“Bu çiçekleri buraya siz mi dikiyorsunuz?” diye
sordum. Bana cevap vermeye gerek duyan olmadı. Öndeki muhafız, elektronik olmayan, üstünde
telli bir emniyet camlı ağır kapıyı açmak için anahtarını kullandı. Koğuştaki
hücremle aşağı yukarı aynı büyüklükte, düşey çelik çubukların yanı sıra dört yanı kümes teliyle kapatılmış
bir hücreye geldik.
Hücrenin kapısı açıktı. Sağ tarafta duvara cıvatalı bir
karyola ve yanında paslanmaz çelik tuvalet ve lavabo vardı. Kelepçelerimi
çözdükten sonra dışarı çıkıp kapıyı kapattılar. Gardiyanlardan biri, anahtarıyla
kapıyı kilitledi ve sürgü çubuğunu sağdan sola çekerek çentiğine oturttu.
Kendi aralarında sessizce konuştular, durmaksızın
dönüp dönüp bana bakıyorlardı. Üç adım attım ve geri dönüp üç adım daha attım. Derin nefes aldım. Sargent’ın haykırışı beynimde yankılanıyordu. “Onların gözlerine bak, Inocente.” Bunu yapabileceğimden emin
değildim.
Kimsenin ziyaret etmesini beklemiyordum, ancak saat
dörtte hapishane müdürüyle birlikte Luther geldi. Yanlarında bir de gardiyan
vardı. Luther bana Eyalet Mahkemesi kararının bir kopyasını verdi. Kaybetmiştim.
İkiye karşı bir oyla! Mahkeme iki nedenden dolayı son dakikada DNA testi yaptırma
talebimin uygun olmadığına karar vermişti. Birincisi, yargıçlar, geçen
altı yıl boyunca, bandananın sonradan oraya konulmadığını ya da bir başkasıyla
karıştırılmadığını kanıtlayamayacağımı, ikinci olarak ise, bu durumun yine de
önemli olmadığını, çünkü suçluluğumu kanıtlayan çok fazla neden bulunduğunu
belirtmişlerdi. Karar metni, “Soğukkanlı katilin söz konusu talebi,
adaleti yanıltmak ve dikkatleri başka taraflara çekmek amacıyla tezgâhlanan son
dakika çırpınışlarından başka bir şey değildir.” cümlesiyle sona ermişti.
Karara muhalefet eden tek yargıç kuşkucu biriydi. Sonradan masumiyetleri anlaşılan birçok insanın idamdan son anda kurtulduğuna dikkat çekmişti. Muhalefet şerhinde “Ceza adalet sistemimizin yanılmaz olduğunu
varsaymak aşırı bir kibirliliktir ve insan hayatı söz konusu olduğunda - muhtemelen
masum bir insan yaşamı - bu iğrenç bir hale dönüşür. Bay Zhettah suçluysa, ölüm
cezasını daha sonra yerine getirmek için bolca zamanı olacaktır; ama eğer öyle
değilse, mazur görülemeyecek ya da geri alınamayacak basit bir cinayet
işleyeceğiz.” diyordu.
Luther, “Federal Mahkemeye yeni bir itiraz dilekçesi verdik.” dedi.
“Bana söz ver.” dedim. “Ne olursa olsun, bandana testi
yaptırılacak.”
Luther, “İnfazı durdurmaya çalışacağız.” dedi.
“Bana söz ver.” dedim.
“Söz veriyorum.” dedi.
Bir infaz memuru yemek tepsisini getirdi. Kapıdaki
gardiyan saatine baktı ve memura geç kaldığını söyledi. İnfaz memuru omuz
silkti ve
“Bana söylediklerinde hemen koşup geldim.” dedi.
Onlara aç olmadığımı
söyledim. Gardiyan, memura tepsiyi alıp götürmesini söyledi. Memur bana uzunca
bir süre baktı, yalvardığını düşündüm, sonra tepsiyi tekerlekli servis arabasına
koyup uzaklaştı. Luther kenarda sessizce duruyordu. Elini aramızdaki kümes teline
koydu ve sonra dönüp gitti. Onun arkasından bir papaz yanıma gelerek kendini tanıttı.
“Efendim, sizi
kırmak istemem, ama hayır, teşekkür ederim.” dedim.
O da geldiği yöne
dönmeden önce bana acıyarak baktı. Saat beşte hapishane müdürü içeri girdi ve
sakinleştirici isteyip istemediğimi sordu. Ona hayır dedim. Buna rağmen bir
süre sonra gardiyanlardan biri vasıtasıyla plastik bir hap kutusu bıraktı.
Hücremin karşısındaki gri duvarda, saatin ikinci kolu,
her seferinde bir çentik ileriye doğru tıkladığında, dakikalar görünmez bir
şekilde kayıyordu. Müdür beni saat altıya kadar infaz odasına götüreceklerini
söylemişti ama saat 6:05'te olduğu halde hala hücremdeydim. Tuşları olmayan kırmızı bir
telefon, kapının yanındaki kirli plastik sandalyenin üstünde duruyordu. Saat 6:07'de
çaldığında yerimden zıpladım. Telefonu muhafızlardan biri cevapladı, adını
söyledi, sonra sessizce,
“Bir dakika lütfen.” dedi. Kalbim olması
gerekenden on kat daha hızlı atıyordu. Kulaklarım ıslık sesleriyle çınlıyordu.
Muhafız, telefonu tam da bu amaçla kesilmiş olduğu anlaşılan kümes telindeki delikten içeri
uzattı. Ahizeyi terleyen elimden az kalsın kaydırıyordum.
Olvido, “Öleceğiniz gece bu gece olmayacak. Federal
Bölge Hâkimi, size süre verdi ve Temyiz Mahkemesi de bunu onayladı. Başsavcı
bana, Yargıtay'a itiraz etmeyeceğini söyledi. Birazdan seni koğuştaki hücrene
geri götürecekler. Yarın seni görmeye geleceğim.” dedi.
Ölmeyi beklediğiniz bir anda, eğer beklentiniz
gerçekleşmezse küçük bazı şeyleri yapmayı unutabilirsiniz. Bu yüzden önemli
olan şeylerin listesini yapmıştım. Güle
güle de, teşekkür et, masum olduğumu hatırlat, hazır mıyız de. Onlara, masum bir adamı öldüreceklerini söylemek,
Sargent'ın fikriydi. Benim açımdan en önemli kısım ise teşekkür etmekti. Olvido'ya kendisinin ve diğer ekip arkadaşlarının
benim için yaptığı ya da yapmaya çalıştığı her şey için teşekkür etmek isterdim
fakat oldukça gergin bir durumda olduğumu biliyordum. Ölüm bana yaklaştıkça daha
unutkan, daha sessiz, belki de hem unutkan, hem sessiz bir hale geleceğimden
endişelenmiştim. Bu yüzden, son başarısızlığına rağmen, ona kısa bir teşekkür
yazısı yazmış, önceki günden itibaren ezberlemeye başlayarak yüksek sesle okumuş
ve ezberimi tecrübe etmiştim. Yargıtay’ın itiraz dilekçemizi reddettiğini bildirmek
için beni yanına çağırdığında, Olvido'ya teşekkürümü ezberimden okumayı planlamıştım fakat beni dinlerken ağlamasından endişe ediyordum.
O gece saat sekizde hücreme dönerken, hayatımı
kurtardığı için Olvido’ya teşekkür edip etmediğimi hatırlayamadım. Onunla ne konuştuğumuzu
bile tam olarak hatırlayamıyordum.
Beni tekerlekli sedyeyle taşımayı planlayan üç gardiyandan
birinin avluya açılan kapının kilidini açmasını bekledik ve sonra bu kez tersi
yöne doğru, rotamızı geri çevirdik. “Bu yoldan ne sıklıkta yürüyorsunuz?” diye
sordum. Kimse cevap vermedi. Çiçekleri görebilmek için hava iyice kararmıştı. Hapishane
girişine vardığımızda Müdür orada bizi bekliyordu.
“Mahkûm, soğukkanlılığınız ve iyi halinizden
dolayı size teşekkür ederim.” dedi.
Sonra tekrar, konuşmayan üç gardiyan
eşliğinde başka bir minibüse bindirildim, bu sefer minibüs pencereliydi. Yüksek
meşe ağaçları arasından geçerek geniş bir meydanı çektik. Saat geç olmasına
rağmen, bir çift yürüyüşe çıkmıştı ve adam önündeki bebek arabasını itiyordu. Ceviz
ve meşe karışımı bir koku aldım. Midem guruldadı. Dumanı tüten döş ve
kaburga etlerinin pişirildiği bir mangaldan ne kadar uzakta olduğumuzu merak
ettim. Yarım düzine üniversite öğrencisi, sokak lambaları ile aydınlatılmış bir
futbol sahasında frizbi oynuyorlardı. Ölüm cezası protestocuları, iktidar ve
muhalefet yanlıları, hepsi evlerine dönmüştü, elle çizilmiş sloganları olan
poster panoları aniden esen bir rüzgâra kapılıp kaldırımdan havaya uçtu. Yukarıya baktım, ince sirrus
bulutuna rağmen venüs, mars ve hilal formundaki ayı birbirine bağlayan üçgeni gördüm. Ayı, beş yıldan beri ilk kez görüyordum. Bir saat sonra hücreme geri
dönmüştüm.
(Devam edecek)