KATEGORİLER

8 Ocak 2021 Cuma

SON DANS BÖLÜM 4

Porselen fincana uzanıp bir yudum daha aldı çayından. Kimseyi suçlamıyordu. Çok az kişinin sahip olabileceği böylesine sorunsuz bir ortamda yaşadığı sıkıntıların sebebini başka yerde aramak boşunaydı. Bütün bunların kaynağı kendisiydi sadece. Herkesin gıpta ettiği, kariyer sahibi, bir dediğini iki etmeyen, yakışıklı bir eşe, bütün isteklerini önüne serecek paraya, zevkine göre döşenmiş muhteşem bir eve, kısaca pek çok kadının rüyalarını süsleyen her şeye sahipti fakat yine de eksik kalan bir şeyler vardı. Evet, bu aralar kocasının işleri yoğundu ama hep böyle gidecek değildi ya. Bir süre sonra eskiden olduğu gibi mutlu günlerine dönecek birlikte zaman geçireceklerdi. Sorun kocası değildi, kendini yalnız ve suçlu hissediyordu. Geçmişte yaşadıklarının beyninde bıraktığı kalıntılar mıydı bu yaşadıkları, yoksa sonuna kadar güvendiği kocasına istem dışı duyduğu kıskançlık, bir öfke mi?

Hayatı boyunca peşini bırakmamıştı bu karabasanlar. Yaşadığı felaketten çok önceleri, daha henüz çocukken, gördüğü bir kâbusun etkisiyle kan ter içinde uyanmıştı, gecenin karanlığında. Gözlerini sonuna kadar açmasına rağmen hiçbir şey göremiyordu. "Karanlıktan olmalı." deyip teselli etmişti kendini. Annesine sesini duyurmaya çalışmıştı. Ağzından çıkan sesleri duymuyordu kulağı. Bağırmaya  çalışmıştı, avazı çıktığı kadar. Çıkmayan sesinde miydi sorun, yoksa duymayan kulaklarında mı? Kimselere duyuramamıştı avaz avaz bağrışlarını. Yok, yok kulakları değildi görevinden kaçan. Yardım çığlıkları ses olup çıksa boğazından, evdekiler başına üşüşürdü. Yatağında oturup ağlamaya başlamıştı sessizce, gözyaşları akmadan. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber uyandığında, gördüğü kâbus, sessiz çığlıklarından başka hiçbir iz bırakmadan silinip gitmişti hafızasından. Bunun gibi sayısız rüya görmüş, korkmuş, gecenin zifiri karanlığında kulaklarının duymadığı sessiz çığlıklar atmış, gözlerinden yaş gelmeden ağlamıştı.    

Ağzına bir kaç lokma atabilseydi,  bir ağrı kesici alıp başının ağrısını dindirebilirdi ama bornozu üzerinden atacak gücü kalmamıştı. Nazlı kollarıyla çayına uzandı bir kez daha.

Gençlik yıllarında gördüğü kâbuslar daha da sıklaşmıştı. Gördüğü bu kâbusları arttıran o talihsiz kazayı hatırladı, unutmak istediği ama bir türlü unutamadığı o kazayı. Budapeşte'ye giderken karşı yönden gelen bir kamyonla burun buruna çarpışmış, annesiyle babası hemen oracıkta can vermişti. Ağır yaralı olarak kurtulduğu kazadan sonra üç ay boyunca hastaneden çıkamamıştı. Tedavi tamamlandıktan sonra şans eseri vücudunda gözle görülür bir hasar kalmamıştı ama bu olayın şokunu uzun yıllar atamamıştı üzerinden. Ona ailesiyle birlikte geçirdiği güzel günleri hatırlatan, doğup büyüdüğü Szentendre kasabasının adını bile duymak istemedi bir daha. Rengârenk iki katlı evlerini, parke taşlı sokaklarını, evlerinin önünden nazlı nazlı akan Tuna Nehrini, her şeyi sildi hayatından. Oturduğu koltukta göz kapakları ağırlaşıyordu yavaş yavaş, sonunda dayanamayıp teslim oldu uykunun cazibesine.

Açık pencereden süzülen serin hava, ürpertti çıplak bedenini, hafifçe gözlerini araladı. Ne kadar zaman geçtiğini anlamaya çalıştı. Tuvalet masasının üzerindeki telefona baktı. Saat 09.05'i gösteriyordu. Kemal evden her zaman dokuza çeyrek kala çıktığına göre, hepi topu on dakika olmuştu kendinden geçeli. Yok, hayır, bugün daha erken çıkmıştı Kemal. Selmin, yedide gelip çayı, kahvaltıyı hazırladığına göre Kemal kapıyı çektiğinde taş çatlasın yedi buçuk falan olmalıydı saat. Bir buçuk saat boyunca bornozunun içinde koltuğa sızmıştı demek. Eskiden erken kalkar kocasıyla birlikte en az bir saat kahvaltı keyfi yaparlardı. Son zamanlarda nadiren oluyordu böyle anlar. Koltukta bu kadarcık kestirmesi bile biraz olsun toparlanmasına yetmişti. Başının ağrısını bile hissetmiyordu artık. Randevusuna yetişmek için biraz acele etmesi gerektiğini düşündü. Sehpadaki fincanın yarısı doluydu hâlâ. Hemen üzerindeki bornozu çıkarıp soyunma dolabına yöneldi. Bir müddet çıplak vücudunu seyretti aynanın önünde. Kusur bulamadı kendinde.

Kapıyı tıklatan Selmin, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu. Bu onun kapıyı ilk tıklatması olmayabilirdi.  Onu merak ederek kapıyı açmış, beyaz bornozunun içinde koltuğa serilmiş, uyukladığını görünce rahatsız etmek istememiş, daha sonra sessizce dönüp gitmişti belki. Telaşlı bir şekilde hizmetçiye seslendi.

- Hayır, bir şeye ihtiyacım yok Selmin. Yalnız hemen çıkmam lazım, geç kaldım.

Aceleyle makyajını yaptıktan sonra odasından fırlarken ani bir hareketle geri döndü.

- Hay Allah, az kalsın telefonumu unutuyordum.

Cep telefonunu şarjdan çıkarıp attı çantasına. Alışveriş için Selmin'e biraz para bıraktı ve işini bitirdikten sonra erken çıkabileceğini söyledi. Dün geceki misafirler yüzünden oldukça geç vakitlere kadar evden ayrılamayan Selmin, çok mutlu oldu buna, gülümseyerek, minnet duygusu içinde karşılık verdi. 

- Teşekkür ederim efendim, eksik olmayın.

***

Gösterişli bir binanın yirminci katındaki ofisinde önemli misafirlerini bekliyordu Kemal. Alman şirketinin üst düzey yöneticileri, ürünlerini tanıtmak ve sözleşme imzalamak için geleceklerdi. Büyük toplantı salonundaki koltuklardan her birinin önüne şirket amblemli not defterleri, kalem ve birer bardak bırakılmış, gelen konuklara sempatik görünmek için oval masanın tam ortasına büyük bir çiçek aranjmanı yerleştirilmişti. Ancak her şeyin yolunda gittiği sırada yurt dışından gelen bir mesaj fena halde moralini bozmuştu Kemal'in. Yönetim kurulu başkanı ile üst düzey yetkililerinin katılacağı toplantıya son anda yapılan değişiklikle sadece satış müdürü ve yardımcısının geleceği bildirilmişti. Sanki adamın suçuymuş gibi yine finansman müdürüne yüklenmeye başladı, Kemal.

- Nerede kaldı bu herifler?

- Necdet'i aradım, uçakları rötar yapmış, efendim.

- Ha, şoförle beraber bir de limuzin gönderseydin, bir taksiye atlayıp gelseler incileri dökülürdü sanki. Biz olsak böyle mi yaparlar? Tutarız bir taksi, atlar gideriz ofislerine.

- Ama efendim, onları havaalanından alacağımızı bildirmiştim, ayıp olur şimdi.

- Ya ne ayıbından bahsediyorsun sen Ümit, mallarını satacak olan onlar değil mi? Hem esas ayıbın büyüğünü yapan kendileri. Dünyanın satışını yapacaklar, kalkmış satış müdürlerini gönderiyorlar bir de bana. Üç kuruşluk satış müdürünü havaalanından aldırmaya kalkıp bir de araç mı göndereceğiz. Söyle sekretere, hemen geri çağırsın Necdet'i.

Ümit'in fena halde canı sıkılmıştı, ağır aksak kalktı yerinden, sekreter Nalân'a durumu bildirmek için kapıya doğru yürüdü.

Devam edecek



7 Ocak 2021 Perşembe

DARBE SENARYOLARI

ABD'de kongre binasına yapılan dünkü saldırıdan sonra ülkemizi düşündüm. Trump'ın destekçilerinin beyaz sarayı basmalarıyla birlikte gelişen olaylara demokrasiye karşı yapılan darbe girişimi diyen de oldu, kalkışma diyen de. Bu bana 15 Temmuz kontrollü darbesini anımsattı. O zaman yapılanlara isim vermekte zorlanılmış, darbe girişimi, kalkışma gibi tabirler kullanılmıştı. Ana muhalefet lideri, söz konusu teşebbüse "kontrollü darbe" demesiyle birlikte bütün şimşekleri üzerine çekmiş, Fetö örgütünü, yani darbecileri desteklemekle itham edilmişti. Artık bütün partiler ve medya kuruluşları Fetö'nün, ülkemizde demokrasiyi hedef alan, Amerikan destekli bir darbe girişiminde bulunduğunu kabul etmek durumunda. Aksini iddia edenler vatan hainliğiyle, Fetö terör örgütü üyesi olmakla ve demokrasi düşmanlığıyla suçlanmayı göze almak zorunda. Buna cesaret edebilen az sayıda tanınmış kişi teröre destek vermek ve vatan hainliğiyle suçlanarak cezaevlerine gönderiliyor.

Neyse ki tanınmış bir kişi değilim ve bu blogu okuyan arkadaşlarıma güveniyor, onlara en büyük sırlarımı paylaşmakta beis görmüyorum. Evet, arkadaşlar size büyük sırrımı açıklıyorum, 15 Temmuz darbesinin baş aktörü benim. Göreve ilk geldiğim yıllarda YÖK'le uğraştım. Sonunda bu kurumu ele geçirdim ve üniversite sınavlarında yaptırdığım usulsüzlüklerle destekçilerime üniversite kapılarını ardına kadar açtım. Biliyordum ki, bu arkadaşlar yarın devletin en kritik kurumlarında görev alacaklar ve benim sadık kullarım olacaklar. Sonra emniyet teşkilatını ele geçirdim. Burada çalışan yandaşlarım sayesinde istediğim kişileri dinleme cihazları ile kontrol edebilecek, muhaliflerimi kumpasa getirebilecektim. Ordu benim için çok önemliydi, Atatürkçü subayları bir an önce ortadan kaldırmak zorundaydım, aksi takdirde başarılı olmam mümkün değildi. Bir yandan sınavlarda usulsüzlük yaparak orduya beni destekleyen subay adaylarını soktum, diğer yandan kıyak emeklilikle Atatürkçü subayları ordudan attım. Fakat itiraf edeyim, yargı beni çok uğraştırdı. Hele şu Yüksek Hakimler Kurulu, bana çektirmediyse çektirmedi. Bu konuyu da bir referandumla çözdüm, artık yargıyı da elime geçirmiş, kendimi iyice garantiye almıştım. Yerimi iyice sağlamlaştırmak için başkanlık sistemine geçmem gerekiyordu. Çünkü yarın başıma bir şey gelse muhalefet ipliğimi pazara çıkarabilirdi. Her şey gayet güzel gidiyor, rabbim ne istersem veriyordu. Bütün bu işleri yaparken en memnun olduğum kurum muhalefet partileriydi. Allah onlardan razı olsun, önlerine bir kemik atıyor, onlar kemiğin peşinden koşarken ben planımı rahatlıkla uyguluyordum. 

Sıra orduyu ele geçirmeye gelmişti. Çünkü eğer bir darbe yapmaya niyetlenirlerse beni Menderes gibi ipe gönderebilirlerdi. Gerçi ordunun üst kademesini kendi adamlarımla doldurmuştum ama yine de bir iç savaş çıksın istemiyordum, bu benim için bir kumar olurdu. Bütün bu çalışmalarımda müttefikimiz, canımız iş ortağımız, BOP proje yöneticimiz büyük ülke Amerika'nın desteğini göz ardı edemem. Çünkü onlar da aynı benim nefret ettiğim gibi Kemalist ordudan son derece rahatsızlardı. Bu çalışmalarım her ikimiz için win-win projesiydi. Onların önerdiği şekilde toprak altına tüfek, tabanca ve bombalar gömdürdüm. Medya zaten elimdeydi. Kıyameti koparttık bize darbe yapacaklar diye, ardı arkasına darbe planları ürettik. Ergenekon, balyoz, kafes darbe planlarımız gayet tıkırında gitti. Tam o arada dostumuz, müttefikimiz Amerika'nın küçük bir ricası olmuştu. Devletimiz için hayati öneme sahip bir yer olan, çok gizli devlet sırlarının bulunduğu, savaş gibi olağanüstü hallerde görevlendirilecek gizli personelin isimlerinin ve hareket planlarının yer aldığı kozmik odayı merak etmişlerdi. Bana o kadar yardımcı olduktan sonra geri çevirmeye yüzüm tutmazdı. Siz olsaydınız aynı şeyi yapmaz mıydınız? Elbette yapardınız. Ben de peki dedim, hemen bir senaryo yazdılar. Ben de görmezden geldim. Bir sürü Kemalist subay, görevlerinden alınmış, hepsi hapse atılmıştı. Onların üzerlerine atılı uydurma suçlar karşısında her zaman bizim savcının yanında yer aldım, altına zırhlı araç tesis ettim. Artık ülkenin tek hakimiydim. Ordu bile benim elimdeydi. Yargıyı elime geçirdikten sonra bana engel olacak kişi ve kurumlara istediğim baskıyı kurabiliyordum. Medya, üniversiteler, TRT, emniyet, yargı, ordu hepsi benim askerimdi, hepsi karşımda sustalı maymuna dönmüşlerdi. Canımı sıkanları büyük vergi cezalarına çarptırıyor, aleyhime konuşanları içeri attırıyordum. 

Bakın üzerinde durmadığım tek kurum siyaset kurumuydu. O doğası gereği zaten emrimdeydi. Hepsi önümde eğilir, ağzımdan çıkacak lâfa bakarlardı. Artık başkan olmuş, kendime kocaman saraylar yaptırmış, bir sürü uçak almıştım. Halk Bankası kanalıyla İran'a uygulanan ambargoyu delerek kendime ve çevreme büyük miktarlarda komisyon alıyordum. Artık milyon Dolarlar, milyon Eurolar benim için önemsiz paralardı, tek derdim onları koyacak yer bulmaktı. Ayakkabı kutularına doldurdum yetmedi. Yeni kutular aramaya başladım. Çocuklara bir kaç ufak gemi aldım, oyalansınlar diye. Ha, bir de ortağım vardı, unuttum size ondan bahsetmeyi. Evet, Fethullah Hoca Efendi. O bana her zaman yardımcı oldu, ben de onun adamlarını önemli devlet kurumlarının başına getirdim. Paranın gözü kör olsun. Nasıl oldu anlaşamadık işte! Oysa ne istese vermiştim ona. O daha fazla istemeye başlayınca sonunda ipler koptu. Kendisi Pennsylvania'da ikamet ediyordu uzun zamandır. Gel dedim, bu hasret bitsin dedim, yalvardım. Gelmedi. O gitti, Amerika'nın yanında yer aldı. Şimdi söyleyin dostlar, bu vatan hainliği değil de nedir? Bu sefer birlikte yaptığımız bütün pis işleri ifşa etmeye başladı. Güya kendini temize çıkaracaktı. İşte evdeki ayakkabı kutularını da onun emniyetteki adamları çıkarttı, beni zor durumda bırakmak için. Kılıçlar çekilmişti. Ama ben bunu bekliyordum onun için gerekli her türlü tedbiri almaya başladım. 

Ta başından beri bu Fetullah'ın darbe yapıp beni devireceğini biliyordum. Onların her hareketini takip ediyordum. Ordudaki adamlarının her birinin yanına bana rapor verecek birer casus yerleştirdim. Lakin Amerika onu desteklediğine göre maçı kazanması kesindi. Acilen bir şeyler yapmam gerekiyordu. MİT müsteşarı en sadık adamımdı. Ona hem ordudan hem emniyetten müthiş bilgiler geliyordu. Hocayı destekleyen bütün resmi ve özel kişilerin isim listesi, elimizdeydi. Bir ay daha gecikecek olsam darbeyi yapacaklar, beni ipe göndereceklerdi. Bu durumda birlikte yaptığımız bütün yolsuzluklar ve pis işlerin hepsi üzerime atılacaktı. Ben zekam sayesinde bu işin de üstesinden geldim. Henüz darbe hazırlıklarını tamamlamadan önce onların arasına yalandan bir haber uçurarak "hoca tetiğe bastı" haberini yaydım. Bu sayede hocanın destekçileri teker teker ortaya çıktı. Bazıları uçakları uçurdu, bazıları köprüleri tuttu. Halkı sokağa döktüm, tankların üzerine çıktılar. Camilerde daha önce planladığım gibi selâlar okuttum. Medya görevini tam yaptı, hepsi beni desteklediler, Allah razı olsun. Meclisi bombalamalarına ses çıkarmadım, bu demokrasiye karşı sembolik bir hareket olacaktı. Ama sarayıma bir şey yapmalarına razı olamazdım. Çünkü orayı özene bezene hazırlamıştım kendime. Sonra yine planladığım şekilde darbeye teşebbüs edenleri kıskıvrak yakaladım. Kimin ne yapacağını biliyordum zaten, o yüzden onları tespit etmek benim açımdan hiç de zor değildi. Bana bu tezgah sırasında yardımcı olan bazı casuslarım vardı, çaktırmadan onların yurt dışına kaçmalarına göz yumdum. Bayağı heyecanlı olmuştu. Üzüldüğüm tek şey bu senaryonun 250 kadar vatandaşımızın hayatına mal olmasıydı. Onları saygıyla anıyorum. 

Bu olaydan sonra önüm iyice açılmıştı. En azından bir sözümle milyonları sokağa dökebiliyordum. Sıkıyönetim ilan ettim. Artık bana karşı olan herkesi Fetö terör örgütü üyesi olmakla suçlayıp içeri tıktırıyordum. Bütün yazarlar, muhalefet, basın mensupları, iş adamları, emniyet ve ordu mensupları, öğretim üyeleri, yargı mensupları, öğrenciler, sendikalar, belediye başkanları, yani aklınıza gelen her meslek erbabı bana muhalefet edemeyecekti. Hele etsinlerdi, bana muhalefet eden Fetö terör üyesi mensubu, vatan hainiydi. İşte bu benim hikayem, kontrollü darbem. Fakat buna kontrollü darbe diyen olursa içeri atarım, vatan hainliğiyle, Fetö terör örgütü üyesi olmakla suçlarım, benden söylemesi. 

Demokrasi bu değil arkadaşlar. Demokratik yollarla bile halk isterse diktatörünü seçebilir. Hitler demokrasinin bir ürünüdür meselâ. Darbeyi sadece silahlı kuvvetler yapmaz. Yani yukarıdaki haltları karıştıran ve bu sayede diktatörlüğünü perçinleyen birinin yaptığına ancak sivil darbe denir. Gerçek demokrasilerde Hitler, Trump ve benzeri kişilerin vatan hainliğiyle suçlanıp yargılanması gerekir. 

Türkiye'de başkanlık sistemi uydurma bir yönetim şekli. ABD'den yola çıktık. Çoğu kişi bak, Amerika da başkanlık sistemiyle yönetiliyor ne var bunda diyor. Her iki yönetim sisteminde çok büyük farklar var. Kısaca bir bakalım:

ABD'de halk doğrudan başkanını seçmez. Halk, dört yılda bir yapılan seçimlerle eyaletlerin nüfuslarına göre belirlenen sayıda (toplam 535 kişi) seçiciler kurulunu seçer. Devlet Başkanını seçen Seçiciler Kurulu'dur. Yasama organı yani kongre, Senato ve Temsilciler Meclisi'nden oluşur. Senato üyeleri her eyaletten iki kişi olmak üzere (Elli eyaletten toplam 100 kişi) halk tarafından seçilir. Bir üst meclis olarak görev yapan senato üyeleri seçkin ve müzakere kabiliyeti yüksek, liyakat sahibi kişilerden oluşur. Görev süreleri altı yıldır. Her iki yılda bir yapılan seçimlerle senatonun üçte biri yenilenir. Temsilciler Meclisi bir halk meclisi (avam kamarası gibi) olup eyalet nüfus oranlarına göre seçilen toplam 435 kişiden oluşur. Alt meclis de denen bu yasama organının çalışma şeklinde farklılıklar olsa da bizim millet meclisine benzemektedir. Temsilciler Meclisi iki yılda bir halk tarafından seçilir.

Yürütme, başkan ve onun kongre dışından atayacağı başkan yardımcısı ve bakanlar marifetiyle sağlanır. Yasa tasarıları her iki mecliste tartışılır ve oylandıktan sonra başkanın onayına sunulur. İki meclis arasında herhangi bir anlaşmazlık ya da farklı görüş çıkarsa karma bir komisyon vasıtasıyla uzlaşma sağlanır. Senato, partizanlığın daha az yapıldığı ve kendine özgü bazı tavsiye ve onay yetkilerine sahip prestijli bir kurumdur. Bunlar arasında anlaşmaların, başkan yardımcısının, bakanların, merkez bankası başkanı ve üyelerinin, yüksek mahkeme üyelerinin, hakimlerin, diğer yürütme organları yetkililerinin, üst düzey ordu mensuplarının, üst düzey resmi görevlilerin, büyükelçilerin onaylanması sayılabilir. Başkanlık seçimlerinden sonra sonucu kongre onaylar. ABD'de kongrenin basılması da bu onay işlemi sırasında olmuştur. Özetle her şey ABD başkanının iki dudağının arasında değildir. Kurumların ve medyanın özgürlüğü anayasa tarafından teminat altındadır. Halen ABD başkanlığı görevini resmen yürüten Trump'a twitter dahi kısıtlama getirebilmiştir. Büyük bir olasılıkla başkanlık süresi bittikten sonra bağımsız yargı önünde hesap verecektir. Ülkemizdeki partili başkanlık sistemi hilkat garibesi bir yönetim şeklidir. Yasama, Yargı ve Yürütme yetkisi sadece başkanda toplanmış, diktatörlüğün demokrasi kılıfına sokulmuş halinden başka bir şey değildir.

Şimdi gelelim merak ettiğim konuya. Ülkemizde yapılacak ilk başkanlık seçiminde ABD'dekine benzer bir durumla karşılaşırsak ne olur? Yani millet ittifakının adayı az bir farkla başkanlığı aldı diyelim. İstanbul belediye seçimlerindekine benzer şekilde yolsuzluk iddiaları ortaya atılır önce. Ortalık karışmaya başlar. Seçim kurulları itirazları inceler. İtirazları haklı bulur! Seçimlerin yenilenmesine karar verir. Bu kez medya muhalefete iyice kapatılır. Mevcut iktidar olmadık vaatlerde bulunur. Her aileye iki dini bayramda üçer bin lira vereceğini açıklar. Sağda solda bombalar patlatır. Bak biz gidersek kaos çıkar kaybeden siz olursunuz mesajını verir. Varoşlarda ve kırsal kesimde birer kilo bulgur, nohut dağıtır. Bunlar gelirse bacılarımızın baş örtüsünü çıkartacaklar der. Allah'ını seven bize oy verir, derler. Camiler ahır yapılacak, ezan Türkçe okunacak, derler. Muhalefetin miting yapmasını taraftar toplamasını engellerler. Ekmeğin fiyatını yarıya düşürürler, diğer yarısını hükümetimiz destekleyecek derler. Seçimler yenilenir, dolaplar çevrilir kıl payı kazanırlar. Kazanırlarsa ülkeyi biraz daha uçuruma sürüklerler. Ama ya kaybedeceklerini anlarlarsa? O vakit B planını uygularlar. Ailecek cumhurbaşkanlığının sekiz uçağını tıka basa doldurur, Katar'a kaçıp siyasi sığınma hakkı talep ederler. C planını uygularlarsa daha vahim. Orduya darbe yaptırırlar. Tecrübeleri var bu konuda nasıl olsa. Darbeci general ilk iş olarak Nato'ya bağlılığını belirtir. Sonra mevcut başkana bağlılığını açıklar. Halk sokaklara dökülür. Ordu duruma hakim olur. Gazeteler darbeci general ve başkana methiyeler düzer. ABD, başkanı tebrik eder. Başkan televizyona çıkar, cehape zihniyeti ortalığı karıştırdı, seçimlerde usulsüzlük yaptı, kahraman ordumuz demokrasiye bağlılığını gösterdi. Bana karşı olan herkes fetöcü, vatan haini, der. Sonra alaycı bir gülümsemeyle halkı selamlar, durmak yok yola devam! der. 

Peki, yapılacak seçim sonucunda farklı bir hükümet kurulursa ne olur? Elbette değişen bir şey olmaz. Bu yönetim sistemi kaldığı sürece şimdi yapılanları yeni gelenler de yapar. Yeni gelenler ve yandaşları zenginleşir, sıradan halk için bir şey değişmez.                    

6 Ocak 2021 Çarşamba

SON DANS BÖLÜM 3

Karşısındaki adamın bitkin hali içini acıttı Esther’in. Keşke ona biraz olsun yardımı dokunabilseydi. Kocası için kendi canını verebilirdi, gözünü kırpmadan. Gel gelelim esas yardıma ihtiyacı olan kişinin kendisi olduğunu çok iyi biliyordu. Bütün sıkıntılarını içine atıp biriktirmişti. Son bir yılda yaşadıklarını ne kocasıyla ne de bir başkasıyla paylaşma cesareti bulmuştu kendinde. Son zamanlarda iş hayatından başka bir şey düşünmüyordu, Kemal. Oturup iki laf etmeye kalktıklarında konuyu yine dönüp dolaştırıp işlerine getiriyordu. Epeydir koltuğuna yaslanıp kendi elleriyle yaptığı sade kahvesini içmek istemiyor, kitap okumuyor, televizyon izlemiyordu. Eskiden elinden düşürmediği kıymetli saksafonunu bile bir köşeye atmıştı. Gece geç saatlere kadar çalışmaktan bunalıyor, yorgun argın eve döndüğünde kendini yatağa zor atıyordu. Zaman böyle geçerken Esther, günden güne yalnızlaşmış, koca evde adeta bir ölüyle yaşıyormuş hissine kapılmaya başlamıştı.    

- Yarın seninle birlikte gelmemi istersen... Yani, belki bir faydam olur ha, ne dersin? 

Kemal, gülümseyerek yüzünü avuçlarının arasına aldı karısının. Sonra omuzlarından tutup şefkatle gözlerinin içine baktı.

-Teşekkür ederim aşkım. Tamam, adamların kültürünü benden çok daha fazla biliyorsun, dilleri zaten ana dilin, ama bu işler sana göre değil.

Arkasını döndü Kemal, dişlerini fırçalamak üzere banyoya geçti. Yatak odasında bir süre ayakta dikili kaldı Esther, eşine yardımcı olamayışının verdiği çaresizlik içinde suratını astı. Lacivert saten sabahlığını üzerinden sıyırıp beyaz ipek pijamasıyla geniş yatağa bıraktı kendini. 

Kemal de ışıkları söndürdükten sonra Esther'in yanına uzandı. Saçlarını okşayan karısının ellerine küçük birer öpücük kondurdu.

- Yarın benim için çok zor bir gün olacak, birkaç saat uyuyabilsem bari.

- Çok yoruyorsun kendini, hasta olacaksın. Şart mı bu kadar çalışman?

Kemal karısının sözlerine acı bir gülümsemeyle karşılık verdi.

- Alıştım artık hayatım, buna mecburum. Hadi yatalım artık, iyi geceler. 

Esther, Kemal'in bahsettiği mecburiyetin sebebini merak etmişti ama o son noktayı çoktan koymuştu bile. Kısa bir süre sonra sırtını dönüp horlamaya başlayan sevdiği adama baktı. Uykusu kaçmış, canı sıkılmıştı. Sessizce doğruldu, az önce çıkardığı lacivert sabahlığı yeniden üzerine geçirdikten sonra pencerenin yanındaki masanın üzerine bırakılmış içi su dolu sürahiye uzandı. Cam bardağı doldurdu. İçkinin tesirini üzerinden attığını düşünerek çekmeceden Atarax kutusunu çıkardı. Tableti dilinin üzerine koyup bardağı ağzına dayadı. Başı ağrıyordu, ne yapacağını bilmez bir halde salona geçip televizyonu açtı, sesini iyice kısıp boş gözlerle izlemeye koyuldu. Evlendiği ilk yılları düşündü. Ne kadar mutlu geçiyordu o günler. Ne hata yapmıştı da aralarına bu lanet soğukluk girmiş, sevdiği insanın gözünde görünür olmaktan çıkmıştı. Hayır, bunun nedeni aralarında geçen bir tatsızlık, saygısızlık ya da birbirlerine karşı duydukları sevginin azalması değildi. İçtiği ilaç henüz etkisini göstermemişti. Akşamki yemek sırasında dalıp gittiği hayali üzerinde yoğunlaşmaktan gözüne uyku girmiyor, başının ağrısı gittikçe artıyordu. Bu gidişin sonu nereye varacağını merak ediyordu. Gündüz gördüğü hayaller, artık hayatının bir parçası haline gelmişti. Ne zamana kadar saklayabilirdi bunu? Yoldan geçen herhangi birine anlatsa bu yaşadıklarını, delirdi deyip muhtemelen akıl hastanesine yatırırlardı. Kemal de yapar mıydı aynısını? 

Gözü duvarda asılı yuvarlak saate takıldı. Sabahın altı buçuğu olmuş, bir gram uyku girmemişti gözüne. Kalkıp salonun penceresine doğru yürüdü, perdeyi araladı. Zifiri karanlık içinde cılız sokak lambalarının ışığını seyretti. Caddeden tek tük geçen arabaların içindekileri düşündü. Onlar da sabahın köründe sıcacık yataklarından kalkıp işlerinin peşine koşan kocası gibi işkolik insanlar mıydı? Kim bilir, belki de işlerinden ya da çıktıkları seyahatten evlerine dönüyordu bazıları. Daha hızlı gidenlerin evlerine mi yoksa işlerine mi gittiklerini merak etti. Birazdan kocasının alarmı çalacak, Selmin kilidin yuvasına anahtarını sokup çevirecekti. Perdeyi kapatıp banyoya geçti. Aynanın karşısında durup uzun uzun solgun yüzünü seyretti. Eliyle sarı saçlarını havalandırdı. Yine de güzel buldu kendini, gülümsemeye çalıştı. Gülümsemenin bu kadar zor olacağını hiç düşünmemişti. Parmaklarının ucuna basarak yatak odasına girdi. Sabahlığını çıkarıp yatağa uzandı, gözlerini kapattı. Selmin'in kapıyı açışını, alarmın çalışını, Kemal'in yataktan kalkışını, hazırlanıp çarçabuk giyinmesini, uyanık olduğunu hissettirmeden sessizce izlemekle yetindi. Mutfaktan gelen seslere kulak kabarttı. Kemal'in, Selmin'in hazırladığı kahvaltı masasında ayaküstü kahvaltı ettiğini düşündü ama bu sefer her sabah yaptığının aksine, kalkıp yanlarına gitmek, Kemal'e solgun yüzünü göstermek istemedi.

Aceleyle çekilen kapının sesi kulağında patladığında bir "hoşça kal" demeyi  bile kendisinden esirgediğini düşündü Kemal'in. Yatağında doğrulup güçlükle kalktı ayağa. Ebeveyn banyosundaki duşun altına girdi. Gözlerini kapatıp uzun süre öylece kaldı sıcak suyun altında. Sıcak su iyi gelmiş, sertleşen kaslarını gevşetmişti. Beyaz bornozuna sarınıp çıktığında, mutfaktan Selmin'in sesi duyuldu.

- Kahvaltı hazır Esther Hanım.

Çay'dan başka hiçbir şey istemiyordu canı. Yatak odasının aralık kapısından seslendi.

- Sadece çay içmek istiyorum, odama getirirsen sevinirim Selmin.

Yatak odasının kapısını tıklatan Selmin, hiçbir şey söylemeden elindeki çay fincanını pencerenin önündeki yuvarlak sehpanın üzerine bıraktıktan sonra odadan çıkıp kapıyı çekti arkasından.

Beyaz ve mavinin tonları dışında hiçbir rengin ayak basmadığı odada, güneş ışınlarına set çeken kadife güneşliği aralayıp pencereyi açtı. Denizin getirdiği temiz havayı ciğerlerine çektikten sonra rahat koltuğa bıraktı kendini. Çayından bir yudum aldıktan sonra fincanı usulca masaya bıraktı. Uykusuz geçirdiği gece boyunca beynini kemiren düşünceler nedeniyle başında büyük ağırlık hissediyordu. Önce kocasının ilgisinin her geçen gün biraz daha azaldığı vehmine kapılıyor, sonra bir anda fikrini değiştirip eşiyle aralarında yaşanan soğukluğu işlerinin yoğunluğuna veriyordu.  

Bir yıl öncesine kadar ne kadar mutluydu oysa. Geceleri uykularını bölen karabasanları, olmadık yer ve olmadık zamanlarda yaşadığı halüsinasyonları, bir anda dalıp gitmeleri iyice azalmış, kendine olan güveni geri gelmişti. Hiçbir doktorun çare bulamadığı bu illetten Kemal’in ilgisi ve sevgisi sayesinde kurtulduğuna inanıyordu. Bu yüzden yeniden eski haline dönüşünün tek sorumlusu olarak Kemal'i görerek ona haksızlık edeceğini  düşünüyor, buna gönlü razı olmuyordu. Evet, kocasının işi nedeniyle ilk zamanlardaki gibi birbirlerine zaman ayıramadıkları doğruydu. Gün boyunca eve dönüş yolunu gözleyen karısını aklına bile getirmiyordu belki, ama yine de sevgilerinin azalması için ortada hiçbir neden göremiyordu.   



5 Ocak 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 72


Ağaç Ev Sohbetlerinde 72. Haftanın konusunu sevgili Kedi Mırıltısı önerdi. Önceki haftaların konu başlıkları listesine buradan ulaşabilirsiniz. Organizatörlüğünü sevgili DeepTone'un sürdürdüğü bu güzel etkinlikte, yaşadığımız dünyanın kaderini belirleyen en önemli sorunlardan biri olan iklim değişikliği  konusunu tartışıyoruz bu hafta. İşte haftanın soruları:

"Hepimizin fark ettiği gibi iklim hissedilir derecede değişti. Peki sizce bu değişimin ülkemizde ya da sizin yaşadığınız alanda/şehirde yarattığı en büyük etki ne? Bu saatten sonra geri dönüş olur mu?"

Yapılan araştırmalara göre küresel ısınma ve bölgesel iklim değişikliklerinin en büyük nedeni atmosfere salınan sera gazlarıdır (Su Buharı % 36-70, Karbon dioksit % 4-9, Metan % 3-7 vs). Güneşten gelen ısıyı tutma özelliğine sahip bu gazlardan bir kısmı kendi kendine oluşurken bir kısmı da insanlar tarafından üretilir. Yaşam için mutlak surette gerekli olan sera gazları olmasa dünyamız buzla kaplı bir çöle dönüşürdü. Diğer taraftan atmosferdeki sera gazlarının artışı küresel ısınmaya yani kuraklığa yol açar. Söz konusu dengenin bozulmasında en önemli iki etken nüfus artışı ve teknolojik gelişmelerdir. 

Küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliklerinden bahsederken Kyoto Protokolü'nden söz etmezsek olmaz. İlk olarak Aralık 1997'de Japonya'nın Kyoto şehrinde görüşülmeye başlanan protokol maddeleri, 15 Mart 1999 tarihinde son şeklini almış ve bugün itibarıyla 175 ülke tarafından imzalanmıştır. Protokole göre gelişmiş ülkeler sera gazı salınımını % 5 oranında sınırlamak zorundadır. 

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) 6.000'in üzerinde bilimsel araştırmayı inceleyerek hazırladığı özel rapora göre insanlar, sanayi öncesi döneme göre dünyanın 1,0 santigrat derece ısınmasına neden oldu. Küresel ısınma şimdiden, kuraklıklara, sellere, atmosfer olaylarında beklenmeyen artışlara, deniz seviyesinde yükselmelere, buzulların erimesine yol açtı. Aynı rapora göre, sera gazı emülsiyonları bu şekilde artmaya devam ederse, küresel ısınma 2030 ile 2052 yılları arasında kritik 1,5 santigrat derece sınırını geçecek. Bu küçük sıcaklık artışı, sürdürebilir kalkınma, yoksulluğu önleme ve yaşam alanlarında birçok olumsuz etkinin kontrol altına alınması konularında bir eşik noktası kabul ediliyor. 

Nüfus artışını kontrol edebilen tek canlı türü insan. Dünya nüfusu her geçen gün biraz daha artıyor. Bu daha çok gıda ve daha fazla temiz su ihtiyacı demek. Daha fazla gıda ihtiyacı, gdo'lu yiyecekler ve teknoloji sayesinde büyük ölçüde sağlanabiliyor. Lakin bu durum insan neslinin kendi ayağına kurşun sıkmasıyla eşdeğer. Teknoloji daha fazla sera gazı salınımı demek, yağmur ormanları GDO'lu tarıma açılarak doğanın dengesi bozuluyor. Sera gazını azaltmanın yegane yolu olan yenilenebilir enerji kaynakları, (hidroelektrik, güneş, rüzgar enerjileri vs) sera gazı üreten kaynaklara (petrol, doğalgaz, kömür gibi fosil enerji kaynakları) göre daha büyük yatırım gerektiriyor. Bugün atmosfere kişi başı en fazla sera gazı gönderen ABD, Kyoto protokolünü uygulamayan tek ülke!

Hem dünyada hem de yaşadığımız bölgede mevsimlerin değiştiğini, kuraklığın ve sellerin arttığını gözlemleyebiliyoruz. İklim değişikliği ve doğal afetler, yanlış siyasi kararlar nedeniyle zaten yıldan yıla azalma eğilimindeki tarım ve hayvancılığı olumsuz etkiliyor ve bu durum bitkisel ve hayvansal gıda fiyatlarının yükselmesine neden oluyor. GDO'lu gıdalar sağlığımızı tehdit ederken, hiçbir gıdadan eskiden aldığımız tadı alamıyoruz. Pek çoğumuzun aklına gelmese de, açlık, yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizlikte küresel ısınmanın büyük rolü var. 

Peki bu saatten sonra geri dönüş olur mu? Zor bir soru. İnsan türünün neler yapabileceğini kestirmek gerçekten zor. Son dönemde okuduğum kitaplar kainatta dengenin kaosa doğru meylettiğini ve sonumuzun kaos olacağını iddia ediyor. Her türlü olumsuzluğa rağmen dünyada ortalama yaşam süresi 1950 yılından bu yana 22 yıl artmış! Yaşlı nüfusa bakacak genç insan sayısının yetersiz kalması beklenirken tam aksine işsizlik gittikçe artıyor. Boşluğu teknolojik gelişmelerle kapatmaya çalışıyoruz. Bu da daha fazla sera gazı salınımına yol açmakta. Son olarak dünyayı sarsan pandemi krizi ve akabinde üretilen aşıların yaşlı nüfusu azaltmak amacıyla devreye sokulan bir proje olduğundan bahsediliyor. Bunu saçma bir komplo teorisi kabul etsek bile insanların buna benzer bazı planları akıllarından geçirebileceklerini düşünüyor olması ürkütücü. Geriye dönüş ancak, gelecek nesilleri düşünen ahlâk sahibi yöneticilerin, çevreye ve küresel ısınmaya karşı gereken önlemleri almalarıyla mümkün görünüyor bana göre. Böyle bir hareket küresel sermayenin biraz daha fazla para harcamak zorunda kalması anlamına geliyor. Sizce bu olası mı? Bence zor! 

* Küresel ısınma ve iklim değişikliği, oldukça detaylı bir konu. Mümkün olduğunca teknik detaydan kaçındım. Mesela "karbon kredisi" ne hiç değinmedim. Mesleğim itibarıyla yenilenebilir enerji benim ilgi alanım. Konuya ilgi duyan arkadaşlarla yorumlarda tartışabiliriz. 

3 Ocak 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 2

Konu Esther'in ilgisini çekmişti. Buna rağmen, kendini toparlamakta güçlük çekiyor, kısa bir süre önce yaşadıklarını, çevresinde bulunan hiç kimsenin inanacağına ihtimal vermediği bu güç durumu, Hasan'ın anlattıklarıyla birleştirmeye çalışıyordu zihninde. Hayır, rüya değildi gördüğü. Fakat o kadar sahiciydi ki. Üzerinde açık mavi bir elbise vardı ama onun ormanda giydiği buz mavisi elbiseden çok farklıydı. Ardıç ağaçlarının etkileyici ve eşsiz ferahlık veren kokusu üzerine sinmişti. Eşine doğum günü hediyesi olarak aldığı, yoğun ardıç meyveleri aromalı L'Eau Bleue d'Issey parfümü sadece bir tesadüften ibaret miydi? Birlikte havuza girdiği genç adamı düşündü. Kemal'e benzemiyordu. Havuzdaki ihtiraslı anları düşündü, yüzü kızardı, kocasına ihanet etmenin utancı sardı bütün bedenini. Elbisesinin eteklerini yoklayarak bir ıslaklık aradı, bulamadı. Evet, hayal görmüş olmalıydı, ama hayalden de öte bir şeydi yaşadıkları. Sanki kısa süreliğine başka bir zaman dilimine seyahat etmiş, bütün delilleri arkasında bırakıp geri dönmüştü. Yoksa Jale'nin söylediği gibi önceki hayatlarından birinin içine mi düşmüştü? Hasan'ın gözlerini dikip kendisine baktığını fark edince telaşlanıp cevap vermesi gerektiğini hatırladı. Kelimeler ağzında düğümleniyordu.

- Şey, evet, olabilir yani, bilmiyorum. 

Evin hizmetçisi Selmin, etrafında renkli mumlar dizili büyük pasta tabağını misafirlere göstere göstere yanlarına gelirken büyük bir alkış koptu. Tam bu esnada telefon görüşmesini bitiren Kemal, karısının yanında Selma'nın oturduğunu fark edip sesini çıkarmadan Hasan'ın yanına geçti. Jale'nin anlattıklarıyla kafası çorbaya dönen Hasan, ağabeyinin fikrini öğrenmek istedi.

- Kemal Abi, sen ne düşünüyorsun Jale’nin söyledikleri hakkında?

Masada bulunmadığı sırada konuşulan konuya uzak kalan Kemal, işi şakaya vurarak gülümsedi. 

- Jale her ne söylemişse doğrudur. Aynen katılıyorum. 

Baştan savarcasına verdiği bu cevap Kemal'in canını sıkmıştı sıkmasına ama bir yandan sohbetten kopmuş olmasının verdiği eziklik diğer yandan aklından bir türlü atamadığı işlerden dolayı, mutluluk saçan dost meclisinin içine düşmüş bir yabancı gibi hissetti kendini. İçkiyi biraz fazla kaçırmış, hafiften başı ağrımaya başlamıştı. Yine de kardeşine kabalık etmeye gönlü razı olmadı.

- Hangi konuda? 

Selmin’in pasta servis tabaklarını getirdiği sırada çalan telefon sesi bir kez daha bıçak gibi kesti sohbeti. Hasan, can sıkıntısıyla ellerini havaya kaldırdı. 

- Tam zamanı. Kesin, yine seni arıyorlardır. Kusura bakma ama rezil ettiler bize bu geceyi.   

Evet, Kemal'in telefonuydu keyifleri bozan.

Selma içini çekti,

- Şu münasebetsiz telefon niye hep olmadık zamanlarda çalar ki? Pastayı kesmemize bile müsaade etmedi. 

Konuklar yüzlerini somurtup sabırla beklemeye koyuldular.

Kemal telefonu eline alır almaz asabi bir cümleyle noktaladı konuşmayı.

- Tamam, lanet olsun, bekleyin geliyorum hemen. 

Hasan, ağabeyinin telaşını anlamaya çalışıyordu.

- Neler oluyor, bu saatte nereye gidiyorsun?

- Ne olur kusura bakmayın, acil bir durum, gitmem lâzım, yarım saat içinde dönerim, siz keyfinize bakın. 

Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Güzel başlayan gece ardı ardına gelen telefonlar yüzünden tatsız bir hal almıştı. Oysa Kemal'in iş aşkı dışında canlarını sıkacak en ufak bir şey olmamış, her şey yolunda gitmişti.  Konuklara sunulan nefis yemekler beğenilmiş, şarap kadehleri birbiri ardına neşeyle havaya yükselmiş, masada bulunan herkes hafiften çakırkeyif bir hale gelmişti. Selmin masayı topladıktan sonra yeni servisleri açmış, doğum günü pastasının üzerindeki mumları Kemal’in üflemesine gelmişti sıra. Ev sahibesi Esther'in canı sıkılmıştı, yaşanan hayal kırıklığını tek başına nasıl telafi edeceğini bilemiyordu. Kemal’i uğurlamak için kapıya kadar ona eşlik etti.

- Ayıp olacak misafirlere...

Kemal umursamaz göründü.

- Yabancımız değil onlar, kusura bakmazlar. Kısa sürede dönmeye çalışırım.

Alelacele karısını öptükten sonra asansörün çağırma düğmesine bastı. Donup kalmıştı Esther, kapının aralığında. Asansör aşağı hareket edene kadar kaldı öylece.

Hasan, karşısında oturan Jale'ye göz kırparak Ayhan'a döndü.

- Sakın sen de ağabeyim gibi olmayasın bak, ailene mutlaka zaman ayırman lazım.

 Ayhan, Hasan'ın uyarısını gülümseyerek yanıtladı. 

- Biz daha genciz, henüz birbirimizden bıkmamız için çok erken.

Kolunu Jale'nin omzuna attı ve güzel karısının dudağına bir öpücük kondurduktan sonra kulağına sessizce fısıldadı,

- Öyle değil mi hayatım?

Jale ne diyeceğini bilemedi önce. Bir anlık sessizlikten sonra sesini yükseltti.

- Nasıl yani, yaşlanınca benden bıkacağını mı söylüyorsun? Yanlış mı duydum? Şuna bakın, bir de öyle değil mi diyerek benden teyit istiyor. 

Jale ve Esther hariç salondaki herkes kahkahayı bastı. Hasan'ın işaretiyle son kez kaldırıldı kadehler.

- O zaman, gençlerin şerefine!

Kristal camların çın çın sesleri neşelerine ortak oldu. Ayhan, yaptığı gafı unutturmak için cinlik yapıp bir kez daha kaldırdı kadehini havaya.

Şerefe, gelecek hayatlarımızın şerefine.

Selmin, usulca Esther'in yanına yanaşıp kulağına eğildi.

- Mumları yakmamı ister misiniz efendim? 

- Hayır, Kemal Beyin gelmesini bekleyelim, bu pasta onun doğum günü için.

Gözleri dolmuştu Esther'in. 

Mutfağa geri götürmek üzere pastayı eline aldı, Selmin.

- Peki, nasıl isterseniz.

Misafirler geç vakte kadar Kemal’in dönüşünü boşuna beklediler, herhangi bir haber çıkmayınca Esther’den müsaade isteyip evlerinin yolunu tuttular. İşlerini bitiren Selmin, kapıyı çekip çıktığında Kemal hâlâ eve dönmemişti.

Sabaha karşı geldiğinde, güzel karısını koltuğa kaykılmış, yarı uyur bir vaziyette buldu. Sessizce yanına yanaştı.

- Yatmadın mı sen hâlâ?

Esther, yavaşça doğruldu, ayağa kalkıp şefkatle kollarını kocasının boynuna doladı.  

- Neden bu kadar geciktin aşkım, neredeyse gün ışıyacak?

- Biliyorum, çok geciktim, ama gitmeseydim bütün emeklerimiz, harcadığımız onca para heba olurdu. Ümit gibi yeteneksiz bir adamı kalkıp finans müdürü yaparsan olacağı bu. En çok da kendime kızıyorum, böyle bir ahmaktan kalkmış iş bekliyorum. Yokluğu varlığından çok daha iyi. 

Bunları söylerken suratı sinirden kıpkırmızı olmuştu.

- Selmin de gitti mi ? 

- Evet, kalsın dedim ama beni dinlemedi. Bir taksi çağır bari dedim, gecenin bir yarısında başına bir şey gelmese bari.

- Taksi çağırdıysa sıkıntı yaşayacağını sanmıyorum. Jale neler saçmalıyordu yine? Neydi o Hasan’ın bana sorduğu?

Esther, uykulu gözlerini ovuşturdu.

- Geçmiş hayatlarından bahsettiler işte.

Kemal, bir yandan havluyla yüzünü kurularken konuşmaya devam ediyordu. 

- Zavallı kız kafayı sıyırmış bence. Yeni tipini nasıl buldun? Saçlarını kısacık kestirmiş, Ayhan'a kör kütük âşık pozlarında. Bu yaşında kendisini liseli talebe zannediyor. E, sen ne yaptın bakalım bu vakte kadar?

Esther, buruk bir gülümsemeyle yaklaştı kocasına,

- Yarım saat içinde dönerim demiştin çıkarken. Senin gelmeni bekledik, tadımız tuzumuz kaçtı tabii. Her an gelirsin diye pastayı kestirmedim.

- Yarın sabah erkenden önemli bir toplantımız var yine, Almanlarla. Bir kez daha gözden geçirdik durumu. İşin bu kadar uzayacağını tahmin etmemiştim. Bir sürü hesap kitap işinden sonra pazarlık şansımızın hiç kalmadığını anladık. Gerçekten de fiyat konusunda ellerinden geleni yapmış adamlar. Doğru bir karar verebilmek için zamana karşı yarışmak zorundayız, bir gün daha gecikseydik bütün planlarımız alt üst olacaktı. Yoksa misafirleri bırakıp gider miydim, hem de doğum günümde...

Devam edecek



2 Ocak 2021 Cumartesi

SON DANS (Roman) BÖLÜM 1


Yine daldı gözleri ...

Sık sedir ağaçlarının arasından bayır aşağı koşmaya başladı. Arkasından buğulu bir ses işitti.

- Yavaş ol, taşlara takılıp düşeceksin!

Hiç oralı olmadı, ardına bakmaksızın bir ceylan gibi seke seke devam etti yoluna. Üzerine giydiği orta çağ prenseslerini andıran, buz mavisi, bol dökümlü elbise, orman gezintisine çıkan biri için hiç de uygun değildi. Buna rağmen, vücudunu saran abartılı kıyafet en ufak bir rahatsızlık vermiyordu kendisine. Çürümüş ağaç kabuklarının örttüğü, nemli patikada ayakları yerden kesilmişçesine hızla ilerlerken, kanatlarıyla rüzgârı kucaklayan bir martı gibi süzülüyordu adeta. Hemen yanı başında, yol boyu kıvrılarak akan derenin şırıltısı, kuş seslerine karışıyordu. Önüne çıkan ilk düzlükte durdu, ardıç ağaçlarının kekremsi kokusunu ciğerlerine çekti. Sırtına vuran sıcak nefesi hissettiği anda mengene gibi sıkıştıran güçlü kolların arasında buldu kendini. Başını geri çevirip şaşkın gözlerle arkasına baktı. Genç adam endişeyle kulağına fısıldadı,  

-       Korkuttun beni.

Hiç oralı olmadı, alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdikten sonra ani bir hamleyle adamın kaslı kollarından sıyrılarak dere yatağının doğal bir havuz oluşturduğu billur su birikintisine bıraktı bedenini.

- Hadi gelsene. Üşümekten mi korkuyorsun yoksa? 

Bu davete kayıtsız kalmadı delikanlı. O da kadının peşi sıra, üzerindeki kıyafetleri çıkarmadan bıraktı kendini buz gibi suya.

Havuzun berrak suyu onların ateşini söndüremeye yetmedi. İhtirasla kucakladı birbirini, kavrulan bedenleri. Bir sis bulutu oluştu üzerlerinde…

***

Telefonun sesiyle irkilen Esther, dalgın gözlerle Selmin'i aradı. 

Şen şakrak sohbetin dalga dalga yayıldığı yemek salonunda, içilen kadehler dolusu şaraptan sonra sinirler iyice gevşemiş, ısrarla çalan telefonun sesini Selmin'den başka duyan olmamıştı. Masanın üzerindeki son tabakları toplayıp mutfağa götüren hizmetçi, elinde Kemal'in ısrarla çalan telefonu olduğu halde hızlı adımlarla yemek salonuna girdi ve telefonu Kemal'e doğru uzattı. 

- Sizi arıyorlar, Kemal Bey.

Kemal, beyaz önlüklü kadının uzattığı telefonu aldı, arayanın kim olduğuna bakıp hareketlendi.

- Müsaadenizle, hemen dönerim. Kulağını telefona yapıştırıp masadan kalktı ve yan taraftaki geniş salona geçti.

Şirketin finans müdürünü fena halde haşlayan Kemal'in öfkeli sesi, ortalığı inletiyordu.

- Artık sakız gibi uzattın bu işi. Üç kuruşa tamah ediyorsun. Kaçırmayalım şu Almanların teklifini. Biliyorsun, bu son şansımız. Biraz daha nazlanırsak, kalitesiz Çin mallarına çok daha fazlasını ödemek zorunda kalacağız.

Az önce yaşadıklarının ardından mutlu bir tebessüm kalmıştı Esther'in yüzünde. Herkes kendi havasında olduğu için bir kişi haricinde kimse fark edememişti onun bu halini. Gözlerini bir noktaya dikerek donan bir film karesi gibi hareketsiz kalışı, sadece Selma’nın dikkatinden kaçmamıştı.

Hasan yengesine doğru eğildi,

- Şu kocanın işkolikliğine bir anlam veremiyorum, insanın biraz kendine, sevdiklerine de zaman ayırması lazım, değil mi?

Esther'in yarasını deşmişti bu sözler. Hafifçe başını yana eğdi, iki elini açarak "Doğru söze ne denir." dedi, sessizce. Çok geçmeden, lâfın gelişi ağzından çıkan sözlerden pişmanlık duydu. Her şeye rağmen kocasını çok seviyordu, onun hakkında yapılan şaka yollu bu sözler bile ağırına gitmişti. Hasan'ın eşi Selma, en yakın arkadaşıydı. Kemal’in yerinden kalkmasını fırsat bilip mahzun gözlerle etrafı süzen arkadaşının yanına geçti.

Kemal’in uzayan iş görüşmesi masanın tadını kaçırmıştı. 

- İş yaşamının bu kadar yoğun ve bunaltıcı olması ne kadar kötü.

Selma'nın bezgin ses tonuyla söylediklerine destek çıktı, Jale. İçini çekerek,

- Evet, ben de nefret ediyorum bu iş ortamından. Zaten bütün hayatlarım hep yoğun stres altında geçti, hiçbir zaman rahat yüzü görmedim ben de.

Selma, "Hayatlarım derken?" diye sordu merakla,

Ciddiyetini hiç bozmadan devam etti Jale,

- Nasıl anlatayım size bilmem ki, bir keresinde Vatikan'da rahibeydim meselâ. Papa'yla uzak bir akrabalık ilişkimiz vardı ayrıca.

Hasan, gülmeye başladı.

- Ortaçağ yıllarıydı değil mi? Hani o cadı avlarının yapıldığı dönem.

Jale, aldırmaz göründü,

- Evet, evet tam da o zamanlar işte.

Hayır, şaka yapar gibi görünmüyordu, Jale'nin büyük bir ciddiyetle anlattıkları karşısında şaşırtmıştı Hasan. Yine de duydukları inanılır cinsten değildi. Gecenin bu vaktinde işletildiğini düşündü. Gülerek,

- Yapma Jale, bizimle kafa buluyorsun, söylediklerinde ciddi olamazsın.

Jale, yanında oturan Ayhan'ı işaret etti,

- İster inanın ister inanmayın, siz hala gülmeye devam edin ama tesadüfen tanıdığım bu adam bana inandı ve kendimi daha iyi hissetmemi sağladı. O olmasaydı az kalsın aklımı yitiriyordum. Öyle değil mi aşkım?

Ayhan, karısına olan desteğini göstermek için vakur bir şekilde başını aşağı yukarı salladı. Jale eşinden aldığı destekle devam etti,

- Hem aynı şeyleri o da yaşamış! 

Bütün gözler bir anda Ayhan'a çevrildi. Sonunda dayanamadı Hasan,

- Ne? Bu kadarına da pes yani. Yoksa sen de rahibe Jale'nin kiliseden atılmasına sebep olan yakışıklı sevgilisi miydin?

Ayhan, beklemediği bu soru karşısında kendini tutamayıp bir kahkaha patlattı,

- Evet, şaka bir yana Jale doğru söylüyor fakat ben onun bahsettiği yıllarda küçük bir çocuktum henüz. Hep birlikte katıla katıla gülmeye başladılar.

Masada konuşulanlar Esther’in ilgisini çekmiş, hiç araya girmeden pür dikkat Jale'nin dediklerini dinlemeye koyulmuştu.

Hasan, bu kez Esther'e dönerek,

- Sence Jale'nin anlattıkları doğru olabilir mi Esther, ne düşünüyorsun bu konuda? Hindistan'da reenkarnasyona inanılıyor. Bugün yaşadıklarımız, önce yaptıklarımızın karşılığı, sonraki hayatımızda yaşayacaklarımızın nedeniymiş. Karmaya inananlar hayata bu gözle bakıyorlar. Yani bizdeki "ne ekersen onu biçersin" sözünün karşılığı. Sokrat’ın öğrencisi Eflatun da ruhların değişik bedenlerde belli bir tekâmül sürecinden geçtiğinden bahsediyor.

Devam edecek



1 Ocak 2021 Cuma

GÜZEL YAZMA SANATI # 1

Yazmak, konuşmak gibi insanların kullandığı bir iletişim aracıdır. Bildiklerimizi, duygu ve düşüncelerimizi doğru bir şekilde aktarmanın en etkili ve kalıcı yoludur. Resim, müzik, heykel, sinema, mimari ve el sanatları gibi yazmak da sanatın bir türü. Cümlede bir sözcüğün yerini değiştirmek hatta sözcükler arasında kullanılan bir virgül bile okurun yazıya odaklanmasını bozar, verilen mesajın yanlış anlaşılmasına yol açar. Kaliteli yazıları okumak, yazma becerimizi geliştirir. 

Yazmak özgürlüktür. Herkesle istediğiniz konuda konuşamadığınız gibi sizi dinleyecek birini bulmanız her zaman mümkün olmayabilir. Ama yazmak istediğiniz anda aklınızdan geçen konuları kendiniz belirleyebilirsiniz. Blog dünyası yazmayı seven insanlar için keyif verici, harika bir platformdur. Burada yazılarımızı yazarken bazen dikkatsizlik sonucu, bazen bilgisizlikten hata yapabiliriz. Ben de geçmişte yazdığım yazılarda sehven ya da bilgisizlikten dolayı çok vahim hatalar yaptığımın farkındayım. Ancak bunu normal kabul edip yola devam etmek okura yapılan en büyük saygısızlıktır. Kötü bir müzik insanı nasıl rahatsız ediyorsa kötü bir yazının okunması da aynı etkiyi yaratır. Blog yazarlığının insanın yazma becerisini geliştirmek, genel kültür ve bilgi dağarcığını genişletmek hususunda ideal bir platform olduğunu düşünüyorum.

Bir kez daha söylüyorum, yazılarımı eleştirmenizi, onları övmenize yeğlerim. Bu yazı dizisine başlamamın nedeni eleştirilmeye benim kadar tahammül göstermeyen, bunu bir gurur meselesi yapan arkadaşlarımızın yazılarında gördüğüm temel yazım hatalarına değinmek. İyi yazan ve dalgınlık haricinde bu tür hatalara düşmeyen arkadaşlar için gereksiz ve sıkıcı gelebilecek yazılarımın iyi yazmanın önemini kavrayan pek çok yazar arkadaşıma faydası olacağına inanıyorum. 

Yazma sanatı deyince aklıma gelen ilk kriter en az kelimeyle bütün meramın anlatılmasıdır. Bu konuda sınıfta kaldığımı biliyorum ama bunu yazı dizimin bir tanıtımı olarak kabul edin lütfen. Diğer bölümlerde doğrudan konuya gireceğim.

***

Özellikle kelime oyununda hal eki olan "de" ile bağlaç olan "de" nin sıklıkla karıştırıldığını gördüm.

Bulunma hal eki olan "de" her zaman bitişik yazılır. Bağlaç olan "de" ise her zaman ayrı yazılır.


Yazı yazarken "de" ekini yerli yerinde kullanmak son derece basittir. Şöyle ki, her zaman bitişik yazılması gereken hal eki "de", cümleden çıkarıldığı zaman cümle anlamsız hale gelir. Örneğin,

"Dün akşam annemde kaldım." cümlesinde de'yi çıkarıp cümleye bakalım.

"Dün akşam annem kaldım." Ne kadar anlamsız bir hale geldi değil mi? O halde çıkartıldığında cümleyi anlamsız hale getiren "de" nin her zaman bitişik yazılması gerekir.

Bağlaç olan "de" ise, cümleden çıkarıldığında cümle yine de bir anlam taşır. Örneğin,

"Dün akşam ben de annemlere gittim." cümlesinde de'yi çıkaralım bakalım ne olacak?

"Dün akşam ben annemlere gittim." Gördüğünüz gibi son derece anlamlı bir cümle!

O halde tereddüte düştüğünüz hallerde, cümleden de'yi çıkarıp bir bakın, anlamsız duruma geliyorsa bitişik, anlamını muhafaza ediyorsa ayrı yazmanız gerekir. Önce zorlansanız da zaman içinde doğru kullanıma alışacak ve bunu otomatikman yaptığınızı göreceksiniz. Ayrıca, bu hatanın yapıldığı yazıların sizi ne kadar rahatsız ettiğini de...

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, sevgilerimle.