutamadığım yanıydı. O baktığında ne demek istediğini anlardık. Her zaman iri kahverengi gözlerinin içi gülerdi. Gözleri ile gülen başka birini görmemiştim onu tanıyana dek. Garip bir şekilde kızdığında bile gözlerinin içi gülmeye devam ederdi. 

Ah Muallacım, sadece ben değil, yakın arkadaşlarımla birlikte aşıktık ona. Matematik dersini daha çok sever olduk. Gözüne girmek için daha çok çalışrdık. Yüksek notlar aldığımızda o güzel gözlerinden alırdık aferinimizi. Serhat adında haylaz bir arkadaşımız vardı. Yumruk yaptığı elinin iç yüzünü kullanıp birbiri ardına darbeler indirdiği burnunu kanatırdı. Sonra sol avucu ile kanayan burnunu tutup "Hocam burnum kanıyor, çıkabilir miyim?" der, Mualla Hocamdan müsaade isterdi. Derslerden kaytarmak amacıyla diğer derslerde de bu yola sıklıkla başvuran Serhat'ın burnu duruma alıştığından artık bir iki küçük darbeyle kanar hale gelmişti. Muallacım elbette yemiyordu artık Serhat'ın numarasını ama ne yapsın? Kolunu gergin bir şekilde uzatıp kapıyı işaret ederken "Lütfen dışarı çıkar mısın?" diye çıkışırdı. Ben yine o bakışlara, gözlere dikkat kesilmiştim. O iri kahverengi gözlerinde sinirden şimşekler çakarken müstehzi bir gülümsemeyi aynı gözlerin içine nasıl yerleştirebiliyordu (!)

İlk yıl edebiyat ve ingilizce derslerimiz öğretmen olmadığı için boş geçiyordu. İkinci sömestrede bir ara sonradan eczacı olduğunu öğrendiğimiz bir hoca gelmeye başlamıştı derslere. Lisede birçok öğretmenimizin lakabı vardı. Tarih dersimize yaşı kırkı aşkın yeşil gözlü sarışın bir afet girerdi. Onun adını bilmezdi hiçbirimiz. Lakabı Afrodit'ti. Biyoloji hocamız kısa boylu, şişman bir tipti. Neşeliydi, öğrencilerle iletişimi iyiydi. Onun lakabı Çiko'ydu. Eskiler bilir çizgi roman kahramanı Zagor'un arkadaşı Çiko'yu. Biyoloji hocamız Çiko bir ara boş geçen fizik derslerine girmeye kalkınca olan olurdu. Adamcağız örnek bir problem çözmeye kalkar, öyle yapar olmaz, böyle yapar olmaz, içinden çıkamayacağını anlayınca döner bize aynı soruyu ödev olarak verirdi. Ne olursa olsun kızamazdık Çiko'muza. 

Edebiyat dersine giren hocamız, sağ elindeki dosyayı göğsüne sıkıştırdığı halde sınıfa dalar sol eliyle ayağa kalkmış öğrencilerin yerlerine oturmasını işaret ettikten sonra dersi anlatmaya başlardı. En nefret ettiğim dersti edebiyat. Fuzuli'ler, Baki'ler, mefailatünler, fa'lünler hiç sarmazdı beni. Kompozisyonum süperdi lakin. Herkesin döküldüğü derste aldığım notlar her zaman iyiydi. Ne gülerdi, ne kızardı. Ruhu vücudundan sökülüp alınmıştı sanki. Ona robot adını uygun görmüştük. 

Sınıfta kapının hemen solundaki ilk sıranın duvar tarafında oturuyordum. İkinci sene yeni bir İngilizce öğretmeni derse girmeye başlamıştı. Bizlerden olsun en fazla beş yaş daha büyüktü. Minyon tipli esmer güzeli genç bir kızdı. Her zaman süper mini etek giyer, sütun gibi bacaklarını sergilemekten kaçınmazdı. Oturduğum yer öğretmen kürsüsünü çaprazdan gören bir konuma sahipti. Gözümüzde o daha hoca olmamış, stajyer öğretmendi henüz. Kürsüde bacak bacak üstüne atıp bize göz ziyafeti çektirdiği için bütün erkek arkadaşlar benimle yer değiştirmek için az yalvarmıyorlardı.  

Lise ikinci ve üçüncü sınıflarda genel olarak kaliteli hocalarımız oldu. Sınıfımız da akıllı çocuklarla doluydu. Fizik hocamız meslek hayatının en başarılı sınıfına ders verdiğini söylüyor, emeğinin karşılığını almasının gururunu yaşıyordu. Son sene Namık Kemal lisesinden gelen Hamiyet Hoca bir matematik profesörüydü. Bu hocalar sayesinde üniversite sınavında açıkta kalan hemen hemen hiçbir arkadaşımız olmamıştı. 

Üniversite yıllarımda hoca sayısı inanılmaz ölçüde artmıştı (!) Arkadaşlar kendi aralarında birbirine "hocam" diye hitap ederlerdi. Öğretim üyeleri zaten hocaydı ama çaycılar, temizlik görevlileri, çevrede kimi görürseniz hepsi hocaydı. Bu bir ODTÜ kültürüydü. Ağzımız o kadar alışmıştı ki her önümüze gelene "hocam" demeye. Ankara'lıların da bunu kabul ettiğini görecektim kısa zamanda. Manavda "Hocam oradan bana iki kilo patates veriver." demek, berberde "Hocam şu saçları biraz kısalt" demek gayet olağan karşılanırdı. Bizim o yıllarda jandarma ile yakın temaslarımız olurdu. Polis giremezdi kampusa. Hele bir girsindi. Jandarma da hocamızdı, nizamiyedeki bekçi de. Elbette bu duruma bozuk atanlar da oluyordu. Hidrolik dersimize giren profesör Cahit Çıray hiç hoşlanmazdı kendisine hocam denilmesinden. "Everybody is hoca, I am not your hoca" derdi. Herkes hocaysa ben hocanız değilim yani. 

Tatillerde İzmir'e gittiğimde manava hocam deyince bön bön bakardı yüzüme. Hemen toparlardım kendimi. İşte böyle. Perran Kutman'ın Hayat Bilgisi dizisindeki "Hoca camide" ifadesini dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik eleştirmiş. Camide hocanın değil, imamın olduğunu, kültürümüzde öğretmenlere hocam denilmesinin yadırganmaması gerektiğini söylemiş. Ona bir gün  gelip de hak vereceğimi hiç düşünmezdim doğrusu.

(Son)