Hala o ilk geceyi hatırlıyorum. İlk gece,
duyduğum o sesleri…
Bir yıldan fazla bir zaman geçirdiğim İlçe Hapishanesinde mahkûmların umutları vardı. Hep beraat etmeyi hayal
ediyorlar, bir an önce evlerine dönmek istiyorlardı. İlçe Hapishanesinde, gece saat on olup ışıklar
söndürüldüğünde, gürültü jilet gibi kesilirdi. Buna uymayan çılgın mahkûmlar
başka bir yere götürülürdü. Birkaç gece kuşu oturup fısıldamaya devam ederdi ya
da lamba ışığı altında kitap okurlardı fakat çoğumuz uyurduk. Cezaevi
idarecileri telsizlerinin ses düzeyini kısar ve biz mahkûmları kendi halimize bırakırdı.
Çünkü onlar bu canlı performansın kendileri açısından geçici olduğunu, bir iki hafta içerisinde
devriyeye çıkacaklarını bilirlerdi. Bu yüzden mahkûmlara sürekli hadlerini
bildirerek kendilerinin bizden farklı olduklarını
kanıtlamaları gerekmiyordu. Biz istediğimiz zaman ayrılamazdık ama günün birinde, buradan
ayrılacağımızı hepimiz biliyorduk. Bu Allah'ın emriydi. Bize huzur veren, sakinleştiren tek
şey ümidimizdi.
İnsanlar hücreye tıkılmalarından dolayı delirmezler.
Hiç kimse dışarıdan alınıp içeri sokulduğunda çıldırmaz. Çatlak içeriden
dışarıya doğru oluşur. Birinin yüreğinden umudu söktüğün zaman, onun yerini delilik
alır, delilik gürültülüdür. Ölüm hücreleri, şimdiye kadar gördüğüm en
gürültülü yerdi, özgür dünyadaki her şeyden daha fazla sese sahipti, orada bir konserden çıkan seslerin kat kat fazlasını duyabilirdiniz. Bir jet gürültüsünden daha keskin, kulağınızın dibinde patlayan bir havai fişekten bile daha kuvvetli sesler hiç eksik olmazdı,
her zaman, sabahları, gündüzleri ve geceleri...
Burada, özgürlüğümüze kavuşmak için kaç günümüz kaldığını hesaplamayız. Öleceğimiz tarihe kadar kaç
günümüz kaldığını sayarız. Gürültü yapmak, henüz ölmediğinizin bir kanıtıdır. Umut
yoktur, öfke vardır, öfke ise çok ses ve gürültü demektir.
Eğer dikkat eder de kulak verirseniz, ses katmanlarını duyabilirsiniz:
hücrelerinin çelik kapılarına vurup çığlık atanlar, iyi hal gösterdikleri için
satın almalarına izin verilen transistörlü radyolardan yerel müziğin dibine vuranlar,
İsa Peygamberin kurtuluş çağrısıyla ilgili dini konuşmalardan etkilenip
galeyana gelenler, vardiya değişikliklerini anons eden hoparlörlerden yükselen
bildirimler, sayım saatini hatırlatan duyurular...
Burada güvenlik personeli de diğerlerinden farklıdır. İlçe Hapishanelerinde, mesaileri boyunca bir şey yapmaksızın oturup daha sonra kendilerini
sokağa atan şerif bozuntularına benzemezler. Ölüm hücrelerinde görevli personel, aynı müebbet hapis
cezası almış hükümlüler gibidir. Gelecekleri bizimkiler kadar kasvetlidir. Hiçbir
kin ya da bıkkınlık emaresi göstermeyen bu memurlar, mahkûmları yerinden kaldırıp kontrol ederler, sapkın bir ruh hali içinde onların hala hayatta olduğuna kanaat getirdikten sonra servis pencerelerinin çelik kapağını çarparak kapatırlar. Çelik yemek arabalarını kapılara
var güçleriyle çarparlar. Gürültü ve patırtı çıkarmak adeta işlerinin bir parçasıdır. Hücremde geçirdiğim ilk gece, kulaklıklarım, özgürlüğümden bile daha
önemliydi benim için.
Bazıları, en kötü gecenin ilk gece olduğunu
söylerler ama ben onlara katılmıyorum. Fark eden ne ki! Şimdiye kadar bildiğiniz
hiçbir şeye benzemez burası. Sürekli gürültü, patırtı günlük hayatınızın
bir parçası. Sizi sürekli tehdit eden beyaz ırkçılara, sadist gardiyanlara, tutarsız gevezelere ve aşka gelip anlamsız çığlık atan meczuplara alıştıktan sonra bütün geceler en kötüdür.
2.Gün: Sabah oldu, ölüm
hücremdeki bu ilk sabahım, kirlenmiş güneş ışığı hücremde dilimleniyor ve ben hala gözlerimi kırpmadım. Dizlerimi göğsüme çektim ve yatağımı topladım.
Tuvaleti yere sabitleyen cıvataları inceledim ve sonra acaba bir ataş kullanarak kapıyı
açabilir miyim diye düşündüm. Buna kabiliyetim olmadığını biliyordum lakin bunun hiçbir önemi yoktu, çünkü yanımda ataşım da yoktu. Başımı kaldırıp yukarı baktım, yeterince
kilo vermeyi başarabilirsem minik pencereden vücudumu geçirebilir miydim? (Binanın çevresinde üstüne jiletli tel çekilmiş üç buçuk metre yüksekliğindeki duvarı da dikkate almam lazımdı.) Elbette bunların hepsi birer fanteziydi. Şimdiye kadar hiç kimse
bu hapishaneden kaçamamış hatta hücresinden dışarı çıkmayı bile başaramamıştı. Ama bu türden
fantezilerim hep vardı ve onlar gibi nicelerini, burada olduğum her gün, onlarca
kez hayal ediyordum.
Kahvaltıda toz yumurta, tam buğday ekmeğinden çok daha
fazla kimyasal katkı içeren bir dilim kızartılmamış beyaz ekmek vardı. Kutu meyve
suyundan tek bir yudum içtim. Gardiyanlar, sabah tepsileri toplamak için
geldiğinde, yanımdaki hücrede bulunan adam, beni onun yanından almaları için yeniden
bağırıp çağırmaya başladı. Gardiyanların isimlerini henüz bilmiyordum ancak bir gün önce
tanıştığım ağzında diş telleri olan çocuk, yanımdaki servis penceresinin kapağını
kaldırdı ve adama susmasını söyledi. Sonra lafın arasında,
"Taylor, komşun
sadece Meksikalı değil, o aynı zamanda bir Yahudi. Sanırım bir kez daha kaybettin." dedi.
Çelik pencere kapağını yüzüne çarparken genç gardiyanın güldüğünü işittim. Taylor arkasından çığlık
atarak bağırıyordu,
"Yüzbaşıya I-90 istediğimi söyle, hey beni duydun mu sürtük?"
Birkaç gün sonra, I-90'ın, mahkûmların herhangi bir konuda şikâyette bulunacakları zaman doldurmaları gereken bir form olduğunu öğrendim. Taylor’ın şikâyetinin
ne olduğu benim açımdan son derece açıktı ancak her ihtimale karşı bana bunu bir kez daha hatırlattı:
"Bu şahsi bir konu değil, Chavez. Senin tek yapman gereken şey, Mukaddes Kitabı okumak. Tanrı, zenci ve Meksikalılarla kaynaşmamamız
gerektiğini söylüyor. Yaşa ve yaşat." dedi.
Ona Tanrı'nın cinayet işlemeyi yasakladığını da söylemek isterdim. Fakat bunun
yerine ona tek söylediğim,
“Adım Chavez değil.” demek oldu.
Günün sonunda gardiyanlar beni almaya geldi.
Kurallara hala alışamamıştım. Ne yapmam gerekiyor diye sordum. McKenzie adındaki baş gardiyan,
"Cebine kimliğini koy, kıçına da pantolonunu geçir." dedi.
"Ne?" dedim şaşkınlık içinde. Ancak istediklerini yaptım,
"Geri dön ve bana ellerini uzat geri zekâlı aptal ördek!" dedi. O, yüzü sivilceli çocuk ve Lila hep birlikte beni, altı kapı ve üç koridordan geçirdikten sonra terk edilmiş lise bahçesine
benzeyen bir avluya getirdiler.
McKenzie, orada, kapılardan birini çaldı ve sonradan hapishane müdürünün sekreteri
olduğunu öğrendiğim bir kadına, itici bir ses tonuyla bir şeyler söyledi. Kadın bizi
bir odaya yönlendirdi. Müdür ayağına bot giymişti, üzerinde ekose desenli bir
gömlek ve belinden kemerle sıkılmış polyester bir pantolon vardı. McKenzie'ye
baktı ve bugün mahkûmların rodeo günü dedi. Sonra bana kendini tanıttı, kuralları takip
edersem herhangi bir problem yaşamayacağımı söyledi. Herhangi bir sorunum
olup olmadığını sordu. "Var" demek istedim. "Birinin bana içinde bulunduğum bu kâbusu
anlatmasını istiyorum" demek istedim. Sonra kendimi toparlayıp,
"Hayır, efendim." dedim. Arkamda, ağzında
diş teli olan çocuk, McKenzie'ye sordu,
"Müdür rodeo yarışmasına katılıyor
mu?"
McKenzie, fısıltı halinde "Ben nereden bileyim, geri zekalı." deyip tersledi onu.