Kapıyı hafifçe vurup içeri giren Ümit, Kemal'i bilgisayarın başında, kendinden geçmiş bir halde, posta kutusuna düşen mailleri cevaplarken buldu. Varlığını hissettirmek için bir iki kez tıksırdı. Bezgin bir halde başını kaldıran Kemal, boş gözlerle Finans Müdürüne baktı.
- Gitmedin mi sen daha?
Ümit, Kemal'in beklenmedik tepkisi karşısında şaşırmıştı.
- Kemal Bey, Mr. Knudsen ve Anna'yı yemeğe davet etmiştik ya. Hemen çıkmamız lazım, geç kalıyoruz, size hatırlatmak istedim.
Kemal, saatine baktı. Altına iğne batmışçasına yerinden fırlayarak Ümit'e bağırmaya başladı.
- Niye daha önce haber vermedin, Tanrım rezil olacağız insanlara!
Yarım saat sonra Osmanlı mutfağının en özgün lezzetlerini sunan Deraliye Restaurant'ta kendilerine ayrılan dört kişilik masada yerlerini almışlardı. Kemal tedirgin, Ümit ise son derece sakin görünüyordu. Birkaç dakika sonra Mr. Hans Knudsen, yanında yardımcısı Anna Karsch olduğu halde kapıdan içeri girdi. Ümit elini kaldırarak konuklara yerlerini belli etti. El sıkışma merasiminin ardından, gelenleri nezaket icabı masanın köşe kanepesine buyur ettiler. Kemal, Hans'ın, Ümit de Anna'nın karşısına geçti. Şef garson her birine deri kaplı birer menü uzatarak içecek olarak ne arzu ettiklerini sordu. Hans'ın rakıyı tercih etmesi, yemeğin keyifli bir ortamda geçeceğinin ilk habercisiydi. Kemal'in yemek seçiminde Anna'ya yardımcı olmaya çalıştığı esnada toplantıda yaşadıkları aklına gelince içine bir heyecan dalgası yayıldı. 15. Yüzyılda Fatih Sultan Mehmet'in en sevdiği "Nırbaç"ı öneren Kemal, menüdeki bir fotoğrafı gösterirken bunun kuzu eti ve köfteden oluşan, havuçlu, kişniş, tarçın, zencefil, damla sakızı ve nar ekşisiyle tatlandırılmış güzel bir tencere yemeği olduğunu söyledi. Ana yemekler gelinceye kadar garsonlar, nefis meze ve ara sıcak tabaklarıyla masayı donattılar.
Klasik Türk müziğinin seçkin eserleri eşliğinde Osmanlı mutfağının nadide yemeklerinin tadını çıkarmaya başlayan grup, bir yandan içkilerini yudumlarken diğer yandan samimi bir sohbetin içinde buldular kendilerini. Rakı kadehlerini birbiri ardına yuvarlayan Hans'ın yüzü kırmızı bir elmaya dönmüştü. Kemal'in çok güzel Almanca konuştuğunu söyleyip onu abartılı bir şekilde övdükten sonra,
- Bugün güzel iş çıkartınız dostum, kadehimi işbirliğimizin şerefine kaldırıyorum, dedi. Prost! diyerek hep birlikte bardaklarını havaya kaldırıp tokuşturdular. Rakısından birkaç yudum çeken Hans, peltekleşmeye başlayan ağzıyla, nerede öğrendiniz dilimizi? diye sordu.
- Berlin, die deutSCHule dil okulunda, diye cevap verdi Kemal. Bunu duyar duymaz Anna'nın ağzındaki lokma boğazına takıldı. Büyük bir şaşkınlık içinde Kemal'e dikti gözlerini.
- Ne diyorsunuz, ben orada öğretmenlik yaptım. Bu kez şaşırma sırası Kemal'e gelmişti.
- Ne zaman? diye sordu.
- Üç yıl çalıştım o okulda, iki yıl kadar önce ayrılıp GGC şirketine geçtim.
- Ben de üç yıl önce aynı dil okulundaydım. Belki bir yerlerde karşılaşmış olabiliriz. Aklına Esther geldi. Beni değil de eşim Esther'i mutlaka tanıyor olmalısınız.
- Esther Gritsch'i mi?
- Ta kendisi, Esther benim Almanca öğretmenimdi, birbirimize aşık olduk ve üç yıl önce evlendik.
- İnanamıyorum, Esther en iyi arkadaşlarımdan biriydi benim. Fakat sonra nasıl olduysa birbirimizin izini kaybettik. İyi değil mi? O şimdi Türkiye'de mi yaşıyor ?
- Kendisi gayet iyi, evet, burada birlikteyiz. Arkadaş olduğunuzu bilseydim, onu da getirirdim. Durun, şimdi arıyorum, Onun için de büyük sürpriz olacak!
Kemal cep telefonunu çıkarıp karısını aradı heyecanla. Telefonu uzun uzun çaldı ama cevap veren olmadı.
- Allah, Allah, ilk kez telefonu kapalı. Şarjı bitmiş olmalı, dedi.
İçine bir kurt düşmüş, Esther'i merak etmeye başlamıştı. İlk kez telefonla ona ulaşamamıştı ama biraz düşününce, neredeyse bir yıldır karısını telefonla hiç aramadığını anımsadı. Ne kadar utanılacak bir durum! diye geçirdi aklından. Son kadehleri içip hesabı ödedikten sonra misafirlerle vedalaştılar. Şoför Kemal'i evine bıraktı. Seri adımlarla asansöre yaklaştı, cebinden anahtarını çıkarıp daireni kapısını açtı. Kedi gibi sessiz ve ürkek hareketlerle yatak odasına ilerledi. Her gün gelişini bekleyen Esther, doktorun verdiği ilaç sayesinde yatağına uzanmış derin bir uykuya dalmıştı.
Bir hafta sonra, Profesör Dr. Cevdet Saran’ın muayenesine gelen Esther, doğruca köşedeki beyaz zambağın yanına gitti. Derin derin çekti içine çiçeğin güzel kokusunu. Neşeyle odasından çıkan doktor, genç kadını güler yüzle karşıladı.
- Hoş geldin Ester, nasılsın bakalım?
- Daha iyiyim Hocam, teşekkür ederim. Beyaz zambakla özlem gideriyordum. Ne kadar zarif bir çiçek, onun yanında huzur buluyorum.
- Öyle mi? Sevdiyseniz bahçemde çoğalttığım beyaz zambaklardan birini hediye edebilirim size. Ama önce konuşmamız lazım, hadi gelin şimdi, odama geçelim.
Doktor, rahatsız edilmemeleri konusunda sekreteri uyardıktan sonra kapıyı çekti.
Profesör Dr. Cevdet Saran, Esther'in ziyaretinden sonraki haftayı sadece onun derdine çözüm aramakla geçirmişti. Masasının altına monte ettiği cihaza kaydettiği konuşmaları defalarca dinlemiş, uzun uzun notlar almış, kafasında türlü planlar kurmuştu. Profesörün sıra dışı tedavi yöntemleri hakkında ağızdan ağıza türlü rivayetler dolaşıyordu ama hiçbir hasta ya da hasta yakınının bunlardan şikayetçi olduğuna dair en ufak bir laf duyulmamıştı bugüne kadar. İnternetteki bütün yorumlar, doktorun sihirli gücüne hayranlık ve sonsuz minnet duygularını yansıtıyordu. Hastalarıyla kurduğu iletişimin yanı sıra onu diğer meslektaşlarından ayıran en önemli özellik, tedavi ettiği insanlarla ruhsal bir bütünlük sağlamasıydı. Gestalt terapi yöntemini benimseyen doktor, geçmişi ve geleceği bir yana iterek şimdiki zamana odaklanıyor, hastalarıyla yakın ilişki kurup sıra dışı yöntemlerle yaşanan tıkanıkları onlarla birlikte çözmeye çalışıyordu. Hiçbir doktorun aklından, hayalinden dahi geçmeyen kendine özgü tedavi usulleri vardı. Kapısını çalan hastalar konusunda son derece seçici davranırdı. İki ana prensibinden biri karşılıklı güven, diğeri ise gizlilikti. Oysa bir şeyi ne kadar gizlemeye çalışılırsan, o yine bir yolunu bulur dillere düşerdi. Karşılıklı güven vazgeçemediği prensiplerinden biriydi. Hastalarının kayıtsız, şartsız güvenini kazanmadan önce tedaviye başlamaz, tedavi sırasında, kendisine dair en ufak bir kuşku duyulması halinde aldığı bütün parayı iade ederek tedaviyi yarıda keserdi. Onun da hastaya güvenmesi gerekiyordu. Güvenmediği hastaları kesinlikle kabul etmezdi. Ancak onun nazarında hastaya güven, dediklerinin harfiyen yerine getirilmesi bir yana hastalarının mali gücüyle ilgiliydi. Zira alacağı yüksek ücretin dışında izlediği tedavi süreci sabır ve genellikle yüksek meblağlarda harcama gerektiriyordu. Kabul ettiği hasta, istediği düzeye gelinceye kadar asla yeni bir hasta kabul etmezdi. Adının bazı çevrelerde sosyete doktoruna çıkmasının bir asıl sebebi de buydu.
Cemiyet hayatında doktorun tedavi yöntemi hakkında doğru yanlış bir sürü dedikodu dolaşıyordu. Onlardan biri şizofreni hastası genç bir adamla ilgiliydi. Holding sahibi, mütedeyyin bir ailenin veliahtı olan bu genç her gece rüyasında Cebrail'i görüyor, sabah namazını kıldıktan sonra Allah'ın emrini yerine getirmek üzere iki yaşına yeni girmiş oğlunu bahçeye götürüp yanına aldığı keskin bir bıçakla onu kurban etmeye kalkıyormuş. Durumu bilen karısı her seferinde çığlık çığlığa komşulardan yardım isteyip adamın elinden zor kurtarıyormuş çocuğu. Sonunda dedesi zavallı torununu yanına almış. Şizofreni hastası oğlunu da kaptığı gibi bizim profesörün yanına getirmiş. Profesör genç adamla bütünleşmek için sakal bırakmış, onunla üç ay boyunca beş vakit namaz kılmış. Hac mevsimi gelince birlikte hacca gitmişler. Doktor yola çıkmadan önce oradaki meslektaşlarıyla bir takım hazırlıklar yapmış tabii. Hac ibadetini tamamladıktan sonra Mekke'de bir polikliniğe götürmüş adamı. Hipnoz tekniği ile işe başlamışlar, adama bir takım telkinlerde bulunmuşlar. Hasta kendine geldiğinde karşısına ak sakallı bir dede çıkarmışlar, ona "Ben Cebrail'im, sen yanlış anladın beni, Allah oğlunu kesmeni istemedi senden, git şimdi oğlunun yerine bir koç kurban et" demiş. O günden sonra bir daha böyle bir girişimi olmamış genç adamın, babasının yanında işe başlayıp çocuğunu yanına almış. Holdingin sahibi oğlunun iyileştiğini görünce doktora "Dile benden ne dilersen." demiş. Yine bir söylentiye göre şu an içinde bulunduğu gösterişli muayenehane, tedavi ettiği hastanın babası olan zengin iş adamının hediyesiymiş!
Esther'de aradığından fazlasını bulan doktor büyük bir coşkuyla sarılmıştı işe. Bu coşkunun nedeni, genç kadının, doktorun eski eşine inanılmaz ölçüde benzerliğiydi. Sadece fiziksel anlamda değil, Esther'in çektiği sıkıntıların aynısını yaşatmıştı eşine. Mesleğine olan tutkusu gözünü kör etmiş, ailesini ihmal etmişti. Oysa, aynı Kemal gibi o da eşini çok seviyordu. Sevginin sadece korumak, kollamak değil, aynı zamanda birlikte hoşça vakit geçirmek, aynı şeylerden zevk almak, paylaşmak olduğunu öğrendiğinde artık çok geç kalmıştı. Eşi ondan ümidini kesince geri dönülmez bir yola girmiş ve tatsız bir şekilde ilişkileri son bulmuştu. Esther'i sağlığına kavuşturma mücadelesiyle birlikte bir bakıma günâh çıkartıyordu Profesör.
Bir saat boyunca dinledi genç kadını. Esther, doktora verdiği sözü tutmuş, ilaçlarını saati saatine almıştı. Birkaç gece gözünü kırpmadan sabahı sabah etse de, genel olarak uykusu düzene girmiş, sadece bir gece kâbus görmüştü. Doktorun yanında kendini sonsuz bir güven ve huzur içinde hissediyordu. Sanki onu yıllar önceden tanıyor gibiydi. Uzun bir zaman sonra kimseye anlatamadığı sırlarını paylaştığı bu adamın her dediğini yapacak kıvama gelmişti artık. Yine içini boşaltmış, bütün duygularını ortaya dökmüş, merak içinde doktorun ağzından çıkacak talimatları bekliyordu.
- Durumunuzu çok iyi anlıyorum Esther, dedi Doktor. Eşinle birbirinize karşı saygınızı korumuşsunuz. Bu ilişkilerde son derece önemli. Ancak sevgi sadece karşınızdaki kişiye sabır göstermek, hoşgörülü olmak, kol kanat germek değildir. Gerçek sevgi, kişileri yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur. Bazen insanlar saplantı halinde herhangi bir konuya kaptırırlar kendilerini. Anladığım kadarıyla Kemal Bey, üstlendiği yeni görev nedeniyle sosyal açıdan kabul edilmez bir davranışta bulunmaktan, bir başka deyişle, başarısızlığa uğrayıp rezil olmaktan korkuyor. Bu bir tür obsesif kompulsif bozukluk. Halk arasında işkoliklik olarak biliniyor. Kişinin elinde olmayan bu rahatsızlık başta kendisi olmak üzere ailesine de zarar verebilir. İşkolikler, yaptıkları ile elde ettikleri arasında bir ilişki kuramazlar. Onlar sadece işleriyle evlidir. Bu bağ öylesine güçlüdür ki, kendilerinden önce iş hayatlarının gelmesini normal karşılarlar. Eş, özel hayat, önemli günler, aile toplantıları gibi kavramlar işkolikler için önem listesinin son sıralarındadır. Senin sorunun ise eşinin rahatsızlığına bağlı hasta yakını depresyonu. Kemal Bey'i eski haline döndürebilirsek bir taşla iki kuş vurmuş olacağız.
Esther, dikkatle dinledi Doktoru. Anlattıkları doğruydu ancak doktorun bu konuyu nasıl çözeceğini merak ediyordu.
- Hocam, dediklerinize katılıyorum, peki ne yapmamız gerekiyor?
- Şimdi seninle bir oyun oynayacağız, umarım biraz rol yapma
kabiliyetin vardır, dedi Doktor gülümseyerek. Şaşırmıştı Esther.
- Ne oyunu bu? diye sordu, merakla.
- Acele etme, hepsini anlatacağım.
Dışarıdan sipariş ettikleri yemekleri yedikten sonra tombul sekreterine izin veren doktor, onun muayenehaneden çıkmasıyla birlikte kafasındaki planı bütün detaylarıyla anlattı genç kadına.
Akşama doğru eve dönüş yolunda karışık duygular içindeydi, Esther.
Devam edecek