KATEGORİLER

5 Mart 2021 Cuma

SON DANS BÖLÜM 18

Kapıyı hafifçe vurup içeri giren Ümit, Kemal'i bilgisayarın başında, kendinden geçmiş bir halde, posta kutusuna düşen mailleri cevaplarken buldu. Varlığını hissettirmek için bir iki kez tıksırdı. Bezgin bir halde başını kaldıran Kemal, boş gözlerle Finans Müdürüne baktı.

- Gitmedin mi sen daha?

Ümit, Kemal'in beklenmedik tepkisi karşısında şaşırmıştı.

- Kemal Bey, Mr. Knudsen ve Anna'yı yemeğe davet etmiştik ya. Hemen çıkmamız lazım, geç kalıyoruz, size hatırlatmak istedim.

Kemal, saatine baktı. Altına iğne batmışçasına yerinden fırlayarak Ümit'e bağırmaya başladı.

- Niye daha önce haber vermedin, Tanrım rezil olacağız insanlara! 

Yarım saat sonra Osmanlı mutfağının en özgün lezzetlerini sunan Deraliye Restaurant'ta kendilerine ayrılan dört kişilik masada yerlerini almışlardı. Kemal tedirgin, Ümit ise son derece sakin görünüyordu. Birkaç dakika sonra Mr. Hans Knudsen, yanında yardımcısı Anna Karsch olduğu halde kapıdan içeri girdi. Ümit elini kaldırarak konuklara yerlerini belli etti. El sıkışma merasiminin ardından, gelenleri nezaket icabı masanın köşe kanepesine buyur ettiler. Kemal, Hans'ın, Ümit de Anna'nın karşısına geçti. Şef garson her birine deri kaplı birer menü uzatarak içecek olarak ne arzu ettiklerini sordu. Hans'ın rakıyı tercih etmesi, yemeğin keyifli bir ortamda geçeceğinin ilk habercisiydi. Kemal'in yemek seçiminde Anna'ya yardımcı olmaya çalıştığı esnada toplantıda yaşadıkları aklına gelince içine bir heyecan dalgası yayıldı. 15. Yüzyılda Fatih Sultan Mehmet'in en sevdiği "Nırbaç"ı öneren Kemal, menüdeki bir fotoğrafı gösterirken bunun kuzu eti ve köfteden oluşan, havuçlu, kişniş, tarçın, zencefil, damla sakızı ve nar ekşisiyle tatlandırılmış güzel bir tencere yemeği olduğunu söyledi. Ana yemekler gelinceye kadar garsonlar, nefis meze ve ara sıcak tabaklarıyla masayı donattılar. 

Klasik Türk müziğinin seçkin eserleri eşliğinde Osmanlı mutfağının nadide yemeklerinin tadını çıkarmaya başlayan grup, bir yandan içkilerini yudumlarken diğer yandan samimi bir sohbetin içinde buldular kendilerini. Rakı kadehlerini birbiri ardına yuvarlayan Hans'ın yüzü kırmızı bir elmaya dönmüştü. Kemal'in çok güzel Almanca konuştuğunu söyleyip onu abartılı bir şekilde övdükten sonra,

- Bugün güzel iş çıkartınız dostum, kadehimi işbirliğimizin şerefine kaldırıyorum, dedi. Prost! diyerek hep birlikte bardaklarını havaya kaldırıp tokuşturdular. Rakısından birkaç yudum çeken Hans, peltekleşmeye başlayan ağzıyla, nerede öğrendiniz dilimizi? diye sordu.

- Berlin, die deutSCHule dil okulunda, diye cevap verdi Kemal. Bunu duyar duymaz Anna'nın ağzındaki lokma boğazına takıldı. Büyük bir şaşkınlık içinde Kemal'e dikti gözlerini.

- Ne diyorsunuz, ben orada öğretmenlik yaptım. Bu kez şaşırma sırası Kemal'e gelmişti. 

- Ne zaman? diye sordu.

- Üç yıl çalıştım o okulda, iki yıl kadar önce ayrılıp GGC şirketine geçtim.

- Ben de üç yıl önce aynı dil okulundaydım. Belki bir yerlerde karşılaşmış olabiliriz. Aklına Esther geldi. Beni değil de eşim Esther'i mutlaka tanıyor olmalısınız. 

- Esther Gritsch'i mi?

- Ta kendisi, Esther benim Almanca öğretmenimdi, birbirimize aşık olduk ve üç yıl önce evlendik.

- İnanamıyorum, Esther en iyi arkadaşlarımdan biriydi benim. Fakat sonra nasıl olduysa birbirimizin izini kaybettik. İyi değil mi? O şimdi Türkiye'de mi yaşıyor ?

- Kendisi gayet iyi, evet, burada birlikteyiz. Arkadaş olduğunuzu bilseydim, onu da getirirdim. Durun, şimdi arıyorum, Onun için de büyük sürpriz olacak!

Kemal cep telefonunu çıkarıp karısını aradı heyecanla. Telefonu uzun uzun çaldı ama cevap veren olmadı. 

- Allah, Allah, ilk kez telefonu kapalı. Şarjı bitmiş olmalı, dedi.

İçine bir kurt düşmüş, Esther'i merak etmeye başlamıştı. İlk kez telefonla ona ulaşamamıştı ama biraz düşününce, neredeyse bir yıldır karısını telefonla hiç aramadığını anımsadı. Ne kadar utanılacak bir durum! diye geçirdi aklından. Son kadehleri içip hesabı ödedikten sonra misafirlerle vedalaştılar. Şoför Kemal'i evine bıraktı. Seri adımlarla asansöre yaklaştı, cebinden anahtarını çıkarıp daireni kapısını açtı. Kedi gibi sessiz ve ürkek hareketlerle yatak odasına ilerledi. Her gün gelişini bekleyen Esther, doktorun verdiği ilaç sayesinde yatağına uzanmış derin bir uykuya dalmıştı.  

Bir hafta sonra, Profesör Dr. Cevdet Saran’ın muayenesine gelen Esther, doğruca köşedeki beyaz zambağın yanına gitti. Derin derin çekti içine çiçeğin güzel kokusunu. Neşeyle odasından çıkan doktor, genç kadını güler yüzle karşıladı.

- Hoş geldin Ester,  nasılsın bakalım?

- Daha iyiyim Hocam, teşekkür ederim. Beyaz zambakla özlem gideriyordum. Ne kadar zarif bir çiçek, onun yanında huzur buluyorum.

- Öyle mi? Sevdiyseniz bahçemde çoğalttığım beyaz zambaklardan birini hediye edebilirim size. Ama önce konuşmamız lazım, hadi gelin şimdi, odama geçelim.  

Doktor, rahatsız edilmemeleri konusunda sekreteri uyardıktan sonra kapıyı çekti.

Profesör Dr. Cevdet Saran, Esther'in ziyaretinden sonraki haftayı sadece onun derdine çözüm aramakla geçirmişti. Masasının altına monte ettiği cihaza kaydettiği konuşmaları defalarca dinlemiş, uzun uzun notlar almış, kafasında türlü planlar kurmuştu. Profesörün sıra dışı tedavi yöntemleri hakkında ağızdan ağıza türlü rivayetler dolaşıyordu ama hiçbir hasta ya da hasta yakınının bunlardan şikayetçi olduğuna dair en ufak bir laf duyulmamıştı bugüne kadar. İnternetteki bütün yorumlar, doktorun sihirli gücüne hayranlık ve sonsuz minnet duygularını yansıtıyordu. Hastalarıyla kurduğu iletişimin yanı sıra onu diğer meslektaşlarından ayıran en önemli özellik, tedavi ettiği insanlarla ruhsal bir bütünlük sağlamasıydı. Gestalt terapi yöntemini benimseyen doktor, geçmişi ve geleceği bir yana iterek şimdiki zamana odaklanıyor, hastalarıyla yakın ilişki kurup sıra dışı yöntemlerle yaşanan tıkanıkları onlarla birlikte çözmeye çalışıyordu. Hiçbir doktorun aklından, hayalinden dahi geçmeyen kendine özgü tedavi usulleri vardı. Kapısını çalan hastalar konusunda son derece seçici davranırdı. İki ana prensibinden biri karşılıklı güven, diğeri ise gizlilikti. Oysa bir şeyi ne kadar gizlemeye çalışılırsan, o yine bir yolunu bulur dillere düşerdi. Karşılıklı güven vazgeçemediği prensiplerinden biriydi. Hastalarının kayıtsız, şartsız güvenini kazanmadan önce tedaviye başlamaz, tedavi sırasında, kendisine dair en ufak bir kuşku duyulması halinde aldığı bütün parayı iade ederek tedaviyi yarıda keserdi. Onun da hastaya güvenmesi gerekiyordu. Güvenmediği hastaları kesinlikle kabul etmezdi. Ancak onun nazarında hastaya güven, dediklerinin harfiyen yerine getirilmesi bir yana hastalarının mali gücüyle ilgiliydi. Zira alacağı yüksek ücretin dışında izlediği tedavi süreci sabır ve genellikle yüksek meblağlarda harcama gerektiriyordu. Kabul ettiği hasta, istediği düzeye gelinceye kadar asla yeni bir hasta kabul etmezdi. Adının bazı çevrelerde sosyete doktoruna çıkmasının bir asıl sebebi de buydu.

Cemiyet hayatında doktorun tedavi yöntemi hakkında doğru yanlış bir sürü dedikodu dolaşıyordu. Onlardan biri şizofreni hastası genç bir adamla ilgiliydi. Holding sahibi, mütedeyyin bir ailenin veliahtı olan bu genç her gece rüyasında Cebrail'i görüyor, sabah namazını kıldıktan sonra Allah'ın emrini yerine getirmek üzere  iki yaşına yeni girmiş oğlunu bahçeye götürüp yanına aldığı keskin bir bıçakla onu kurban etmeye kalkıyormuş. Durumu bilen karısı her seferinde çığlık çığlığa komşulardan yardım isteyip adamın elinden zor kurtarıyormuş çocuğu. Sonunda dedesi zavallı torununu yanına almış. Şizofreni hastası oğlunu da kaptığı gibi bizim profesörün yanına getirmiş. Profesör genç adamla bütünleşmek için sakal bırakmış, onunla üç ay boyunca beş vakit namaz kılmış. Hac mevsimi gelince birlikte hacca gitmişler. Doktor yola çıkmadan önce oradaki meslektaşlarıyla bir takım hazırlıklar yapmış tabii. Hac ibadetini tamamladıktan sonra Mekke'de bir polikliniğe götürmüş adamı. Hipnoz tekniği ile işe başlamışlar, adama bir takım telkinlerde bulunmuşlar. Hasta kendine geldiğinde karşısına ak sakallı bir dede çıkarmışlar, ona "Ben Cebrail'im, sen yanlış anladın beni, Allah oğlunu kesmeni istemedi senden, git şimdi oğlunun yerine bir koç kurban et" demiş. O günden sonra bir daha böyle bir girişimi olmamış genç adamın, babasının yanında işe başlayıp çocuğunu yanına almış. Holdingin sahibi oğlunun iyileştiğini görünce doktora "Dile benden ne dilersen." demiş. Yine bir söylentiye göre şu an içinde bulunduğu gösterişli muayenehane, tedavi ettiği hastanın babası olan zengin iş adamının hediyesiymiş!   

Esther'de aradığından fazlasını bulan doktor büyük bir coşkuyla sarılmıştı işe. Bu coşkunun nedeni, genç kadının, doktorun eski eşine inanılmaz ölçüde benzerliğiydi. Sadece fiziksel anlamda değil, Esther'in çektiği sıkıntıların aynısını yaşatmıştı eşine. Mesleğine olan tutkusu gözünü kör etmiş, ailesini ihmal etmişti. Oysa, aynı Kemal gibi o da eşini çok seviyordu. Sevginin sadece korumak, kollamak değil, aynı zamanda birlikte hoşça vakit geçirmek, aynı şeylerden zevk almak, paylaşmak olduğunu öğrendiğinde artık çok geç kalmıştı. Eşi ondan ümidini kesince geri dönülmez bir yola girmiş ve tatsız bir şekilde ilişkileri son bulmuştu. Esther'i sağlığına kavuşturma mücadelesiyle birlikte bir bakıma günâh çıkartıyordu Profesör.

Bir saat boyunca dinledi genç kadını. Esther, doktora verdiği sözü tutmuş, ilaçlarını saati saatine almıştı. Birkaç gece gözünü kırpmadan sabahı sabah etse de, genel olarak uykusu düzene girmiş, sadece bir gece kâbus görmüştü. Doktorun yanında kendini sonsuz bir güven ve huzur içinde hissediyordu. Sanki onu yıllar önceden tanıyor gibiydi. Uzun bir zaman sonra kimseye anlatamadığı sırlarını paylaştığı bu adamın her dediğini yapacak kıvama gelmişti artık. Yine içini boşaltmış, bütün duygularını ortaya dökmüş, merak içinde doktorun ağzından çıkacak talimatları bekliyordu. 

- Durumunuzu çok iyi anlıyorum Esther, dedi Doktor. Eşinle birbirinize karşı saygınızı korumuşsunuz. Bu ilişkilerde son derece önemli. Ancak sevgi sadece karşınızdaki kişiye sabır göstermek, hoşgörülü olmak, kol kanat germek değildir. Gerçek sevgi, kişileri yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur. Bazen insanlar saplantı halinde herhangi bir konuya kaptırırlar kendilerini. Anladığım kadarıyla Kemal Bey, üstlendiği yeni görev nedeniyle sosyal açıdan kabul edilmez bir davranışta bulunmaktan, bir başka deyişle, başarısızlığa uğrayıp rezil olmaktan korkuyor. Bu bir tür obsesif kompulsif bozukluk. Halk arasında işkoliklik olarak biliniyor. Kişinin elinde olmayan bu rahatsızlık başta kendisi olmak üzere ailesine de zarar verebilir. İşkolikler, yaptıkları ile elde ettikleri arasında bir ilişki kuramazlar. Onlar sadece işleriyle evlidir. Bu bağ öylesine güçlüdür ki, kendilerinden önce iş hayatlarının gelmesini normal karşılarlar. Eş, özel hayat, önemli günler, aile toplantıları gibi kavramlar işkolikler için önem listesinin son sıralarındadır. Senin sorunun ise eşinin rahatsızlığına bağlı hasta yakını depresyonu. Kemal Bey'i eski haline döndürebilirsek bir taşla iki kuş vurmuş olacağız.

Esther, dikkatle dinledi Doktoru. Anlattıkları doğruydu ancak doktorun bu konuyu nasıl çözeceğini merak ediyordu.

- Hocam, dediklerinize katılıyorum, peki ne yapmamız gerekiyor? 

- Şimdi seninle bir oyun oynayacağız, umarım biraz rol yapma kabiliyetin vardır, dedi Doktor gülümseyerek. Şaşırmıştı Esther.

- Ne oyunu bu? diye sordu, merakla.

- Acele etme, hepsini anlatacağım.

Dışarıdan sipariş ettikleri yemekleri yedikten sonra tombul sekreterine izin veren doktor, onun muayenehaneden çıkmasıyla birlikte kafasındaki planı bütün detaylarıyla anlattı genç kadına.  

Akşama doğru eve dönüş yolunda karışık duygular içindeydi, Esther 

Devam edecek

  


1 Mart 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 80

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 80. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu Aynadaki Yansıman belirlemiş. Bizi yine hayaller alemine gönderen arkadaşımızın sorusu şöyle: 

"Eğer bir masal karakteri olsanız nasıl biri olurdunuz? Görünüşünüz, kıyafetiniz, özel yeteneğiniz, yaşadığınız yer nasıl olurdu?"

Bu haftanın konusunun bir benzeri, Ağaç Ev Sohbetlerinin 13. Haftasında işlenmiş. İrem Can arkadaşımız "En beğendiğiniz ya da size en yakın gelen süper kahraman var mı? Peki süper kahramanınızın en sevdiğiniz özelliği nedir?" sorularıyla konuyu belirlemiş, ben de düşüncelerimi şöyle aktarmıştım. 

Bu kez çıtayı zirveye taşımak istiyorum ki, bunun üzerinde bir karakteri şüphesiz, hiç kimse hayal edemez. Bilindiği üzere gerçeklerin sınırı varken hayaller sınırsızdır.  Şimdi size hayalimdeki kahramanı söylemeye kalksam bana deli gömleği giydireceğiniz kesin. Bu yüzden yerine göz diktiğim kişiyi yazdıklarımdan çıkartmanız gerekecek. Bir kere sonsuz kudrete sahip bir karakter olurdum, üstesinden gelemeyeceğim hiçbir şey düşünülemezdi. Beni görmenizi istemezdim ama varlığım içinize korku salardı. Doğal olarak ölüm nedir bilmezdim. Size mesaj göndermek istediğimde aranızdan birilerini seçerdim. Kıyafete falan ihtiyacım olmazdı. Hayalinizde beni farklı canlandırır, tuhaf bir şekilde şahsımı hoşnut etmeye, gazabımdan korunmaya çalışırdınız. Aslında bütün bu yaptıklarınıza kıs kıs gülerdim içimden. Çünkü beni hoşnut etme çabalarınızı, sanki kaçacak bir yeriniz varmış gibi benden korunmaya çalışmanızı komik bulurdum. 

Göğün yedinci katında yaşadığımı sanırdı çoğunuz. Oysa ben size şah damarınız kadar yakın olurdum. Hepinizin aklından geçeni görür, ne haltlar karıştırdığınızı adım gibi bilirdim. Size güvenerek şeytanla pazarlığa zinhar, girmezdim. Baktım ki şeytan size kibirlenip bana karşı geldi, onu alıp hemen dünyaya ışınlardım. Buna gücümün yetmeyeceğini kim iddia edebilir? E, yanınızda şeytan olmayacağına göre kötülükten de söz edilmezdi artık. Hepiniz güzel güzel cennetimde yaşardınız. Cenneti size bilmem anlatmama gerek var mı? Yok, umduğunuz gibi olmazdı sanırım. Erkekler darılmasın ama huriye falan gerek görmezdim orada, cinsiyet ayrımcılığı yapmayı yakıştıramazdım kendime. Birbirinizle idare ederdiniz artık. Cehennemin kapısına kilit vururdum. Yazık değil mi, onca ateşe, külli enerji israfı. İsrafı sevmediğimi söylemiş miydim?  

Dedim ya, yine de güvenemezdim size, tecrübeyle sabit. Şeytan yanınızda olmasa bile, birbirinizi yerdiniz yine. Bu yüzden eşeğimi sağlama bağlar, ahireti falan beklemeyip gösterirdim hemen adaletimi. Ne demişler, geciken adalet zulümdür. Biriniz diğerinizin hakkını mı yedi, yallah dünyaya, ışınlardım şeytanın yanına.   

28 Şubat 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 17

Havanın serinliğine aldırmaksızın salonun penceresini açtı, bir gün önceden plânladığı işleri bitirmiş olmanın verdiği huzur içinde, külçe gibi bıraktı kendini koltuğa. Günün yorgunluğunu üzerinden atmak için özenerek hazırladığı Türk kahvesini yudumlamadan önce fincanı burnuna doğru yaklaştırdı, kahvenin yoğun, baharatımsı kokusunu doyasıya içine çekti. Fiskos masasının üzerindeki cep telefonunun kendiliğinden kapandığını fark edince hemen cihazı şarja bağlayıp açma düğmesine bastı. Hiç alışık olmadığı sükunetin sebebini anladı. Sabah erkenden kalkarak Hasan’a kahvaltı sofrasını hazırlamıştı. Kocasını uğurladıktan sonra kirli çamaşırları makineye atıp Timur’un karnını doyurmuş ve onu bir alt kattaki annesine bırakmıştı. Daha sonra evi baştan aşağı bir güzel silip süpürmüştü. Selma, çevresinde bulunan herkese sık sık annemin hakkını ödeyemem, diyordu. Her başı sıkıştığında çocuğu annesine bırakıp rahat bir şekilde ev işlerini yapıyor, canının istediği zaman, istediği yere gidebiliyordu. Hasan'ın işleri bozulduktan sonra eski lüks yaşamlarını terk etmek zorunda kalmışlar,  annesiyle birlikte altlı üstlü oturdukları bu iki küçük daireyi ellerinde kalan son parayla almışlardı. Keyif sigarasını yakmak üzere çakmağa uzandığı sırada cep telefonunun sesi çınlamaya başladı. Aydınlanan ekrana baktı, Jale’nin adını görünce şarj kablosunu çıkarmadan aç tuşuna bastı.

- Alo, Selma, sabahtan beri kaçıncı kez arıyorum, telefonun hep kapalı, çok merak ettim, ters bir durum yoktur inşallah!

- İyiyim, iyiyim, bir sorun yok. Evin işlerinden başımı kaldıramadım, bu arada şarjım bitmiş, telefonun kapandığını fark etmemişim.

- Aman çok şükür, sonunda Hasan’ı arayacaktım, o da boşu boşuna panik yapacaktı. 

- Yok canım, Hasan rahat adamdır, öyle panik falan yapmaz, duymamıştır ya da şarjı bitmiştir deyip çıkar işinden.

- Neyse, bak şimdi sana anlatacaklarım var, dışarıda bir yerde buluşalım mı, ne dersin?

- Kusura bakma Jale, şu an hiçbir yere çıkacak halim yok, işlerim daha yeni bitti, kendime bir kahve yapıp koltuğa attım kendimi.

- Ama bak, çok önemli! Dün gece yeni bir şey keşfettim. Sanırım Rahibe Margaret’in ruhunu taşıyorum. Sana bundan bahsetmem lâzım.

Selma, Jale’nin elinden kurtulamayacağını anlamıştı, deli bu kız diye geçirdi aklından.

- Seni dinlerim ama inan ki bu halde dışarı çıkmam mümkün değil, istersen bana gel.

- Peki, ne yapalım, geleyim bari, sen çay suyunu koy, ben de hemen çıkıp atıştırmak için bir şeyler alayım.

- Tamam,  hadi, bekliyorum o zaman.

Herkesin derdi başka, deyip gülmekten kendini alamadı, Selma. Bu kız reenkarnasyona takmış kafayı. Ne fark eder sanki, daha önce kimin bedeninde yaşadıysan yaşadın. Bunun sana ne faydası var şimdi? Ama yine de komik kız, eğlendiriyor beni. Fincanını ters çevirdi, bir de falıma baksın bakalım neler zırvalayacak, diye söylendi.

Daha yarım saat geçmeden Jale kapıya dayanmıştı. Önce üzerinde BigChefs yazılı kâğıt çantayı daha sonra sırtından çıkardığı taba renkli şık kaşe kabanı Selma'ya uzattı. Üstüne oturan yırtık bir blucin, Emperio Armani marka siyah bir kazak giymişti. Ayağında bileği kavrayıp baldırları kapatan son moda siyah deri çizmeler vardı. Boynuna astığı altın zincirin ucunda burcunu yansıtan iri bir yengeç figürü sallanıyordu. İki kadın dudaklarını büzüp yanaklarını hafifçe birbirine değdirdikten sonra salona geçtiler. Jale'nin heyecanı gözlerinden okunuyordu. Hal hatır bile sormadan doğrudan konuya girdi.

-  Gel, şekerim, bak sana neler anlatacağım şimdi.

-  Dur kız, sakin ol biraz, geç şöyle bir otur, çay demini aldı, bayatlamadan önce birkaç bardak içelim bari.

Mutfağa geçen Selma, tepsiye koyduğu iki bardak çayın yanına Jale’nin getirdiği San Sebastian ahududu soslu cheesecake’ten birer dilim kesip geri döndü.  

-  Teşekkür ederim canım, dedi Jale. Ben de bütün gün oradan oraya koşturup durdum, saçlarımı boyattım, cilt bakımı, nail art falan yaptırdım, nasıl, güzel olmuş mu?

Ellerini şımarık bir kız çocuğu gibi Selma’ya uzatırken parmağındaki yüzüğü gösterdi.

-  Bak bu da Ayhan’ın bana son ay dönümü hediyesi. Aslında ona kalsa uyduruk bir şey alır gelirdi fakat ben bunda ısrar ettim. Biraz pahalı ama dünyaya bir kere geliyoruz değil mi şekerim?

Selma’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı, ne diyeceğini bilemedi. 

-  Dur bir dakika. Hepsi çok güzel, iyi günlerde kullan, ancak nedir bu ay dönümü kuzum? Adama zorla aldırdığın şey hediye mi olurmuş? Ayrıca sen dünyaya birden fazla geldiğini söylemiyor muydun?

-  Aşk olsun, ay dönümünün ne olduğunu bilmiyorum deme bana sakın. İlk tanıştığımız günden itibaren altı aydır, her ay, aynı günü kutluyoruz biz. Altı ay sonra yıldönümümüz olacak. Tabii o zaman böyle küçük şeylerle beni kandıramayacak. Bak canım, Ayhan kaliteden anlamaz, bana hediye alacağı zaman ona yardımcı olmak zorundayım, aslına bakarsan bu durumun beni üzdüğünü söyleyemem. Ancak dünyaya yeniden gelme konusunda haklısın, evet, ben birden fazla kişinin bedeninde yaşadığıma inanıyorum. Bak sana bunu ispatlayacağım.

Selma donup kalmıştı. Esther’le birlikte nerede hata yaptıklarını düşündü. Çatlak diye dalga geçtikleri Jale, kocasını avucunun içine almış, istediği her şeyi yaptırıyordu.

-  Peki hadi anlat bakalım ama fazla uzatma, Hasan’a yemek hazırlamam lazım.

- O işi kafana takma sen, saat on’dan önce dönmezler. Ayhan’a bu akşamlık izin verdim, Fenerbahçe’nin maçı varmış, döksün biraz kurtlarını. Hasan’la birlikte kulüpte maç izleyecekler. Eve aç gelmeyin, orada bir şeyler atıştırın, dedim.

Ne güzel terbiye etmiş adamı, diye geçirdi aklından, Selma. Kocası değil adeta çocuğu sanki. Acaba Ayhan, göründüğü kadar mutlu mu bu durumdan?

-  Valla pes doğrusu, adamı sustalı maymuna çevirmişsin. Helâl olsun sana. Hadi çayını bitir de tazeleyeyim, sonra devam edersin.

Jale’nin bir dakika beklemeye tahammülü yoktu. Alelacele bardağından son yudumu ağzına devirdi, oturduğu yerden kalkıp Selma’nın peşine takıldı.

- Dün gece bir rüya gördüm, o kadar sahiciydi ki sana anlatamam. Tuna Nehrinin ortasında ufak, yemyeşil bir adada yaşıyordum. Çok sayıda tavşan vardı orada. Bu yüzden adına Tavşan Adası diyorlarmış. Babam o bölgenin kralıymış düşünebiliyor musun? Ayy, harika bir şey bu! Ama ne yazık ki prensesliğim uzun sürmemiş, babam, doğudan gelip topraklarımızı istila eden barbarlara karşı savaşı kaybedince başıma bir kötülük gelmesin diye beni adadaki manastıra göndermiş. O zaman henüz on yaşlarındaymışım. Adadaki manastırda eğitim görüp beş yıl sonra rahibe çıkmışım. Kimseye benim prenses olduğumu söylememişler. Ben de bu durumu unutup kendimi sadece İsa'ya adamış, temizlik başta olmak üzere en ağır ve en zor işleri üstlenmişim. Biliyorsun, benim işe olan düşkünlüğüm geçmiş hayatlarımın ortak yönü. Belki de bu yüzden şimdiki hayatımda iş yapmaktan hoşlanmıyorum artık.

Selma dayanamayıp sordu.

-  Jale ne var bunda ayol, herkes böyle rüyalar görebilir. Hayırdır inşallah deyip hayra yoralım. Bak ben fincanımı çevirdim, sen bırak şimdi bunları da, gel benim bir falıma bak.

-  Dur daha bir şey anlatmadım ki. Gecenin bir yarısında gözlerimi açtım. Bütün detaylar gözümün önünden gitmiyordu. Merak edip internete girdim. Bir de ne göreyim. Gerçekten de Budapeşte şehrinin içinden geçen Tuna Nehrinin üzerinde Tavşan Adası diye küçük bir adacık varmış. Çok heyecanlanmıştım. Biraz daha araştırınca bu adada Margaret adında bir rahibe yaşadığını ve bu rahibenin Moğol istilasından sonra başına bir şey gelmesin diye, babası Macar Kralı Bela tarafından manastıra götürüldüğünü öğrendim. Allah canımı alsın ki doğru söylüyorum. Sence bu kadar tesadüf olabilir mi? Ayhan’dan beni en kısa zamanda ruh eşim Margaret’in yaşadığı adaya götürmesini isteyeceğim.   

Ayhan'la Hasan eve dönene kadar Selma’yı esir alan Jale, gece boyunca Margaret’le ne kadar benzeştiklerini anlatıp durdu. Fenerbahçe’nin galibiyeti ise Hasan’ı ziyadesiyle neşelendirmişti. Ayhan'la Jale'yi uğurladıktan sonra kayınvalidesinden aldığı Timur'u havalara atıp tutarak zavallı çocuğun pestilini çıkardı. Sonunda halsiz düşüp koltuğunda sızan Hasan'ı yatağına sürüklemek yine Selma'ya kalmıştı.

Devam edecek



25 Şubat 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 16

Orta boy cam tepsinin içinde ince porselenden iki fincan dolusu çayla birlikte salona geri dönen Esther, sehpanın diğer tarafındaki koltuğa oturmadan önce fincanlardan birini Selma'ya uzattı.

- Anlattıkların beni çok şaşırttı Selma. Peki bu durum seni hiç mi rahatsız etmiyor?

- Doğrusunu söylemek gerekirse, böyle bir ilişki bana da ters gelmişti önceleri, ama insan zamanla alışıyor işte. Arkadaşlarımdan çoğunun durumu benimkinden daha iyi değil ki.  Sağ eliyle saçını geriye toplarken şen bir kahkaha attı. Sonuçta ben de kendi dünyamı yarattım şekerim.

- Nasıl yani?

- Timur'un doğumundan sonra birlikte zevk alacağımız doğru dürüst bir şey kalmadığını fark ettim. Onu mutlu eden şeyler beni, beni mutlu eden şeyler ise onu mutlu etmiyordu. Ben de onu sevdikleriyle baş başa bıraktım. Timur’la ayrı bir dünya kurduk kendimize. Fırsat buldukça kitap okuyorum. Eşleri benimkine benzeyen arkadaşlarımla günler düzenliyor, sohbet ediyor, yiyor, içiyoruz. Senin gibi birkaç arkadaşım daha var sık görüştüğüm. Onlarla vakit geçiriyoruz işte. Senelik izinlerde birlikte birkaç gün tatil yapıyoruz, hepsi bu.

- Bunun adı da evlilik oluyor yani, öyle mi?

- Aynen öyle. Birbirimize karışmadığımız sürece sorun yok yani.

Esther, duyduklarına inanamıyordu.

- Yıllardır arkadaşımsın, ilk kez anlattın bunları. Tek amacın beni rahatlatmak değil mi?

- Bak Esther, özel hayatımı kimseyle paylaşmamaya özen gösteririm, bana içini dökmeseydin ben yine anlatmazdım bunları sana. Ama bana esas tuhaf gelen senin duygu ve düşüncelerin. İçinde bulunduğun durumdan kurtulman için kimsenin sana faydası dokunmaz, çareyi bizzat kendin üretmen lazım. Sorunlarını Kemal’e anlatmaktan kaçarsan, ondan nasıl destek bekleyebilirsin ki! Seni rahatlatmak istediğim doğru. Evlilik de olsa, sonuçta eşlerin farklı mizaçlara sahip olduğunu, farklı şeylerden hoşlanabileceklerini anlatmaya çalıştım, kendi hayatımı örnek göstererek. İnsanların zevkleri ayrı, sevip sevmediği şeyler farklı olabilir. Evliliğin ilk yıllarında ortak paydalar ararız, hatta bazen bu uğurda fedakârlık yapmaktan kaçınmayız. Hiç istemediğimiz bazı şeyleri sadece eşimiz mutlu olsun diye sever görünürüz. Aradan yıllar geçer, sadece onu değil kendimizi de kandırdığımızı anlarız. Sonunda ya yollar ayrılır ya da herkes kendi yolunda devam eder. Ben ikinci yolu seçtim.

Esther’in kafası iyice karışmıştı. İnsanlar çevresine bakıp başkalarının yaptığı şeyleri normal kabul ediyorlar ve buna göre hayatlarına yön veriyorlardı. Oysa olması gereken herkesin yaptığını yapmak değil, doğru olanı bulmaktı.

- Beni yanlış anladın sen, dedi Esther. Bak ben Kemal’i suçlamıyorum. Benim ondan beklediğim bir şey yok. Ona yardım etmek, gözünü açmak istiyorum. Evlilik, senin anlattığın gibi olmamalı. Eğer ortak şeylerden zevk almıyor, iyi vakit geçiremiyorsan, oturup konuşacak bir konun kalmadıysa birlikte olmanın ne anlamı var? Ben Kemal’le senin ve senin gibilerin durumuna gelmek istemiyorum. Haklısın, benim durumum da sana karışık gelebilir belki. Yani, ortada hiçbir şey yokken, birbirimizi ilk günlerdeki gibi sevmemize rağmen, aramıza soğukluğun girmesi, birbirimizin farkında olmayışımız... Bir yanım bütün sıkıntılarımın tek sebebinin Kemal’in işine karşı duyduğu sorumluluk duygusu olduğunu düşünüp ona hak verirken, diğer yanım bu duruma isyan ediyor. İşinden önce evde kendisini seven, ona hayatını adamış bir kadının beklediğini düşünecek duruma geldiğinde her şeyin düzeleceğine inanıyorum. Evet, onun sorunu benimkinden büyük. İşte bu yüzden bana ihtiyacı var. Ondaki marazi bir durum, biliyorum. Ama ben ona destek olmak konusunda kendimi çok aciz hissediyorum. İşlerinden dolayı bütün sevdiği şeylerden elini ayağını çekmek, kendini bir nevi inzivaya çekmek sağlıklı bir ruh hali değil. 

***

İlaç etkisini göstermiş, başının ağrısı hafiflemişti. Acil olan belgeleri imzaladıktan sonra Ümit’e telefon etti.

- Ümit Bey, seninkilerden bir haber yok mu hâlâ?

- Ben de şimdi sizi arayacaktım Kemal Bey, dedi Ümit. Müsaitseniz yanınıza geleyim.

- Tamam, gel bakalım, deyip kapattı telefonu.

Az sonra kapıyı tıklatıp içeri giren Finans Müdürünün yüzü gülüyordu.

- Oldu bu iş, dedi sevinçle. Bütün taleplerimizi kabul ettiler.

- Yok ya, hiç beklemiyordum, dedi Kemal. Taleplerimizi kabul ettiler demek. Aldığı haber hoşuna gitmişti ama Ümit'in kendine pay çıkarması sinirlerini bozmuştu yine.

- Evet Kemal Bey, sizin ısrarınız üzerine, toplam fiyatın üzerinden yüzde beş indirim yaptılar. 

Kemal, "Hah şöyle, haddini bil." dedi içinden. Sanki bir katkısı olmuş, kalkmış bir de sözüm ona caka satıyordu. Sözlerine devam etti, Ümit.

-  Sizden en az yüzde on indirim istedi Kemal Bey, dedim. Bu oranın altında bir teklifi asla kabul etmez diye ısrar ettim ama yapabilecekleri son teklifin bu olduğunu söylediler.

"İyi bari, kedi, kedi olalı bir fare tuttun bari." diye söylendi içinden. Birden Anna geldi aklına. 

- Aferin. Peki, ne yapıyorlar şimdi?

- Kemal Bey’in onayını almam lazım, dedim, odamda bekliyorlar.

- İyi git kabul ettiğimizi söyle o zaman. Geçenlerde gittiğimiz bir et lokantası vardı, Nalan'a söyle de, orayı arayıp dört kişilik yer ayırtsın akşama. Neşesi yerine gelmişti, Kemal'in, Ümit'e göz attı. Bizi aç bıraktılar demesinler sonra, dedi. Masasının üzerinde incelenmek üzere bekleyen evrak dağına rağmen sırtından önemli bir yük kalkmıştı.

Hemen Feridun Bey’i arayıp müjdeyi vermeyi düşündü. Sabah yediği fırça epey canını sıkmıştı. Bakalım bu kez ne diyecekti. Onca stres, saatlerce harcanan mesai, uykusuz saatlerden sonra en azından tatlı bir söz ya da bir teşekkür hakkıydı. Ama maaş veriyordu ya (!) Ne kadar çalışırsan çalış, yaranamazdın bu patronlara. İnsanı iliğine kadar sömürürler, hayatını, ruhunu, ciğerini söküp alırlardı. Aynı düşündüğü gibi oldu. Feridun Bey, telefonu açıp, soğuk bir şekilde "İyi." demişti sadece. Kuru bir iyi! Ne sevinç, ne mutluluk, ne de teşekkür, hiçbir şey. Sadece üç harf dökülmüştü dudaklarından, iyi... Yine de şans yüzüne gülmüştü. Eğer iş bozulsaydı, açardı bayramlık ağzını yine. Onun gözünde bütün çalışanlar sabahtan akşama kadar ense yapar, bir işten anlamazlardı. Bütün doğru kararlar kendine, başarısızlıkla sonuçlanan bütün yanlış kararlar ise çalışanlarına aitti.  

Devam edecek



24 Şubat 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 79


Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 79. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu Gülten Çapkın belirlemiş. Yaşamımızda tartışılmaz bir öneme sahip olan parayı masaya yatıran arkadaşımızın sorusu şöyle: 

"Para olmadan yaşanır mı?"

Son araştırmalara göre, 4,5 milyar yaşındaki gezegenimizde insan türünün serüveni, yaklaşık 300.000 yıl önce başlamıştır. M.Ö 7. Yüzyılda parayı icat ederek mevcut takas sistemine son veren Lidyalılardan bu yana geçen süre ise sadece 2.700 yıldır. Yani, bugün esiri olduğumuz para, 300.000 yıllık insanlık tarihinin % 1'den daha az bir zaman dilimine karşılık gelmekte! Homo Sapiens Sapiens dünyada geçirdiği sürenin % 99'unda parasız yaşayabildiğine göre, para, insan hayatının vazgeçilmez bir öğesi olamaz.

Para keşfedilmeseydi, dünya bugünkünden çok daha farklı olurdu. Her şeyden önce paranın kullanılmadığı bir dünyada teknoloji ve bilim bu düzeyde gelişemezdi. Diğer taraftan, toplumda gelir adaletsizliğini zirveye taşımak suretiyle insana en büyük zararı veren yine para olmuştur. 191 milyar USD'lik servetiyle dünyanın en zengin insanı unvanını elinde tutan, Amazon CEO'su Jeff Bezos, bu miktardaki paradan elde edeceği faiz, 6.660.000 asgari ücretlinin gelirine eşit! Bu durum insanlar arasında her geçen gün büyümeye devam eden gelir farkının ulaştığı noktayı gözler önüne sermekte. Eğer para olmasaydı, bu meblağa karşılık gelen malı asla elinde tutamazdı.

Para, ilkel kabul ettiğimiz bazı alışkanlıklarımızı bıraktırıp bize gelişmiş! yaşam imkanı sağlamıştır. Bugün, evlerimizde, sanayide kullandığımız elektrik, televizyon, ulaşım ve haberleşme araçları, ısınma ve soğutma sistemleri, sağlık, güvenlik ve savunma sistemlerine kadar sahip olduğumuz pek çok kolaylığı paraya borçluyuz. 

Paranın olmadığı zaman dilimine kısa bir göz atalım. Yerleşik düzene geçtikten sonra insanlar tarım ve hayvancılıkla geçinirlerdi. Takas pazarları kurulur, örneğin bir çiftçi buğday ekiyorsa kendine yetecek miktarının fazlasını, domates ya da yağ gibi ürünlerle, ya da başkalarının beslediği tavuk, koyun veya at gibi hayvanlarla değiştirirdi. Depolama imkanı sınırlı olduğundan, insanlar ihtiyacı olanı ihtiyacı kadar üretirdi. Etrafı sınırlarla çevrili şehirlerden oluşan ve feodal bir yönetim şekline sahip Sümerlerde (M.Ö 4.000-M.Ö 2.000),  her bir şehrin ayrı birer tanrısı vardır.  O yıllarda rahipler, soylular, köleler gibi sosyal sınıflar ortaya çıkmıştı. Köleler ürettiği ürünlerden kendilerine yetecek kadarını alıp geriye kalanı yönetime vermek zorundaydılar. Yöneticiler ve soylular, bir süre sonra maiyetindeki köylülerin ve kölelerinin can ve mallarını korumak için asker bulundurmaya başlamışlar. Yazıyı bulan Sümerleraynı zamanda tarihteki ilk hukuk devletini kurmuşlardır. Köleler, şehir devletlerinin birbirleri arasında yaptıkları savaşlar sırasında esir alınan köylülerden oluşur. Lidyalılara kadar bu durum, aşağı yukarı aynı şekilde devam etmiştir.

Şimdi gelin biraz hayal kuralım ve paranın bilinmediği bir hayatta nelerin olup nelerin olmayacağını düşünelim. Muhtemelen altın ve bazı nadir taşlar paranın yerini alırdı ancak hem miktar bakımından sınırlı kalması hem de teknolojik yetersizliklerden dolayı, bunların elde edilmesi hayli emek isterdi. Yazının icadı insanın her yönden gelişimine önemli katkı sağlasa bile bugünkü ulaşım ve iletişim imkanlarına sahip olamayacağımız için bilim ve teknolojide çok fazla ilerleme kaydedemezdik. Büyük imparatorluklar, süper devletler olmazdı. Aynı nedenle tek tanrılı dinler fazla yayılmaz, her şehir ya da küçük devlet kendi kültür, inanç ve ahlak kurallarını belirlerdi. Örneğin Heredot'a göre, Lidyalılarda bir kız olgunluğa eriştiğinde yeterli çeyizini kazanana kadar fahişelik yapmak zorundaydı. Soylular ve ayrıcalığa sahip sınıflar daha konforlu bir hayat sürerlerdi fakat yaşanan bir kuraklık dahi (Sümerlerde olduğu gibi) devletin çökmesine sebep olabilirdi. Para olmasaydı tüketim toplumunun birer ferdi olmazdık. Sağlık sektörü bugünkü seviyeye gelemezdi, fakat ihtiyacı olan herkes sağlık kurumlarına eşit olarak daha kolay  ulaşabilirdi. Savunma için bugünkü seviyelerde kaynak ayrılmazdı. Savaş, göç ve açlık nedeniyle daha az kişi ölürdü. Elektrik ve nükleer enerji santralleri yapılamazdı belki, ama daha küçük bölgelerin ihtiyacını karşılayabilecek bir takım enerji kaynakları icat edilebilirdi. Nükleer güç, kimyasal silahlar, gdo'lu besinler, insanların bir tarafını iyileştirip diğer tarafını bozan ilaçlar olmaz, sağlığın ticareti yapılmazdı. İnsanlar günümüze kıyasla tüketim aracı olmazdı. Yine de aralarından filozoflar, sanatçılar, bilim insanları çıkardı ama o parasız yaşantının şartlarına uygun olarak daha farklı icatlar, düşünceler ve eserler meydana getirirlerdi. Şehir merkezlerinde çok katlı binalar, AVM'ler, büyük fabrikalar ve orada çalışan insanlar olmazdı. Bunların yerinde yatay ve geniş alanlara dağılmış yerleşimlere, tarım ve hayvancılık ya da el sanatlarına ağırlık verilirdi. İktidar, para kazanma hırsı, inanç ve milli duyguların sömürülmesi bugünkü kadar yoğun olmazdı. 

Peki bu vakitten sonra parayı hayatımızdan çıkarmak mümkün mü? Elbette ki hayır. Para demek, emeğin sömürülmesi demektir. İnsanda egoist duygular ve daha fazlasını elde etme hırsı olduğu sürece parasal gücü elinde tutan azınlık asla sahip olduğu gücü paylaşmaz, bilakis kirli yollardan toplumun yöneticilerini (iktidarı) belirler, yönetime gelenler de velinimeti bildiği bu insanlar daha çok kazanabilsin diye onlara diyet ödemeye devam eder. 

21 Şubat 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 15

Birkaç ay süren bu beraberlikten sonra otelden ayrılmış, Esther'in tek başına kaldığı evde, onunla birlikte yaşamaya başlamıştı. İşletme ihtisasını tamamlayıp ayrılık vakti geldiğinde kesin kararını verdi. Onsuz bir hayatı düşünemezdi artık...

Annesi Lûtfiye Hanım, gelinini sevmişti sevmesine, ancak ailesini her sorduğunda usta manevralarla konuyu değiştiriyor olması, ister istemez, genç kadının geçmişiyle ilgili birtakım soru işaretleri bırakıyordu kafasında. O da her anne gibi, biricik oğlunun, bilinen ya da sonradan soruşturup öğrendiği bir ailenin kızıyla yuva kurmasını arzu ediyordu, yabancı bir geline sahip olacağı aklının ucundan bile geçmemişti. Esther'in ailesi hakkında bilgi alabilmek için kendisini de sıkıştırmaya başlamıştı annesi ilk zamanlar. Bundan da bir sonuç çıkmadığını görünce mecburen durumu kabullenmiş oğlunun gözlerindeki pırıltının hatırına Esther'le nikâh masasına oturmalarına engel olmamıştı. O müthiş gecede, bütün gözlerin Almanya’dan gelecek davetlilere çevrildiği sırada, ihtişamlı beyaz gelinliğin içinde bir peri misali güzel yüzünü göstermişti Esther. Yanında dayısı ve birkaç arkadaşından başka kimsesi yoktu. Neredeyse tamamı oğlan tarafına ait dost ve akrabalardan oluşan topluluk, gelinden çok, gelinin ailesini merak ediyordu. Davetlilerin bitmek tükenmek bilmez sorularına ne tür yalanlar uyduracağını düşünmekten bitap düşen annesi geldi aklına, içten gelen bir gülümseme esir aldı kuruyan dudaklarını.

Evlendikten hemen sonra ilk iş olarak dil derslerine başlamıştı Esther, kısa sürede, Türkçe'yi rahatlıkla konuşur hale gelmişti. Bunun dışında zamanının çoğunu kitap okumakla geçiriyor, her akşam eve döndüğünde, boynuna özlemle sarılıp kendisini ne kadar çok sevdiğini söylüyordu.  

Güzelliğinin yanı sıra Esther'in bir başka özelliği de kendisinden hiç para istememesiydi. Evlendikleri günden bu yana kıyafetlerini, makyaj malzemelerini, kuaför masraflarını ve buna benzer diğer günlük ihtiyaçlarını şahsi kredi kartlarından karşılıyordu. Genellikle alışverişe Selma’yla birlikte çıkar en ünlü markalardan giyinip kuşanırdı. Ona ne zaman para vermeyi teklif etse, Esther, teşekkür edip buna gerek olmadığını belirtirdi. Bir gün dayanamayıp değirmenin suyunun nereden geldiğini sormuştu. Esther neşeli bir kahkaha patlattıktan sonra işi şakaya vurmuş, banka soyduğunu söylemişti. Evlendiği günden beri merak ettiği ama sevgili karısından hiçbir zaman cevap alamadığı konulardan biri de buydu işte. En sıcak sohbetlerinde, söz dolaşıp iki konudan birine geldiğinde ortamın neşeli havası birden değişiyor, gizemli bir şekilde genç kadının gözleri doluyor, ağır bir hüzün çöküyordu üstüne. Güzel kadının ısrarla konuşmaktan kaçındığı konulardan biri ailesi, diğeri yaptığı harcamaların kaynağıydı. Bu iki konu dışında onun, hemen her konuda bilgi sahibi, kültürlü, açık fikirli, uyumlu, iyi kalpli ve her yönüyle mükemmel bir kadın olduğunu biliyordu.

Bu düşüncelere dalmış giderken masaya yığılmış dosyalardan en üsttekini önüne çektiği sırada çalan telefonun sesiyle irkildi. Öğlen vakti gelmiş, Nalân yemeğe çıkmak için izin istiyordu.   

***

Selma'nın bütün ısrarına rağmen hesabı ona bırakmayan Esther, garsona yüklü bir bahşiş bırakıp pardösüsünü sırtına geçirdikten sonra arkadaşıyla birlikte kafeden dışarı çıktı. Vale, kapının önüne getirdiği beyaz spor Mercedes'in anahtarını Esther'e uzattı. Selma elini tuttu arkadaşının.

- Esther, bırak arabayı ben kullanayım, seni bu durumda yalnız başına bırakmayacağımı biliyorsun.

- Peki ama senin araban ne olacak?

- Hasan'ı arar aldırırım, sorun değil, onda yedek anahtar var nasıl olsa. Hadi geç, geç otur yanıma.

Selma, ortopedik sürücü koltuğuna kurulduğunda ılık bir rüzgar yüzünü yalayıp geçti. Yıllardır araba kullanıyordu ama ilk kez böylesine lüks bir aracın direksiyonuna geçmişti, ne yapacağını bilmez bir halde acemi hareketlerle el freni, kontak düğmesinin yerlerini aramaya başladı. Esther yanına oturur oturmaz toparlanıp üzerindeki tedirginliği atmayı başardı. Caddenin trafik yoğunluğundan kurtulup sahil yoluna çıktığında iyice rahatlamıştı, araba çift şeritli asfalt yolda süzülürken başını Esther'e çevirip gülümsedi.

- Aslında, sana verecek bir sürprizim vardı bugün. Yüzünde beliren muzip ifade sırrını açığa çıkaracak derecede belirgindi. 

- Yoksa? Heyecanla ellerini kavuşturdu Esther, merakla Selma’nın vereceği cevabı bekledi. Selma neşe içinde haykırdı.

- Evet, Timur'a bir kardeş geliyor.

- O lâ lâ! Ne kadar sevindim anlatamam, tebrik ederim hayatım, bundan daha güzel bir haber olamaz.

- Darısı senin başına. Bakalım senden ne zaman alacağız böyle güzel haberleri... 

- Aslında zamanı geldi de geçiyor bile, dedi. Esther. Artık benim de oyalanacak bir şeyler bulmam lazım. Yoksa çıldıracağım. Hiçbir şeyden zevk almıyorum artık. Belki bir çocuğum olsa bağlar beni hayata yeniden. Hele bu aralar, ne kendime ne de Kemal’e bir faydam dokunuyor. 

- Boş ver, biz kendimize bakalım. Kocalarımızın keyfi yerinde, hallerinden şikâyet ettikleri yok.

- Ben öyle düşünmüyorum Selma. Hasan’ın keyfi yerinde belki ama ben Kemal’in mutlu olduğunu hiç sanmıyorum. Onun yaşadığı hayat, hayat değil. Evet, beni ihmal ediyor ama bunu bilerek, isteyerek yaptığını düşünmüyorum.

- Anlamadım şimdi, kendini mi sorumlu tutuyorsun bundan?

- Belki de. Çünkü onun iç dünyasını az çok tahmin edebiliyorum. Onu tanıyan herkes bu durumu kolaylıkla fark eder. İçine düştüğü durumun kendisi farkında değil sadece. Peynirin cazibesine kapılıp girdiği kapanın içinde sıkışan bir fare gibi, kıvrandıkça daha çok yaralıyor kendini. 

- Böyle birine ne yapabilirsin ki?

Yapılacak o kadar çok şey var ki. Kendimde o gücü bulabilsem keşke… 

- Ne yapmayı düşünüyorsun?

- Gel bu işi bırak, Berlin’e dönelim demek isterdim, mesela.

- Bunu kabul eder mi sence?

- Sorun bu işte. Buradaki düzeni biliyor, yurt dışında aynı pozisyonda bir iş bulması çok zor. Ondan vazgeçtim en azından onu mutlu edebilecek başka bir işe de razıyım. Benim ülkemde ne iş yaparsan yap çalışma saatleri bellidir. Saati gelince kalemi masaya bırakır, evinin yolunu tutarsın. Tatil günlerinde çalışmaya zorlamazlar insanı. 

- Haklısın, ülkemizde çalışma şartları çok ağır. Özel sektörde insanın canını çıkartırlar. Sadece çalışanı değil, onların ailelerinin canlarını da...

- Artık dayanacak gücüm kalmadı Selma. Sadece Kemal için geldim hiç tanımadığım bu ülkeye. Dilini öğrendim. Onsuz bir hayat asla düşünmüyorum. Birbirimize destek olacağımız yerde ne benim ona ne de onun bana faydası var şimdi. Ben derdime çare ararken o, benim varlığımdan habersiz. İşinin dışında yaşama dair bütün kapıları kapatan birinden nasıl beklerim beni görmesini...

Esther’in gözleri dolmuştu.

- Ben olsam, dedi Selma. Ben olsam, Kemal’i çeker konuşurdum. Gerekirse zorla karşıma oturtur, açık açık konuşurdum kendisiyle.

- Evet, alayım karşıma, ona kâbuslarımı, gördüğüm halüsinasyonları anlatayım. Sonra o da beni alıp doğru akıl hastanesine...

- Onu demek istemedim. Mesela kendisini yıpratmadan yapabileceği bir iş bulabileceğini söyleyebilirsin.   

- Hayır, Selma. Önce benim iyileşmem lazım. Aksi halde onu ikna edecek bir gücüm olduğunu sanmıyorum. 

Selma, anlamakta güçlük çekiyordu arkadaşını. Söyleyecek bir şey bulamadı. Eve varana dek sessiz kaldılar. Selmin kapıyı çekip çıkmıştı. Esther anahtarını çıkarıp kapıyı açtı ve arkadaşından salona geçmesini istedi. 

- Sen geç rahatına bak, ben çay suyunu koyup hemen geliyorum.

- Hiç zahmet etme, şimdi Hasan'ı arayıp beni almasını isteyeceğim, sen de bir an önce yat dinlen biraz .

- Hemen ışınlanacak değil ya, o gelene kadar birer çay içeriz, hadi geç otur. 

Esther, çay suyunu ocağa koyduktan sonra arkadaşının karşısındaki koltuğa attı kendini. Selma, yüzündeki sevecen gülümsemenin eşliğinde ortamı biraz yumuşatmak istedi. 

- Ben senin kadar kafaya takmıyorum bu işleri galiba. Aslında benim durumum da seninkinden pek farklı değil. Evet, Hasan’ın işi Kemal’inki kadar yorucu, yıpratıcı değil ama bu her şeyi güllük gülistanlık yapmaya yetmiyor. Sana anlatayım da gör. Her akşam işten çıktıktan sonra lokale gidip briç oynuyor. Sadece oyun olsa... Oyun masasına gelen atıştırmalıklarla karnını doyurduktan sonra eve gelip tok olduğunu söylüyor. Oturup birlikte yemek yemeye hasret kaldık. Tabii yediklerinin yanında birkaç kadeh yuvarlamayı da ihmal etmediğini söylememe gerek var mı bilmiyorum. Akşamları eve döndüğünde oyunun sonucu yüzünden belli oluyor zaten. Neşesi yerindeyse çenesi düşüyor, saçma sapan konuşup aklına ne geliyorsa anlatıyor. Yüzü asık geldiği zaman, anlıyorum ki, kendisi, akşamın kaybedeni. Kaybettiğine mi yansın, yoksa cebinden çıkan paraya mı? Ağzını bıçak açmıyor, içine kapanıp evin bir köşeye çekiliyor. Fanatik bir futbol hastası aynı zamanda. Tuttuğu takımın maç günleri ara ki bulasın. Timur’un bütün yükü üzerimde. Sadece briçte kazandığı ya da takımının galip geldiği günlerde Timur’u havaya atıp tutuyor oyuncak bir ayı gibi, güya sevincini paylaşıyor...

Gözlerini açmış, büyük bir dikkatle dinliyordu Esther, arkadaşının anlattıklarını. Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildi...

Devam edecek



MESULİYYET!



- Ephraim, ne oldu sana böyle? Son günlerde canın sıkkın görünüyor, ağzını bıçak açmıyor... 

- Nasıl sıkılmam, bu ülkede insan olup içi yanmayan var mı ki?

- Ne demek istiyorsun, Allah aşkına, açık konuş! 

- Şu Tora dağında katledilen gençlerle onların yakınlarını düşünüyorum günlerdir, ateş düştüğü yeri yakar ama o ateşin sıcaklığıyla hangi insanın vicdanı sızlamaz?

- Doğru diyorsun ama oluyor işte böyle şeyler! Herkes bu katliamın sorumluluğunu başkasına atıp kendini aklamakla meşgul. 

-  Joseph, sorumluluk dediğin top değil ki herkes birbirine atsın. Hukuki ve cezai sorumluluk bir yana, siyasi sorumluluk diye bir şey var en azından. Demokrasilerde siyasi sorumluluk, yönetenlerin sosyal, kültürel, ekonomik, askeri, mali, politik vb. pek çok konuda seçmenlere ve onların temsilcilerine karşı hesap vermek demek. 

- Yani, seçmenler ve onların temsilcileri Mösyö Thartan'a hesap mı sormalı? 

- Elbette. Vatandaşlık bilincine sahip herkes sormak zorunda! 

- Peki, hiç mi soran olmadı? 

- Sordular, sormasına ama tatmin edici bir yanıt alamadılar, nasıl alsınlar ki? Mösyö Thartan'ın bakanları bölgede kuş uçurtmuyoruz, teröristlerin soluk alıp verişlerini bile izliyoruz, demelerine rağmen aradan beş yıl geçmiş, en ufak bir ilerleme kaydedilmemiş. Sonuçta yaptıkları operasyon üç değerli subayımızla birlikte gencecik on üç evladımızın canlarına mal olmuş. Yönetimin başındaki Mösyö Thartan, başarısız olduklarını bizzat kendi ağzıyla itiraf etti. Bunu gören ana muhalefet temsilcisi Mösyö Malelecti durur mu? O da yıllarca gündeme getirmediği bu olayı fırsat olarak değerlendirip "gençlerin öldürülmesinden sen sorumlusun" diyerek kendine siyasi çıkar elde etmeye kalktı.

-  Evet, muhalefetin her zaman yaptığı şey bu tabi, ne var ki bunda? 

- Ne yok ki, Joseph! Mösyö Malelecti'nin bu sözü üzerine Mösyö Thartan sinirlenerek siyasi rakibine "Terbiyesiz Herif" diye cevap verdi, bundan haberin yok galiba. 

- Yok artık deve! Mösyö Thartan öyle mi dedi? İnanılacak gibi değil! Peki, siyasi sorumluluğu üzerine alıp, "Evet başarısız olduk, ama beni yanlış yönlendiren bakanlarım, istihbarat teşkilatım." deseydi ne değişecekti?

- Olması gerekeni mi soruyorsun, yoksa beklentimi mi?

- Her ikisini de soruyorum sana Ephraim!

- Gerçek demokrasiyle yönetilen ülkelerde bu tür siyasi başarısızlıkların sorumluları, ister siyasetçi, ister sivil ya da asker olsun görevden alınırlar. Bu yöneticilerin biraz onurları olsa, buna bile gerek kalmadan istifa ederler. Fakat bizim gibi demokrasiyi sözde uygulayan devletlerde azizim, ister seçilmiş olsun, ister atanmış olsun, hiçbir şey olmamış gibi görevlerine devam ederler. Hadi bu duruma alıştık diyelim. Ama beni içimi kanatan daha önemli bir husus var:

- Bundan daha önemli ne olabilir ki, Ephraim?

- Bu sorumluğu idrak edemeyen siyasetçilerin gözü yaşlı analara "Ne kadar şanslısın, bak evlâdın şehitlik makamına erişti" demek suretiyle onları teselli etmeleri ve en ufak bir rahatsızlık hissetmeden yaşamlarına devam etmeleri...  İşte canımı sıkan, içimin yanmasının sebep olan bu, Joseph. O anaların babaların, kardeşlerin yerine koyuyorum kendimi. Sonra bu siyasetçilere dönüp "Allah, bıraksın o gençleri, alayınızın çocuklarını o makama eriştirsin." diye haykırıyorum. Beni anlıyor musun?

- Anlıyorum, anlıyorum Ephraim, umarım herkes anlar...