KATEGORİLER

16 Nisan 2021 Cuma

SON DANS BÖLÜM 26

Beş katlı özel hastanenin danışma bankosundaki sekreter heyecanlı üç ziyaretçiyi Esther’in bulunduğu kata yönlendirdi. Odaya girer girmez gördükleri manzara yürek burkucuydu. Kol ve ayaklarından sıkıca yatağa bağlanan genç kadın, saçı başı dağılmış, kolunda serum hortumlarıyla gözleri kapalı bir şekilde sessizce yatıyordu önlerinde. Yatağın yanı başındaki sandalyede oturmakta olan Cevdet Bey, beklediği ziyaretçileri karşısında görünce yerinden fırladı hemen. Yanındaki genç doktorla birlikte ellerini kavuşturup yüzünü yere indirdi, üzgün görünüyordu. Karşısında esas duruşa geçip beklemekten başka ellerinden bir şey gelmeyen doktorlar, şaşkınlıktan deliye çevirmişti Kemal'i. Hasan, bir taşkınlık yapması ihtimaline karşı gözünü ağabeyinden ayırmıyordu. Sessizliği ilk bozan Selma oldu.

- Cevdet Bey, Esther'i yalnız bırakmadığınız için teşekkür ederiz ama hepimiz onun neden bu hale geldiğini merak ediyoruz. Şimdi ne durumda kendisi? 

- Şu anda ilâcın etkisiyle uyuyor, biraz sonra durumu anlayacağız, dedi Doktor. Kendine gelmesi için ona biraz zaman vermemiz gerekiyor, siz isterseniz danışmanın yanındaki salonda bekleyin. Merak etmeyin, benim müşahedem altında, Esther Hanım uyanır uyanmaz size haber vereceğim.

Doktorun sözünü dinleyip dışarı çıkarlarken Cevdet Bey, yanındaki genç doktorun kulağına bir şeyler fısıldadı. Genç adam başını sallayıp hasta yakınlarının önüne düştü ve bekleme salonuna kadar onlara nezaret etti.

İnsan bir felaketle karşılaştığında ilk tepkisi büyük olur. Şanssızlığından dem vurur, kendini suçlar, isyan eder. Duygular şiddetini yitirince aklı başına gelir, kaderine razı olur, çaresiz kabullenmek zorunda kalır her şeyi. Kemal de bir insandı sonuçta. O da her insan gibi Esther'in halini görünce sorup öğrenmeden esiri olmuştu duygularının. Öfkesine hakim olamamıştı, hayvani dürtülerle saldırmıştı Kenan Bey'e. Şimdi düşününce doktora yaptığı o çirkin hareketi hiç mi hiç yakıştıramıyordu kendisine. Eline ne geçmişti sanki, Esther hakkında hiçbir şey öğrenememişti. Sinirlerine gem vurmayı başarabilseydi, doktorlara sorup Esther'e ne olduğunu öğrenebilecekti belki de.

Bekleme salonu sakindi, köşede asık suratlı genç bir çift, karşılarındaki duvarı boydan boya süsleyen tabloya gözlerini dikmiş kıpırdamadan oturuyorlardı. Kemal içine çöreklenen can sıkıntısını soluğuna yükleyip ıslığa benzer bir ses eşliğinde dışarı saldı. Neden Hipnoterapi Merkezinden alıp buraya getirmişlerdi karısını? Danışmanın bulunduğu bankonun üzerinde CE-SA Psikoterapi Merkezi yazıyordu. Bulundukları yer Cevdet Bey'in kendi özel kliniği olmalıydı. Sevgili karısını kobay olarak mı kullanıyorlardı yoksa? İçine kurt düşmüştü bir kere. Ne yapacağını bilmez halde bir süre ayakta bekledikten sonra  önünde cam sehpaların bulunduğu mavi kanepelerden birine, Hasan'ın yanına oturdu. Selma heyecandan yerinde duramıyor, danışmanın önünde bir aşağı bir yukarı tur atıyordu. Üçü birlikte doktordan gelecek haberi beklemeye koyuldular.

Yaklaşık on beş dakika geçmişti ki, koridordan kesik kesik çığlık sesleri duyuldu. Endişe içinde Esther'in odasına doğru koştular birbirlerini ezercesine. Kemal odadan içeri adım attığı anda sesler bir kat daha yükseldi. Esther, avazı çıktığı kadar bağırıyor, boğazını yırtarcasına garip sesler çıkartıyordu. Vücudunu saran bantlardan var gücüyle kurtulmaya çalıştı. Canına kastedecek bir canavar görmüşçesine Kemal'e doğru gözlerini pörtleterek attığı tiz çığlıklar, korku filmlerindeki sahnelerle boy ölçüşebilirdi. Genç Doktor, koluna girdiği genç adamı dışarı çıkarmak istedi. Kemal, sert bir hareketle elini itti doktorun.

- Görüyorsunuz işte, tahammül edemiyor, korkuyor sizden, sizi gördüğünde öfkesi katbekat artıyor. Bunun nedenini bilmiyoruz ama size verdiği tepki ortada! diyen Doktor, Kemal'i çekiştirirken ısrarla onu odanın dışına sürüklüyordu.

- Ben kocasıyım onun, neden korksun benden, diye çıkıştı Kemal. Esther'in bakışları gerçekten korkunçtu, adeta kin kusuyordu. Kemal, genç kadının gösterdiği tepkinin odağında olduğunu kabullenmek zorundaydı. Gözleri doldu, ister istemez ikna olup çıktı dışarı. Kemal'in ayrılmasıyla birlikte Esther, sakinleşmiş, çığlıkları kesilmişti. Anlaşılmaz şekilde tuhaf sesler çıkıyordu ağzından, bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. Gözlerinin ateşi sönmüş, bitkin düşmüştü, yorgun gözlerini çevresinde dolaştırmaya başladı. Başta Cevdet Bey, genç doktor olmak üzere, odada kalan Selma ve Hasan endişeyle Esther'in tuhaf davranışlarını izlemeye başladılar.

- Durun, sanırım bir şey anlatmak istiyor, dedi Cevdet Bey. Esther'in ağzından çıkan sesler mırıltıya dönüşmüştü. Kısa bir süre sonra hiçbir şey anlaşılmıyor, dedi Doktor, can sıkıntısıyla. Bu kez genç Doktor şansını denemek istedi, biraz daha yaklaştı genç kadına. Sesini olabildiğince yumuşatarak,

- İyi misiniz? Bir şeye ihtiyacınız var mı? diye sordu. Esther, genç doktorun yüzüne bakıp fısıltı halinde bir şeyler söyledi. Selma, yatağa doğru birkaç adım attı, Esther'in cevabını merak ediyordu.

- Ne diyor? diye sordu Doktor'a endişeyle.

- Bilmiyorum, farklı bir dil konuşuyor sanki, dedi genç Doktor gözlerini devirerek.

Cevdet Bey, Esther'in elini tutup onu sakinleştirmek istedi. 

- Ne diyorsun güzel kızım, ne oldu sana? Korkma, bak hepimiz burada, yanındayız. 

Esther yine bir şeyler mırıldanmış fakat verdiği cevabı kimse çözememişti yine. Bir şeyler çıkıyordu ağzından ama dediklerini anlayan yoktu. Gözlerini çaresizlik içinde tavana dikti Esther, çevresinde kendisine yardım edebilecek kimsenin bulunmadığının verdiği umutsuzluk içinde içini çekti. Nefesini toplayıp hesap sorarcasına bir şeyler anlatmaya çalıştı Cevdet Bey'e. Doktor, ellerini açıp yanındakilere döndü.

- Evet, sanırım farklı bir dil konuşuyor ama bilinen dillerden biri değil bu. Şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Ne İngilizce, ne Fransızca ne de Almanca... Doğu Avrupa dillerini çağrıştırdı bana. Slovakça ya da Rumence gibi bir şey olabilir. Anlamıyorum, nasıl olur böyle bir şey!   

Esther'in göz kapakları ağırlaşmıştı. Konuşmaları fısıltıya dönüştü. Doktorun çaresizliği şaşırmıştı Selma'yı, anlamsız gözlerle Hasan'a baktı. 

- Neler oluyor? diye sordu endişeyle. Ne diyorsunuz Doktor? Böyle bir şey nasıl olabilir? Odadan çıktı, panik içinde koridorda volta atan Kemal'in yanına koştu kocasıyla birlikte. 

- İçerde garip şeyler oluyor Kemal, dedi Selma. Esther, konuşmaya başladı fakat ne dediği anlaşılmıyor. Peşlerinden gelen genç Doktor araya girdi.

- Evet, hanımefendi doğru söylüyor. İnanılmaz bir şekilde bilmediğimiz dilden bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor!

Cevdet Bey odadan çıkarken Kemal'e yakalandı. 

- Ne diyor bunlar Doktor? diye çıkıştı. Lütfen bana durumu mantıklı bir şekilde izah edin. Ne yaptınız karıma? Ne yabancı dili. Esther'in bildiği sadece iki dil var, biri ana dili Almanca, diğeri İngilizce. Bir de Türkçe'yi öğrendi burada tabii. Hiçbir şey anlamıyorum. 

Cevdet Bey, sakin bir şekilde cevaplamaya çalıştı Kemal'in sorularını.

- Kemal Bey, önce sakin olun biraz. Esther hanım, kendine geldi, sağlığı gayet iyi. Bu güzel bir gelişme. Ancak farklı bir dil konuşuyor, bu dilin ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Heyecanlanıp bu olayı fazla yaymamamız gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde bütün medya çöker üstümüze. Bugüne kadar tıp tarihinde benzer bir durumla karşılaşıldığını duymadım. Böylesine sıra dışı bir olay medyanın ilgisini çekecektir kesin. Hastayı Hipnoterapi Kliniğinden alıp buraya getirmelerini istememin sebebi bu. İnternette bunun benzeri bazı olayların rivayet edildiğini görmüş ama ciddiye almamıştım. Demek ki oluyormuş! Ben de çok şaşkınım. Biraz bekleyelim zaman içinde kendi diline döner muhtemelen. Şimdi Esther Hanım'ın dilini konuşan birini bulmamız lâzım, aksi takdirde onu anlamak çok zor. Müsaadenizle ben konuyu biraz araştırmak istiyorum.

Kemal ve diğerlerinin şaşkın bakışları arasında gözden kayboldu doktor. İşler gittikçe sarpa sarıyordu. Hep birlikte bekleme salonuna geçip bir sonraki sürprizi beklemeye başladılar. Yaşanan bunca olaydan sonra hiçbir şeye şaşıracak durumları kalmamıştı artık.

Beş dakika sonra Cevdet Bey uzun boylu bir adamla geri döndü.   

- Bu beyefendi Doktor Jovica Popovic, hastane müdürü bana Sayın Popovic'in dünya dilleri konusunda engin bilgiye sahip olduğunu söyledi. 

Cevdet Bey, yanında getirdiği doktoru Kemal ve yanındakilere takdim ettikten sonra hep birlikte Esther'in odasına doğru ilerlediler. Kemal dışında herkes Esther’in odasına girdi. Sesleri duyan Esther gözlerini açtı, şaşkın halde yeni gelen doktora dikti gözlerini. Ağzından bir kaç kelime döküldü. Jovica söylediklerini anlamamıştı. Bildiği bütün dilleri kullanarak genç kadınla iletişim kurmaya çalıştı. Yanındakiler merak içinde nefeslerini tutmuş doktorun ne diyeceğini bekliyorlardı. Esther, birkaç cümle daha kurdu. Jovica bir sürü dilden ona karşılık vermeye çalıştı ama bir türlü anlamıyordu kadının dediklerini. Başını sallayarak odadan dışarı çıktı. Diğerleri de uzun boylu doktoru takip ettiler. Dışarıda merak içinde haber bekleyen Kemal, doktorun yanına koştu. Cevdet Bey başta olmak üzere, Kemal, Hasan, Selma ve genç doktor, hepsi birlikte merakla Jovica'nın ağzından çıkacak sözlere kilitlendiler. Doktor Popovic, anlatmaya başladı.

- Bakın ben Sırbistan doğumluyum. Dünyada konuşulan dillerin hepsini bilmesem bile hangisi olduğunu ayırt edebilirim. Ancak Esther Hanım’ın konuştuğu lisanı, size şudur diye kesin bir şekilde söylemem mümkün değil maalesef. Sözleri tam olarak anlaşılmasa da hanımefendinin konuşmasını biraz Macarcaya benzettim. Bu dilde birkaç kelime biliyorum sadece, başka bir bilgim yok. Sizlere daha fazla yardımcı olamadığım için üzgünüm. 

Birbirlerinin yüzüne baktılar. Kemal, bulunduğu yere çöktü, başını ellerinin arasına alıp dirseklerini dizine dayadı. Ağlamaklı bir sesle,

- Delirttim kadını sonunda, işinin de, Feridun Beyinin de… Aklına işle ilgili ne varsa sıralıyordu. Hasan elini ağabeyinin omzuna koydu,

- Sıkılma, düzelecek her şey, derken sözlerine kendisini de inandırmaya çalışıyordu bir yandan.

Selma, doktoru suçlamıyordu. Cevdet Bey, Esther’i orta yerde bırakmamıştı yine de, bir an olsun yanından ayrılmamıştı. Bir şeyler yapmaya çalışıyor, bir çare bulmak için kıvranıyordu.

- Peki, şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz Doktor Bey? diye sordu. 

- Yapılması gereken şu ki, diye başladı söze Doktor. Esther Hanım'ı bir süre misafir etmemiz şart, onu burada gözetim altında bulundurmamızda fayda görüyorum. Zira ortam değişikliklerine karşı fazlasıyla duyarlı. Hafiften öksürerek sesini düzeltti. Macaristan Konsolosluğunda tanıdığım biri var, kendisi orada çalışan genç bir hanım. Bir süre önce tedavi için gelmişti bana. Eğer telefonunu bulabilirsem, akşam kendisiyle görüşüp bize yardımcı olmasını isteyeceğim. Eğer ricamı geri çevirmezse Esther Hanım'la iletişim sorununu halletmiş oluruz.

- Peki, sonra ne olacak Doktor? diye girdi araya Hasan.

- Sonra duruma bakarız. Daha önce söylediğim gibi böyle bir durum tıp tarihinde kayıtlara geçmemiş bugüne kadar. Görünen o ki, hastamız henüz trans halinde. Yani başka bir dünyada yaşıyor diyebilirsiniz. Gözleri ister açık ister kapalı olsun, fark etmez. Bu böyle ne kadar sürecek diye soracak olursanız, inanın ki bilmiyorum. Ama onunla iletişim kurabilirsek eminim işe yarayacaktır. Sözlerini bitirdikten sonra hareketlendi. Ben müsaadenizi istiyorum şimdi, şu anda hastanın bütün fiziksel fonksiyonları normal, endişe edilecek bir durum yok. Odasına yavaş yavaş alışıyor. Çevresine karşı aşırı duyarlı. Yeni bir yüz ya da mekân değişikliği kendisini tedirgin edebilir. Bu nedenle sadece nöbetçi hemşire ilgilenecek kendisiyle.

Devam edecek. 



14 Nisan 2021 Çarşamba

ÖZNELLİK ve NESNELLİK ÜZERİNE

Sevgili DeepTone'la tadına doyamadığım tartışmalardan sonuncusu "Nesnellik ve Öznellik" üzerineydi. Bu tartışmanın fitilini ateşleyen Paulo Coelho'nun Simyacı adlı kitabı hakkında yaptığım değerlendirme oldu. Söz konusu yazıma yaptığı yorumlarda,

"Kitap yazıları, değerlendirmeleri, eleştirileri, yorumları nesnel olmalı, kişisel düşünce ve beğenilerimizden söz etmemeliyiz, okuru yönlendirmemeliyiz, kitap yazılarında tarafsız olunmalı, içerik, üslûp (yönünden) belki yazının sonunda ayrıca bir not düşüp, şimdi kişisel düşüncemi de yazayım diyebiliriz, ya da yorumlarda söyleyebiliriz. Mesela, çocuğumun okumasını bile istemem cümlesi tarafsız değil, fena halde özel. Bunu yazının sonunda ayrıca bir not olarak düşmek, kitap okurları için daha faydalı olur."  diyerek büyük bir içtenlikle görüşlerini belirtmişti. Aynı konuda ayrıca,

"... kitap çıkarırsan kitaptaki görüşlerin tarafsız olsun diyorum. Sevip sevmemek de değil. Kitap, film, müzik, sanat gibi eleştirilerde sevmek, sevmemek, beğenmek, beğenmemek diye bir ölçü yok zaten, sevip sevmemek, beğenip beğenmemek bir yorum veya eleştiri değil, kişisel duygular bunlar. Yorum ve eleştiride yöntemler vardır, yorum ve eleştiri tarafsız olur. ... yaza yaza kişisellikten uzaklaşmalısın, duygularından, öznellikten sıyrılınca ustalaşırsın yani işte. Bunu eşinle bir konuş sen yine..." şeklinde önerilerde bulunmuştu.

Öncelikle DeepTone'un genç yaşına rağmen benden daha donanımlı olduğunu, yaptığı yorumlara, eleştirilere ve önerilerine değer verdiğimi, yukarıdaki alıntıları konuya açıklık getirmesi bakımından kullandığımın bilinmesini isterim. İkincisi, bilgisine güvendiğim Edebiyat Fakültesi mezunu eşimin de doğal olarak! DeepTone'la aynı fikirde olduğu ifade etmiş olayım.

Konuya girmeden önce nedir bu öznellik, nesnellik bir bakalım:

Kişisel duygu, düşünce ve sezgilere dayanan anlatım özelliğine ÖZNELLİK denir. Öznel anlatımda, söz söyleyenin değer yargılarını yansıtan bir yorum vardır; dolayısıyla bu tür cümlelerde anlatılanlara başkaları katılmayabilir.

Kanıtlanabilirlik niteliği taşıyan, kişisel duygu ve düşünceleri içermeyen yargılar NESNELdir. 

Edebiyat ve diğer bütün sanat dallarının sadece şekilsel öğelerinde NESNELLİK vardır ve bu husus bütün sanatçıların, yazarların, çizerlerin uyması gereken kaideler bütünüdür. Peki nedir bu kaideler? Edebiyatta, imla ve yazım kurallarına riayet etmek, dili güzel kullanmak, duygu ve düşünceleri karşı tarafa en kısa yoldan kolayca anlaşılır bir şekilde aktarmak vs. Resimde perspektif kaidelerine uymak, renk ve gölgeleri uygun seçmek, müzikte kulağa hoş gelecek tarzda uygun notaları, diyezleri, bemolleri kullanabilmek. Bu konulara kim karşı durabilir ki? Elbette nesnelliğin bu konularını ben de önemsiyorum. Ancak,

Sevgili DeepTone'un nesnellikten kastı bu değil. Yukarıda bahsettiğim şekil öğelerinin üzerinde yazının içeriği de nesnel olması gerekir diyor ki, bu konuda ben onunla aynı fikirde değilim. İçerik bakımından tamamen nesnel olması gereken tek kavram "hukuk" tur. Çünkü hukuk, kişisel duygu ve düşüncelere, değer yargılarına yer vermemesi gereken, öznellikten uzak, evrensel bir değerdir. 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyelerinden Şafak Ural, bir makalesinde edebiyat ve sanatın ÖZNELLİĞİ'ne dikkat çekerken onların nesnellikle ilişkisini mantık bağlamında şöyle kuruyor. "Edebiyat ve sanatı, mantık ile ilişkilendirmek ilk bakışta imkansız gibi görünmektedir. Çünkü sanat ÖZNEL'dir, ispat söz konusu değildir, çokanlamlıdır, duygularla iş görür. Fakat buna karşılık mantık, nesneldir, tek anlamlı bir dildir, ispat söz konusudur. Aralarındaki bu keskin farklara rağmen, çok önemli bir ortaklık da mevcuttur. Bu ortak nokta, sanatı sanat yapan, onun sahip olduğu formdur. Bir sanat eseri, uyum, ritim, kadans, oran ve orantı başta olmak üzere nesnel birtakım özelliklere sahiptir. Bu nesnel özellikler, sanat ile mantık arasında ilginç bir ilişki kurulmasına da olanak verir."* 

Bütün blog yazılarım, özellikle kitap değerlendirmelerim içerik bakımından öznel, yani kişisel duygu ve düşüncelerimi yansıtır. Okur, yazdıklarıma katılabilir ya da katılmayabilir, olumlu ya da olumsuz eleştiri getirebilir. Yazılarımda tarafsız olma zorunluluğum olduğunu düşünmüyorum, sınırsız fikri özgürlükten yanayım. Sadece bir konuda DeepTone'a hak verdim. Simyacı kitabını eleştirirken kullandığım "Çocuğumun okumasını bile istemem, yaşam, yazarın anlattığı gibi değil çünkü." derken bu cümlemin maksadını aştığını ve gerçek düşüncemin duygularıma esir düştüğünü kabul ediyorum. Zira çocuklarımın tamamen özgür yetişmesine imkan verdim, bugüne kadar asla şu kitabı okuyun ya da okumayın demedim. Yetiştirilme tarzları belli yaştan sonra onlara herhangi bir düşünce empoze etme imkanını ortadan kaldırmıştı. Kitap seçimlerinde olduğu kadar meslek seçimlerinde de özgür iradelerini kullandılar.

İyi bir yazar olmanın yolu nesnellikten mi geçer? Sanmıyorum. Toplumun kabul ettiği sınırlar içinde kalmamız mı gerekiyor yazmak için? Eleştiride şeklin ve kuralların nesnel, içeriğin öznel açıdan yapılması gerekmez mi? Öznelliğin olmadığı içerik değerlendirmelerine eleştiri diyebilir miyiz? Geniş halk kitlelerinin teveccühünü almak uğruna öz değerlerimizi, kişisel düşüncelerimizi feda etmemiz ne derece doğru? Evet, toplumun bazı kesimleri fikirlere tahammül edemiyor, hatta tepkilerini en sert şekilde gösteriyor. Sanatçı öznelliğini bir tarafa koyup toplumun istediği yönde mi tarzını belirlemeli yoksa topluma önder mi olmalı? Orhan Pamuk, yaptığı araştırma ve değerlendirmelerine dayanarak "Ermenilere soykırım uygulandı" demek suretiyle kişisel fikrini ortaya koyamaz mı? Başarıdan bahsederken, yazarın Nobel Ödülünü almasının bir sebebi de onun eserlerindeki öznel yaklaşımları değil mi? Bu tür kısıtlamaların olduğu bir ortamda sanatta ilerleme nasıl sağlanabilir?

ODTÜ Felsefe Bölümünden Prof. Dr. Ahmet İNAM, yıllar önce köşe yazarlığı yaptığı bir dönemde "çok öznel" yazılar yazdığı için yazarlığına son verildiğini belirtiyor bir yazısında.** "O kadar öznel yazıyordum ki, bu öznelliğin zaman zaman "gizemli" bir özellik taşıdığını söylüyorlardı. Neden duygulardan, aşktan, acılardan söz ediyordum ki? Hayata yoğun kalıp düşüncelerle, sığ malumatla bakanlar açısından dünyanın bunca sorunu dururken "kendi küçük duygu ve düşünce dünyasından" yola çıkarak konuşmak, yazmak, bir sorumsuzluk, dünyanın bunca sorununa karşı duyarsızlıktı. Sen kim oluyordun da kendinden, kendi iç dünyandan söz edebiliyordun. Senin yapman gereken, asla kendini karıştırmadan olanı olduğu gibi "nesnel" bir biçimde ortaya koymandı."

İnam, öznellikten kastını şu cümlelerle anlatıyor: "Öznellikten  anladığım, keyfilik, duygusallık, farklı bakışlara kör bir anlayışın yanında bir çıkarcılık değil. Öznelliği Türkçenin sağladığı olanakla "öz-nelik" olarak okuyabiliriz. Öyle bir "neliğe", "ne oluşa" sahibiz ki, bu özümüzdür. "Üvey-nelik" değildir, bizden gelen, biz olandır. Bilgiyle ilişkiye geçen, bilgiyi duyan, yaşayan, özümseyen ÖZ NİTELİĞİMİZ dir. Canımızın bilgiye açık, bilgiye içten, has ilişkiye geçen yanımızdır ÖZNELLİĞİMİZ. Gerçekle öznelliğimizi karşılarız. Gerçeği yorumlayan, anlamaya çalışan, gözleyen, deneyleyen, kavramlaştıran, kuramlaştıran güzümüzdür ÖZNELLİK."

Ve devam ediyor, "Dünyayı kendi gözüyle görüp, kendi düşünme ve düş gücüyle kavrayamayan biri insan olma özelliğini geliştiremez. ÖZNELLİĞİNİ geliştiremeyenin nesnellikle olan bağı dar kalıplar içinde sığ bir biçimde oluşur. Bilgisini bir yük gibi taşır, ezbercidir, şekilcidir. Konusuyla ilgili malumat bombardımanının üzerine gelmesini engelleyecek öznel gücü olmadığı için edindiği malumatı yorumlayamaz, malumat yığınının altında kalır. Hangi malumatla nasıl çalışacağı konusunda karar alamaz, seçim yapamaz. Farklıyı, yeniyi göremez. Yapışıp içinden çıkmaktan korktuğu dar bir bilgi alanında dolanır durur.

Yazılarımda öznellik vazgeçemeyeceğim bir unsurdur bu yüzden. Aksi takdirde yazmamın bir anlamı kalmaz. Daha ötesi, varoluşumun sebebi. Süleyman Demirel Üniversitesi öğretim üyelerinden Asst. Prof. Dr. Soner Soysal, yayınladığı bir makalenin sonuç bölümünde, varoluşçu felsefenin kurucularından Soren Kierkegaard'ın tamamen katıldığım şu sözlerine yer veriyor.  

"...Kendimize ait bir yaşam yaşayabilmek için, bize nasıl yaşamamız gerektiğini, değerlerimizin ne olması gerektiğini, bu değerlerle ilişkimizin nasıl olması gerektiğini söyleyen ya da dayatan hiçbir şeye boyun eğmemeliyiz. Çünkü böylesi girişimler ya da bunların kurumlaşmış halleri bizden kendileri için yaşamamızı talep ederler. Varoluşumuz en değerli şeyimizdir; gerçekte sahip olduğumuz ve olabileceğimiz tek şeydir. Dolayısıyla da, onu başkalarının elleriyle değil, kendi ellerimizle şekillendirmeliyiz. Kendi varoluşumuzun senaryosunu başkalarının yazmasına izin vermemeliyiz. Aksi takdirde, bize ait olduğunu zannettiğimiz ancak bize ait olmayan, bizim olmayan bir yaşamı yaşamış, kendi yaşamımız içinde bir figürana dönüşmüş oluruz."*** 

Her hangi bir eserin eleştirilmesinde öznelliği sonuna kadar savunurken eseri yaratan sanatçının kişiliğine yönelik eleştirileri kabul edilemez bulduğumu belirtmek isterim. Her türlü nesnel ve öznel eleştiri eserle sınırlı olmalı, sanatçının her eseri ayrı değerlendirilmelidir.      

13 Nisan 2021 Salı

WILLIAM SHAKESPEARE


Kitabın Adı: William SHAKESPEARE 

Genel Yayın Yönetmeni: Ömer DOĞAN 

Sayfa Sayısı: 156

Yayınevi: Maviçatı Yayınları

Türü: Derleme

Shakespeare adı, bildim bileli hep ürkütmüştür beni. Onu anlayabilecek kıvama gelmek için derin bir edebi bilgi gerektiğini düşünürdüm. Bu düşüncem hâlâ geçerli elbette. Üniversitenin ilk yıllarında, Ankara'da, Cüneyt Gökçer'in Kral Lear'i canlandırdığı oyunu izledikten sonra hiçbir şey anlamamış, sadece abartılı kostümler ve sahne dekoru kalmıştı aklımda.

Bugüne kadar yüzden fazla dile çevrilen 38 oyun, 154 sone ve şiirleriyle haklı bir üne sahip yazar, yaklaşık dört yüz yıldır kendisinden söz ettirmeyi başarıyor. 23 Nisan 1564 tarihinde Stratford'da doğan Shakespeare, yine bir 23 Nisan günü 52 yaşında hayatını kaybetmiş. 

Okuduğum kitap bir derleme, yazarı yok. on dört kitaptan yapılan alıntılardan ibaret. Özellikle son sayfalara doğru yazım hataları göze çarpıyor. Kaynakça olarak gösterilen kitaplar da muhtemelen birbirinden alıntı olduğu için sık sık tekrara düşülmüş. Bu olumsuzluklarına rağmen Shakespeare ve yaşadığı dönem hakkında doyurucu bilgiler içeriyor. Dolayısıyla kitabı ilgiyle okuduğumu belirtmek isterim. 

Öncelikle Shakespeare'in hayat hikayesine ilişkin kesin bilgilerin olmadığını, zamanla onunla ilgili bir sürü hikaye üretildiğini görüyoruz. Öyle ki, aslında Shakespeare diye birinin hiç yaşamadığı ve adının Kraliçe I. Elizabeth dahil olmak üzere o dönemde 80 kadar yazar ve düşünür tarafından kullanıldığı yönünde kanıtlanmamış iddialar var. Yapılan detaylı araştırmalar, ünlü yazarın hırslı, pinti, hırsız, tefeci, zampara, kokainman biri olduğunu çıkarıyor ortaya. 18 yaşına geldiğinde, kendisinden yedi yaş büyük bir kadınla evleniyor. Daha sonra yazdığı şiir ve oyunlarla dikkatleri üzerine çeken yazar, izinsiz olarak girdiği, soylu bir zata ait arazide geyik avlarken yakalanıyor ve sahibi tarafından iyice hırpalanıyor. Hırsızlıkla suçlanan yazar, karısını Stratford'da bırakıp Londra'ya kaçmak zorunda kalıyor ve bu sayede geniş kitlelere sanatını aktarma imkanı yakalıyor. 

Shakespeare'in sanat çevrelerince özel kılınmasının, değerinin gün geçtikçe daha çok anlaşılmasının birçok sebebi var. Tarihi olaylardan esinlenen oyunlarında yer alan karakterler insani özelliklerin tümünü kapsıyor. Söz sanatlarında yeri doldurulamayan sanatçının mirası kabul edilen ilk toplu basım eserleri 800.000 kelime içeriyor ve bunların 1.700 adeti kendisi tarafından çıkarılmış. 

Kitaptan edindiğim kısa bilgiler bile sanatçıya olan hayranlığımın artmasına yetti. Rönesans döneminin İngiltere'sinde refah seviyesi yüksek. Bu dönemde sosyal hayatın geliştiğini ve sanatsal faaliyetlerin arttığını öğreniyoruz kitaptaki bilgilerden. Yazarın başlıca eserlerine, trajedi, komedi ve tarihsel oyunlarına, sonelerine, dillerden düşmeyen karakterlerine ait değerlendirmelere, kadına bakış açısına, Osmanlı, Türk ve Müslümanlar hakkındaki düşüncelerine, cinsel mizah öğelerine, eserlerinin müzik ve sinema dalına yansımalarına detaylı bir şekilde yer veriliyor kitapta. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'ya yayıldığı dönemde batı toplumunun Türk ve Müslümanlara bakış açısı hiç hoş değil. Rönesans etkisiyle Katolik Kilisesinin baskısından kurtulup kendi Anglikan Kilisesini kuran İngilizler Müslüman Türkleri yalancı, baş düşman, cahil, sahte peygambere inanan kişiler olarak görürlerken onları en ağır hakaret sözcükleriyle anıyor. Shakespeare'in eserlerinde de yer yer bu nefreti görmek mümkün. Ancak kitabın hemen savunmaya geçerek Shakespeare'in bu yargıya varmasındaki sebebin onun İslamiyet hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığını defalarca tekrarlamasını, Kur'an'dan ayetleri delil göstermek suretiyle İslam dininin yalancılığa karşı durduğunu belirtmesini gereksiz buldum.

William Shakespeare, geç de olsa senin ve eserlerin hakkında bir parça bilgi sahibi oldum, biliyorum bu son derece yetersiz ama umarım bu, geniş dünyana girmem için hoş bir vesile olur. 

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 86

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 86. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone belirledi. Arkadaşımız bizi çocukluğumuza götürüyor bu kez. Konumuz şöyle;

"Çocukken size aile ve akrabalar tarafından yalanlar söylendi mi, kandırıldınız mı, inandırıldınız mı? Veya, siz yalanlar söyler miydiniz, hayali olaylar uydurur muydunuz? Masum yalanlar tabii ki, seni leylekler getirdi gibi"  

Çocukken ailemin bana pek yalan söylediğini hatırlamıyorum. Bildiğimiz tek bir gerçek (!) vardı o zamanlar. Bütün bebekleri leylekler getirirdi. Tam hatırlayamıyorum ama sanırım yedi sekiz yaşlarında falan olmalıyım. Hürriyet gazetesinin yeni doğan ilânlarındaki, leylek gagalarında taşınan kundakta bebek resimleri çok hoşuma giderdi o zamanlar. Benden sonra doğan iki kardeşimi getiren leylekleri görememiştim. Gece vaktiydi doğumları, uykuda olduğum saatlerdi. Yanılmıyorsam en küçük kardeşimin doğumundan sonra uyandırmışlardı beni, sana bir kardeş daha geldi diyerek. Evde herkesin yüzü gülüyordu, bana bebeği gösterirlerken leyleği sormayı unutmuştum heyecandan.

Realist karakterim o yaşlarda harekete geçmiş olmalı. Düşünmeye başlamıştım, leylek, o incecik gagasıyla koca bebeği nasıl taşıyabilirdi? Havada uçarlarken ya da bacaların tepesinde tüneyen leylekleri görmüştüm ama hepsinin gagaları boştu. Gagasının ucunda kundak taşıyan bir leylek görsem, bütün şüphelerim ortadan kalkacak, bu asil kuşlara sonsuz saygı duyacaktım. Bu işte bir bit yeniği olmalıydı, ısrarla anneme, anneanneme biz nasıl doğduk nev'inden bilimsel sualler sormaya başladığımı hatırlıyorum. Her ikisi birden mahcup bir gülümseme eşliğinde "Seni de kardeşlerini de leylek getirdi." demeye devam ediyorlardı. İnanmıyordum artık onlara ama işin içinden de çıkamıyordum bir türlü. Bana gerçeği söylemiyorlar, benden bir şeyler gizliyorlardı. 

Günlerden bir gün aile dostumuz Kübra Teyze misafirliğe geldi bizim eve. Anneannem yaşlarında kısa boylu, kırmızı suratlı tombul esprili bir kadındı, rahmetli. Baharın sonlarına doğruydu sanırım. Açık sokak kapısının arkasında hayat dediğimiz dar ve uzun salondaki kanepeye oturmuş, ilgimi çekmeyen konularda sohbet ediyordu bizimkilerle birlikte. O gün bugündü. Kafaya koymuştum, şu leylek meselesini masaya yatıracak, gerçeği öğrenmek için elimden geleni ardıma koymayacaktım. Amacım Kübra Teyze'nin önünde annemi ve anneannemi sıkıştırmak, küçük düşürmek, işin iç yüzünü öğrenmekti. "Bebekler nasıl doğar?" diye sordum ortaya. Annemin yüzü kızardı hemen, sesini çıkarmadı. Kübra teyze gülerek "Leylek getirir bebekleri, seni de o getirdi." dedi. Birbirleriyle muzipçe bakıp gülüşmeye başladılar. Konuyu kapatmak istiyorlar, araya laf karıştırmaya çalışıyorlardı. Bu durum beni daha da hırslandırmıştı, edepsizce "Hayır, leylek falan getiremez, bana yalan söylüyorsunuz." diyerek huysuzluk çıkartmaya başladım. Kararlılığımı göstermiştim onlara, onlar için kaçış yolu yoktu artık. Annem, "Yeter ama bak rahatsız oluyor Kübra Teyzen, ayıp uzatma artık" dedikçe ben Nuh diyor peygamber demiyordum. Sonunda Kübra Teyze gözlerini kocaman açıp eliyle işaret ederek "buradan çıktın işte" deyiverdi. Sesim kesilmişti birden. Utanmıştım, söylediğine anlam veremiyordum yine. Acaba ağzımı kapamak için son noktayı mı koymuştu yoksa gerçekten bebekler oradan mı çıkıyordu, hâlâ dediğine inanamıyordum. Beni mahcup etmek, utandırmak için mi böyle söylemişti? Yüzüne baktım Kübra Teyze'nin, şaka falan yapmıyordu, tepkimi ölçüyordu sadece. Annemle anneannem yüzleri kızarmış, mahcup bir halde, bizim konuşmamızı izliyordu. "Yalan söylüyorsunuz," dedim. "Bebek oradan çıkamaz, o kadar küçük yerden nasıl çıksın ki?" diye direttim. "İster inan, ister inanma, nereden çıktığını öğrendin işte, hadi şimdi git dışarıda oyna." diye karşılık verdi Kübra Teyze, artık onun da sabrının taştığını görüyordum. Ama benim kafam iyice karışmıştı. "Bana ne, bana ne, beni kandırıyorsunuz, bana doğruyu söyleyin. Bebek çıkamaz oradan." diye mızmızlanmaya devam ettim. "Yetti artık, daha ne söyleyeyim sana, orası lastik gibi açılır, bebeği çeker, çıkarırsın içinden işte, tamam mı?" dedi, "Lastik gibi ha," dedim. Şaşırmıştım ama biraz ikna olmuştum. Dediği doğru olabilirdi. En azından leylek hikayesinden daha gerçekçi görünüyordu. Kübra Teyze doğruyu söylemişti. O gün, benim için unutulmaz bir gündü, mütevazı varoluş sorunsalıma nihayet rasyonel bir yanıt bulmuştum.

11 Nisan 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 25

Kemal, kliniğin bulunduğu adrese geldiğinde binanın girişine yanaşan ambulans dikkatini çekmişti. Arabasını hemen arkasına yanaştırıp kapının önünde bekleyen valeye anahtarı uzattı. Tekerlekli hasta sedyesini taşıyan iki sağlık personelinin peşine takıldı, almaya geldikleri hastanın eşi olduğunu söyledikten sonra onlarla birlikte hasta asansörüne binip ikinci kata çıktı. Üzerinde “Özel Saygın Hipnoterapi Kliniği” yazılı sürgülü cam kapıdan içeri girerken olanlara inanamıyordu. Hasan, Esther’in kaza geçirmediğini söylemişti ama içini saran kötümser duygulardan bir türlü kurtaramıyordu kendini. Hipnoterapi kliniğinde ne işi vardı karısının. Niye ambulans çağırmışlardı? Kalbi mi durmuştu yoksa? Durumun acil olduğu su götürmez bir gerçekti. Tekerlekli sedyeyi taşıyan görevlilerin arkasında koşarken bir an önce sevgili Esther'ini görmek istiyordu. Selma'yla birlikte danışmanın önünde bekleyen Hasan, kendini kaybetmiş bir halde kliniğe dalan ağabeyini görür görmez hareketlendi hemen. 

- Dur bir dakika nereye gidiyorsun? diyerek önünü kesti Kemal'in.

- Ne olmuş, nerede Esther? Girişe ambulans getirmişler, neler oluyor söyleyin bana?  diyerek öfkeyle bağırıyordu Kemal.

- Uyuttular, şimdi odasında dinleniyor, dedi Selma, endişeyle. Gözleri şişmişti, son derece üzgün görünüyordu. Aslında ne diyeceğini, olayı nasıl anlatacağını, nereden başlayacağını bilmiyordu. Ellerinin titrediğini fark etti. "Merak etme, korkulacak bir şey yok." demeyi çok isterdi ama arkadaşının başına gelenler en çok kendisini korkutuyordu. İyisi mi gerçeği doktorlardan öğrensin, diye geçirdi aklından. Hep birlikte Esther’in odasına doğru yürümeye başladılar.

Kol ve bacaklarından bantlarla bağlanmış vaziyette yatağında baygın yatan Esther’in göz kapakları hafifçe aralandı. Hemen koştu yanına Kemal, dizini yatağa dayayıp, Esther'in başına koydu elini.

- Geçmiş olsun bir tanem, ne oldu sana böyle? diyerek şefkatle okşadı saçlarını karısının.

Esther, yavaşça araladı gözlerini, nerede olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi, çevresine bakındı bir süre. Sonra gözlerini fal taşı gibi açarak öfkeyle avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Başını sert bir şekilde sağa sola çevirip saçlarını okşamaya devam eden Kemal’in ellerinden kurtarmaya çalıştı kendini. Aklını yitirmiş gibiydi. Beyaz örtünün altında çılgınca tepinip ayaklarını kelepçelerinden kurtarmaya çalışırken, fırtınaya tutulmuş bir sandal gibi çalkalanıyordu yatağı. Doktor Kenan Bey, ambulans ekibine sedyeyi odaya almalarını söyledi. Cevdet Bey, iki hemşire ve diğer sağlık görevlileri çaresizlik içinde olanları izliyordu. Karısının bu hali korkutmuştu Kemal'i, arkasını dönüp yatağın yanından uzaklaştı, elleriyle yüzünü kapatırken kapıya doğru ilerledi. Hasan ve Selma ne yapacaklarını bilmez halde bakışlarını bir Esther'e bir Kemal'den tarafa çeviriyor, yerlerinde duramıyorlardı. Birkaç dakika sonra iyice yorgun düşen Esther'in çırpınmaları azaldı, çığlıkları iniltiye dönüştü. Boş gözlerini çevresindeki insan kalabalığının üzerinde gezdiriyordu. Yanına yaklaşan ve onu içi acıyarak süzen Selma'ya dik dik baktı bir süre. Diğerleri gibi onu da ilk kez görüyor gibiydi. Seslerin kesildiğini gören Kemal, geri dönüp tedirgin halde yatağa doğru yanaştı. Onu görür görmez Esther'in yüzü değişti. Korku ve kızgınlık bürümüştü gözlerini yeniden. Genç kadının nefret dolu, delici bakışları altında kanının donduğunu hissetti, Kemal. Birkaç dakika bu şekilde bakıştıktan sonra Esther, yeniden çırpınmaya, çığlık atarak bağırmaya başladı. Odadaki herkes bir şeyin farkına varmıştı. Esther'in tepkisi Kemal'in üzerinde yoğunlaşıyordu. Kemal yanına yaklaştığında, canavar görmüşçesine korkuyor, tuhaf sesler çıkararak bütün gücüyle bağlarından kurtulmaya çalışıyordu. Sonunda Kemal de bu durumun farkına varmış, acısı bir kat daha artmıştı. Çaresizce arkasını dönüp odadan dışarı çıkarken hemşirelerden birinin Esther’e sakinleştirici iğne yaptığını fark etti. Kısa bir süre sonra tekerlekli sedyeye alınan Esther, Kemal'in şaşkın bakışları altında asansöre doğru yol alıyordu. Cevdet Bey, Esther’i yalnız bırakmamıştı, o da sedyenin peşine takılmıştı. Kemal'in tahmini doğru çıkmış, ambulans Esther için hazırlanmıştı. Koridor boyunca hızla yol alan sedyenin yanındaki sağlıkçılardan biri, baygın haldeki kadının koluna ince hortumlarla bağlanmış bir serum torbası tutuyordu.                  

Kemal, sedyenin götürüldüğü yöne bir hamle yaptı. Kendisine sorup danışmadan nereye götürüyorlardı karısını, bütün bu yaşadıkları kâbustan başka bir şey olamazdı. Başını geri çevirdi, Doktor Kenan Bey ve beyaz önlük giyen birkaç sağlık görevlisinin yanında Hasan ve Selma'nın beklediğini gördü. Hepsi donmuş film karesi gibi hareketsizdiler. Adeta gurbete yolcu uğurlarmış gibi kederli yüzleriyle asansöre doğru hızla ilerleyen sedyenin peşine takılmıştı bakışları. Hayır, bu asla gerçek olamazdı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Öfkeden çıldırmak üzereydi Kemal, sanki görünmez bir el boğazını sıkıyordu. Hırsla kravatını gevşetti, sedyenin peşinden gitmekten vazgeçip doktorların yanına döndü, koridorda avazı çıktığı kadar bağırmaya, kliniği birbirine katmaya başladı.

- Söyleyin, ne yaptınız karıma? Hepinizi pişman edeceğim. Tazminat davası açacağım size, diyerek ortalığı inletiyordu. Kenan Bey, Kemal'i sakinleştirmenin imkânsızlığını anlamıştı. Onun bu sakinliği daha da çıldırtmıştı Kemal’i. Oda kapısının önünde var gücüyle salladığı yumruk, neredeyse yüzünde patlıyordu doktorun. Hasan tam zamanında önüne geçip bu tatsızlığa engellemişti. Yaşanan arbedede araya giren klinik çalışanları Kemal’in elinden zor kurtarmışlardı doktoru.

- Abi ne yapıyorsun Allah aşkına, sakin ol, öfkene hakim ol biraz, doktor bir anlatsın ne olduğunu. Bu şekilde davranırsan hiçbir şey öğrenemeyiz. Sen şimdi bekle burada beni, yengemi nereye götürdüklerini öğreneyim.  

Hasan korkudan kendini odaya kapatan doktorun yanında bir süre kaldıktan sonra dışarı çıktı. Sakin görünmeye çalışıyordu, ağabeyi ile birlikte kendisini merakla bekleyen Selma'yla göz göze geldi. Ambulansın Esther’i nereye götürdüğünü doktora sorup öğrenmişti.

- Hadi, dedi, ağabeyinin kolundan çekiştirerek. Bunun hesabını daha sonra sorar, ne olduğunu öğreniriz ama şimdi yengemi yalnız bırakmayalım. Üçü birlikte merdiven basamaklarından hızla inerlerken Kemal, Selma’ya döndü bu kez.

- Neler oluyor Selma, benden sakladığınız bir şeyler olmalı. Söyler misin Esther’le bu klinikte ne işiniz var? Neden bana karşı bu kadar tepkili, ne yaptım ben ona? Sana hiç bahsetmedi mi hastalığından?

Selma’nın en çok korktuğu sorulardı bunlar. Ne diyeceğini bilemiyordu. Adımları karıştı birbirine, son basamağı inerken tökezler gibi oldu. Hasan atik davranarak koluna girmiş, düşmesini önlemişti. Sıkı sıkıya tembihlemişti Esther, ağzından bir şey kaçırmamalıydı. Esther’le yakın dostluğunu bilenlere bir şey bilmediğini söylemesi ne ölçüde ikna edici olurdu. Ne Hasan, ne Kemal yutardı bu numarayı. Bir taraftan Esther’e verdiği sözleri düşünürken, Kemal’in bir şeyler öğrenmek için ısrarla üzerine gelmesi çift yönlü huzursuzluk yaşatıyordu Selma'ya. Esther’le aralarındaki sırrı sonsuza kadar taşıyabilecek miydi? Telefonda Hasan’a anlattıkları geldi aklına. Esther’in ruhsal problemleri olduğunu söylemişti kocasına fakat doktorunun onu hipnoterapi merkezine yönlendirdiğini anlatmamıştı. Bunları Hasan’la paylaşmak konusunda o kadar zorlanmamıştı ancak aynı şeyleri Kemal’e anlatmak hiç kolay değildi. Belki her şeyi göze alıp bütün bildiklerini dökmeliydi ortaya. Kendisinin baştan beri Esther'in yanında bulunduğunu Hasan’dan öğrenecekti. Hasan, ağabeyine telefonla haber verdiğinde onun klinikte olduğunu söylemiş olmalıydı. “Bir şey bilmiyorum.” demesi hiç inandırıcı gelmeyecekti Kemal'e, üstüne üstlük bir de yalancı durumuna düşecekti. Evet, derhal anlatmalıydı bildiklerini. Ama yine de, Cevdet Bey’le önceden karşılaştığını, Esther'in onu muayenehanesine götürdüğünü, doktorun bütün sorumluluğu üzerine alıp sanki hasta yakınıymış gibi tedavi onay belgelerini imzaladığından söz etmeyecekti. Bunları bilse, Kemal'in "İki kafadar bir olmuş, boyunuzdan büyük işlere kalkmışsınız" diyerek onu suçlayacağından adı gibi emindi. Valenin arabayı getirmesini beklerlerken Selma, mahcup bir şekilde Kemal'in yanına yanaştı.

- Biliyorum ağabey, ilk sana söylemesi gerekirdi Esther'in, dedi. Can sıkıntısıyla içini çekti. Esther hasta, psikolojik rahatsızlığı varmış. Birkaç hafta önce benden bir doktor ismi istemişti. Ben de ona yakın bir arkadaşımın tavsiye ettiği Cevdet Bey'in adını verdim, şu anda Esther'in yanında olduğunu sanıyorum onun. Ama Hipnoterapi Merkezindeki Doktor Kenan Bey'i tanımıyorum. Esther bugün için ondan randevu almış, sabah beni telefonla arayarak kendisine eşlik etmemi rica etmişti. Onu kıramazdım, burada olmamın sebebi bu. İnan bana, bütün bildiğim bundan ibaret.

- Peki, neden gizledi bütün bunları benden. Ya sen, sen niye söylemedin bana Esther'in hasta olduğunu. 

- Haklısın ağabey, işlerin bu hale geleceğini bilseydim saklar mıydım hiç? Çok söyledim Esther'e, durumunu sana anlatsın istedim. Ama bilmiyorum niye, yaşadığı sıkıntıları kimseyle paylaşmak istemiyordu. Kemal'in işi yeterince sıkıyor onu, bir de benimle nasıl uğraşsın diyordu bana sürekli. Sıkı sıkıya tembihlemişti beni, kimseye hastalığından bahsetmeyeyim diye. İstersen sor, Hasan'ın bile haberi yok Esther'in durumundan.

Önlerine gelen Kemal’in arabasına bindiler üçü birlikte.  Hasan doktordan aldığı adresi cep telefonunda bulmuş ve navigasyonun gösterdiği yöne göre tarif ediyordu yolu ağabeyine. Arka koltukta ellerini kenetleyip oturan Selma başını öne eğmiş derin düşüncelere dalmıştı. Susmak belki tek çıkar yoldu onun için. Kemal kendi kendine söyleniyordu, karısının kendisine niye bu şekilde davrandığını bulmaya çalışıyordu kafasında. Bazen düşüncelere dalıp Hasan'ı duymuyor, yanlış yöne sapmak üzereyken son anda durumu fark edip direksiyonu sert bir şekilde aksi yöne kırıyordu. Esther'den başka bir şey yoktu aklında. 

- Nasıl olur, neden, neden söylemedi hasta olduğunu bana? Biliyorum. Benim suçum, son zamanlarda çok ihmal ettim. Gözleri doldu. Anlamalıydım, dinlemeliydim onu. Aklına geldikçe daha önce yapmış olduğu hatalar birer birer geçiyordu gözlerinin önünden. Allah kahretsin, diye bağırdı. Lanet olası işler, çevremde hiç kimseyi görecek hal bırakmadı bende. Gecemi gündüzümü, bütün hayatımı işle doldurdum, Esther'i dinleyecek, ona bana derdini anlatacak zaman bırakmadım. Gözlerinden yaşlar boşalırken başını direksiyona dayadı. Hasan, tedirgin olmuştu.

- İyi görünmüyorsun ağabey, istersen yer değiştirelim. Sıkma canını. İş dünyası böyle işte, adamın ciğerini sökerler. Biz de farkındaydık, işlerine bu kadar kendini kaptırdığını. Doğrusunu istersen asıl senin başına bir şey gelmesinden korkuyorduk hepimiz. Yengem hiç hesapta yoktu. O da kendini yalnız hissetmiş olmalı, epey acı çekmiş, belli. İnşallah kısa zamanda atlatır, birlikte oturur konuşursunuz bu konuları. 

Hasan'ın bu kadar açık konuşması rahatlatmıştı Selma'yı. Kemal'i yaralayacağını bilse de çekinmeden kendi fikrilerini söyleyebilecek cesareti bulmuştu kendinde.

- Evet, her fırsatta işlerin seni ne kadar yıprattığını dile getiriyordu. Her an bir şey olacak endişesiyle seni takip etmek onun için bir işkenceydi adeta. Çektiği yalnızlığının yanı sıra diğer bir konu da içine düştüğün durum karşısında bir şey yapamamanın çaresizliğiydi. Bu yüzden kendini, işe yaramaz, zavallı biri olarak görüyordu.

Devam edecek





10 Nisan 2021 Cumartesi

SİMYACI - PAULO COELHO

Kitabın Adı: SİMYACI 

Yazar: Paulo COELHO

Çeviri: Özdemir İNCE

Sayfa Sayısı: 188

Yayınevi: Can Yayınları

Türü: Roman

Ne diyeyim bilmem ki! Onca ülkenin diline çevrilmiş, yüzlerce baskısı yapılan, herkesin dilindeki kitap bu mu? Seven sevmeye devam etsin, kitaptan aldığı değerli! bilgileri kendisine rehber eylesin. Yaşını başını almış, iyisiyle kötüsüyle hayatı bir parça tanıyabilmiş, düşünebilen bir insana ne faydası olur böyle bir kitabın. İnsan gerçekleri değil hep iyi şeyleri, güzel şeyleri okumak, hayal etmek istiyor sanırım. Oysa gerçeklere gözümüzü kapadığımız bir dünya ne büyük bir kandırmacadır. Çevirisinden mi bahsetsem, yoksa bu kadar söylemekle mi yetinsem bilemedim. Nedir yahu kişisel menkıbe? Elin Brezilyalısı bana nelerden bahsediyor. Yok evrenin ruhuymuş, yok evrenin diliymiş, kadermiş. Bildiğimiz tasavvufi öğelerle doldurulmuş, kişisel gelişim kitabı bile diyemeyeceğim sıradan bir kitap. Benim için tam anlamıyla zaman kaybı. İnsan bir şeyi istediği zaman olurmuş! Evrenin ruhu ona kapılarını açarmış. Felsefe taşıymış, bir varmış, bir yokmuş... Tezer Özlü'nün Yaşamın Ucuna Yolculuk'undan sonra hiç çekilmedi. Yarım bırakmamak için sonuna kadar okudum. Anlaşılan evren ruhunu sadece Paulo'ya üflemiş. Çocuğumun okumasını bile istemem, yaşam yazarın anlattığı gibi değil çünkü. Bir daha Coelho'nun kitabını almam elime. Elif Şafak'ın "Aşk" ı her yönüyle yüz kat daha iyi Simyacı'dan.   

ZAMAN

Nedir zaman? Olayların oluş ve akış sıralamasını belirleyen bir kavram mı? Bazı şeyleri tersinden değerlendirmek farklı kapılar açıyor zihnimde. Zamanın hareketli, akan özelliğe sahip, ölçülebilen bir varlık olduğuna dair bir algıya sahibiz. Geçmiş, şimdiki ve gelecek olarak üç evreye ayırdığımız zamanın aslında sonsuz uzunluğa sahip sabit bir çizgi olduğunu ve yaşamların bu çizginin belli yerlerinde görünüp kaybolduklarını düşünemez miyiz? Zamanı podyuma, yaşamları ise podyumda boy gösteren mankenlere benzetiyorum. Elbette, bu defilenin bir ya da birden fazla izleyicisinin olması olasılık dahilinde ama şimdi o konuya girmeyeyim.

Sonsuzluk... İnsanoğlunun algılayamadığı bir ölçü. Sonsuzluk gibi zaman da izafi bir kavram olarak, akıp akmadığı, hangi yönde aktığı fiziğin en tartışmalı konularından biri. Kuantum fiziğine dalıp kafamı karıştırmaksızın algılarımı tersine çevirip zamanı sabitlediğim takdirde yaşamın nasıl şekilleneceğini merak ediyorum. 

İngiliz idealist düşünür John Ellis Mc Taggart (1866-1925), zamansal bakımdan olayları iki farklı biçimde sınıflandırmış. Zamanın A serisi, yani Kipli Zaman Teorisi, geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman kiplerine dayanıyor. Zamanın bir yöne aktığını, değiştiğini, eğer değişim olmazsa zamanın var olamayacağını ileri süren bu görüş, dinamik yapısıyla sezgilerimizle bir hayli uyuşmakta. Mc Taggart'a göre kipler birbirini dışlayan uyumsuz nitelikler. Eğer olaylar zaman içinde geçmiş, şimdi ve gelecek arasında hareket ediyorsa zaman içerisindeki her şeyin bu kiplerde bulunması gerekir. Oysa bir olayın aynı anda iki kipte yer alması mümkün değildir. Bu yüzden hareket halinde olan "şimdi" nin varlığı çelişki doğurmakta ve zamanın gerçek dışı bir kavram olduğu sonucunu getirmektedir.   

Ama benim üzerinde durduğum zamanın B serisi; Kipsiz Zaman Teorisi, kiplerin gerçek olmadığı, statik-durağan durum. Bu teoride kipler değil, öncelik, eş zamanlılık ve sonralık gibi sabit zamansal ilişkiler. Zaman kipleri dış dünyadaki gerçeklikte karşılığı olmayan, yalnızca insan zihninde yer alan yapılar. A teorisi sadece düşünebilen canlıların olduğu bir dünyada varken B teorisi, görelilik kuramına uyumlu ve bütün evren için geçerlidir.     

Newton, iki olay arasındaki zaman aralığının nesnel bir şekilde (gözlemciden bağımsız olarak) ölçülebileceğini iddia etmişti zamanında. Einstein'ın görelilik kuramı ise, iki olay ya da iki nokta arasındaki zaman aralığının bir referans noktası ve koordinat sistemi seçilmeksizin ölçülemez olduğunu ortaya koymuştur. Bilindiği üzere görelilik kuramının öngördüğü gibi hız arttıkça zaman yavaşlamaktadır. Örneğin ışık hızına yakın hareket eden bir uzay gemisi içinde 25 yıl süreyle bir uzay yolculuğuna çıkmış mürettebat, dünyaya döndüğünde bütün tanıdıklarının öldüğünü, dünyada geçen zaman karşılığının 100 yıl olduğunu görecektir. Bu basit örnek zamanın nesnelliğini ortadan kaldırmakta. Mutlak bir zaman tanımı olmadığı için mürettebatın mı yoksa dünyadaki insanların mı saatlerinin doğruyu gösterdikleri sorgulanamamaktadır. Bu sonucun da zamanın B serisini desteklediği görülmekte. Böylece kipler nesnel bir gerçeklik değil, dilsel ifadelerde anlam bulan bir yapıya indirgenmektedir.     

Zamanın gerçek olmadığı fikri sezgilerimize aykırı. Kibirli bir canlı olan insan, kainatın öznesi olduğu yanılgısı içinde. Bu yüzden zaman denilen kavramı yaşamının önünden geçiriyor. Zamanın sabit olabileceğini, evrendeki diğer varlıklarla birlikte zamanın önünden geçip gitme ihtimalini aklına getirmiyor.

Zamanı sabit ve sonsuz bir çizgi ya da yol olduğunu düşünelim. Mekan ve varlıklar o yolun herhangi bir yerinde ortaya çıkıyor, yol boyunca değişiyor ve ömrünü tamamladıktan sonra yolun bir yerinde yok oluyor. O yok oluş, ayrı bir doğuşa mı sebep oluyor bilinmez. Bu da ayrı bir konu. Fakat yolculuk yaptığımızın sürenin gerçekliği söz konusu değil. Önemli olan kat ettiğimiz yol. Görelilik kuralı gereği her canlının bu yolculuğu ne kadar bir süre içinde tamamladığı standart bir şekilde ölçülemez. Bir başka deyişle insanın yaşı ve kaç yıl yaşadığı sadece birer yanılsamadır. Gerçek olan zaman yolunda ne kadar süre zaman harcadığıdır. Bu süre herkes için ay ya da yıl bazında ölçülemez. Biri zaman yolculuğunu 35 yılda tamamlarken diğeri 80 yılda aynı noktaya gelebilir. Oysa gerçek zaman dilimi yani zaman yolunda kat edilen mesafe her iki durumda birbirinin aynı olabilir. Bazen zamanın ne kadar çabuk akıp gittiği ya da geçmek bilmediği hissine kapılırız. Bu sadece bir histir. Gerçek olan sadece yaşadığımız an ve zaman yolunda hızlanıp yavaşladığımızdır. Zaman yolunda daha önce yaşadıklarımızın bir kısmı birer anı olarak kalır hafızalarımızda. Yolda mola verip yemek yediğimiz bir lokantayı hatırladığımız bir "önce" liktir geçmiş. Gelecek ise bilemediğimiz acı ve tatlı sürprizlerle dolu. Yaşam yolculuğuna ilk kez çıkıyoruz muhtemelen, daha önce çıkmış olsak bile farklı mekanlardan geçiyoruz. Nerede viraj var, nerede bayır bilmiyoruz. 

Zaman geçmiyor, akmıyor hayatımızdan. Biz geçiyoruz zamanın içinden.

Zaman öldürülecek ya da kazanılacak bir şey değil. Eğer dikkat etmezsek o bizi öldürür, bazen de kazanır bizi zaman.

Zamanım yok demek doğru değil. Çünkü zamanın sahibi değiliz, biz ona tabiyiz.

Hayatımızdaki en acımasız şey zaman değildir. Zamanın suçu yok, o olduğu yerde duruyor, acımasız olan kendimiz ve çevremiz. Zaman bir yere gitmez, biz gideriz hep ileri, geri dönmeyi henüz bilmiyoruz, şimdilik...

"Takvim düzeni herkes için aynı olsa da, zaman herkesin içinde başka türlü ilerler." (Murathan Mungan) Oysa gerçek, herkesin zamanın içinde başka türlü ilerlediğidir. 

"Geçmiş veya gelecek yoktur. Sonsuz bir "şimdi" vardır." (Cowley) Geçmişin ve geleceğin gerçek olmadığı aşikar ancak tek gerçek olan "şimdi" nin sonsuz olduğunu söylemek için zaman yolunda durmamız lâzım.

"Zamanın kime dost kime düşman olacağı bilinmez." (Shakespeare)

"Uzun yaşamışsın derler bana, bilmezler seni uzun beklediğimi." (Fazıl Hüsnü Dağlarca)

"Siz zamanınızı kaybetmiyorsunuz, zaman sizi kaybediyor." (Moliere) 

"Zaman su gibi akıp gidiyor derler, halbuki zaman değil biz geçip gidiyoruz." (Weber) 

"Dinleyin beni. Öncelikle, geçen şey zaman değil, biziz." (Geza Csath)