Porselen fincana uzanıp bir yudum daha aldı çayından. Kimseyi suçlamıyordu. Çok az kişinin sahip olabileceği böylesine sorunsuz bir ortamda yaşadığı sıkıntıların sebebini başka yerde aramak boşunaydı. Bütün bunların kaynağı kendisiydi sadece. Herkesin gıpta ettiği, kariyer sahibi, bir dediğini iki etmeyen, yakışıklı bir eşe, bütün isteklerini önüne serecek paraya, zevkine göre döşenmiş muhteşem bir eve, kısaca pek çok kadının rüyalarını süsleyen her şeye sahipti fakat yine de eksik kalan bir şeyler vardı. Evet, bu aralar kocasının işleri yoğundu ama hep böyle gidecek değildi ya. Bir süre sonra eskiden olduğu gibi mutlu günlerine dönecek birlikte zaman geçireceklerdi. Sorun kocası değildi, kendini yalnız ve suçlu hissediyordu. Geçmişte yaşadıklarının beyninde bıraktığı kalıntılar mıydı bu yaşadıkları, yoksa sonuna kadar güvendiği kocasına istem dışı duyduğu kıskançlık, bir öfke mi?
Hayatı boyunca peşini bırakmamıştı bu karabasanlar. Yaşadığı felaketten çok önceleri, daha henüz çocukken, gördüğü bir kâbusun etkisiyle kan ter içinde uyanmıştı, gecenin karanlığında. Gözlerini sonuna kadar açmasına rağmen hiçbir şey göremiyordu. "Karanlıktan olmalı." deyip teselli etmişti kendini. Annesine sesini duyurmaya çalışmıştı. Ağzından çıkan sesleri duymuyordu kulağı. Bağırmaya çalışmıştı, avazı çıktığı kadar. Çıkmayan sesinde miydi sorun, yoksa duymayan kulaklarında mı? Kimselere duyuramamıştı avaz avaz bağrışlarını. Yok, yok kulakları değildi görevinden kaçan. Yardım çığlıkları ses olup çıksa boğazından, evdekiler başına üşüşürdü. Yatağında oturup ağlamaya başlamıştı sessizce, gözyaşları akmadan. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber uyandığında, gördüğü kâbus, sessiz çığlıklarından başka hiçbir iz bırakmadan silinip gitmişti hafızasından. Bunun gibi sayısız rüya görmüş, korkmuş, gecenin zifiri karanlığında kulaklarının duymadığı sessiz çığlıklar atmış, gözlerinden yaş gelmeden ağlamıştı.
Ağzına bir kaç lokma atabilseydi, bir ağrı kesici alıp başının ağrısını dindirebilirdi ama bornozu üzerinden atacak gücü kalmamıştı. Nazlı kollarıyla çayına uzandı bir kez daha.
Gençlik yıllarında gördüğü kâbuslar daha da sıklaşmıştı. Gördüğü bu kâbusları arttıran o talihsiz kazayı hatırladı, unutmak istediği ama bir türlü unutamadığı o kazayı. Budapeşte'ye giderken karşı yönden gelen bir kamyonla burun buruna çarpışmış, annesiyle babası hemen oracıkta can vermişti. Ağır yaralı olarak kurtulduğu kazadan sonra üç ay boyunca hastaneden çıkamamıştı. Tedavi tamamlandıktan sonra şans eseri vücudunda gözle görülür bir hasar kalmamıştı ama bu olayın şokunu uzun yıllar atamamıştı üzerinden. Ona ailesiyle birlikte geçirdiği güzel günleri hatırlatan, doğup büyüdüğü Szentendre kasabasının adını bile duymak istemedi bir daha. Rengârenk iki katlı evlerini, parke taşlı sokaklarını, evlerinin önünden nazlı nazlı akan Tuna Nehrini, her şeyi sildi hayatından. Oturduğu koltukta göz kapakları ağırlaşıyordu yavaş yavaş, sonunda dayanamayıp teslim oldu uykunun cazibesine.
Açık pencereden süzülen serin hava, ürpertti çıplak bedenini, hafifçe gözlerini araladı. Ne kadar zaman geçtiğini anlamaya çalıştı. Tuvalet masasının üzerindeki telefona baktı. Saat 09.05'i gösteriyordu. Kemal evden her zaman dokuza çeyrek kala çıktığına göre, hepi topu on dakika olmuştu kendinden geçeli. Yok, hayır, bugün daha erken çıkmıştı Kemal. Selmin, yedide gelip çayı, kahvaltıyı hazırladığına göre Kemal kapıyı çektiğinde taş çatlasın yedi buçuk falan olmalıydı saat. Bir buçuk saat boyunca bornozunun içinde koltuğa sızmıştı demek. Eskiden erken kalkar kocasıyla birlikte en az bir saat kahvaltı keyfi yaparlardı. Son zamanlarda nadiren oluyordu böyle anlar. Koltukta bu kadarcık kestirmesi bile biraz olsun toparlanmasına yetmişti. Başının ağrısını bile hissetmiyordu artık. Randevusuna yetişmek için biraz acele etmesi gerektiğini düşündü. Sehpadaki fincanın yarısı doluydu hâlâ. Hemen üzerindeki bornozu çıkarıp soyunma dolabına yöneldi. Bir müddet çıplak vücudunu seyretti aynanın önünde. Kusur bulamadı kendinde.
Kapıyı tıklatan Selmin, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını
sordu. Bu onun kapıyı ilk tıklatması olmayabilirdi. Onu merak ederek kapıyı açmış, beyaz bornozunun içinde koltuğa serilmiş, uyukladığını görünce rahatsız etmek istememiş, daha sonra sessizce dönüp gitmişti belki. Telaşlı bir şekilde hizmetçiye seslendi.
- Hayır, bir şeye ihtiyacım yok Selmin. Yalnız hemen çıkmam lazım, geç kaldım.
Aceleyle makyajını yaptıktan sonra odasından fırlarken ani bir hareketle geri döndü.
- Hay Allah, az kalsın telefonumu unutuyordum.
Cep telefonunu şarjdan çıkarıp attı çantasına. Alışveriş için Selmin'e biraz para bıraktı ve işini bitirdikten sonra erken çıkabileceğini söyledi. Dün geceki misafirler yüzünden oldukça geç vakitlere kadar evden ayrılamayan Selmin, çok mutlu oldu buna, gülümseyerek, minnet duygusu içinde karşılık verdi.
- Teşekkür ederim efendim, eksik olmayın.
***
Gösterişli bir binanın yirminci katındaki ofisinde önemli
misafirlerini bekliyordu Kemal. Alman şirketinin üst
düzey yöneticileri, ürünlerini tanıtmak ve sözleşme imzalamak için
geleceklerdi. Büyük toplantı salonundaki koltuklardan her birinin önüne şirket
amblemli not defterleri, kalem ve birer bardak bırakılmış, gelen konuklara sempatik görünmek için oval masanın tam ortasına büyük bir çiçek aranjmanı yerleştirilmişti. Ancak her
şeyin yolunda gittiği sırada yurt dışından gelen bir mesaj fena halde
moralini bozmuştu Kemal'in. Yönetim kurulu başkanı ile üst düzey yetkililerinin
katılacağı toplantıya son anda yapılan değişiklikle sadece satış
müdürü ve yardımcısının geleceği bildirilmişti. Sanki adamın suçuymuş gibi yine finansman müdürüne yüklenmeye başladı, Kemal.
- Nerede kaldı bu herifler?
- Necdet'i aradım, uçakları rötar yapmış, efendim.
- Ha, şoförle beraber bir de limuzin gönderseydin, bir taksiye atlayıp gelseler incileri dökülürdü sanki. Biz olsak böyle mi yaparlar? Tutarız bir taksi, atlar gideriz ofislerine.
- Ama efendim, onları havaalanından alacağımızı
bildirmiştim, ayıp olur şimdi.
- Ya ne ayıbından bahsediyorsun sen Ümit, mallarını satacak
olan onlar değil mi? Hem esas ayıbın büyüğünü yapan kendileri. Dünyanın satışını yapacaklar, kalkmış satış müdürlerini gönderiyorlar bir de bana. Üç kuruşluk satış müdürünü havaalanından aldırmaya kalkıp bir de araç mı göndereceğiz. Söyle sekretere, hemen geri çağırsın Necdet'i.
Ümit'in fena halde canı sıkılmıştı, ağır aksak kalktı yerinden, sekreter Nalân'a
durumu bildirmek için kapıya doğru yürüdü.
Devam edecek