Ağaç Ev Sohbetlerinin 76. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizin bu haftaki konusu da geleceğe yönelik. Bu haftanın konusunu yine Sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Haftanın konusu şöyle:
"Pandemi bir gün bitecek ve bütün olanlardan sonra hayata dikkatli şekilde karışacağız. Belki sosyal mesafe kuralları artık hep geçerli olacak belki maske de Uzak Doğu ülkelerinde olduğu gibi kalabalık alanlarda yoldaşımız olmaya devam edecek tedbir için... Peki evlerde hapsolduğumuz bu sürecin ardından nasıl bir tatil hayaliniz var? Nereye gitmek ve ne yapmak istiyorsunuz? Gerçekçi düşünerek ve size uygun şartlar altında gerçek planlarınızdan söz edin bakalım:)"
Dünyayı kasıp kavuran pandeminin yılın ikinci yarısından itibaren yavaş yavaş gündemden düşeceğine inanıyorum. Muhtemelen daha da önce, restaurantlar, kafeler, eğlence yerleri bazı önlemlerle faaliyete geçecekler. Ben şahsen turistik seyahatlerime start vermek için sabırla, bu önlemlerin tamamen kalkmasını bekliyorum. Zira maskeli, mesafeli bir ortamda her an virüs bulaşır korkusuyla ne gezdiğim yerden zevk alırım ne de yediklerimden, içtiklerimden. Amma velakin, küresel güçler plânladıkları ilâç ve aşı satışını gerçekleştirip hedefledikleri kâra eriştiklerinde ve bunun akabinde bizleri evlerimize hapseden kâbus sona erdiğinde, bütün hayallerim fora!
Yeni evimize taşındık, daha önce oturduğumuz yere oldukça yakın. Güzelyalı sahil şeridi boyunca uzanan meyhane tarzı restaurantlar, kafe ve barlar yeni evimize artık otuz kırk metre mesafede. Her zaman yoğun talep gören bu işletmeler pandemi nedeniyle kapatılmadan önce vur patlasın çal oynasın, davetkar eğlencelere ev sahipliği yapıyorlardı. Şimdi maalesef hepsi kapalı. Pandemiden sonra ilk olarak ailemle birlikte onlardan birine gidip eğlencenin dibine vuracağım. Bunu gerçekten özledim, Yeni Rakı'nın İstanbul'u ön plana çıkaran nostaljik reklam filmini izledikten sonra o günlerin gelmesini daha da çok arzu ediyorum.
Her sene yaz aylarında, ama yurt içinde ama yurt dışında bir aylığına denize kıyısı olan farklı yerlere gidiyorduk. Bu sene pandemi nedeniyle bunu gerçekleştirme imkanımız olmadı. Muhtemelen Eylül ayından sonra Yunanistan'ı özel arabamızla karış karış gezmek istiyorum. Elbette en az bir ay öncesinden hangi rotayı takip edeceğiz, nerelerde konaklayacağız, nerelerde yemek yiyeceğiz gibi konularda detaylı bir plan yapacağım. Eşimin dedeleri, Selanik'e 76 km mesafede, Veria (eski adı Karaferye) adlı bir şehir özellikle görmek istediğimiz bir yer. Eğer imkan bulabilirsem arabamızı Yunanistan'da bırakıp deniz ya da hava yoluyla atalarımın geldiği Girit'e geçmeyi de düşünüyorum. Her gezdiğim yerde hiç de yabancısı olmadığım Akdeniz mezelerinin, uzonun, deniz ürünlerinin hakkını vermenin, Rum tavernalarında pandeminin şerefine tabak kırmanın hayalini kuruyorum. Bu planımı gerçekleştirebilirsem bütün yaşadıklarımı gezi ve anı yazılarıma dökmek isterim.
Yurt içinde ise, epey uzaklara Şanlı Urfa'ya gidip bir sıra gecesine katılmak istiyorum. Daha önce Urfa'yı görmüştüm ama yeterince gezememiştim o zamanlar. Yine arabayla tabii. Yol üstünde henüz belirlemediğim bir kaç yerde mola verebiliriz.
2021 yılına şanslı bir giriş yaptığımı söyleyebilirim. Pandemi sonrası yukarıdaki gezi planlarımı gerçekleştirir, yöresel mutfakların tadına bakar, bol bol fotoğraf çeker ve anılarımı blog sayfamda kayda geçirebilirsem 2020 yılının acısını çıkarmış olacağım kendi adıma.
- Nereden başlasam bilmiyorum. Uzun zamandan beri tuhaf düşler,
hayâller, kâbuslar görüyorum. Gece gündüz peşimi bırakmayan halüsinasyonlara artık tahammülüm kalmadı. Bazen gece uykumun arasında, bazen evde yalnız başıma oturduğum bir sırada, bazen de tanıdık biriyle sohbet ederken başka alemlere dalıyor, farklı zaman ve mekânlarda buluyorum kendimi. Şimdiye kadar bana en yakın insanlardan gizlediğim bu durumu tek başına taşıyacak gücüm kalmadı artık.
Doktor sükûnetle dinledi karşısındaki zarif, biçare kadının samimi yakarışlarını. Çoğu şizofreni tanısıyla sonuçlanan buna
benzer nice vakalarla karşılaşmıştı. İlk bakışta zararsız, basit gibi görünen bu tür rahatsızlıkların tedavisinde istenen sonuca ulaşabilmek için önceliklehastanın güvenini kazanmak, geçmişte neler yaşadığını öğrenmek ve yaşadığı travmatik olaylarla hastayı yüzleştirmek gerekiyordu. Hastalığın ortaya çıkmasına sebep olan olayları tespit etmek hem zor hem de zaman alıcıydı. Bu safhada yaptıkları, doktorluk mesleğinden ziyade dedektifliği andırırdı. Karşısına oturttuğu zanlıyı çapraz sorgularla bunaltarak suçunu itiraf ettirmeye çalışan işini bilir bir polis şefi ya da mesleğine aşık bir savcı gibi görürdü kendisini. Aradaki tek fark, zanlıyla maktulün aynı kişi olmasıydı ki bu, durumu daha da zorlaştırıyordu. En mahrem konuları başkalarıyla paylaşmak zorunda kalan hastaların,sosyal,
kültürel ya da ekonomik nedenlerle geçmiş yaşamlarındaki bazı önemli detayları gizleyebileceklerini çok
iyi biliyordu. Bu yüzden hastanın güvenini sağlamak, kısa
sürede sağlıklı bir sonuca varmak için atılması gereken ilk adımdı. Uzun bir koşuya başlamak üzere son hazırlıklarını tamamlayıp start işareti bekleyen maraton atleti gibi derin bir
nefes aldıktan sonra bir iki tıksırıp boğazını temizledi.
- Evet, anlıyorum. Peki, daha önce başka birinden destek aldınız mı?
Bunun da diğerlerinden hiçbir farkı yok, dedi içinden. Başka biri? Ne biçim soruydu bu böyle? Derdini paylaştığı bir arkadaşı olup olmadığını sormuyordu herhalde. Daha önce başka bir doktora gidip gitmediğini öğrenmek istiyor olmalıydı. İyi de, bunun ne faydası olacaktı ki? Tedavi olumlu sonuçlandığı takdirde, bilmem kaç meslektaşının beceremediği bir işin
üstesinden geldiğini düşünüp böbürlenmekten başka... Evet, niyeti buysa
tam da onun aradığı kişiydi kendisi. Kaç doktor eskitmişti bu dertten
kurtulmak için, kaç seans tedavi görmüştü... Almanya’da başlayan tedavi süreci
evlendikten sonra da devam etmiş, doktorlara bir servet harcamasına
rağmen hiçbirisi derdine derman olamamıştı.
- Evet. Yaklaşık en az on yıldır tıbbi destek alıyorum.
Yanlış hatırlamıyorsam siz kapısını çaldığım beşinci doktorsunuz. Eğer yine bir şey
değişmezse…
Doktor, kadının ağzından çıkacak sözlere dikkat kesildi. Esther, bakışlarını kucağında kenetlediği ellerine indirirken umudunu büyük ölçüde yitirmiş bir ses tonuyla cümlesini tamamladı.
- Yine bir şey değişmezse, tıp biliminin bana çare
bulamayacağına inanıp kaderime razı olacağım.
Esther'in hali doktorun hiç hoşuna gitmemişti. Profesör, ne yaparsa yapsın bu şekilde hayata küsmüş, bütün inancını yitirmiş ve tüm umutlarını tüketmiş bir insana hiçbir şeyin fayda etmeyeceğini yılların kendisine verdiği tecrübeyle gayet iyi biliyordu.
- Öncelikle Esther Hanım, bana tamamen
güvenmeniz şart. Size yardımcı olabilmem için yaşam öykünüzü benimle paylaşmalısınız. İçinizdeki bütün kuşkuları atıp rahatlamanız, geçmişinizde sizi etkileyen ne varsa hepsini anlatıp aynı duyguları mümkün olduğu kadar bana yansıtmanız gerekiyor. Size bir kez daha söylüyorum, bana anlattıklarınız aramızda kalacak. Eğer siz bana güvenir, yardımcı olursanız, yaşadığınız bütün sıkıntılardan kurtulacağınıza inanıyorum.
Bu sözleri kendisini dikkatle dinleyen Esther’in gözlerinin içine
bakarak, teskin edici, babacan bir tavırla söylemişti Doktor. Aynı ses tonunu
muhafaza ederek devam etti.
- Gözünüzü korkutmak istemem ama tedaviniz uzun sürebilir. Dediklerimi yaptığınız takdirde bu süreci kısaltmak tamamen sizin elinizde fakat birbirimize güven duymazsak boşa kürek çekmiş oluruz. Şimdiye kadar sağlığına kavuşturamadığım hiçbir hastam olmadı. Bunu sadece mesleki başarıma bağlayamam, hastalarımın hepsi ne istediysem yaptılar ve bana sınırsız güven duydular. Karar sizin.
- Size güvenmek
zorunda olduğumu biliyorum hocam, dedi Esther. Başımdaki dertten kurtulmak için son çarem sizsiniz. Bunu biliyor ve size güvenerek söz veriyorum, evet, dediklerinizin hepsini yapacağım.
- Anlaştık o zaman.
Cevdet Bey'in sorduğu soruları dikkatle dinleyip cevaplamaya başladı Esther. Geçen seneye kadar durumunun her geçen gün iyiye doğru gittiğini, tam iyileştim derken yeniden o eski kâbus ve hayalleri görmeye başladığını anlattı Doktor’a.
- İlk günden sizi fazla yormak istemiyorum Esther Hanım ama bana sizi rahatsız eden son olaydan biraz bahseder misiniz?
- Dün akşam eşimin doğum gününü kutlamak üzere yakın birkaç dostumuzu yemeğe davet etmiştik. Kemal, yani eşim, eve erken gelmişti. Çok geçmeden eşimin kardeşi Hasan'ı ve yakın dostlarımızdan Ayhan'ı, eşleriyle birlikte karşıladıktan sonra yardımcımız Selmin Hanım'ın hazırladığı güzel bir masanın etrafında yerlerimizi aldık. Eşimin yoğun işlerinden dolayı uzun zamandır bir araya gelemiyorduk. Hep birlikte neşe içinde sohbet ederken, bir yandan yemeklerimizi yiyor, içkilerimizi yudumluyorduk. Uzun zamandır böylesine mutlu olmamıştım. Şarabımız bitince yeni bir şişe almak üzere yerimden kalktım. Salondaki içki dolabına uzandığım sırada önüme gözlerimi kamaştıran bir ışık perdesi indi. Görünmeyen bir el beni perdenin arkasına çekti ve kendimi bambaşka bir dünyanın içinde buldum...
O gece olanları en ince ayrıntısına kadar bir bir anlattı Esther. Yaşadığı görsel halüsinasyonları, Kemal'in sık sık çalan telefonlarını, Hasan'ın güzel başlayan gecede yaşadığı hayal kırıklığını, Jale'nin reenkarnasyon öykülerini, Ayhan'ın patavatsızlıklarını ve nihayet Kemal'in misafirleri umursamadan evi terk edişini...
- Peki, dedi doktor. Sağ kaşını kaldırdı, sağ elinin baş parmağını çenesinin altına, işaret parmağını yanağına dayarken yumak haline getirdiği diğer parmaklarıyla ağzını çevreleyen top sakalını örttü. Bulmaca çözermiş gibi düşünceli bir
hal aldı yüzü. Kısa bir süre sonra elini serbestçe masaya bırakırken kaldığı yerden devam etti.
- Kendinizi kaybettiğinizde gördükleriniz hep dün akşamkine benzer şeyler mi?
- Hayır, farklı mekânlar, farklı kişiler de oluyor. Fakat genellikle gündüz gördüğüm halüsinasyonlarda, geceleri düşlerimde, sıçrayarak uyandığım kâbuslardaki karakterlerin giydiği kıyafetler hep bana Orta Çağı çağrıştırıyor. Ama beni asıl korkutan uykumu bölen o kâbuslar...
Gözlerini odada sabit bir noktaya dikti, kenetlenmiş elleri titriyordu. Doktor genç kadını biraz olsun rahatlatmak için araya girdi.
- Size Esther dememde bir sakınca yok sanırım, kızım
olabilecek yaştasınız. Siz de bana Hocam diyebilirsiniz, öğrencim olsun ya da olmasın herkes banaböyle hitap eder. Bu yüzden neredeyse kendi adımı unutacağım.
- Elbette, diyerek karşılık verdi Esther. Farkında olmadan
çıkmıştı bu söz ağzından. Hocam yerine Cevdet Bey ya da Doktor Bey demeyi
tercih ederdi aslında. Fakat doktorun kendisine ismiyle hitap etmek istemesi hoşuna gitmişti.
Kalabalık bir çarşının içinde cep telefonumu elime almış, amaçsızca dolaşıyorum. Sanki bulunduğum yere Korona'nın girmesi yasak! Hiç kimsenin yüzünde maske göremiyorum, bende de yok! Tuhaf kıyafetli insanlar, bir yerlere yetişmeye çalışır bir halde birbirlerine çarparak bir oraya bir buraya koşturup duruyorlar. Ege köylülerinin sıcak yaz günlerinde tarla başında kullandıkları türden turuncu, işlemeli poşuyu başına bağlamış bir köylü hızla yanımdan geçiyor. Sıcak hava bunaltıyor, güneş tam tepede. Yanımdan geçerken koluma çarpan esmer bir çocukla göz göze geliyoruz. Çocuğun yanında yaşça daha büyük başka bir çocuk var, arkadaşı olmalı... Küçük çocuk geldiği yönün ters istikametine doğru birden koşmaya başlayınca huylanıyorum. Elimdeki telefona bakıyorum. Hayır, bu bana ait değil. iPhone telefonumun yerinde yeller esiyor. Onun yerine elime basit bir telefon tutuşturulmuş. Bunu anlamaya çalışırken bir anda çığlığı basıyorum. "Hırsııız, telefonumu çaldılar..." Aslında telefonumu çalan tek kişi, neden "çaldılar" diye bağırdığımı bilmiyorum. Çocuğun arkadaşı yerinden kıpırdamıyor. Hırsız olan onun ufağı, yani tek kişi!
Etrafımı meraklı bir kalabalık çeviriyor. İçlerinden biri "Kim, kim çaldı telefonunu?" diye soruyor. "Bir çingene çocuğu" diyorum. Adam elimdeki telefonu göstererek, "Eline bir baksana, telefonun elinde." diyor. "Hayır, bu telefon bana ait değil, benim telefonumu alıp yerine adi bir telefon bırakmış!" diyorum. Kalabalık söylediklerimi pek inandırıcı bulmuyor. Homurdanarak yanımdan teker teker ayrılıyorlar. Sadece bir kişi kalıyor yanımda. Telefonumu çalan çocuğun yanındaki büyük esmer çocuk! Daha önce Napoli'de ilk iPhone'numu kaptırdığım zenci kapkaççı geliyor aklıma. Yanımdaki herkes çil yavrusu gibi dağılırken çingene çocuğun benim başımda beklemesi tuhaf bir durum, ancak benim bu türden ayrıntıları kafaya takmaya hiç niyetim yok. Çünkü o, karşılaştığım talihsiz olayın tek görgü tanığı... Zira bir telefon kapkaççısının kaptığı telefonun yerine başka bir telefon bıraktığını kimselere inandıramam. Kendimden şüphe etmemem için olaya tanıklık eden bu çingene çocuğu, şu an en az telefonum kadar değerli.
Çocuk dostça yanaşıyor yanıma. "Geçmiş olsun abi" diyor. Başımı sallıyorum. "Merak etme sen, telefonunu çalan çocuğu tanıyorum ve onun nerede olduğunu biliyorum." diyerek içime su serpiyor. "Sağ ol" diyorum, üzüntümü dışa yansıtarak. Kendimi biraz daha acındırmak için "Yenisini alacak param yok, şimdi çok pahalandı iPhone'lar." diyorum. "Biliyorum." derken sırtımı sıvazlıyor. "Hadi gidelim." diyor. "Nereye?" diye soruyorum. "Telefonunu almaya." diyor. Birlikte çarşı içinde yukarı doğru yürümeye başlıyoruz.
İçime bir kurt düşüyor. Daha önce hiç görmediğim bu çingene çocuğuna ne kadar güvenebilirim? Lâkin telefonuma kavuşmak için başka hiçbir çarem olmadığını biliyorum. Bir süre yürüdükten sonra iki katlı ahşap bir evin açık kapısından içeri giriyoruz. "Burada oturuyorlar." diyor. Merdivenle üst kata çıkıyoruz. Açık kapının arkasındaki sofada, çarşıda gördüğüm sarı poşulu adam bağdaş kurmuş, oturuyor. O başını kaldırıp yüzüme baktığı sırada ben gözlerimi açıyorum.
Uzun zamandır bu kadar net hatırladığım bir rüya görmemiştim. Telefonumun aslında çalınmadığını, yaşadıklarımın sadece bir rüyadan ibaret olduğunu anlıyor ve inanılmaz ölçüde seviniyorum. Saat sabaha karşı üçü gösterirken uykum iyice açılmış durumda. Dönüp yatmaya kalksam, gördüğüm rüyayı unutacağım kesin. Bilgisayarın karşısına geçiyorum, böyle bir öykü çıkıyor. Görmemiş bir rüya görüyor, hemen tabirlere bakıp rüyası için yapılan bir yorumu yazısının altına ekliyor. Renkli rüyalar...
RÜYADA TELEFON ÇALDIRMAK: Bir fikri başkasına kaptırmak, dikkatsiz davranarak üzerinde çalışılan projede problemler yaşamak demektir. Rüya sahibi için değerli olan bir eşya veya nesnenin gerçekte de kaybolmasıyla yaşanacak can sıkıntısına yorumlanan rüya, aynı zamanda kişinin bir külfetten veya kendisine sıkıntı veren angarya bir işten kurtulmasıyla alacağı rahat nefesi de işaret eder. Verilen bir sadakanın pek çok sıkıntıya karşılık geleceğini, ufak tefek aksilikler dışında kederlendirecek bir olayla karşılaşılmayacağını bildirir. İş hayatının düzene gireceğini, ilk zamanlar yaşanan sıkıntıların ilerleyen günlerde tamamen ortadan kalkacağını bildirirken, bir yanlış anlama nedeniyle tartışma yaşanan veya arada soğukluk oluşan bir dostla da tekrar görüşülmeye başlanacağını müjdeler. Hem iyi hem de kötü anlamları olan rüya görülen diğer unsurlarla beraber yorumlanmalıdır.
Kemal’in gözü Anna’nın bilgisayarına takıldı. Asistanın yapacağı tek şey, basit bir “Power Point” programı yardımıyla, GGC şirketinin kurumsal bilgilerini, referanslarını ve teklif
ettikleri ürünlerin teknik özelliklerini gösteren sayfaları Mr. Knudsen'in direktifleri doğrultusunda, bilgisayardan karşılarındaki perdeye yansıtmaktan ibaretti. Şimdiye kadar bunun gibi nice sunumlar görmüştü. Sadece on dakikalık bir şov için onca yolu göze almaları akıl alır cinsten değildi. Sunum sırasında verecekleri bilgilerin neredeyse tamamı zaten didik didik incelediği teklif dosyasında mevcuttu. Hiçbir emek sarf etmeksizin kim bilir kaç firmaya aynı şeyleri robot gibi tekrarlamışlar, satacakları ürünleri allayıp pullamışlardı. Teklif dosyasındaki bu bilgileri bir kez daha anlatmak arzusunda olsalar bile bunu internet
üzerinden yapmak yerine hem kendilerinin hem de bir sürü firma yöneticisinin kıymetli zamanlarını çalmakta bir sakınca görmüyorlardı. Ama yine içindeki dürtüye bir türlü set çekemiyor, sunumu dikkatli bir şekilde dinlemeyi, anlatılanlarla teklif dosyasındaki bilgiler arasında bir farklılık bulunup bulunmadığını bir detektif hassasiyetiyle takip etme fikrinden kendini alamıyordu. Ümit Bey ve toplantıda hazır bulunan diğer firma yetkililerinin Alman satış müdürünün anlattıklarını koyun kaval dinlercesine, büyük bir huşu içinde dinleyeceklerinden emindi. Oysa detaylara girip karşı tarafın açığını yakalamak, Mr. Knudsen'i köşeye sıkıştırmak gerekirdi. Zaman zaman gerginlik yaratan bu davranış biçimi satranç oyununa benzerdi, oyunun galibi sinsi bir keyfi hak ederdi. Kemal, her an bir açık verme ve aldatılma korkusu içindeydi, iş konularında hiç kimseye asla güven duymuyordu.
Ancak bu sefer durum farklıydı. Hemen yanı başında bacak bacak üstüne atmış oturan sarışın afetin iç gıcıklayıcı parfüm kokusunun yanı sıra bilgisayar tuşlarında zarif bir şekilde dans eden ince, uzun, ojeli parmaklar bütün dikkatini dağıtmaya yetmişti. Ümit'e kızıp toplantıya katılmayacağını söylediğini anımsadı. Yine de kendini tutamayıp toplantıya girmesinden dolayı güçlü bir pişmanlık duygusu içini sıyırıp geçti. Çenesini tutup misafir gibi sessizce sunumu izlemek, yapılacakların en iyisiydi belki de. Yine her zaman olduğu gibi, son sayfada "Teşekkür Ederiz" yazısı perdeye yansıyacak, adet olduğu üzere sunumu yapan kişi izleyicilere dönecek, sağ kaşını yukarı kaldırıp matah bir iş yapmış gibi gururla
gülümsedikten sonra "Yes... Any questions?" diye seslenecek, başını şöyle bir geriye atıp masanın etrafını turladıktan sonra şovunu tamamlayacaktı. Muhtemelen, işe yaradığını göstermek için fırsat kollayan Ümit, sırf lâf olsun diye alâkasız
bir soru soracak, konuşmacı, dönüp nezaketen teşekkür ettikten sonra ona alâkasız bir cevapla karşılık verecekti. Sunum dedikleri, tiyatro oyunundan
başka bir şey değildi, dananın asıl kuyruğu perde kapandıktan sonra, fiyat pazarlığında
kopacaktı. Sonunda kararını verdi, racon kesmekten vazgeçip bir an önce sunum faslının sona ermesini beklemeye koyuldu.
Anna son kontrollerini yaptı, Mr. Knudsen'e bakıp hazır olduğunun işaretini verdiği sırada Nalân hafifçe kapıyı tıklattı ve elinde geniş bir tepsinin içine özenle dizilmiş kahve fincanları ve aynı sayıda yarıya kadar su doldurulmuş küçük cam bardakları olduğu halde içeri girdi.
***
Dairenin kapısında Esther'i karşılayan kısa boylu tombul sekreter, içten bir gülümsemeyle "Hoş geldiniz" diyerek genç kadını içeri aldı. Esther, sırtındaki açık mavi pardösüsünü çıkarıp kapının karşısındaki portmantoya astıktan sonra geniş bekleme salonundaki beyaz koltuklardan birine geçti ve hemen cep telefonunu kapattı. Kısa bir süre sonra yanına gelen sekreterin uzattığı kağıdı eline aldı.
- Esther Hanım, bize bu ilk gelişiniz olduğu için elinizdeki formda sorulan soruları cevaplamanız gerekiyor. Daha sonraki gelişlerinizde söz veriyorum, sizi tekrar yormayacağız. Sehpanın üzerindeki kalemi kullanabilirsiniz.
Kaleme uzanırken sorulara kısa bir göz attı. Adı, soyadı, adresi,
telefon ve e-mail adresi gibi kişisel bilgilerin yanı sıra kendilerini kimin tavsiye
ettiği merak ettikleri konular arasındaydı. Sıra oraya geldiğinde karşısına "Selma Sabuncu" yazdı. Düşük tınıda kulağa
hoş gelen bir müzik sesi dışında çıt çıkmıyordu boş salonda. Sekreter randevulu hastasının geldiğini bildirmek için doktorun odasına girdiğinde büyük bir akvaryumun içinde elverdiği ölçüde özgürce dolaşan rengârenk süs balıklarıyla baş başa kalmıştı. Bir süre balıkların bezgin hareketlerini izledikten sonra çevresini daha dikkatli incelemeye başladı. Duvarlara asılmış birkaç pahalı tablonun dışında fazla bir eşya görünmüyordu. Geniş sokağa bakan pencerenin üzerinde patlayan güneşin cömert ışınlarından mümkün mertebe faydalanmak amacıyla açık gri duvarlarla aynı renge sahip, geniş enli metal jaluzi perdenin çubukları sonuna kadar aralanmıştı. Karşı köşede, gösterişli bir saksıdan yükselen pembe beyaz zambak, salona
değişik bir hava veriyordu. Çocukluğu, evlerinin önündeki küçük bahçede
annesiyle birlikte yetiştirdikleri rengârenk zambaklar geldi aklına. Oturduğu
yerden kalkıp büyük saksının yanına yanaştı. Derin derin içine çekti
çiçeğin güzel kokusunu.
- Çiçekleri seviyor olmalısınız, dedi arkasındaki ses. O kadar dalmıştı ki doktorun odasından çıkan sekreteri fark edememişti. Başını geri çevirince gördü onu.
- Ah, evet. Çiçek sevilmez mi hiç? Bana çocukluk yıllarımı hatırlattı, dedi, gülümseyerek.
- Cevdet hocamız da çok meraklıdır çiçeklere. Önünde durduğunuz çiçeğin adı, Casa
Blanca Orientale, yüzden fazla zambak türü arasında kokusu en güzel olanı buymuş!
- Haklısınız, zambakları iyi bilirim ama bu kadar güzel kokulusuna daha önce rastlamamıştım. Çocukken yirminin üzerinde zambak çeşidimiz vardı. Hatta babam bana bir keresinde Çinlilerin zambak soğanından yemek bile yaptıklarını söylemişti.
Sekreter, koltuğuna yönelen Esther’e kendinden emin bir tavırla cevap vermekte gecikmedi.
- Bu güzel kokuyu yemeğine tercih etmem ben şahsen. Hemen arkasından ekledi.
- Cevdet Bey odasında bekliyor sizi Esther Hanım, bir şeyler içmek ister misiniz, çay
kahve?
- Teşekkür ederim, belki biraz sonra.
Koltuğun üzerine bıraktığı siyah çantasını alan Esther, sekreterin peşinden doktorun odasına girdi. Kapının iyice kapandığından
emin olmak için geri dönüp kontrol etti. Elli yaşlarında hafif kırlaşmış top sakallı profesör, masasından doğrulup saygıyla selamladı genç kadını. Elini açıp masanın önündeki mavi renkli koltuğu işaret etti.
Babacan tavırlı doktor, genç kadının tedirginliğini üzerinden atamadığını fark
edip onu biraz rahatlatmak istedi.
- E, nasılsınız bakalım, bugün hava çok güzel değil mi?
- Evet, öyle gerçekten pırıl pırıl bir güneş var dışarıda, harika bir güz havası.
Doktora cevap verirken bir yandan ürkek bakışlarla gözlerini odadaki eşyalar üzerinde gezdirmeye başladı. Kapının sağında, kırışıksız beyaz bir örtüyle kaplanmış hasta
yatağının bir metre kadar üstünde, duvara asılı bir tablo dikkatini çekti. Akşamki yemek sırasında yaşadıkları geldi aklına. Yemyeşil ağaçların arasında kıvrılarak akan derenin beslediği
bir gölcük… İşte o akşam hayaline yansıyan tam da buna benzer bir yerdi. Doktorun sesiyle irkildi.
Sempatik tavırlarıyla kendisine gülümseyen doktorun yönelttiği soruya hazırlıksız yakalanan Esther, şaşırıp ne diyeceğini bilemedi uzunca bir süre. Aslında bu kez sonucu ne olursa olsun bütün
yaşadıklarını doktoruyla paylaşmak konusunda kesin kararını vermişti. Doktorun ismini en
yakın arkadaşı Selma'dan aldığını söylemekle sözlerine başlayabileceğini düşündü. Selma’nın bir psikiyatr ile ne işi olabilir diye geçirdi aklından ilk kez. Acaba onun da kendisi gibi kimselere bahsetmek istemediği bir rahatsızlığı mı vardı? Odasında konuşmasını bekleyen bu profesör, belki de Selma'nın yakın bir arkadaşının tavsiyesiydi. Kim bilir? Selma’yla ilgili bir ipucu yakalayabilirim umuduyla konuya
arkadaşından girmeyi düşündü.
- Adınızı Selma Hanım’dan aldım.
Durup bekledi bir süre, merak içinde doktorun tepkisini ölçtü. Doktor gülümseyerek "Anlıyorum" dercesine belli belirsiz salladı başını. Başka bir tepki alamayan Esther, sözünü yarım bıraktığını düşünerek devam
etmeye mecbur hissetti kendini.
- Kendisi en iyi arkadaşlarımdan biri...
Her şeyi açık açık anlattığı takdirde kendini daha iyi hissedeceğini biliyordu artık. Yıllarca hayatını zehir eden bu sırrı ilk kez biriyle paylaşmak konusunda hiç bu kadar istekli olmamıştı. İçinde yıllarca hapsettiği zehri bir parça akıtsahafifleyebileceğini, bir türlü yakasını bırakmayan kâbuslardan kurtulabileceğini düşünüyordu. Doktor, sabırla genç kadının konuşmasını bekliyordu.
- Size anlatacaklarımın önemli bir
kısmını Selma Hanım ve eşim dâhil bugüne kadar hiç kimseyle paylaşmadım.
Profesör, masaya dayadığı iki elinden destek alarak öne doğru hafifçeeğildi.
- Sizi anlıyorum, içiniz rahat olsun Esther Hanım, burada anlatacaklarınız asla bu odanın dışına çıkmaz. Bildiğiniz gibi bütün meslektaşlarımla birlikte en çok önem verdiğimiz etik bir kuraldır bu.
Doktorun konuya yaklaşımı had
bildirmekten ziyade, hastasına güven vericiydi. Esther’i biraz olsun
rahatlattı doktorun sözleri, Selma’yı ve Kemal’i bir süreliğine attı kafasından.
Ağaç Ev Sohbetlerinin 75. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizin bu haftaki konusu geleceğe yönelik. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu da yine Sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Haftanın konusu şöyle:
"Bir gün denemeliyim dediğiniz, merak ettiğiniz ve belki bir gün ben de yaparım diye düşündüğünüz bir şey var mı? Belki bir spor, bir dans, bir çeşit gezi türü, bir yaşam stili, bir yemek, bir araç veya cihaz, belki bir oyun... Yani aklınıza gelebilecek her şey olur. Sadece düşünün bakalım bir gün ben bunu yapmak isterim, yapmalıyım dediğiniz ve size ilginç gelen o şey nedir?"
Genç olsaydım muhtemelen uzun bir liste hazırlardım. Ancak bu yaşlarda çok şey gelmiyor insanın aklına. Bunun sebebi üzerine kafa yormak belki daha da ilginç gelebilir. Belki yapmak istediklerimin çoğunu gerçekleştirdim, belki de zaman istediğim her şeye ulaşmamın mümkün olamayacağını öğretti. Bu yüzden bu vakitten sonra fazla büyük hedeflerim yok sanırım. "Belki bir gün ben de yaparım." cümlesi ana fikir olarak belirlendiğine göre hayalcilikten öte, gelecekte bir gün gerçekleşmesi mümkün olan şeylerden bahsetmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Üniversiteden yeni mezun olduğum yıllarda bir gün mutlaka yapmak istediğim şeylerle bugün düşündüklerim arasında büyük farklar olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde. Meselâ iş yaşamını ele alalım. Ben de pek çok meslektaşım gibi belli bir tecrübeye sahip olduktan sonra kendi işimi kurup zengin olmak isterdim bir zamanlar. Bu hedefimin kendi işimi kurmak kısmını gerçekleştirdim ama ikinci kısmının dışarıdan göründüğü kadar kolay olmadığını anladım. Zengin olmak için iyi bir tahsil, yetenek, çok çalışmak yeterli değilmiş! Ayrıca karakter yapımın da bu işlere uygun olmadığının farkına vardım. Bende olmayan başka şeyler lâzımmış. Yine aynı nedenle devlet memurluğunu tercih etmedim, siyasi ve büyük ticari hedeflerim olmadı. Özetle ülkemi tanıdıkça bu işlerin başka türlü yürüdüğünü ve benim bu işler için biçilmiş kaftan olmadığını anladım.
Uzunca bir dönem meslek sevgisiyle oluşturduğum kariyerim dışında yapmak istediğim şeylerden biri, sahibi olacağım bir restaurant işletmekti. Bu hedefime de ulaştım. Karşıdan gıpta ile bakılan bir işti. Büyük zevk aldım. Ne var ki, hizmet sektöründe çalışacak kalifiye eleman bulmak oldukça zordu. İşini bilenler ahlâk bakımından zayıf, ahlâkı düzgün olanlar ise işten anlamayan kişilerdi. İşler öyle bir hale gelmişti ki, kim çalışan kim işveren birbirinden ayırt etmek hayli zordu. Önce keyif almak niyetiyle başladığımız iş belli bir süre sonra iyice canımızı sıkmaya başladı ve sonunda işletmeyi kapattık. Bizim için bu süreç tatlı bir anı olarak mazide kaldı.
Halen yoğun bir iş hayatından sonra emekliliğin tadını çıkarmaktayım. Bu benim için inanılmaz keyif verici. İster kamu, isterse özel sektöründe olsun, pek çok meslek grubunda karşılaşılması muhtemel değer bilmez insanların sabahtan akşama kadar ağız kokusunu çekmiyor, istediğim saatte yatıp kalkıyor, hayatımı tamamen kendi isteklerime göre yönlendiriyorum.
Önümüzdeki günler ne gösterir bilemem ama edebiyat, siyaset, felsefe, ekonomi, din, sanat ve kültür konularında sohbet edebileceğim bir çevre edinmek yapmak istediklerim arasında. Fakat bu konuda fazla seçici olduğumun farkındayım. Aklını kullanmayan, fanatik, gündelik kısır tartışmaların arasına sıkışmış, kişisel çıkar peşinde koşan, eğitimsiz kişilerin çoğunlukta olduğu bir dünyada böyle bir ortam bulmanın hayli zor olduğunu düşünüyorum. Yurtiçinde ve yurtdışında yeni yerler gezip görmek, dünyayı daha iyi tanımak istiyorum. Sağlığım elverdiğince bol bol kitap okumak, yazmak ömrümün sonuna dek yapmak istediğim şeyler.
Elbette pandemi süreci pek çok isteklerimize gem vuruyor. Yılın ikinci yarısında ilk kitabımı çıkartmak, yeni bir dil öğrenmek, mümkün olduğunca tiyatro ve konserlere gitmek diğer hedeflerim arasında.
Umarım herkes yaşamdan beklentilerine tez zamanda kavuşur.
Yazım kuralları konusunda genellikle TDK'yi rehber kabul ederiz ve bir bakımdan mecburuz buna. Aksi halde her kafadan bir ses çıkar, bundan en zararlı çıkan da dilimiz olur. Ne var ki yanlış ve keyfi bazı uygulamalar son derece rahatsız edici. Geçen gün ulusal kanallardan birinde şöyle bir haber alt yazısı gördüm:
"Silâhlı telefon gasbı,kamera kaydı incelenerek çözüldü."
"Gasbı" sözcüğü kulağıma hiç hoş gelmedi, masaya yatırdım.
TDK'ye göre bu sözcüğün anlamı ve yazılışları şöyle:
Gasp: Bir malı sahibinin izni ve haberi olmadan zorla alma
Gasbetmek: Bir şeyi zorla, izinsiz almak
Bilindiği üzere Türkçe kökenli kelimelerin sonunda b, c, d, g ünsüzleri bulunmaz. Sonu bu harflerle biten yabancı sözcükler de Türkçeye uydurularak p, ç, t, k harfleriyle değiştirilmiş ve bence de doğru bir şey yapılmıştır. Nitekim Arapça kökenli "gasb" sözcüğü de benzer şekilde "gasp" olarak dilimize geçmiştir. Buraya kadar anormal bir durum yok.
Çok heceli kelimeler ünlüyle başlayan bir ek aldıklarında sonlarında bulunan p, ç, t, k ünsüzleri yumuşayarak b, c, d, ğ'ye dönüşür. Örneğin; kazanç-->kazan-cı, ağaç --> ağa-cı gibi.
Tek heceli kelimelerin sonunda bulunan p, ç, t, k ünsüzleri ise iki ünlü arasında korunur. Örneğin;
göç --> göç-ü, kaç --> kaç-ıncı gibi.
TDK'nin yukarıdaki kuralı gereği;
"Gasp" tek heceli bir sözcük olduğu için doğru olan yazım şekli "gasbı" değil "gaspı" olmalıdır.
Diğer taraftan "gasp etmek" bileşik bir eylemdir. Birleşik eylemlerde ilk sözcük yardımcı bir eylemle birleşirken yeni bir ses doğarsa iki sözcük birlikte yazılır ve doğan ses de eyleme eklenir. Örneğin; affetmek, hissetmek, reddetmek, affolmak gibi. Sözcük bu durumlarda, etmek, olmak, eylemek vb. yardımcı eylemlerle birleşir. Lâkin ses düşmesi ya da ses artması yoksa ayrı yazılır. Örneğin; andiçmek değil, ant içmek, cengetmek değil, cenk etmek gibi.
TV, internet ve gazete, kitap, dergi gibi yayınlarda farklı kullanımlarında sıkça rastlanan "gasp" sözcüğü kafa karıştırmaya devam ederken ben "gaspı" ve "gasp etmek" yazılışlarının doğru olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde TDK, "zapt" sözcüğü cümle içinde, "zaptı" ve "zapt etmek" şeklinde kullanmaktadır.
Mutabakat zaptı, yetki gaspı (TDK'ye göre yetki gasbı) gibi sözler hukukta sık sık kullanılmaktadır.
Sonuç olarak doğru yazılışlar "gasp --> gaspı, gasp etmek" olması gerekirken TDK tarafından kullanılan "gasp --> gasbı, gasbetmek" yazılışları bence birer büyük hatadır.
İnternet ve medyada farklı kullanımlara bir bakalım ve işin vahametini görelim:
"İstanbul Piyalepaşa'da dün gece üç ayrı taksici gasp edildi." - Cumhuriyet gazetesi
"Akar Hotel bu parkın yaklaşık üçte birini zaptetti." Hürriyet gazetesi
Ağaç Ev Sohbetlerinin 74. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizde bu haftanın konusu çocukluk anılarımıza uzanıyor. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi bu haftanın konusunu belirledi. Bizden cevaplandırmamızı istediği sorular ise şöyle:
Çocukluğunuzda yetişkinlerin veya sizden büyüklerin sizi korkutmak amacıyla veya gerçekten inanarak anlattığı öcü, cadı, hayalet vs hikayeleri var mıydı? Bununla ilgili anılarınızı anlatır mısınız?
Çocukken cadılarla, peri ve hayaletlerle bir ilişkim olduğunu hatırlamıyorum doğrusu. "Çocukluğumun Komşuları" yazı dizimde bahsettiğim Şaver Hanım Teyze'den korkardık sadece. Gerçekten de dış görünüşü korkunçtu. Boyu kısacıktı, derin göz çukurları içine gömülmüş çakır gözleri, sarkık yanaklarıyla şeytan gibi gelirdi gözümüze. Zavallı kadıncağız bakkala gitmek için sokağın başında göründüğünde, mahallenin bütün çocuklarıyla beraber evlerimizin en ücra köşelerine saklanırdık. Bazen boş bulunur, geldiğini fark edemezdik. Kaçmaya fırsat bulamadığımız o talihsiz zamanlarda, annelerimizin arkasına saklanırdık. Annelerimiz kolumuzdan çekiştirerek yüzümüzü açmaya çalışır, yaşlı kadının gönlünü alsınlar diye bizleri sakinleştirmeye çalışır, "Bak, Şaver Teyzen seni çok seviyor, niye korkuyorsun?" derlerdi ama bizler yine bildiğimizi okur, devekuşunun başını kuma gömdüğü gibi annemizin eteklerine sarılır kadının şeytani bakışlarından sakınırdık. Şaver Teyzenin bu durum pek hoşuna gitmezdi tabii. Korkunç ve çirkin yüzünden emin olduğu halde gafil avlanıp yakalanan biz çocuklara sitemle karışık, ufak yollu çıkışır, "Neden korkuyorsunuz benden, ben annenizden daha güzelim." derdi. Diğer taraftan yeri gelir, annelerin kurtarıcısı olurdu Şaver Hanım Teyze. Yaramazlık yaptığımızda, "Bir daha yap bak, Şaver Teyzeye vereceğim, seni şalvarına sokacak." derler, biz çocukların gözlerini korkuturlardı.
Şaver Teyzeyi bir tarafa koyarsak, bizim ailenin asıl öcüsü, hayaleti, cini, kendi, öz babamdı. Annem ne kadar sessiz, sakin, çocuklarına kol kanat geren, kıllarına zarar gelmesinden ödü kopan biriyse, babam onun tam aksine disiplinli, sert, hatta gaddardı. Akşam saatlerinde diğer çocuklar işten dönen babalarına koşar onları karşılarken biz ters yöne, evimize doğru kaçar saklanırdık dayak yememek için babamızdan. Çocukken top oynadığımda aşırı derecede terlerdim. Babam için affedilmeyen bir durumdu bu! Akşam evdeyken kardeşlerimle birlikte ders kitaplarımızı açar çalışır ya da çalışır görünürdük gözüne. Bu da büyük kabahatti, neden akşama kadar dersimizi bitirmemiştik! Ertesi gün eve geldiğinde elimizde kitap olmazdı. Nasıl olsa bu vakte kadar dersimizi niye yapmadın sorusuna muhatap olmayacaktık. Öyle zannediyorduk. Yanıldığımızı anlamamız fazla sürmemiş, yine cezadan kurtulamamıştık. Bu seferki kabahatimiz boş boş oturup elimize niye bir kitap almadığımızdı. Yani, ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik, babamızın ne zaman neye kızacağı bilinmezdi. Yaşamı sona ermiş bir kişi hakkında konuşmak şimdi bana ağır gelse de, durum buydu. En iyisi ben burada keseyim...