Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 92. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu yine sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Sevgili arkadaşımıza biraz fazla yüklendiğimizin farkındayım. Neyse ki bazı arkadaşların önümüzdeki haftalar için harekete geçtiklerini yorumlardan öğrenmiş oldum ve buna çok sevindim. Bu hafta öncekilere kıyasla biraz daha soft bir konuyu tartışacağız. Gündem beni hayli yorup canımı sıktığı için kendi adıma arkadaşımızın bu seçimi isabetli olmuş. Evet, işte bu haftanın konusu:
"Sosyal deney videoları hakkında ne düşünüyorsunuz ve böyle bir deneyle karşılaşsanız tepkiniz ne olurdu?"
Bu soruya genel bir cevap veremem. Zira gerçekten topluma yararlı bir veri elde edilebiliyor ve bu konuda dikkat çekilebiliyorsa bence bu tür videoların herhangi bir mahsuru yok. Diğer taraftan belli bir önyargıya hizmet eden ve insanları olumsuz düşüncelere sevk eden sosyal deney videolarına karşıyım. Bir de eğlence amaçlı yapılan bu tür yapımlar var. Bu durumda mutlaka muhatabından onay alınmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Böyle bir deneyle karşılaştığımda yazımın başında belirttiğim üzere yapımın niteliğine ve amacına göre farklı tepkiler verebilirim.
Yazıma başlamadan önce bir sosyal deney videosu izledim. Güzel bir kız elindeki "Tatile çıkmam için yardım edin" yazısıyla kalabalık bir caddede boy gösteriyor. Aynı kız daha sonra kıyafetini değiştirip başını örterek "Açım, yardım edin" yazısıyla insanlardan para istiyor. Doğal olarak ilkinde daha fazla para topluyor! Buradan ne sonuç çıkarılabiliriz şimdi? Toplum, kıyafeti düzgün seksi bir kıza, üstü başı dökülen fakir bir kızdan daha fazla yardımcı olmaya yönelimli! Tatilci kızın telefon numarasını isteyenlere, fakir kız örneğinde kocası olup olmadığını soranlara bakarsanız daha geniş bir değerlendirme yapmaya imkân veriyor böyle bir çalışma. Elbette bu sosyal deney örneğinde şöyle bir genel sonuç da çıkartmak mümkün: Toplumun bir kısmı insanların dış görünüşüne bakarak davranışlarını belirlemekte. Ancak bu tür davranışı gösteren insanların toplumun ne kadarlık bir kesimini oluşturduğunu öğrenemiyoruz.
Şimdi hem yukarıdaki örneği, hem de sevgili Deeptone'nun restorana girip karnının aç olduğunu söyleyen birine karşı toplum davranışını değerlendirdiğimizde temel yaklaşım dış görünüş olduğunu anlıyoruz. İnsanlar arasında namusun ve paranın kimde olduğunu bilmek zordur. Özellikle günümüzde bu ayrımı dış görünüşe göre yapmak neredeyse imkansız. Durum böyleyken tanımadığım bir kişiye para yardımı yapmayı düşünmem. Kıyafetine bakıp bu namusludur ya da namussuzdur da diyemem. Namus kavramını burada cinsiyet açısından değil, ahlak açısından ele aldığımı belirteyim.
Bazı sosyal deneylerin eğitici olduğunu düşünüyorum. Mesela işlek bir caddede polis kıyafeti giyen iki kişi çevirip kimliğimizi sorduğunda acaba kaçımız onların buna hakkı olup olmadığını sorabiliriz? Kaçımız polisten kimliklerini göstermesini isteyebilir? Bu tür sosyal deneylerin toplumun eğitilmesinde faydalı olacağı kanaatindeyim.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 91. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu yine sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Özellikle son pandemi "sözde" kapanma döneminde bir yanım beni hasta eden ülke gündemi hakkında delicesine yazmak tutkusuyla kıvranırken diğer yanım aklını başına topla, yaşadığın özgür bir ülke değil, başını belaya sokma diyordu. Ülke gündemi ruhumu daraltıyor. Umarım kendimi frenler, haddimi aşmam. Haftanın tartışma konusu şöyle:
"Bizler için, ülke ve dünya gündemi yakından izlemek mi, uzaktan izlemek mi, hiç izlememek mi daha faydalı veya iyi?"
Sizi bilmem ama ben fena halde siyasi gündemi takip ediyorum. Siyasi gündemim içinde ekonomi, eğitim, sağlık, üretim, yargı, yasama, yürütme velhasıl ülkenin geleceği var. Benimki bir tercih değil, adeta bir hastalık. İklim, coğrafya ve doğal zenginliklerimiz bakımından hiç de aşağı kalır bir yanımız olmadığı halde neden İskandinav ülkeleri gibi refah içinde yaşayan bir toplum değiliz? Biliyorum elbette bu sorunun kahredici cevaplarını. Neden Amerika'da polis zencinin boynuna dizini dayayıp nefessiz bırakır ve ölümüne sebep olur? Neden on yedi yaşındaki bir Kürt genci dağa çıkar, can alır, can verir? Bunları yakından izlemek faydalı mı? Uzaktan mı izlesek, ya da aman bırak canım bize ne deyip sırtımızı mı dönsek? Elimiz kolumuz bağlı olduğunu ileri sürüp sadece izlemekle mi yetinsek? Yoksa bir insan olarak neler yapabiliriz diye düşünmek mi en iyisi? Ya da harekete geçmek, mahpushaneleri, işkenceyi, ölümü göze alıp... Hangisi en faydalısı, en iyisi? Kime fayda sağlayacak bu cesaretimiz, kimin iyiliğine koyacağız taşın altına elimizi? Kendi iyiliğimize, kendi faydamıza olmayacağı açık. Ya başkalarına, sömürülenlere, kadınlara, çocuklara, geleceğimize, hiç mi yararı olmayacak bunları düşünmenin, çevremizdeki insanların karınca kararınca gözünü açmalarını sağlamanın, fırsat bulduğumuzda elimizi taşın altına koymanın...
Gündem mi dediniz. Sedat Peker gülüşüyle gülmek istiyorum size. Kardeşlerim diyerek kollarımı iki yana açmak geliyor içimden. En az yirmi beş milyon izlemiş videolarını. Ne diyor? Temiz Süleyman, Süslü Süleyman diyor... Adaletin ortadan kalktığı bir toplumu mafya yönetir. Yemin ediyorum size, şu Sedat Peker denilen suç örgütü liderini devletin başına getirsek daha iyi yönetir bu ülkeyi. İnci Babaları arar olduk. Siyaset pisliğe dibine kadar batmış. Diyeceksiniz ki, sen bilmiyor muydun bunun böyle olduğunu? Bilmez miyim, biliyordum elbet. Buna rağmen hergün yeni şeyler öğrenince tüylerim diken diken oluyor. En az elli kişinin ölümüne sebep olmuş bir katilden, bir mafya reisinden medet umar hale geldik. Ama adam diyor, ben sizin kurtarıcınız değilim. Benim payımı vermediler, hakkımı yediler. Benim tek davam bu, diyor. Yani senin benim vergilerimi, canım ülkemin kaynaklarını peşkeş çekerken paylaşamamış beyler. Anlaşmazlık çıkınca girmişler birbirlerine. İşte sana gündem. Susurluk'un devamı diyorlar. O zaman ışıkları açıp kapatıyorduk, adalet istiyorduk, pislik çıksın ortaya diye. Birşeyler yapıyorduk yani. Biraz da işe yaradı, tam olarak olmasa bile. Aynı aktörler sahnede yine. Hadi görelim bakalım şimdi o cesareti, kimin eli gider ışığı yakıp söndürmeye. Korku... Demokrasi mi dediniz? Faşizmin dik âlâsı.
15 Temmuz neymiş? Demokrasi ve Birlik Günü öyle mi? Normal vatandaş için ne fark edecekti ki, ha şimdi Fetö dedikleri yol arkadaşları darbeyle gelseydi devletin başına, ha şimdiki iktidar. Demokrasi nedir ki bizim gibi cahil toplumda? Celladımızı seçiyoruz sadece demokratik yolla. Gündem mi dediniz? Düşünmeyelim mi? Nasıl olsa her kim gelirse gelsin beceriyorlar mı bizi? Tadını mı çıkarmaya bakalım, eğlenelim, mutlu olalım. Düşünmeyelim hakkı yenenleri, özgürlükleri ellerinden alınanları, komşunu sana düşman edenleri...
Peki düşünmeyelim pandemiyi. Vatandaşın annesinin cenazesine sadece dört kişi katılabilirsiniz deyip Ayasofya'da on binlerce kişiyi görmeyen zalimleri. Soyup soğana çevirdikleri merkez bankasını, ülke dışına kaçmak için fırsat kollayan gençliği düşünmeyelim mi?
İstihbarat şube müdürleriyle ortak çalışan mafya bozuntularını düşünmeyelim peki. Fetö Borsası diye bir şeyin varlığı bizi hiç alakadar etmez zaten. Varlıklı kişileri Fetöcü diye yaftalayıp varlıklarına çökülmesinden, yarısının mafyaya, diğer yarısının siyasilerle bürokratlar arasında paylaşılmasından bize ne? Öyle mi?
Kardeşlerim! Kusura bakmayın, Sedat Reis'ten ağzıma yapıştı bu hitap tarzı. Söylenecek çok şey var. Beş tane holdinge peşkeş çekilirken bu ülke, biz sırtımızı dönüp yatalım öyle mi? Bakın ben size bir şey söyleyeyim. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, aylık geliri on bin liranın üzerinde herkes ya yasa dışı bir iş yapıyordur, ya da yasa dışı yapılan bir işe aracı oluyordur.
Geçen gün youtube kanalından Hakan Şükür'ü izledim. Futbolla pek ilgilenmem ama o dünya kupasının parlak yıldızıydı. Amerika'da yaşıyor. Fetöcü dediler. Olabilir. Ne suçu var, örgütsel bir suç işlemiş mi, bilmiyorum. Ama bilmek istiyorum, eğer varsa bir suçu, eyvallah. İktidar yandaşı olmayan kim varsa ya terörist oluyor ya da Fetöcü. Fethullah nikah şahidi mi olmuş. Olabilir. Siz de ya Hazret, gel de bu hasret bitsin diye yalvarıyordunuz aynı şahsa. Onca masum Atatürkçü generali, hakimi, öğretim üyesini haksız yere yıllarca süründürdünüz hapislerde. Soruları çaldırdınız, doldurdunuz eski dostlarınızı askeri okullara, üniversitelere. Onca rezaletten sonra sizler sütten çıkan ak kaşık, Hakan Şükür terör örgütü üyesi iyi mi? Gündem mi dediniz? Ben Fetöcü dediğiniz Hakan Şükür gibi nicelerini izliyorum youtube'tan hergün. İbrahim Öztürk mesela, Almanya'da ikamet ediyor zorunlu olarak. Memlekete gelse hapse atacaklar. Moonstar diye Türkiye'de yasaklı bir youtube kanalı var. Ancak nasıl oluyorsa teker teker bütün videoları düşüyor youtube listesine. Adam Boğaziçi ekonomi mezunu bir profesör. Uzakdoğu ekonomileri üzerinde uzman. Kafaya takmış, niye aynı seviyede başladığımız yarışın gerisinde kaldık da Güney Kore, Singapur bizim fersah fersah üzerimize çıktı diye. Son olarak ülkemizin düzlüğe çıkması için on bir madde saydı. Hepsinin altına imza atarım. Yemin ediyorum, gelsin şu Fetö'cü dediğiniz Profesör yönetsin bu ülkeyi. Diyor ki, Batı aydınlanma çağını yaşadı, biz yaşamadık. O da karamsar benim gibi. Bir başka değer de Mustafa Öztürk, sanırım soyadı benzerliği var aralarında. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Profesör idi. Cübbeli Ahmet attırmış onu üniversiteden. Şimdi Almanya'da iyi bir üniversitede öğretim üyeliği yapıyor. Birçok ülkenin üniversitelerinde kürsüsü var. Kafası çalışan dindar bir kişi. İnanın dinimizi onun anlattığı gibi anlatsalar bu ülkede ben dahil herkes seve seve Müslüman olur. Ülkemiz yobaz hacıların hocaların elinden kurtulur. Gündem mi dediniz, işte benim gündemim. Geleceği karanlık, beni mutsuz eden güzel ülkem...
Kardeşlerim! Biliyorum, bazılarınız kızacaksınız bana. Yapma, etme alırlar seni, başına bir iş getirirler diyeceksiniz. Bu güzel konuyu öneren güzel kardeşim, senin zombilerin, vampirlerin hayâl. Benim zombilerim ete kemiğe bürünmüş, vampirlerim milletimin kanını emiyor. Sen kendi gündeminle mutlu ol, ben kendi gündemime yanayım.
Kemal’in morali bozulmuştu. Esther'in iyileşmesi için her şeyini vermeye hazırdı. Çaresizlik içinde gözlerini Doktora çevirdi.
- Peki, Doktor, ne kadar sürecek bu durum? Karım ne zaman
sağlığına kavuşacak?
Doktor iki elini birden "Allah bilir." dercesine havaya kaldırdı.
- Kesin bir süre vermem mümkün değil. Ancak daha önce
belirttiğim üzere bu süreç içerisinde yeni bir şok yaşamaması için davranışlarımızda ona karşı daha dikkatli olmamız gerektiğini söyleyebilirim.
Kemal’in canı sıkılmış, sabah kliniği aradıktan sonraki neşesi kaybolmuştu. Cevdet Beyin sözlerinden durumun ciddiyeti anlaşılıyordu.
- Doktor Bey, gereken her şeyi yaparım, yeter ki karım bir an önce normale dönsün.
- Sadece sizin değil, ilişkide bulunabileceği herkesin
ve her şeyin önemi var burada, dedi Doktor. Derin bir nefes aldı. Nasıl
söylesem bilmem ki, mesela kendini prenses olarak sanıyor ya, hayal ettiği ortamın dışında gördüğü her şey rahatsız edecektir onu. Sözgelimi Ortaçağda bir şatoda
yaşıyor bilinçaltında, daha önce hiç görmediği, motorlu araçlar, insanların
giyim kuşamları, asansör, radyo, televizyon, cep telefonu gibi daha sayamayacağım pek çok şeyle ilk kez karşılaştığında ne kadar şaşıracağını tahmin edersiniz
sanırım.
Jale gözlerini açmış, dikkatle dinliyordu Doktorun dediklerini. Şaşkın halde Selma’yla birbirlerine baktılar. Kemal, işlerin sanıldığı kadar kolay olmadığını düşünüyor, endişeleniyordu.
- O dediklerinizle bir şekilde karşılaşmak zorunda
ama, dedi Kemal. Umutsuzluk ve yüzündeki karamsarlık çizgileri iyice
belirginleşti.
- Haklısınız, bunu sağlamanın çok zor olduğunu biliyorum dedi, Doktor. Fakat bu geçiş
sürecinde mümkün olduğu kadar fedakarlık göstermek, onun yeni bir şok yaşamaması için elimizden geleni yapmak zorundayız. Aslına bakarsanız Esther
Hanım’ın bu durumu bir bakıma bulunmaz bir fırsat sunuyor bizlere.
Kemal’in kafası iyice karışmıştı.
- Nasıl yani?
Cevdet Bey, elinde zarif bir şekilde tuttuğu altın kaplamalı kalemini kaldırarak sözcüklerin üzerine basa
basa cevapladı soruyu.
- Şimdi, bakın dedi. Süregelen
bir hipnoz halini düşünün. Esther Hanım, gördüğü kâbus ve sanrıların bilinçaltına
yerleşmiş sebeplerini açığa vurmak için bize sınırsız bir imkân sağlamış oluyor bu
sayede. Eğer iletişim sorununu çözersek, kısa zamanda işlerin yoluna gireceğine dair hiç şüphem yok. Başından geçen kötü olaylarla yüzleşmesi, onu olumsuz etkileyen koşulların ortadan kaldırılmasında yapacağımız telkinler çok daha etkili olacaktır. Yani...
Kemal, gönlünden geçen son cümleyi doktorun ağzından
duyabilmek için sabırsızlanıyordu.
- Onun rahatsızlığına sebep olan sorunlarla yüzleştiğinde...
- Aman İnşallah dedi, Selma, ellerini ovuşturarak.
Cevdet Bey’in söylediklerinden pek bir şey anlamasa da ortaya saçılan umut dolu bakışlar, Esther Ablasının iyileşme ihtimali Jale’yi sevindirmişti. Peki, ruh çağırma
seansında fincanın kendiliğinden yürümesi, rüyasında gördüğü sahnelerle
Vatikan’da gördüklerinin bire bir uyuşması nasıl açıklanabilirdi? Ruhlara
inanmadığını söyleyen Doktorun buna nasıl yorum getireceğini çok merak ediyordu. Bunu
öğrenmese çatlardı.
- Doktor Bey, ben de size bir şey sorabilir miyim?
Selma
dirseğiyle dürttü Jale'yi. Kulağına bir şeyler fısıldadı ama iş işten geçmiş, Doktor Jale'yi gülümseyerek cesaretlendirmişti bile.
- Buyrun sizi dinliyorum.
Selma’nın sert uyarısıyla çark etmiş, soruyu değiştirmek zorunda kalmıştı, Jale.
- Esther Abla’ya nasıl yardımcı olabiliriz?
Selma, derin bir oh çekerken Doktor Jale'ye dönerek anlatmaya başladı.
-Sizleri konuştuğu dili anlamayan birer yabancı olarak göreceği
için maalesef ona pek yardımınız dokunamayacak. Şüphesiz, bu konuda en büyük
yardımı Martin Sándors şeften bekliyorum, tabii şayet Kemal Bey onu ikna edebilirse…
Jale’nin Selma’yı dürtmesinden sonra soruyu aniden değiştirmesi
dikkatinden kaçmamıştı Kemal’in. Yine reenkarnasyon konusunu
açacağını tahmin etmişti. Belki de bunun iyi bir fikir olabileceğini düşündü. Esther’in Türkçe yerine ana dili olan Almanca konuşmasını anlaşılabilir bir durumdu ama hiç bilmediği Macar dilini kullanması akıl alır şey değildi. Cevdet Bey, evet bu reenkarnasyon olabilir dese, hemen inanmaya hazırdı.
- Martin'i ikna etmek için elimden geleni yapacağım, dedi Kemal. İçini kurt kemirmeye devam ediyordu. Peki, Esther’in Macarca konuşmasına ne diyorsunuz Doktor? diye sordu meraklı gözlerle. Benim kafama yatmayan tek husus bu.
Sıkıntıyla başını kaşıdı Doktor. Oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru birkaç adım attı. Gözlerini
sabit bir noktaya dikerek,
- Bilimsel olarak nedeni anlaşılamayan binlerce konudan sadece
biri de bu, dedi. Yaşadığı yüksek enerji seviyeleri, daha önce duymadığı
bir dili konuşmasına sebep olabilir. Bugüne kadar tıbbi terminolojide "Xenoglossy" denilen bu olay, yani yaşadığı bir şoktan ya da hipnozdan sonra hiç bilmediği bir dili konuşmaya başlayan kişilerle
ilgili ellinin üzerinde vaka ciddi olarak belgelenip kayda alınmış. Bunları açıklayamıyoruz ama reddetmemiz de mümkün değil.1913’te Nobel Fizyoloji-Tıp Ödülü’nü
almış Fransız Fizyolog Charles Richet tarafından ortaya çıkarılan "Xenoglossy" yi yok saymak gerçekten zor, ayrıca Esther Hanım’ın durumu
ortada. Bu olay, reenkarnasyon ve parapsikoloji dalıyla uğraşanların yoğun ilgisini
çekecek şüphesiz. Ayrıca dini çevreler de kendilerine göre bazı yorumlar yapacaklardır mutlaka. Ancak benim için önemli olan bu olayın bilimsel yönü. Bu nedenle müsaade ederseniz karşılaştığımız sıra dışı bu vakayı uluslar arası
tıp araştırma merkezleriyle paylaşmak isterim.
- Bunun için acele etmeyeceğinizi düşünüyorum dedi, Kemal. Önce Esther'in durumunu bir görelim ondan sonra düşünürüz.
- O halde bir an önce
oteline gidip konuşun şu Martin’le dedi, Doktor.
Hep birlikte kalktılar. Kemal, Esther’i görebilmek için sabırsızlanıyor fakat onun yine üzerine yürümesinden endişe ediyordu. Özellikle çok sevdiği karısının gözünde düşman olarak
görülmeyi kendine yediremediği için bu durumdan bir an önce kurtulmak istiyordu.
Kalabalık caddeler boyunca arabaların arasında zorlukla ilerlemeye çalışırken bütün
kırmızı ışıklara takılmışlar, konuşmak için bolca zamanları olmuştu ancak ne
yanındaki koltukta oturan Selma’nın, ne de arka koltuktaki Jale’nin ağzını
bıçak açıyordu. Yolculuğun sonuna doğru sessizliği bozan yine Kemal oldu.
- Önce hastaneye uğrayalım, sizi orada bırakıp
Hasan’la beraber gideriz Martin’le görüşmeye.
***
Otelin girişinde valeye arabanın anahtarlarını bıraktıktan
sonra döner kapıdan lobiye geçerken her ihtimale karşı kendini hazırlamıştı Kemal.
Hangi görevde olursa olsun böyle bir otele kapağı atan birini ikna etmek kolay
olmayacaktı. Yüksek tavandan sarkan muhteşem avizeden gözünü alamadı. Personelden kime sorsa Martin’i göstereceklerinden emindi. Doğrudan mutfak bölümüne gitmeyi geçirdi aklından. Lobideki oturma gruplarının birinde orta yaşlarda iki adam,
sehpanın üzerindeki kahvelerini unutmuş derin bir sohbete dalmışlardı. Kendisini bir adım
geriden takip eden Hasan, beyaz boyalı, dairesel yüksek sütunlara
bakıyor, hayranlıkla etrafı inceliyordu.
- Hadi gel, danışmaya soralım, dedi, kardeşine Kemal. Bankonun arkasında
duran üç kadından müsait gördükleri ilkine yanaştılar.
- İyi günler, Martin Sándors ile görüşmemiz mümkün mü acaba?
- Tabi efendim, sizleri bekliyor muydu?
- Evet, Kemal Bey derseniz.
Önündeki dâhili
telefonun tuşlarına bastı genç kadın.
- Alo, Martin, Kemal Bey sizi danışmada bekliyor, gelebilecek misin? Telefonu
kapattıktan sonra Kemal’e döndü.
- Efendim, Martin sizi alt kattaki restoran bölümünde
bekliyor, dedi danışmadaki kadın. Sağdaki merdivenleri kullanabilirsiniz diyerek eliyle gidecekleri
yönü gösterdi.
Kemal teşekkür edip Hasan'la birlikte geniş basamaklı spiral merdivene doğru ilerlediler.
Üzerinde “Restaurant” yazılı geometrik desenlerle bezenmiş
sürgülü cam kapı otomatik olarak açıldı önlerinde. Karşı duvara
yaslanmış gösterişli barın sol tarafındaki kapı mutfağa açılıyor olmalıydı. Beyaz
örtülü masaların ahenk içinde yerleştirildiği geniş ve aydınlık oval salonun
dış cephesi, rengârenk çiçeklerin bulunduğu bakımlı bahçeyi görüyordu. Siyah papyonlu
şef garson cam kenarındaki masada oturmakta olan orta yaşlı çifte deri kaplı menüyü
bırakıp geri dönerken müşteri sandığı iki adamı karşıladı.
- Hoş geldiniz efendim, buyurun şöyle cam kenarına geçebilirsiniz derken, eliyle salonu
gösterdi. Sonradan yapıştırılmış hissi uyandıran suni bir gülümseme belirdi
asık çehresinde.
- Martin Sándors’la görüşecektik biz, dedi Kemal. Kendisinin
haberi var.
- Biraz bekleyin, haber vereyim efendim dedi, şef garson. Gelenlerin
müşteri olmadığını anlayınca yüzündeki suni gülümseme birden kaybolmuş, gerçek yüzü çıkmıştı ortaya.
Birkaç dakika sonra sarı saçlı, çelimsiz bir adam geldi
yanlarına. Elini uzattı.
- Selam, Zsofia’nın bahsettiği Kemal Bey siz olmalısınız. Siyah
pantolonun üstünde zayıf bedenini sıkıca saran beyaz bir gömlek giymişti. Işık
saçan açık kahve gözlerinin içi gülüyordu. Kocaman ağzı, küçücük burnuna tam bir tezat
oluşturuyordu.
- Evet, size nasıl yardımcı olabilirim? diye sordu Martin, iki elini
yana açıp, alaycı bir gülüşle. Yerinde duramayan adamın yüzünden fırlamalık
akıyordu.
Ayaküstü anlatılacak bir konu değildi bu. Nereden
başlayacağını, nasıl konuyu açacağını bilemedi bir an için Kemal.
- Şey, zamanınız varsa, bir yerde oturup konuşalım
isterseniz.
- Tamam o zaman bana beş dakika müsaade edin, içerideki işlerimi
ayarlayayım. Siz şuradaki masaya geçebilirsiniz. Martin, barın yanı
başındaki masayı işaret etti.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 90. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Güzel bir konu. Bakalım neler dökülecek kalemimizden. Sorular şöyle:
"Anılarımıza güvenebilir miyiz? Anılarımız gerçek midir?"
Anılar deyince ilk önce Coşkun Sabah'ın "Anılar" şarkısı geldi aklıma. Ne diyordu bir zamanların popüler şarkıcısı; Anılar, anılar, şimdi gözümde canlandılar. Anılar beni bu akşam ağlattılar...
Bizi ağlatan anılardan bahsetmek istemiyorum bu kez. Güzel ve hoş anılar gelsin aklımıza. Böyle bir pozitif ayrımcılık yapmaya çalışsak bile, en güzel, en hoş, zamanında bizi en fazla mutlu eden anılarımız, dudaklarımızın hafifçe kıvrıldığı hüzünle karışık mutlu bir gülümseme sağlamaktan öte bir şey vermiyor bize. Öyle değil mi? Mesela ilk çocuğumuzun doğduğu o gün ne kadar mutluyduk değil mi? Şimdi aklımıza gelince zil takıp oynamıyoruz. O an yaşadığımız duygu ve heyecandan eser yok. Evet, bugün o gün değil çünkü.
İlk olarak yaşadıklarımız hafızamızda daha derin izler bırakıyor. İlk okula gittiğimiz gün, üniversite sınavını kazandığımız gün, ilk aşkımız, ilk kez anne ya da baba oluşumuz vs. Hepsi güzel anlar ve anılardır genelde. Genelde diyorum, bir de ilk çocuğu sakat doğan insanları düşünüyorum çünkü. Diğer taraftan anılarımıza güvenebilir miyiz sorusunun bana biraz tuhaf geldiğini kabul etmeliyim. Anılarıma güvenip yola çıkmam mesela. Yani nasıl bir şey anıya güvenmek. Konu gerçek ve hayal arayışı ise. Anılar ilk bakışta hayaldir elbette, güvenilmez. Ancak her anı insanda tecrübe denilen bir tortu bırakır ki, işte bu gerçektir.
Böylelikle ikinci sorunun cevabını da vermiş oldum bir bakıma. Yaşamımız boyunca milyonlarca an ve anı yaşıyoruz. Pek çoğu unutuluyor doğal olarak. Bana göre unutulanlar hayal, aklımızda kalanlar ise gerçektir. Gerçek olanlar, yani aklımızda kalan anılarımız, ayrıntısı kaybolsa da, şekil değiştirse ya da başka anılarla birleşse de paha biçilmez bir değerde ömrümüzün sonuna kadar bizimledir. Bunlar karakterimizle, huyumuzla, tecrübemizle ve bilgimizle kendini bize hissettirir.
Bu bakımdan iyi insanlarla anlarını paylaşanların karakteri düzgün, neşeli insanlarla anlarını paylaşanlar mutlu, bilgili ve kültürlü insanlarla anlarını paylaşanlar alim olurlar.
Siyah BMW çift sıra ağaçların dizildiği geniş sokağa girdiğinde Kemal, Selma’ya telefon edip geldiğini haber
verdi. Evden çıkmadan önce Selmin’in hazırladığı kahvaltı masasına oturur oturmaz
hastaneyi arayıp eşinin durumu hakkında bilgi almış, nöbetçi doktor, Esther'in asabi hallerinin ortadan kalkması sebebiyle yatağına
bağlayan bantları çözdüklerini ve hastanın artık yemek yemeye başladığını söylemişti. Aldığı bu güzel habere sevinen Kemal, hemen doktor Cevdet Bey’i arayarak Zsofia'nın Esther'e yardımcı
olmasını kabul ettiğini söyleme fırsatı bulamadan doktor kendisini muayenehanesine davet
ederek "Geldiğinde detaylı konuşuruz." demişti.
Binanın önüne çıktıklarında Kemal, arabasını birkaç bina ötedeki kaldırım kenarına park ediyordu. Onu ilk gören Jale oldu. Selma'yı geride bırakıp topuklu ayakkabılarıyla seke seke arabaya yanaşıp ön kapıyı açtı.
Kemal şaşırmıştı. Arkasına bakıp gözleri Selma'yı aradı.
- Tabii buyur, dedi.
Oldukça gergin görünen Selma arka koltuğa geçmek zorunda kalmıştı. Daha önce Cevdet Bey'in muayenehanesine gittiğini Kemal bilmiyordu. Ayrıca Jale'nin bir densizlik yapmasından korkuyordu. Kapıyı kapatmasıyla birlikte araba hareket etti.
- Nasılsın Kemal. Esther'den bir haber alabildin mi?
- Sağ ol Selma, evet, az önce kliniği aradım. Daha iyi olduğunu söylediler. Son durumu Cevdet Bey'den öğreneceğiz. Zsofia’nın Esther’e yardımcı olması önerisine sıcak bakıyorum ve bunu Cevdet Bey’e iletmek istedim. Çünkü başka türlü onunla iletişim kurmak mümkün görünmüyordu. Sanırım doktorun bana anlatacağı bazı şeyler var ama bunları telefonda konuşmak istemedi.
Jale’nin az önce söylediklerini Kemal’e açıp komik duruma düşmek istemiyordu Selma.
- Hasan da ben de aynı fikirdeyiz. Evet, ne yapıp yapıp Zofia'yı ikna etmek zorundayız. Ama bizim kafamıza takılan konu Esther’in neden Macarca konuştuğu. Nasıl
yapabiliyor bunu, hiç bilmediği yabancı bir dili nasıl konuşabiliyor.
Üstelik esas bildiği dilleri de unutmuş görünüyor. Cevdet Bey ne düşünüyor bu konuda acaba?
Kimsenin cevabını bilmediği bir soruydu bu. Jale kendini daha fazla tutamadı.
- Kemal Bey, bence Esther Ablam reenkarnasyon
olayı yaşıyor. Bana sorarsanız onun ruhu bir süre Prenses Nora’yı ziyaret edip
yine geri dönecektir. Siz sıkmayın canınızı, bakın çok geçmeden göreceksiniz.
Jale’nin söylediklerini ciddiye almasa da ona verecek
mantıklı bir cevap bulamadı Kemal. Zira karısının durumu, Jale'yi haklı çıkarır
gibiydi.
Doktor Cevdet Beyin sokağına girdikten sonra Kemal,
muayenehaneni bulunduğu binayı aramaya başladı. Daha önce Esther’le geldiğini
anlamasın diye hiç oralı olmadı Selma. Navigasyonun gösterdiği yere geldiklerinde kaldırımın kenarına yanaştılar. Binanın üzerindeki 21 numarayı gören Kemal iki kadının önüne geçip siyah demir parmaklıklı kapıyı açtı. Rengârenk gül ağaçlarının bulunduğu çimenli avlunun içinden geçerek yan taraftaki girişe yürüdüler hep birlikte. Dairenin kapısında onları güler yüzle karşılayan sekreter, üçünü de hiç bekletmeden doktorun odasına aldı.
Cevdet Bey, saygıyla ayağa kalkıp yer gösterdi misafirlerine.
- Hoş geldiniz, diyerek gülümsedi. Kemal’i yalnız beklediğinden yine de şaşırmıştı biraz. Kemal’e döndü.
- Esther Hanım’ı dostları yalnız bırakmıyor Kemal Bey. Kararınızı verdiniz sanırım. Fakat...
Kemal doktorun sözünü kesti.
- Sanırım Zsofia Hanım’ın yardımını kabul etmekten başka çaremiz yok.
- Evet sizi anlıyorum. Ben de bundan bahsedecektim. Sizden bu cevabı beklediğim için dün akşam Zsofia Hanım'a telefon ettim. Ne yazık ki işini bırakıp gelemeyeceğini söyledi maalesef.
Kemal’in
suratı asıldı. Cevdet Bey, ara vermeden devam etti.
- Ama bize yardım edebilecek başka bir arkadaşını önerdi. Adamın adı Martin Sándors, Macar asıllı. Beş
yıldızlı bir otelin mutfak yardımcı şefi, üç yıl önce gelmiş ülkemize ve
Türkçemizi gayet iyi konuşuyormuş. Bana kalırsa hemen onu bulup konuşmalıyız.
Kemal’in canı sıkılmıştı. Zsofia gelemiyorsa bu adam niye
işini bırakıp gelsin diye geçirdi aklından. Kim böyle bir teklifi kabul ederdi ki? Esther’e kısa bir süre tercümanlık yapmak için güzelim işlerini neden bıraksın insanlar?
- Peki, dedi çaresizce, konuşalım bakalım.
- Selma Hanım, size de bazı sorularım olacak dedi, Cevdet Bey.
- Buyurun, sizi dinliyorum, dedi Selma endişeyle.
- Gördüğü düşlerden hiç bahsetmiş miydi size?
- Ekseriya bana gördüğü kâbusları anlatırdı. Ama beni esas
endişelendiren uyanık haldeyken gözlerini bir noktaya dikip hayale dalması. İlk olarak evlerinde şahit olmuştum bu duruma. Sonra bir de araba kullanırken şahit oldum bu duruma ve çok korktum. Az kalsın kaza yapıyorduk. Geçenlerde, Kemal’in doğum gününde Esther bizi yemeğe davet etmişti. Jale
ve eşi de vardı o akşam. Bir anda dalıp gitmişti yine gözleri. Tam o sırada Kemal’e acil bir telefon
gelmiş, masadan kalkıp salona geçmişti. Esther’in yaşadığı bu durum içkiyi biraz fazla kaçıranların
dikkatini çekmemişti. Ben fazla alkol almamıştım o gece. Durumunda bir gariplik
sezmiştim ama yine emin olamamıştım.
Kemal’in önünde bunları anlatmak
geriyordu Selma’yı. Derin bir iç geçirerek devam etti.
- Ertesi gün bir yerde buluştuk. Bana gördüklerini anlattı.
Orman içinde orta çağ kıyafetleriyle ağaçların arasında dar bir patika boyunca bayır aşağı koşuyormuş. Peşinden
gelen şövalye kıyafetli genç bir adam onu yakalamaya çalışırken karşısına
küçük bir gölcük çıkmış. Suya atmış kendini, arkasından gelen genç adam da suya atlamış peşinden işte...
Cevdet Bey, dikkatle dinliyordu Selma’nın anlattıklarını.
- Zsofia’ya kendisinin Prenses olduğunu söylemişti. İçine
düştüğü durumla gördüğü düşler arasında bir ilişki olduğu kesin. Bilinçaltı onu fazla etkilemiş görünüyor. Öyle değil mi? diye sordu. Karşısındakilerin üzerinde
gözlerini gezdirirken her birinden gelecek tepkiyi ölçüyordu.
Jale bir şeyler söylemek için sabırsızlanıyor, kendini zor tutuyordu. Artık sıranın kendine geldiğini düşünerek,
- Kesinlikle size katılıyorum Doktor Bey, dedi. Önceki
hayatında Esther Ablanın prenses olduğu gün gibi ortada bence. Hem de Ortaçağ'da yaşayan bir prenses. Doktor,
gülümsedi.
- Korkarım yanlış anladınız beni, dedi doktor. Siz sanırım
reenkarnasyona inanıyorsunuz. Evet, Hindistan’dan çıkıp tek tanrılı dinlerin
bazı mezheplerinde kabul gören böyle bir inanış var ancak bilimsel olarak henüz ispatlanmış değil. Ben bir hekim olarak konuya bilimsel açıdan yaklaşmak durumundayım.
Bildiğiniz üzere irademizi kullanarak yaptığımız işler düşünce sistemimizin
sadece küçük bir bölümünü oluşturuyor. Bilinçaltımız çok daha geniş ve
karmaşık. Kafanızı çok karıştırmak istemem ama yapmak istediğimiz her şeyin, henüz
karar vermeden önce bilinçaltımızda şekillendiği ve gerekli uyarının beynimize
ulaştığını biliyoruz. Yani, toplanıp buraya gelmeniz, beni dinlemeniz görünürde
vermiş olduğunuz kararın sonucu. Aslında durum hiç de sandığınız gibi değil.
Doğduğunuz günden itibaren bilinçaltınıza attığımız bir sürü etken var sizi
bu noktaya getiren. Bu dinledikleriniz bile bundan sonraki yaşamınızı bir şekilde
etkileyecektir. Akıl ve zekâ her insanda farklı seviyelerde oluşan düşünme
güçleridir. Fakat davranışlarımızı esas yönlendiren ne aklımız ne zekâmız ne de
irademizdir. Az önce dediğim gibi bizim gerçek efendimiz bilinçaltı dünyamız.
Bütün davranış bozukluklarında geçmişte yaşadığımız bazı olayların etkisi
vardır. Dikkat ederseniz, "ruhsal rahatsızlık" demedim. Çünkü bence ruh da
bilimsel değildir. Cevdet Bey, konuyu gereksiz yere uzattığını düşündü.
Konuşmasına yeni bir başlangıç yapmak için öksürerek sesini açtı.
- Evet, dedi. Rüyalar, hayaller bilinçaltımızın bize yaptığı
küçük oyunlar. Geçmiş ya da süregelen yaşantımızda bizi olumlu ya da olumsuz etkileyen "süper
egomuz", yani bize ne yapmamız gerektiğini dikte eden sosyal ve ahlaki değer
yargılarımız nedeniyle baskı altında tutmaya çalıştığımız bir kısım kişi ve olaylar, rüya ve
hayallerimizde vücut bulur. Onlar bir bakıma beynimizin sigortalarıdır. Esther
Hanım’a uyguladığımız hipnoz tedavisinde amacımız, bilinçaltında onu rahatsız eden kişi ve olayları tespit etmekti.
Profesörün öğrencilerine ders anlatırcasına verdiği psikanaliz bilgileri, ağzından çıkan "Esther" sözcüğüyle karşısına aldığı insanları kendine getirmiş, doktorun sözlerine kulak kesilmişlerdi. Doktorun Esther'in adını andığı o ana kadar Kemal suratını asmış, Ümit’in devireceği çamları düşünmekle meşgulken, Jale, reenkarnasyon hayallerinin yerle bir edilmesine üzülüyor, Selma ise,
arkadaşının kendisine güvenerek paylaştığı sırları açığa çıkartmanın verdiği ezikliğe kafa yoruyordu. Doktorun Esther’den söz etmesi, onların dikkatini
toplamaya yetmişti. Kaldığı yerden anlatmaya devam
etti:
- Bakın, geçmişte kalmış, artık değiştirme imkânı bulunmayan konularla yüzleşmek ya
da mümkünse hastayı bu duruma getiren sebepleri ortadan kaldırmak sorunun tek çözüm yolu. Esther
Hanım, belli ki ciddi bir travma geçirmiş. Biz bunun ne olduğunu maalesef
bilmiyoruz henüz. Dilimizde kullandığımız bir deyim var bilirsiniz, "Sigortası
atmak". Sözlük anlamı "çok sinirlenmek" olsa da, ben bunu davranış
biliminde gerçek anlamında kullanıyorum. Bilinçaltı vücudumuzun sigortasıdır
aynı zamanda. Nasıl ki, sigorta, üzerinden elektrik akımı geçen devre
elemanlarıyla devreye bağlı cihazların zarar görmesine ve nihayetinde meydana
gelebilecek kaza ve arızalara mani olur, bilinçaltımız da benzer şekilde
yaşadığımız travmatik olaylar karşısında sinirlerimiz ve beynimizde olası
kalıcı hasarların önüne geçer. Düşünme yetimizin ortadan kalkması durumunda
bilinçaltımız devreye giriyor ve bize aklımızın almadığı oyunlar oynamaya
başlıyor. Oyundan kastım, düşünerek tuhaf bulduğumuz şeyler, bazen mantıklı
bazen mantık dışı. Mesela rüyalarımız, gördüğümüz kâbuslar, dalıp gittiğimiz
hayallerimiz bilinçaltımızın oyunlarıdır. Normal şartlarda bilincimiz dışında
geçirdiğimiz süreler kısadır. Ancak Esther Hanım’da farklı bir durum gözlemliyoruz.
Bilinçaltının bu kadar uzun bir süre etken durumda kalması yönünde direnç gösterdiği buna benzer
bir vakaya hiç tanıklık etmedim bugüne kadar.
Son zamanlarda okuduğum en değerli kitaplardan biri oldu Tüfek, Mikrop ve Çelik. Coğrafya ve fizyoloji profesörü Jared Diamond, hayli emek ve zaman harcadığı bu bilimsel eserinde Homo Sapiens Sapiens'ten bu yana insan topluluklarının kaderini etkileyen nedenlere bilimsel temelli cevaplar aramış. Yazar bu kitabıyla 1998 yılında kurgusal olmayan genel eser dalında Pulitzer Ödülü ile En İyi Bilim Kitabı dalında Aventis ödülünü almış bulunuyor.
Diamond'ın bu kitabını daha önce okuduğum Daron Acemoğlu ve James A. Robinson'un ulusların kaderini tarih, ekonomi ve siyasete bağlayan "Ulusların Düşüşü" adlı kitabıyla mukayese etme imkânı buldum. Tüfek, Mikrop ve Çelik toplumların gelişme düzeyindeki farklılıkları çok daha geniş perspektiften ele alan, çok daha geniş bilimsel araştırmalara yer veren ve toplumsal gelişmeyi bir ya da birkaç nedene bağlamak yerine bütün olasılıkları ele alarak sonuca giden, bunları arkeoloji, jeoloji, antropoloji, tarih, dilbilim, coğrafya, sosyoloji gibi disiplinlerle temellendiren müthiş bir kitap.
Öncelikle eseri dilimize kusursuz çeviren Ülker İnce'yi ve editör Kemal Küçükgedik'i de kutlamak isterim, gerçekten böylesine büyük hacimli bir kitapta bir tek çeviri ya da yazım hatasıyla karşılaşmadım. Yazarın büyük bir emekle ortaya koyduğu esere kaynak teşkil eden onlarca kitap ve yayınlanmış makale bilimsel çalışma yapmak isteyenler için eşsiz bir bibliyografya halinde kitabın sonundaki "Ek Okumalar" bölümünde detaylı bir şekilde sunulmakta.
Kitap bazı bölümlerde detaya ve derin konulara inerken insanın aklına gelecek her türlü soruyu sorup gerçeği arıyor. Aynı zamanda bir ders kitabı olan ve üniversite hocalarınca yardımcı kitap olarak önerilen bu eser National Geographic tarafından filme çekilmiş. Konuya ilgi duyanlar ve neden bazı ulusların gelişmiş, bazı ulusların az ya da gelişmemiş olduğuna kafa yoranlar için önemli ve değerli bir kaynak. Dili ve anlatımı son derece sade olmasına rağmen verilen detaylar kitabın okunmasını zorlaştırıyor. Zaman zaman önceki bölümlere dönüp tekrara düşse de konuyu anlamayı kolaylaştırıyor bu yöntem.
Okuduğum kitap 2018 yılında yapılan çevirinin ilk baskısı. Yazar bu nedenle Türkiye'ye özel bir önsöz eklemiş. Burada dünyanın hakim dili olan İngilizcenin aslında Anadolu topraklarında doğduğunu iddia ediyor. Her ne kadar haklı gerekçeleri olsa da bunu Türk okuruna bir jest olarak değerlendirdim.
Adından da anlaşıldığı üzere kitapta insanların kaderini belirleyen üç temel unsurun Tüfek, Mikrop ve Çelik olduğuna değinilirken aslında bunlardan çok daha fazla faktörün rol oynadığına dikkat çekiliyor. Kitabın büyük bölümünde, medeniyetin Bereketli Hilal olarak adlandırılan, Mezopotamya ve Anadolu'yu da kısmen içine alan topraklarda doğmasında coğrafi koşulların belirleyici olduğu ifade ediliyor. Yazara tam hak vermeye hazırlanırken kontra bir soruyla yeniden düşünmeye başlıyorsunuz. Zambiya ile Hollanda arasında ilginç bir mukayese yapılıyor. Coğrafi bakımdan daha avantajlı olmasına rağmen Zambiya'da yaşayan halkın yıllık ortalama gelirinin Hollanda'da yaşayan insanların otuz üçte biri olması nasıl mümkün olabiliyor? Yine Norveç ile Yemen halkları arasında dört yüz kat kişi başı gelir farkının oluşmasının altında yatan gerçekleri anlama imkanı buluyorsunuz.
"Karım Marie, klinik bir psikologdur. Evliliklerinin tehlikede olduğunu gören çiftler ara sıra ona başvurur. Marie eşlerden birine, mesela kocaya, evliliklerinin zorda olmasının nedenini anlatmasını istediğinde "Karım suratıma tokat attı. Böyle bir kadınlar evli kalmak istemiyorum." diyebilir. Marie kadına dönüp bunun doğru olup olmadığını sorar. Kadın, "Evet doğru ama ilişkimizin bozulmasının nedeni bu değil, kocam başka kadınlarla düşüp kalkıyor." der. Marie kocaya döner ve karısının dediğinin doğru olup olmadığını sorar. Adam "Evet doğru ama ilişkimizin bozulmasının nedeni bu değil, gerçek neden karımın bana soğuk davranmaya başlaması, sevgi ve yakınlık göstermemesi ve beni dinlememesi. Bu yüzden başka kadınlarla ilişki kurdum." der." Yazar sonu gelmeyen bütün bu nedenleri "yakın" nedenler olarak tanımlarken asıl neden ya da temel nedenin kadının ya da kocasının başka davranışları ya da anne ve babalarının çocukluklarındaki davranışları olabileceğini belirtmek suretiyle batılı bilim adamları, siyasetçiler ve ekonomistlerin sadece "yakın" nedenlere dayanarak toplumların gelişmişlik düzeyi hakkında kısa yoldan sonuca gitmelerini eleştiriyor. Kanaatimce "Ulusların Çöküşü" adlı kitabında Daron Acemoğlu da aynı hataya düşmüş ve Amerikan toplumunu yüceltirken olaya ideolojik açıdan yaklaşarak toplumdaki gelişmeyi sadece siyasi ve ekonomik sebeplere bağlamıştır. Oysa Jared Diamond, toplumları oluşturan bireylerin hiçbirinin zeka düzeylerinde bir farklılık olmadığına dikkat çekerken gelişme düzeylerindeki farklılıkların sebebini onlarca çevresel etkiyle bilimsel açıdan ilişkilendiriyor kitabında.
Sonuç olarak meraklısına muhteşem, ufuk açıcı bir kitap ancak sıkılmadan okuyabilecek kişi sayısının çok fazla olduğunu sanmıyorum.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 89. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Bir yılı aşkın bir süredir cefasını çektiğimiz pandemi sorunuyla yakından ilgili bilimsel bir konuda düşüncelerimizi paylaşacağız bu kez. Aynı zamanda bir arkeolog olan arkadaşımızın cevaplamamızı istediği sorular şöyle:
"Buzullarda saklı hastalıkların, virüslerin, bakterilerin ve benzeri mikroorganizmaların türümüzün (Homo sapiens sapiens) karşılaştıklarından bile çok önce var olan türlerinin yeniden açığa çıkma olasılığı karşısında neler düşünüyorsunuz? Bu konuda daha önce araştırma yapmış mıydınız veya bir yerlerden duymuş muydunuz? Sibirya Yamal Yarımadası örneğindeki gibi duyduğunuz varsa konuyla beraber bizimle de paylaşabilirsiniz. Örneğin New Mexico'daki bir mağarada 300 metre derinlerde 4 milyon yıldır gün yüzü görmemiş bakteriler (Paenibacillus) bulunmuş."
Milyonlarca yıldır defalarca evrime uğrayan farklı hayvan türleri insanlarda hastalığa yol açan bulaşıcı birçok mikroorganizma barındırmakta. Bilimsel araştırmalardan elde edilen verilere göre günümüzden 13.000 yıl kadar önce buzul çağının sona ermesiyle birlikte Afrika kıtasından çıkan atalarımız dünyanın muhtelif bölgelerine dağılmaya başladı. Avcı-toplayıcı döneminde vahşi hayvanları avlayarak ve yabani bitkileri toplayarak yaşam savaşı veren insanlık göçebe hayatı sürerken küçük gruplar halinde bulunuyorlardı. Hayvan ve bitkileri evcilleştirmeyi öğrenerek yerleşik hayata geçtiklerinde nüfusça kalabalıklaştılar. Hayvanlarla daha fazla haşır neşir olmaları bulaşıcı hastalık getiren mikroplarla tanışmaları sonucunu getirdi. Savaşlar, göçler ve yeni yurt arayışları salgın hastalıkların yayılmasına yol açtı. Bir süre sonra bağışıklık kazandılar ama mikroplarla henüz tanışmayan toplumlara hastalığı yaymaya devam ettiler. Öyle ki Amerika ve Afrika kıtasının Avrupalılarca istila edilmesinde en büyük etkenlerden birinin Avrasya mikropları olduğu biliniyor.
Buzullarda saklı kalmış, insanlara hastalık getirebilecek mikroorganizmalar olabilir. Bunun gelecekte ne kadar etkili olabileceği konusuna girmeden önce bakteri ve virüsler hakkında biraz bilgilerimizi tazeleyelim. Bakteriler dünyada ilk kez ortaya çıkan tek hücreli canlı türü. Dünyanın her yerinde ve her türlü ortamda yaşayabilirler. Normal bir insan vücudundaki bakteri sayısı, toplam insan hücresi sayısının on katı civarında. Bunların çoğu vücudumuzun bağışıklık sistemi sayesinde zararsız hale getirilmiş iken bir kısmı yararlı (probiyotik) bakterilerdir. Bir kısmı ise verem, kolera, frengi, şarbon, cüzzam ve veba gibi bulaşıcı, ölümle sonuçlanabilen ciddi hastalıklara sebep olur. Penisilin ve antibiyotik hastalığı önlemede etkili bir araç olsa da bakteriler artık bu tür ilaçlara direnç gösterebiliyorlar.
Virüsler ise son derece ilginç nesnelerdir. Ne oldukları, nasıl ortaya çıktıklarına dair kesin bir bilgiye ulaşılmış değil henüz. Hatta bu mikroorganizmalara metabolizması olmadığı için canlı bile diyemiyoruz. Tamamen asalak bir özelliğe sahip olan bu organizmalar ilk önce hayvanlardan insanlara geçmiş olup genetik materyaline göre RNA ve DNA olmak üzere iki tip. RNA tipli virüsler, ebola, nezle, grip, hepatit C, çocuk felci ve kızamık gibi bulaşıcı hastalıklara, DNA tipli virüsler ise, çiçek, zona, herpes, su çiçeği gibi ciddi hastalıklara yol açmakta. Dünya gündemini işgal eden Covid-19, RNA tipi virüsle bulaşan bir tür grip hastalığı. Her iki tip virüs de vücudun belli hücrelerinde konaklayarak zamanla kanser hastalığına da yol açabiliyorlar.
Şimdiye kadar virüsleri etkisiz hale getirebilecek hiçbir bir ilaç geliştirilemedi. Hastalık virüsün hücreye girip inanılmaz bir hızla çoğalması ve vücudun bağışıklık sistemini çökertmesiyle kendini göstermekte. Bağışıklık sistemi güçlü olan insanlarda hastalık etkili değil. Bugüne kadar dünyadaki milyonlarca virüsten sadece 6.000 adedi bilim adamlarınca tanımlanabilmiş. Kısa sürede mutasyona uğrama becerilerinden dolayı virüse karşı en etkili yöntem olan aşıdan elde edilecek başarı da son derece sınırlı görünüyor. Virüslerin hayvanlar ve insanlar olmadan yaşama şansı yok. İnsanları hasta edip öldürüyorlar, eğer başka bir insana bulaşamazlarsa bu onların kendi sonu oluyor aynı zamanda.
Bütün bunlardan çıkardığım sonuç şu: Buzulların erimesiyle ortaya çıkabilecek bir bakteri ya da virüsün insanlar arasında bulaşıcı bir hastalığın yayılmasına sebep olabilir elbette. Bununla birlikte halen milyonlarca bakteri ve virüsle yaşadığımız bir ortamda bunu fazla kafaya takılacak bir sorun olarak görmüyorum. İnsanlığı tehdit eden mikroplar gelecekte atom bombasından daha etkili bir silah haline gelecektir şüphesiz. Zira Covid-19'un Wuhan laboratuvarlarında Çin tarafından üretilmiş olması ihtimal dahilinde. Belki de virüsü yaymadan önce aşıyı geliştirmiş olabilirler. En azından teknik açıdan bu mümkün. Zamanı gelince planladıkları bir senaryonun provası ya da kazaen virüsü izole ortamından dışarı çıkarmış da olabilirler. Biyolojik silah olarak virüs, bugün dünyanın en etkili silahı olmaya aday!
Buzul çağının sonunda Japonya adaları, Asya ana karasının birer uzantısıymış. Buzulların erimesi sonucunda deniz 150 metre yükselerek karadan koparak bir ada ülkesi olmuş Japonya. Küresel ısınma devam ediyor. Okyanusların, denizlerin13.000 yılda 150 metre yükseldiğini düşünün. Sibirya'yı kaplayan buzulların altında kalan metan gazı buzların erimesiyle atmosfere karışacak. Küresel ısınmaya karbondioksit gazından yaklaşık 25 kat daha fazla etkisi olan metan gazı ısınmayı daha çok arttıracak. Ülkeler su altında kalacak, büyük göçler, kuraklık, kıtlık başlayacak. Yani buzulların erimesi sonucu ortaya çıkacak bakteri ve virüsleri düşüneceğimize küresel ısınmaya ve mevcut bakteri ve virüslerimize kafa yorsak kanaatimce çok daha isabetli hareket etmiş oluruz. Ayrıca bireysel olarak da bol bol ilikli kemik suyuna çorba içip bağışıklık sistemimizi korumaya çalışalım.