KATEGORİLER

10 Eylül 2019 Salı

Ağaç Ev Sohbetleri #02

Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğinin ikinci hafta tartışma konusu

İrem Can tarafından önerildi.


Hepimizin bildiği üzere doğamız giderek tehlike sinyalleri veriyor. Küresel ısınma ve çevre kirliliği had safhada. Bunlar için geri dönüşüm, sıfır atık, daha az tüketim hatta poşetlerin paralı olması gibi önlemler alınıyor.


Bu konu hakkında düşüncelerimizi paylaşırken daha yaşanılır bir dünya için neler yapmamız gerektiğine cevap arayacağız 


SERA GAZLARINA ÖVGÜ

Ne zaman kutuplardaki buzullardan kocaman bir parça kopup düşse denize, küresel ısınma geliyor aklıma. İçinde bulunduğumuz gezegeni yaşanmaz hale koyan gerçek bir öykünün ilk satırlarını okuyorum adeta.

Milyonlarca yıl kendi halinde tıkır tıkır işleyen muhteşem bir sistemin çarkına çomak sokmuş insanoğlu, farkına varmadan. Bir zamanlar yaşam kaynağımız olarak güneşi belletmişlerdi bize. Oysa o mükemmel çark, güneşi terbiye eden, varoluşumuzun temeli, yerküremizi çepeçevre saran atmosferden başkası değil. O atmosfer ki, şöhreti kötü sera gazlarından kalkan yapmış kendine, zararlı güneş ışınlarını savuşturmuş dünyamızdan ve bu sayede mükemmel bir ortam sunmuş bütün canlılara.

Sera etkisine sahip gazların bir kısmı doğal yoldan diğer kısmı ise insan eliyle oluşturulmuş. Hayatımızı tehdit eden küresel ısınmanın tek sorumlusu olarak gördüğümüz sera gazlarının aynı zamanda yaşam sebebimiz olduğunu çok kişi bilmez. Sera gazları dünyamızın etrafını kuşatarak güneşin gönderdiği kanserojen ultraviyole ışınlarının % 95'ini emer, dünya üzerinde bir örtü oluşturarak ana kara ve okyanuslara giden sıcaklığı sabit tutar ve dengeler. O olmasa biz olmazdık, gece gündüz arasında oluşacak sıcaklık farklarına dayanamazdık.

Atmosferdeki en büyük hacme sahip sera gazının su buharı olması da şaşırtmasın sizi. Evet, % (36-70) oranında su buharının yanı sıra % (9-26) oranında karbon dioksit (CO2), % (4-9) oranında metan ve % (3-7) oranında ozon atmosferimizde bulunan başlıca sera gazları. Ne var ki bu gazlar içinde ısı tutma yeteneği en yüksek olan (CO2) karbondioksit. Yerkürenin var oluşundan bu yana kendi doğallığı içerisinde sera gazlarında hasıl olan değişimlerin bir sonucu olarak soğuk-sıcak  birçok dönem ve buzul çağları görmüştür.  

Peki o zaman problem nerede? Atmosferin sera gazı miktarında ani yükseliş yerküre sıcaklığının kısa süre içinde artışına neden oluyor Şöyle ki, geçmişte 150.000 yıla yayılan değişim bu kez 150 yıla sıkışmakta. Sadece insan değil mikroorganizmalar, bitkiler, hayvanlar, kısaca her tür ve cinsten canlı varlık böylesine ani ve böylesine büyük bir değişikliğe şahit olmamış bugüne kadar. Geçmişte bu tür ısı değişimleriyle karşılaştıklarında bütün canlılar evrim geçirerek ortama uyum sağlamışlar, bunu başaramayanlar ise yok olup tarih sahnesinden silinmişler.  Şimdi karşı karşıya kaldığımız durumda  yaklaşık iki insan ömrü kadar bir süremiz var. Asıl problem birkaç derecelik sıcaklık değişiminin çok ötesinde, yani olacaklara hazırlıksız yakalanmamızda.

Bilim adamları dünya ortalama sıcaklığının bir ya da iki derece artması halinde bile dünyada bazı bölgelerin çölleşeceği, deniz ve okyanus seviyelerinin artış göstereceği, kuraklığın artacağı, tatlı su kaynaklarının azalacağı, bazı bölgelerin su altında kalacağı, açlık nedeniyle kuzey kutbuna doğru göçlerin başlayacağından ve savaşların kaçınılmaz olacağından bahsediyor.

https://youtu.be/R_pb1G2wIoA

Sanayi devriminden bu yana fosil yakıt kullanımındaki artış, atmosfere çok miktarda (CO2) karbondioksit salınımına sebep olurken halen atmosferdeki mevcut karbondioksit konsantrasyonunun seksen yıl sonra iki katına çıkacağı tahmin edilmektedir.

Garip bir sekilde sera gaz salınımının ikinci büyük sorumlusu geviş getiren büyük baş hayvanlar. Onların her biri güçlü birer metan gazı üretcisi. Hatta bazı bilim insanları ineklerin ürettiği gazın araçların atmosfere bıraktığı sera gazlarından daha etkili olduğunu iddia etmekte. Metan gazının karbondioksite göre 23 kat daha güçlü olması ineklerin küresel ısınmadaki etkisini önemli kılmakta. Doğal dengenin bozulması, dünyanın muhtelif yerlerinde mevsim şartlarının değişmesine sebep olmaktadır. Kuraklıklar, seller ve tabii afetler daha sık görülmeye başlanmıştır. Artık kıtlık, açlık ve sefalet dünya üzerindeki canlıların kaçınılmaz kaderi olacaktır. 

En büyük sera gazı üreticisi ABD, Türkiye dahil olmak üzere bütün dünya devletlerince kabul edilen Kyoto sözleşmesini imzalamaktan kaçınmıştır. Kyoto sözleşmesi ile fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynakları (hidro-elektrik, güneş, rüzgar vs) teşvik edilmiş, devletlerin sera gazı salınım miktarlarının zaman içinde azaltılması hedeflenmiştir.

Zamansız su taşkınlarının, hortumların, kutuplardaki buzul erimelerinin, tayfunların, mevsim normallerinin çok üzerinde seyreden hava sıcaklıklarının sebebi olarak küresel ısınmaya işaret ediliyor. Durumun bu kadar vahim olmasına karşılık verilen taahhütlerin eyleme dönüştürülmemesi kafaları biraz karıştırmıyor değil. Yenilenebilir enerjinin maliyeti diğerlerine göre hayli yüksek. Çevreyi korumanın ve küresel ısınmanın getireceği olumsuzluklardan kaçınmanın bedeli bu elbette.

Sanayi devrimini tamamlamış, milli geliri yüksek Avrupa'nın, küresel ısınmaya karşı tedbir alması, Kyoto protokolünü gönüllü olarak uygulaması itibarlı bir davranış. Bununla birlikte az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere gelen ek maliyetleri bu ülkelerin tek başlarına yüklenmeleri pek adil olmasa gerek. Zira mevcut durumun baş sorumluları bugüne kadar atmosfere en fazla sera gazı salınımında bulunan, sanayileşme sürecini tamamlamış, gelişmiş ülkeler. Durum böyle olunca, küresel ısınma sorunu, az gelişmiş ülkelerin tepesine basabilmek için küresel şirketlerce tezgahlanan yeni bir oyun mu diye sormaktan alamıyorum kendimi.   

KÜRESEL KİRLENME

En az küresel ısınma kadar önemli çevre kirliliği. Dünyamız o hale geldi ki kelimeler meramımızı anlatmaya yetmiyor. Çevre kirliliği derken insanın aklına ilk olarak kapısının önü geliyor. Esasen üzerinde durmak istediğim konular az tüketim, naylon poşet kullanımından kaçınmak, sıfır atık falan değil. Elbette bu sayılanlar da önemli ama anlatacaklarımın yanında masum kalıyor. Bu nedenle çevre kirliliği yerine "küresel kirlenme" ifadesini kullanacağım. Toprağımız kirlenmiş, suyumuz, havamız kirlenmiş, kirlenmekle kalmamış zehirlenmiş. Zehirlediğimiz toprağımızla zehirlemişiz kendimizi.  Sadece kendimizi değil bizimle birlikte çocuklarımızı, torunlarımızı... 

Yaklaşık 12.000 yıl önce yerleşik hayata geçerek tarım toplumu olmamızdan sonra binlerce yıl çevremizi kirletmeyi beceremedik. Ne olduysa son 150 yılda oldu. İnsanoğlu daha çok kazanma hırsı ile geri dönüşü olmayan yollara sürüklendi. Küresel şirketler tarımı bitirdiler, toprağı, suyu ve havayı canlıları öldüren, vücutlarında kalıcı hasar bırakan, kanserojen kimyasal ilaçlarla zehirlediler. GDO'lu tohumlarla ürettikleri dna mıza işlenip gelecek nesillere aktarılacak. Topraktaki zirai kimyasallar yağmurla derelere, derelerden denizlere taşınıyor. Denizden tutulan balıklarda mutasyon geni tespit ediliyor. Tavuklar, kırmızı etler hep aynı. O kadar kirlendik ki içecek temiz bir bardak su bulmakta güçlük çekiyoruz.

Belki henüz farkında değiliz ama birkaç kuşak sonra çıkacak her şey ortaya. Küresel kirlenme küresel ısınmayı aratacak korkarım.

3 Eylül 2019 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 01

Televizyon izliyor musunuz? İzliyorsanız veya izlemiyorsanız sebebi nedir?

Taha Akkurt ve Edischar  yeni bir etkinlik başlatmış. Bu etkinliğin kapsamı ve hedefleri ile ilgili açıklamalar gayet güzel yapılmış. Kısaca yapılması istenen, her hafta belirlenen konu başlığına ilişkin düşüncelerimizi blogumuzda paylaşmak. Hadi başlayalım o zaman.

Televizyon gerçekten müthiş bir buluş. Bazılarının aptal kutusu dedikleri bu cihaz her zaman heyecanlandırmıştır beni. Kilometrelerce ötede olan biteni anında odamıza getiren teknolojik beceriye erişen  insanoğlunun daha neler yapabileceğini düşündüğümü hatırlıyorum. Çocukluğumda televizyon nedir bilmezdim. Bilmediğim bir şeyin eksikliğini de hissetmezdim doğal olarak. Akşamları saat 20.00 deyince radyolarımızın başına üşüşür, "Radyo Tiyatrosu" nu dinlerdik ailecek. 

1970'li yılların başında önce gelir düzeyi yüksek ailelerin evlerine siyah beyaz televizyonlar girmeye başlamıştı. Salonların ve oturma odalarının en nadide mobilyası haline gelmişti televizyon. Gözü gibi baktığı bu aletin voltaj değişimlerinden zarar görmemesi için regülatör denilen ikinci bir cihazı satın almak zorundaydı insanlar. Önceleri televizyon sahibi olmak bir prestij, bir statü göstergesiydi. Televizyon sahibi olan evlere gıpta ederdik. O kadar pahalı ve lüks gelirdi ki, ailelerimize biz de alalım demeyi aklımızdan bile geçirmezdik.

Çocukluğumun geçtiği sokakta evlerine ilk televizyon giren yakın arkadaşlarımdan biriydi. İki katlı binanın giriş katında oturuyorlardı. Bu sayede salona koydukları televizyon dışarıya açılan pencereden izlenebiliyordu. Yazın kapı pencere açık olduğu için sesini de duyulabiliyordu televizyonun. 1972 Olimpiyatlarını ve 1974 Dünya Kupasını bu şekilde izlediğimi hatırlıyorum. O yıl Hollanda şampiyon olmuştu. Bütün oyuncuların ismini ezberlemiştim.

Kış mevsimi gelince arkadaşım beni ve birkaç arkadaşımızı evine davet ediyor geç vakitlere kadar hangi program olursa olsun büyülenmiş gibi televizyonun başından ayrılmıyorduk. Çoğu kez ev sahipleri oturdukları yerde uyuklamaya başlıyor, kalkıp evlerimize dönmemiz için gözlerimizin içine bakıyorlardı. Ne yemek geliyordu aklımıza ne de uyku. Allah için bir kez olsun ne annesi ne de babası "Hadi artık evlerinize" dememişti. Evimize ilk televizyon lise ikinci sınıfa geçtiğim zaman alınmıştı. Önündeki sürgülü pancuru çekilince kapatılıp kilitlenen kocaman bir ahşap dolabın içinde siyah beyaz bir televiyondu. Güya ders çalışmamızı engellemesin diye ebeveynler tarafından alınan önlemdi kilit. Tabii ki hiç kullanılmadı. Televizyon bizi esir almaya başlamıştı.

Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmiş, dile kolay. Önce siyah beyaz tek devlet kanalından başlayan televizyonun, zaman içinde renkli ve yüzlerce kanalla zenginleşen yayınlarını yıllar boyu izledim. Dönüp geriye baktığımda onca zamanımı boşa harcadığımı düşünüyorum. İzlediğim programların hepsi gereksiz miydi? Elbette değildi. Faydalı, bilgilendirici bulduklarım da çok oldu. Bazen kelime oyunu ve diğer bilgi yarışma programları, bazen eğlence programları hoşça vakit geçirmemi sağladı. Beğenerek izlediğim uzun metrajlı filmler ve bağımlılık derecesinde takip ettiğim diziler de oldu. Nihayetinde televizyona ayırdığım zamanın yüzde onundan fazla değil bu faydalı bulduğum programlar. Böyle düşününce şimdiye kadar neredeyse sekiz yılımı heba etmişim gibi geliyor bana. Neyse ki bunun önemli bir kısmı aynı zamanda yemek yerken ya da ikinci bir iş yaparken geçirdiğim zamanlardı.

Şimdi eve gelir gelmez otomatik olarak elimiz TV düğmesine gidiyor. Sonra yatana kadar açık kalıyor ekran. Bazen sesinden rahatsız oluyor, sessize alıyoruz. Kumanda genellikle eşimin elinde. O beni fazla sarmayan polisiye film ve dizilerini izlemeyi seviyor. Futbol ve diğer spor müsabakalarını izleme alışkanlığım yok. Her türlü belgesel film ilgilendiklerim arasında olmasına rağmen fazla zaman ayıramıyorum. (Bkz. kumanda kimin elinde?) Çok saçma bulduğum halde gecenin geç saatlerinde haber programlarının tekrarını izlemekten kendimi alamıyorum. Bazen adam gibi sohbet eden konuklar bazen birbirinin sözünü kesiyor ve seviyeyi iyice düşürüyorlar. O zaman tadı tuzu kaçıyor işin. Etkinliği başlatan arkadaşlarımız ya TV izlemeyi bırakmış ya da iyice asgari düzeye getirmişler. Genç neslin takdir edilesi durumu. Ben sadece National Geographic izliyorum deyip Kemal Sunal filmlerini bilmem kaçıncı kez izleyenlerden değilim ama yılların alışkanlığı var işte. 

İzlememin sebebi olarak az önce söylediğim üzere alışkanlık diyorum. Ne bileyim belki de sosyal medyadaki açığımı böyle kapatıyorum, kim bilir.

1 Eylül 2019 Pazar

KABUS

Hava iyice kararmış, yağmur çiseliyor. Arabamla kötü bir semtin dar sokaklarında ağır ağır ilerliyorum. Etrafım kalabalık, kapı önlerinde çocuklar oynuyor. Ne işim var şimdi burada diye düşünüyorum. Son zamanlarda kendime sorup da cevabını çıkartamadığım anlarım sıklaşmaya başladığından bunun üzerinde fazla durmuyorum.  Yıllar öncesinden bir gece, sabaha karşı, henüz bir gün önce satın almış olduğum metalik yeşil Corolla'mı çaldıkları zaman polise haber vermeyi yeterli bulmayıp arkadaşlarımdan birinin arabasıyla Kadifekalenin hiç görmediğim ara sokaklarında çalıntı arabamı aradığımı hatırlıyorum. Çift taraflı uzanan tek katlı gecekondu sıralarını düzensiz bir şekilde bölen delik deşik asfalt yollarda bir sürü hız kesici tümsek yüzünden iyice yavaşlıyordum. Bunu fırsat bilen çocuklar aşıracak bir şey bulurum ümidiyle arkama takılıp bagaj kapağını açmaya kalkışıyorlar, fark edildiklerini anlayınca çil yavrusu gibi dağılıyorlardı. O hız kesiciler, araba hırsızlarını takip eden polis arabalarının işini kolaylaştırmak için düşünülmüş olmasına rağmen bu durum mahallenin hırsız çocuklarının işine yarıyordu. Evet, o sokaklara çok benziyor şimdi içinde bulunduğum sokak.

Bir an önce çıkmak istiyorum bu semtten. Önü caddeye açılan büyük bir kavşağa yaklaşıyorum. Yolun sonunda orta refüjde yükselen aydınlatma direğinin hemen yanında esmer bir kadın ve elinde tuttuğu beş altı yaşlarında bir kız çocuğunu fark ediyorum. Kadın yolun ortasında durmuş, kıpırdamadan bakıyor bana. Beni gördüğüne göre yoldan çekileceğini düşünüyorum. Süratim fazla değil ama gözlerini bana dikerek benim gelişimi ve onlara çarpmamı isteyeceği hiç aklıma gelmiyor. Artık bir şeyler yapmam gerekiyor. Bir yandan kornaya basarken fren pedalını köklüyorum. Araba dengesini kaybederek kırkbeş derece sola çeviriyor burnunu önce. Tam öyle kalacağımı düşünürken adeta hızı ağırlaştırılmış bir film gibi sağ tarafına yatarken soldaki tekerleklerin yerden kesildiğini hissediyorum. Bir süre yanlamasına havada kaldıktan sonra yeniden tekerleklerin üzerine düşmeyi hayal ediyorum. Düşündüğüm gibi olmuyor, refüjün hemen önünde arabam yan yatıyor. 

Kendimi yokluyorum, bir şeyim yok gibi. Güçlükle şimdi üstte kalan ön kapı camından dışarı atıyorum kendimi. Bana gözlerini diken kadının elini tuttuğu çocuğuyla birlikte uzaklaştığını görünce seviniyorum. Onun yüzünden yapmıştım kazayı oysa. Sinirlenip, kızmam, bağırmam gerekirken onlara bir zarar vermediğim için şanslı olduğumu düşünüyordum sadece. Onlarca kişi doluyor arabamın etrafına. Büyük bir uğultu var şimdi. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimisi yaklaşmayın, yakıt deposu sızıdırıyor derken kimileri bir şey yok diyerek içime su serpmeye çalışıyorlar. Sonunda el birliğiyle iterek arabayı dört tekerleği üzerindeki normal konumuna getiriyoruz. 

Hemen arabama oturup kontak anahtarını çeviriyorum. Tahmin ettiğim gibi çalışıyor. Yan taraftaki hasara bakmak için aşağı iniyorum yeniden. Küçük sıyrıklar beklerken görüntü şok ediyor beni. Onca vuruk, çiziğe sadece kendi ağırlığı yetmiş demek ki. Etrafımı saran tekinsiz kalabalığı düşünüp trafik polisi bulmak ve tutanak tutturmak için orada fazla kalmak istemiyorum. İsterse kasko ödemesin. Tek arzum o insanlardan bir an önce uzaklaşmak. Son anda hasarlı kısmın fotoğrafını çekmek için cep telefonumu doğrulttuğumda arabanın içinin dolduğunu görüyorum. Kapıyı açıp önce yerime oturanın kolundan aşağı çekip sürükleyince cesaretim korkuya dönüşüyor. O kadar kişi bir olup pestilimi çıkarabilirler oysa. Sonra birer ikişer arabadan iniyorlar. Sadece yanımdaki koltuğu işgal eden iri yarı bir adam kılını bile kıpırdatmıyor. Arabadan inip arkadan dolaşarak diğer kapıya yöneliyorum. Kapıyı açtığımda adamın yerinde olmadığını görüyorum. İçeri dikkatle bakıyor, gözlerime inanamıyorum. Koca ön konsol yerinde yok. Adam nasıl becerdiyse konsolu da kendisiyle birlikte yok etmiş. Korkmaya başlıyorum. Ne kadar az zararla bu diyardan kendimi kurtarabilrsem o kadar kar etmiş olacağım. Kapıyı kapatıp sürücü koltuğuna atıyorum kendimi. Araba kazadan sonra ters döndüğü için ters yönde gittiğimi geç fark ediyorum. Bir çıkış yolu olmalı buralardan. Sağ yan taraftan gelen bir gıcırtı sesi kulağımı tırmalıyor. Ortalıkta kimsenin bulunduğu bir sokakta sağa yanaşıp iniyorum arabadan. Bir şey yok görünürde. Lastikler de sağlam. Yönümü bulmak için arabayı bırakıp sağa sola bakınmaya başlıyorum. Geriye döndüğümde arabam ın yerinde olmadığını görüyorum. Acaba doğru yere mi bakıyordum. Sokaklar arasında bir aşağı, bir yukarı koşturuyordum. Tam sokak başına geldiğimde aşağıdaki sokakta arabamın arka kısmını gördüğümde dünyalar benim oluyor. Koşarak gidiyorum. Yanına vardığımda bunun bir yanılsama olduğunu anlıyorum. Bu durum defalarca tekrarlanıyor, uzaktan arabamı görüyor, yanına gidince onu kaybediyorum. Çıldırmak üzereyken uzandığım kanapede gözlerim aralanıyor ve hemen balkona doğru koşuyorum. Şükürler olsun ki arabam dün gece bıraktığım yerde duruyor. Ne kadar sevindiğimi tahmin edemezsiniz. 

28 Ağustos 2019 Çarşamba

ÜSTÜNDE VERSUS ÜZERİNDE

Hangisi Doğru?

Gece olmuş saatin ikisi. Delirdim mi ne?

Takmışım bir kelimeye içinden çıkmam mümkün değil

Vazoyu sehpanın üstüne mi koysam, yoksa üzerine mi?

Tedeka güncel sözlük bile çıkamamış işin içinden,

Üstünde demiş üzerindenin karşısına,

Üstündeyi karşılıksız bırakmış

Benim kafama yatanı sorarsan eğer,

İngilizce on'un karşılığıdır üstünde,

Above'un karşığı da olmalı üzerine,

Tam da ikna olmuşken,

Bir gürültü koptu iki kat üstümüzden.




KARDEŞİMİN HİKAYESİ - ZÜLFÜ LİVANELİ

Kitabın Adı: Kardeşimin Hikayesi

Yazar: Zülfü Livaneli

Sayfa Sayısı: 324

Yayınevi: Doğan KitapTürü: Roman

Kitap Hakkında: On yaşındayken geçirdikleri bir trafik kazasında ailesini kaybeden Ahmet, okullarını bitirip başarılı bir meslek hayatından sonra Bulgaristan sınırına yakın Karadeniz kıyısındaki küçük bir balıkçı köyünde yalnız ve sakin bir şekilde hayatını sürdürürken komşusunun evinde meydana gelen bir cinayet olayların başlangıcı olur. Kurban, İstanbullu varlıklı birinin eşi olmasından dolayı, olayı hakkında haber yapmak üzere gelen gazetecilerden biri olan Pelin Soysal ile Ahmet arasında değişik bir ilişki başlar. Cinayet ile ilgili soruşturma devam ederken Ahmet kadın gazetecinin ilgisini çekeceğini düşündüğü kardeşinin öyküsünü anlatmak ister. Ahmet, yıllar önce geçirdiği kazanın yarattığı travma neticesinde garip davranışlara sahiptir. Olaydan sonra yıllar boyu dokunmaya ve dokunulmaya karşı aşırı tepki vermektedir. Bu özelliğinden dolayı Pelin, Ahmet'ten çekinmez ve pansiyonda yer bulamayınca onun evinde kalmakta herhangi bir mahsur görmez, merakla Ahmet'in kardeşinin hikayesini dinlemeye başlar. Bu arada Ahmet, kadın gazeteciye cinayetle ilgili haber olacak bazı önemli bilgiler vermektedir. Bir süre sonra, yıllar önce yitirdiği duygularının canlanmakta olduğunu fark eden Ahmet, onca yaş farkına rağmen Pelin'e bağlandığını düşünür. Diğer taraftan artık evine dönmek isteyen Pelin, öykünün sonucunu merak ettiği için bir türlü köyden ayrılamamaktadır. Ahmet ise genç kadından ayrılmamak için öykünün sonunu getirmemek konusunda ısrarcı davranışını sürdürür. Ahmet, bunu daha fazla uzatamayacağını anlayınca mecburen öyküyü sona erdirmek zorunda kalır ve Pelin nihayet İstanbul'a döner. Ertesi gün köydeki cinayet beklenmedik bir şekilde açığa kavuşturulurken kardeşin öyküsü de okuru ters köşeye yatıran bir boyut kazanır.

"...Ama bir de aşkın en yüksek noktası var. Nedir bilir misin?"
"Nedir?" diye sordum ama sormasam da anlatacağı belliydi.
"Kıskanmayı bile unutmak, onu mutlu eden her şeyi ve herkesi sevmek. O noktada sahiplenmek biter, saf aşk kalır." 
Bana Ümit Besen'in "Nikâh Masası" şarkısını hatırlattı bu.

"Aşk, uçurum kıyısında gözü kapalı yürümektir."
Kitabın kahramanı ruhsal açıdan sorunlu biri olduğundan anlattıkları arasında kurgusal çelişki aranması doğru olmaz bu durum yazarın lehinedir. 

Sonuç olarak ben bu kitabı çok sevdim ve okunmasını tavsiye ediyorum.

27 Ağustos 2019 Salı

MİM de CAN UZUNYOL

Genç arkadaşlarımızdan Taha Akkurt, blog dünyasına yeni katılan Can Uzunyol kardeşimizin mimini cevapladıktan sonra beni de mimlemiş. Kendisine teşekkür eder, her iki arkadaşımızın hedeflerine en  kısa zamanda ulaşmasını temenni ederim. Mim etkinliği, okumayı ve yazmayı kendilerine ilke edinen genç, yaşlı toplumun değişik kesimlerindeki insanları birbiriyle buluşturması ve onların farklı fikirlerini öğrenmesi bakımından oldukça faydalı. Diğer taraftan, soruları cevaplarken insan kendisi ile de yüzleşme fırsatı buluyor. Bu mimde sorulan sorular da gayet güzel seçilmiş. Hemen cevaplamaya çalışayım bakalım  neler dökülecek kalemimden.

1. Yaşınız 60-65'e geldiğinde yaşamak istediğiniz yer?

Bu soru karşısında hafifçe gülümsüyorum. Soruda geçen yaş aralığının başındayım çünkü. Ancak uzun yıllar Ankara'da bulunduktan sonra halen yaşadığım ve doğduğum yer olan İzmir'de olmak mutlu ediyor beni. Beş sene öncesine kadar şehrin gürültülü yaşamından kurtulup küçük bir kasabanın doğal ortamında emekliliğimi yaşamayı düşünüyordum. Dört yıl kadar düşündüğümü yaptım. Güzel bir deneyimdi ama insan uzun yıllar yaşadığı ortamı arıyor bir müddet sonra. Geçen sene İzmir'in Güzelyalı semtine yerleştik. Denizi olmayan bir yerde yaşamak istemezdim sanırım. Her şeyden önce yaşadığım yerin kültür düzeyi ve çevremde yaşayan insanların Atatürk devrimlerine bağlılığı beni buraya bağlıyor. 

2. Bir hedefiniz var mı? Varsa neler?

Öyle büyük hedeflerim olmadı hiç. Kendimi ve ailemi kimseye muhtaç etmeden mutlu bir hayatım olsun istedim. Bunu da başardığımı düşünüyorum. İş hayatının yoğun çalışma temposunda geleceğe yatırım yaparken kendimizi geliştirecek yeterli zamanı ayıramıyoruz. En azından benim için böyle oldu. İş hayatında başarılı olacağım diye gece gündüz birilerini daha zengin etmekti hedefim. Şimdiki hedefim ise her konuda kendimi geliştirmek, zevk aldığım şeyleri yapmak, okumak, yazmak. Bu arada kadere değil ama şans ve tesadüflere inanırım. Eğer şans yüzünü gösterirse beni de mutlu edecek yeni ve farklı hedeflere yelken açabilirim.

3. Bloggerla nasıl tanıştınız?

İnternette dolaşırken bana ilginç gelen blog sitelerine rastladım. İlk zamanlar kişisel blog olarak başladığım bu macera bir süre sonra günlük yazılarımla devam etti. Bazı blogger arkadaşların yazılarını büyük bir zevkle takip ediyordum. Bu arada Evde Yazar (Ne yazık ki eskisiden olduğu kadar yazmıyor) ilham kaynağım oldu. Deep yaptığı şirinliklerle hem eğlendirdi hem bilgilendirdi. Yazdıklarım da beğenilince daha çok bağlandım. Kaystros Taş Ev Restaurant'ın inşaat aşamasından başlayıp bütün işletme süresi boyunca her gün yaşadıklarımı yazdım. Bunları binin üzerindeki facebook takipçimle paylaştım. Biraz ticari gayeler de vardı dürüst olmak gerekirse. Yazdıkça daha çok sevdim bu işi. Aklıma düşen konuları, okuduğum kitaplar hakkında izlenimlerimi yazmak alışkanlık yarattı bir müddet sonra. 

4. Gurur duyduğunuz başarılarınız varsa nelerdir?

Yaşadığımız dünyada eğer sağlıklı bir şekilde ayakta kalabiliyorsak bu en büyük başarı bence. Bunun dışında biri mühendis, diğeri doktor olmak üzere iki evladım var. Mesleğimle ilgili olarak uzun yıllar yöneticilik yaptım. Özellikle SSB baraj tekniğini ilk olarak yurdumuza getiren ve uygulayanlardan biriyim. Bir ara bu konuda deneyimleri aktaracak teknik bir kitap yazmayı dahi düşündüm. Özetle otuz yıldan fazla bir süre bir çok projede değişik seviyelerde görev alarak ülkemize kazandırdığım eserler de benim gurur kaynağım.  

5. Boş vaktinizde neler yapıyorsunuz?

"Boş vakit" benim tanımadığım bir terim. Her zaman yapacak bir şey bulur o vakti doldururum. Günlük işler dışında bol bol okurum, yazarım. Bilgi o kadar büyük bir derya ki okudukça ne kadar boş olduğumu anlıyorum. 

Bu mimi okuyan ve yapmak isteyen bütün arkadaşlar davetlimdir.  

25 Ağustos 2019 Pazar

YAZMAKTAN KORKUYORUM

Esintisiz sıcak bir gün, güneş kavuruyor ortalığı. Kafam karmakarışık. Aklımdan geçenleri yazmaktan korkuyorum, yazmayacağım da.

Facebook sayfalarından uzaklaştım kendi isteğimle. Dizi dizi postlar vardır şimdi orada. "Kadına şiddete hayır" diye. Altında yüzlerce beğenme, kızgın surat ve gözyaşı ikonları. Ne faydası var bunların on yaşındaki zavallı çocuğa. Kim hisseder aynı duyguları, babası annesinin boğazını keserken gözlerinin önünde. Yok, ben paylaşmam, paylaşamam böyle bir acıyı, paylaşanları da beğenmem, beğenemem. O küçük kızın hissettiklerini yaşayamam. Yazamam duygularımı, biliyorum böyle yazmak çözüm değil.

Havuz başında güneşlenen genç bir hanım, orta yaşlı genç görünenlerden de olabilir. Elinden düşürmediği iphone'unu parmaklıyor, soluksuz. Instagram hesabında yeni bir paylaşım görünce ağzıyla birlikte açılıyor gözleri, canı sıkılıyor. Bir anlığına içi sızlıyor, ama bir anlığına. "#kadına şiddet kabul edilemez" yazıyor kara fonun üzerinde, kocaman beyaz puntolarla. Paylaşımı beğeniyor, hemen oynuyor zarıif parmakları. Paylaşıyor bu acı haberi en yakın arkadaşlarıyla, bir tuzum olur belki bu yaraya diyerek. İçi yanıyor alev, alev. Yanındaki sehpaya uzanıyor, üzeri gözyaşları ile buğulanmış bol buzlu "Absolute Stress" ini yudumluyor, üzerine çöken kederi dağıtmak için. 

Gazetede bir habere ilişiyor gözüm. Kendini pazarlamaya çalışan kocasını öldüren genç kadın hakime haykırıyor. "Ne yalan söyleyeyim hakim bey, hayatta kalmış olmanın saklayamadığım bir sevinci var içimde. O ölmese ben ölecektim." diyor, hak veriyorum.  

20 Mayıs 2014 tarihli tweet'inde devletin başındaki zat, Hz. Ömer'den aşırdığı lafı kendine mal etmiş. "Bu ülkenin başbakanı olarak, Dicle'nin kenarında kurdun kaptığı bir koyun bile benim mesuliyetim altındadır." diyor. Bu olaydan sedece bir kaç gün önce Avustralya Başbakanı Barry O'Farrell kendisine hediye edilen bir şişe şarabı kabul ettiği için istifasını veriyor. Yaptığı basın toplantısında, "... sorumluluk ve mesuliyete inanan biri olarak hareketlerimin sonuçlarına katlanmayı kabul ediyorum." diyor.

Gözlerden dökülen yaşlar geçici, sahte. Aynı timsahın kurbanına dökmüş olduğu göz yaşları gibi. Soruyorum zavallı kadını öldüren kocada mı suç sadece? Onu bu cinnete sürükleyen, cehaleti, yaratılan algıları, sapık düşünceleri besleyen ortamı sağlayan yöneticilerin, emirleri altına aldıkları medyanın, kanun koyucuların ve de onu uygulayıcıların, sosyologların, psikologların, eğitimcilerin, ekonomistlerin hiç mi kabahati yok? 

Yazmayacağım ben bunları, korkuyorum. Yanlış anlamayın, korkuyorum yanlış anlaşılmaktan...