Sahip olmak fikri ya da duygusu insanda ilk ne zaman oluştu? 300.000 yıl öncesine kadar uzanan Homo Sapiens tarihinde en başından beri böyle bir duygu var mıydı? Avcı göçebe halimizden çıkıp mülkiyet kavramının doğduğu yerleşik tarım düzenine geçtikten sonra mı ortaya çıktı bir şeylere sahip olmak? Diğer canlılarda ne ölçüde var bu özellik? Erich Fromm, "Sahip Olmak ya da Olmak" isimli kitabında "İnsanlığın kurtulabilmesi için ilk ve tek şart, "sahip olmak" ilkesinden "olmak" ilkesine geçmektir" diyor. "Olmak" eksenli yaşadığında aktifleşen varlık, "sahip olmak" eksenli yaşadığında tüm yaşamını pasifleştirmiyor mu? Çiçeği dalından koparıp ona sahip olmak mı mutlu eder bizi, yoksa dalında güzelliğini seyredip onu koklamak mı? Her şeyin sahibi olabilir miyiz? Her hangi bir varlık buna sahip olabilir mi? Daha ötesi, varoluşun sırrını çözen bir anahtar gibi görünüyor aynı zamanda bu "sahip olmak ya da olmak" ikilemi. Sahip olmak belki de olmamaktır. O zaman William Shakespeare'in karakteri Hamlet'in kafatasına bakarken söylediği "Olmak ya da olmamak" aynı kapıya çıkmıyor mu?
Termodinamiğin ikinci yasası "entropi" nin mevcut evrenimizde her şeyi açıkladığına kanaat getirdiğimiz bir gerçek. Entropinin felsefe ve diğer sosyal bilimleri ilgilendiren ilişkileri konusunda yazacağımı fakat teknik yönüne pek değinmeyeceğimi ifade etmiştim. Ancak daha önce kaleme aldığım "entropi" konulu yazımda bana ilham kaynağı olan ve dünyanın en zeki insanı kabul edilen William James Sidis'in 1920 yılında (henüz yirmi iki yaşında) yazdığı "The Animate and the Inanimate" kitabını okuduktan sonra bu yazıyı yazmaktan kendimi alamadım. Adını "Canlı ve Cansız" olarak dilimize çevirebileceğimiz kitapta evren (the universe) ve ters evren (the reverse universe) kuramları açıklanırken canlı ve cansız tanımları tartışmaya açılıyor. Hayatın anlamı ne sorusuna cevap aradığımız bu dönemde Sidis'in yüz yıl önce düşündükleri ve yazıya döktükleri son derece sarsıcı. Termodinamiğin ikinci yasasını bilmeden kitabı anlayabilmek hayli zor. Fakat "entropi" gerçeğini öğrendikten sonra her bölümü büyük bir merak ve ilgiyle okurken anlamadığım kısımların umduğumun çok altında kaldığını söyleyebilirim. Aslında kitabın çevirisini yapmayı düşündüm fakat konuyla ilgisi olmayanlara biraz ağır geleceğini dikkate alarak vazgeçtim. Şüphesiz yazarın değindiği konular her ne kadar bilimsel temele dayandırılsa da hepsi deneysel ya da gözlemsel sonuçlar değil. Zaten bütün bu konular bazen teorinin ötesinde hipotez olarak işlenip okurun değerlendirmesine sunulmuş.
Birkaç konudan bahsedecek olursam; Kitapta en çok "ters evren" üzerine kafa yoruluyor. Yazar, ters evrende, mevcut evrenimizde var olan her şeyin aksinin hüküm sürdüğünü iddia ediyor. Bunu şu anki algımızla değerlendirmek oldukça zor elbette. Fakat daha önceki entropi başlıklı yazımda değindiğim üzere kainatın toplam enerjisi değişmezken birbirine dönüştüğünde bir miktar enerji evrene dağılıyordu. Sidis, elimizden kaçan bu enerji için entropi sözcüğü yerine, buna "yedek enerji" diyor. Halen içinde yaşamakta olduğumuz evren (pozitif evren) enerji yaymakta ve yayılan bu enerji bir miktar fire verip birbirine dönüşebiliyor. Bu firelerin milyarlarca yıl birikmesi sonucunda canlı cansız varlıklar (madde, enerji) maksimum entropiye ulaşıyor, yani artık enerji yoksunu bir hal alıyor. Ters evrende ise durum tam tersine işliyor. Ters evren bir bakıma şu an içinde bulunduğumuz evrenin en son halini andırıyor. Yedek enerji, yani entropi had safhaya ulaşmış hale geliyor. Bu negatif evrende başlangıçta her taraf karanlık, ölü, madde ve enerji sıfır. Bu evrende maddelerin enerji yayma imkanları yok, toplanan yedek enerjiden emmeye yani maksimum entropilerini kullanmaya başlıyorlar. Yeni bir evren doğuyor bilinenin tersine çalışan. Burada bütün maddeler endotermik yani, etkileşim halinde ısı yaymayan tam aksine ısıya ihtiyacı olan (enerji yutan) cinsten. Mevcut evrenimizde de buzun erimesi gibi bu tür reaksiyonlar var ancak güneşin ekzotermik (ısı yayan) enerjisinin yanında minimal düzeyde kalıyor. Daha fazla kafaları karıştırmadan somut bazı örneklerle olayı gözümüzde canlandırmaya çalışalım:
Yaşadığımız evrende mevcut yer çekimi sayesinde merdivenin üzerindeki topa ufak bir kuvvet uyguladığınızda top merdiven basamaklarında zıplayarak alt kata iner. Ters evrende yer çekimi mevcut olmadığından topun hareketi merdivenin alt basamağından aldığı ısı enerjisi vasıtasıyla basamaklardan yukarı doğru çıkma yönünde olacaktır. Nehirlerin akışı denize doğru değil, adeta denizdeki tuzdan kaçarcasına kaynağına ulaşıp, oradan pınara, yağmur damlalarına ve nihayet su molekülüne, hidrojen ve oksijen atomlarına doğru bir seyir izlemekte. Bu olaylarda en önemli unsurlardan biri de zaman. Zaman da tersine işliyor ters evrende. Yani gelecek geçmiş, geçmiş ise gelecek oluyor. Mevcut evrende biz ve bütün varlıklar geçmişi hatırlarken gelecek hakkında kesin bir fikirleri yok. Oysa ters evrende bilinen şey gelecek, bilinmeyen ise geçmiş!
Ayrıca evrenin şekline dair varsayımlarda bulunuyor yazar. Ona göre etrafında tuğlaya benzer ters evrenler döşenmiş oval şeklinde bir geometriye sahip evrenimiz. Benzer şekilde çevresi ters evrenlerle örülü sonsuz sayıda evren var. Her birinin başlangıcı ve sonu mevcut. Ancak ne zaman başladığı ne zaman sona ereceğine dair bir şey söz konusu değil. Bu düzen her zaman vardı ve daima olacaktır. Yani uzay dediğimiz, içinde evrenleri barındıran sistemin en başı ve en sonu diye bir şey yok, biteviye bir döngü sadece. Şaşırtıcı değil mi? Tanrı denilen şey bu mu yoksa? Sonsuz uzayın sonsuz döngüsü...
Mevcut evrene pozitif, ters evrene negatif sıfatını yükleyen yazar her iki evrenin birbirine dönüşmeye meyilli olduğunu ifade ederken zaman boyutu içinde bu dönüşümü sinüzoidal bir grafikle sembolleştiriyor. Grafiğin tepe noktaları evrenin oluşumu yani, entropinin minimum olduğu büyük patlamanın (big bang) meydana geldiği evre, grafiğin çukur noktaları ise evrenin sonu yani entropinin maksimum olduğu ölüm anları. Büyük patlamadan sonra yeniden evrenin oluşumu... Evrenimizde gözlenebilen 18.000.000 yıldız var deniyor, toplam yıldız sayısı ise bunun on katı civarında. Her yıl en az bir kez bir galaksinin doğuşuna ve bir başkasının ölümüne şahit oluyoruz. Biz bütün enerjimizi Samanyolu Galaksisinin bir yıldızı olan güneşten alıyoruz. Evrenimizin yok oluşu güneş gibi 180 milyar yıldız sisteminin enerjisini tüketmesi anlamına geliyor. İnsanın hafızası almıyor. Sidis, "yaşam teorisi" bölümünde canlı ve cansız tanımlarında yapılan hataları dile getirirken, ters evrende de yaşamın olabileceğini ancak bunun bilinenden çok farklı özellikler taşıyacağını savunuyor ve bu konudaki düşüncelerini kitabın "yalancı yaşam organizmaları" (pseudo living organisms) bölümünde açıklıyor.
Neyse uzun hikaye. Benim burada kafama takılan tek soru kaldı ki, bunu yazımın başında belirttim. Tesadüfler bir yana başı sonu olmayan böyle bir düzenin sahibi yok mu? Yoksa sahip olma duygusu sadece biz insanların yarattığı bir şey mi? Belki de kainatın sahibi diye de bir şey hiç yok. Her şey baştan beri vardı ve sonuna kadar olacak. Sonsuzdan gelip sonsuza gideceğiz, bu paradoks mevcut algımız ve aklımızla bizi tam olarak tatmin ediyor mu, hayır!