KATEGORİLER

29 Mayıs 2021 Cumartesi

BENİM ADIM KIRMIZI - ORHAN PAMUK


Kitabın Adı: Benim Adım Kırmızı

Yazar: Orhan Pamuk

Sayfa Sayısı: 472

Yayınevi: İletişim Yayınları

Türü: Roman

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk'un sıra dışı bir romanı "Benim Adım Kırmızı". Yazar uzun bir dönemi kapsayan araştırmanın ürünü olan eserinden "en renkli ve en iyimser romanım" diye bahsediyor. Toplam 59 bölümden oluşan romanın her birinde genellikle karakterler bazen de ölüm, köpek, at, şeytan, ağaç, para gibi figürler anlatıcı olarak olayların akışına girmekte. Roman, Sultan III. Murat döneminin İstanbul'unda, 1591 yılının karlı bir kış gününde işlenen bir nakkaş cinayeti ve bu olayın ardından yaşananları konu ediyor. Bununla birlikte kitap tam bir polisiye havasını vermekten uzak. Esasen İslamiyet'in yasakladığı resim ve heykel sanatı nedeniyle hattatlığa, nakkaşlığa ve minyatüre yönelen sanatkârların mükemmel eserler üreten batılı ressamlardan etkilenmesi sonucunda içine düştükleri durum ve birbirleri arasındaki husumet romanın ana eksenini oluşturuyor. Nakkaşlar arasındaki görüş farkları o kadar keskin bir hale dönüşüyor ki, sonunda bu durum, tarikatların da köpürtmesiyle çocukluk yıllarından beri bir arada yaşayan ve birbirlerini kardeş gören insanların canına mal oluyor.

Konunun derinliğine inemeyen okura sıkıcı gelebilecek bu eser betimlemeleriyle, sağlam cümle yapısı ve kurgusuyla övgüyü hak eden gerçek edebi bir eser. "My Name is Red" adıyla Erdağ M. Göknar tarafından İngilizceye çevrilen romanın aslından da daha güzel olduğu söyleniyor. Belki de bu yüzden 2003 yılındaki dünyanın en yüksek para ödüllü yarışmasında (IMPAC) Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülünü kazanan esere layık görülen 100.000 Euro para ödülünün % 25'i çevirmene verilmiş. Böylesine ün kazanmış, üstelik yazarı Nobel Edebiyat ödüllü bir eserde bazı yazım hataları bulmak mümkün. Ancak böyle bir yazara toz kondurmak gelmiyor insanın içinden. Böyle bir durumla karşılaşınca yazarı suçlamak yerine onu anlayamamış olmanın ezikliğini hissediyor insan. Pamuk eserinde sanki bunu önceden tahmin etmişçesine olası eleştirilere kapıyı kapatmış, eserinin bir yerinde "kusur üslûbun anasıdır" diyerek cevap vermiş dikkatli okurlarına.

Romanın göze çarpan diğer bir özelliği de yazarın karakterlerine verdiği isimler. Romanın en renkli karakterlerinden birisi olan Şekure, kocasını dört yıl önce askere göndermiş iki çocuk sahibi genç bir kadın. Şekure,  aynı zamanda yazar Orhan Pamuk'un annesinin ismi. Şekure'nin romanda geçen iki oğlundan küçüğünün adı Orhan, büyüğünün adı ise Şevket. Orhan Pamuk'un ağabeyinin adı da Şevket. Bu yüzden romanda Şekure'nin ağzından dökülen son cümleler oldukça ilginç bir hal almakta.

"... (Orhan) Her zaman asabi, huysuz ve mutsuzdur ve sevmediklerine haksızlık etmekten hiç korkmaz. Bu yüzden Kara'yı (Şekure'nin kuzeni) olduğundan şaşkın, hayatlarımızı olduğundan zor, Şevket'i kötü ve beni (Şekure) olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın Orhan'a. Çünkü hikayesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur."  

Romanda adı geçen dört nakkaşın doğu hat ve minyatür sanatı üzerine sürekli kendini tekrarlayan detaylı değerlendirmelerini biraz sıkıcı bulsam da romanı sevdiğimi söyleyebilirim. Bazı bölümlerin sürükleyici ve eğlenceli olmasının yanı sıra kitabın içinde yer alan pek çok konu düşünmeye sevk ediyor insanı. Her bölümde sadece kahramanların konuşması ve yazara anlatıcı olarak iş düşmemesi yazarın kendisine ayrı bir özgürlük kazandırmış. Belki bu yüzden bazı edepsiz konuşmaları çekinmeden nakletme imkanı bulmuş yazar. Sadece bu da değil. Bu özgürlük bazen ölüleri bazen de şeytanı dile getirmek suretiyle hayal dünyasını aktarma konusunda kendisine sınır tanımamış yazar. En sevdiğim bölümlerden biri olan "Ben, Şeytan" dan bir alıntı.  

"... Bu konuda son bir şey daha söylemek istiyorum, ama sözüm kafası kendini gösterme hevesleri, şehvet ve para düşkünlüğü ve abuk sabuk tutkuları yüzünden her zaman bulanık olan insanlara değil! Sınırsız aklıyla beni yüce Allah anlar ancak: Meleklerini insana secde ettirerek onlara mağrur olmayı sen öğretmedin mi? Şimdi de senin meleklerinden öğrendikleri şeyleri kendileri yapıyor, kendi kendilerine secde edip kendilerini alemin merkezine yerleştiriyorlar. Herkes, senin en sadık kulların bile, Frenk üstatlarının tarzında resmedilmek istiyor. Bu kendine hayranlığın sonucu, yakında seni unutmaları olacak. Bunu kendimi bilir gibi biliyorum. Üstelik seni unutmalarının bütün suçunu yine bana atacaklar."

Burada Şeytan, kafası bulanık insanları bırakıp Allah'a sitem ediyor.  

Roman dönemin sosyal yaşamına ve tarihsel olaylara da ışık tutmakta. Saray ve saraya hizmet eden sanat çevresinde oğlancılığın son derece yaygın olduğuna şahit oluyoruz. Doğu ve batı arasındaki felsefe farkı eserin başından sonuna kadar bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmekte. Bugün hâlâ gündemden düşmeyen iki farklı anlayış üslup ve göz temeline dayandırılıyor. Akıl gözü ve kalp gözü, gerçek ve mana üzerine tarafsız yorumlara yer verilen eserde Frenk üstatların resim sanatı Osmanlı nakkaşları tarafından inanç temelinde yerilirken Padişahın talebi üzerine hazırlanan kitabın süslemelerinde ister istemez Batılı sanatçıların etkileri kendini gösteriyor. Şark sanatkarları resimde bütün detayların gösterilmesini Allah'a şirk koşmak olarak görürlerken işi öylesine aşırılığa götürüyorlar ki, gözlerini sorguç iğnesiyle kör edip Allah'ın gözüyle gördüklerini nakşetmeyi ustalığın zirvesi olduğuna inanıyorlar. Bir kaç çizgiden, basit bir ağaç ya da at resminden inanılmaz manalar çıkarıyor zamane nakkaşları. Oysa eleştirdikleri batılı ressamlar gözleriyle gördüklerini en ince ayrıntısına kadar kağıda dökmekte ve sanatlarını zirveye taşımakta o dönemde. Nakkaşlığın yani Osmanlı dönemindeki ressamlığın bugünün muhalif gazeteciliği kadar zor bir meslek olduğu aşikar. 

Orhan Pamuk'un romanı, Benim Adım Kırmızı'yı okuduktan sonra yazara olan hayranlığımın bir kat daha arttığını söyleyebilirim. 

27 Mayıs 2021 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 92

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 92. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu yine sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Sevgili arkadaşımıza biraz fazla yüklendiğimizin farkındayım. Neyse ki bazı arkadaşların önümüzdeki haftalar için harekete geçtiklerini yorumlardan öğrenmiş oldum ve buna çok sevindim. Bu hafta öncekilere kıyasla biraz daha soft bir konuyu tartışacağız. Gündem beni hayli yorup canımı sıktığı için kendi adıma arkadaşımızın bu seçimi isabetli olmuş. Evet, işte bu haftanın konusu:  


"Sosyal deney videoları hakkında ne düşünüyorsunuz ve böyle bir deneyle karşılaşsanız tepkiniz ne olurdu?"

Bu soruya genel bir cevap veremem. Zira gerçekten topluma yararlı bir veri elde edilebiliyor ve bu konuda dikkat çekilebiliyorsa bence bu tür videoların herhangi bir mahsuru yok. Diğer taraftan belli bir önyargıya hizmet eden ve insanları olumsuz düşüncelere sevk eden sosyal deney videolarına karşıyım. Bir de eğlence amaçlı yapılan bu tür yapımlar var. Bu durumda mutlaka muhatabından onay alınmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Böyle bir deneyle karşılaştığımda yazımın başında belirttiğim üzere yapımın niteliğine ve amacına göre farklı tepkiler verebilirim.

Yazıma başlamadan önce bir sosyal deney videosu izledim. Güzel bir kız elindeki "Tatile çıkmam için yardım edin" yazısıyla kalabalık bir caddede boy gösteriyor. Aynı kız daha sonra kıyafetini değiştirip başını örterek "Açım, yardım edin" yazısıyla insanlardan para istiyor. Doğal olarak ilkinde daha fazla para topluyor! Buradan ne sonuç çıkarılabiliriz şimdi? Toplum, kıyafeti düzgün seksi bir kıza, üstü başı dökülen fakir bir kızdan daha fazla yardımcı olmaya yönelimli! Tatilci kızın telefon numarasını isteyenlere, fakir kız örneğinde kocası olup olmadığını soranlara bakarsanız daha geniş bir değerlendirme yapmaya imkân veriyor böyle bir çalışma. Elbette bu sosyal deney örneğinde şöyle bir genel sonuç da çıkartmak mümkün: Toplumun bir kısmı insanların dış görünüşüne bakarak davranışlarını belirlemekte. Ancak bu tür davranışı gösteren insanların toplumun ne kadarlık bir kesimini oluşturduğunu öğrenemiyoruz.  

Şimdi hem yukarıdaki örneği, hem de sevgili Deeptone'nun restorana girip karnının aç olduğunu söyleyen birine karşı toplum davranışını değerlendirdiğimizde temel yaklaşım dış görünüş olduğunu anlıyoruz. İnsanlar arasında namusun ve paranın kimde olduğunu bilmek zordur. Özellikle günümüzde bu ayrımı dış görünüşe göre yapmak neredeyse imkansız. Durum böyleyken tanımadığım bir kişiye para yardımı yapmayı düşünmem. Kıyafetine bakıp bu namusludur ya da namussuzdur da diyemem. Namus kavramını burada cinsiyet açısından değil, ahlak açısından ele aldığımı belirteyim.

Bazı sosyal deneylerin eğitici olduğunu düşünüyorum. Mesela işlek bir caddede polis kıyafeti giyen iki kişi çevirip kimliğimizi sorduğunda acaba kaçımız onların buna hakkı olup olmadığını sorabiliriz? Kaçımız polisten kimliklerini göstermesini isteyebilir? Bu tür sosyal deneylerin toplumun eğitilmesinde faydalı olacağı kanaatindeyim. 

18 Mayıs 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 91

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 91. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu yine sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Özellikle son pandemi "sözde" kapanma döneminde bir yanım beni hasta eden ülke gündemi hakkında delicesine yazmak tutkusuyla kıvranırken diğer yanım aklını başına topla, yaşadığın özgür bir ülke değil, başını belaya sokma diyordu. Ülke gündemi ruhumu daraltıyor. Umarım kendimi frenler, haddimi aşmam. Haftanın tartışma konusu şöyle: 

"Bizler için, ülke ve dünya gündemi yakından izlemek mi, uzaktan izlemek mi, hiç izlememek mi daha faydalı veya iyi?"

Sizi bilmem ama ben fena halde siyasi gündemi takip ediyorum. Siyasi gündemim içinde ekonomi, eğitim, sağlık, üretim, yargı, yasama, yürütme velhasıl ülkenin geleceği var. Benimki bir tercih değil, adeta bir hastalık. İklim, coğrafya ve doğal zenginliklerimiz bakımından hiç de aşağı kalır bir yanımız olmadığı halde neden İskandinav ülkeleri gibi refah içinde yaşayan bir toplum değiliz? Biliyorum elbette bu sorunun kahredici cevaplarını. Neden Amerika'da polis zencinin boynuna dizini dayayıp nefessiz bırakır ve ölümüne sebep olur? Neden on yedi yaşındaki bir Kürt genci dağa çıkar, can alır, can verir? Bunları yakından izlemek faydalı mı? Uzaktan mı izlesek, ya da aman bırak canım bize ne deyip sırtımızı mı dönsek? Elimiz kolumuz bağlı olduğunu ileri sürüp sadece izlemekle mi yetinsek? Yoksa bir insan olarak neler yapabiliriz diye düşünmek mi en iyisi? Ya da harekete geçmek, mahpushaneleri, işkenceyi, ölümü göze alıp... Hangisi en faydalısı, en iyisi? Kime fayda sağlayacak bu cesaretimiz, kimin iyiliğine koyacağız taşın altına elimizi? Kendi iyiliğimize, kendi faydamıza olmayacağı açık. Ya başkalarına, sömürülenlere, kadınlara, çocuklara, geleceğimize, hiç mi yararı olmayacak bunları düşünmenin, çevremizdeki insanların karınca kararınca gözünü açmalarını sağlamanın, fırsat bulduğumuzda elimizi taşın altına koymanın...

Gündem mi dediniz. Sedat Peker gülüşüyle gülmek istiyorum size. Kardeşlerim diyerek kollarımı iki yana açmak geliyor içimden. En az yirmi beş milyon izlemiş videolarını. Ne diyor? Temiz Süleyman, Süslü Süleyman diyor... Adaletin ortadan kalktığı bir toplumu mafya yönetir. Yemin ediyorum size, şu Sedat Peker denilen suç örgütü liderini devletin başına getirsek daha iyi yönetir bu ülkeyi. İnci Babaları arar olduk. Siyaset pisliğe dibine kadar batmış. Diyeceksiniz ki, sen bilmiyor muydun bunun böyle olduğunu? Bilmez miyim, biliyordum elbet. Buna rağmen hergün yeni şeyler öğrenince tüylerim diken diken oluyor. En az elli kişinin ölümüne sebep olmuş bir katilden, bir mafya reisinden medet umar hale geldik. Ama adam diyor, ben sizin kurtarıcınız değilim. Benim payımı vermediler, hakkımı yediler. Benim tek davam bu, diyor. Yani senin benim vergilerimi, canım ülkemin kaynaklarını peşkeş çekerken paylaşamamış beyler. Anlaşmazlık çıkınca girmişler birbirlerine. İşte sana gündem. Susurluk'un devamı diyorlar. O zaman ışıkları açıp kapatıyorduk, adalet istiyorduk, pislik çıksın ortaya diye. Birşeyler yapıyorduk yani. Biraz da işe yaradı, tam olarak olmasa bile. Aynı aktörler sahnede yine. Hadi görelim bakalım şimdi o cesareti, kimin eli gider ışığı yakıp söndürmeye. Korku... Demokrasi mi dediniz? Faşizmin dik âlâsı. 

15 Temmuz neymiş? Demokrasi ve Birlik Günü öyle mi? Normal vatandaş için ne fark edecekti ki, ha şimdi Fetö dedikleri yol arkadaşları darbeyle gelseydi devletin başına, ha şimdiki iktidar. Demokrasi nedir ki bizim gibi cahil toplumda? Celladımızı seçiyoruz sadece demokratik yolla. Gündem mi dediniz? Düşünmeyelim mi? Nasıl olsa her kim gelirse gelsin beceriyorlar mı bizi? Tadını mı çıkarmaya bakalım, eğlenelim, mutlu olalım. Düşünmeyelim hakkı yenenleri, özgürlükleri ellerinden alınanları, komşunu sana düşman edenleri...

Peki düşünmeyelim pandemiyi. Vatandaşın annesinin cenazesine sadece dört kişi katılabilirsiniz deyip Ayasofya'da on binlerce kişiyi görmeyen zalimleri. Soyup soğana çevirdikleri merkez bankasını, ülke dışına kaçmak için fırsat kollayan gençliği düşünmeyelim mi?

İstihbarat şube müdürleriyle ortak çalışan mafya bozuntularını düşünmeyelim peki. Fetö Borsası diye bir şeyin varlığı bizi hiç alakadar etmez zaten. Varlıklı kişileri Fetöcü diye yaftalayıp varlıklarına çökülmesinden, yarısının mafyaya, diğer yarısının siyasilerle bürokratlar arasında paylaşılmasından bize ne? Öyle mi?

Kardeşlerim! Kusura bakmayın, Sedat Reis'ten ağzıma yapıştı bu hitap tarzı. Söylenecek çok şey var. Beş tane holdinge peşkeş çekilirken bu ülke, biz sırtımızı dönüp yatalım öyle mi? Bakın ben size bir şey söyleyeyim. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, aylık geliri on bin liranın üzerinde herkes ya yasa dışı bir iş yapıyordur, ya da yasa dışı yapılan bir işe aracı oluyordur. 

Geçen gün youtube kanalından Hakan Şükür'ü izledim. Futbolla pek ilgilenmem ama o dünya kupasının parlak yıldızıydı. Amerika'da yaşıyor. Fetöcü dediler. Olabilir. Ne suçu var, örgütsel bir suç işlemiş mi, bilmiyorum. Ama bilmek istiyorum, eğer varsa bir suçu, eyvallah. İktidar yandaşı olmayan kim varsa ya terörist oluyor ya da Fetöcü. Fethullah nikah şahidi mi olmuş. Olabilir. Siz de ya Hazret, gel de bu hasret bitsin diye yalvarıyordunuz aynı şahsa. Onca masum Atatürkçü generali, hakimi, öğretim üyesini haksız yere yıllarca süründürdünüz hapislerde. Soruları çaldırdınız, doldurdunuz eski dostlarınızı askeri okullara, üniversitelere. Onca rezaletten sonra sizler sütten çıkan ak kaşık, Hakan Şükür terör örgütü üyesi iyi mi? Gündem mi dediniz? Ben Fetöcü dediğiniz Hakan Şükür gibi nicelerini izliyorum youtube'tan hergün. İbrahim Öztürk mesela, Almanya'da ikamet ediyor zorunlu olarak. Memlekete gelse hapse atacaklar. Moonstar diye Türkiye'de yasaklı bir youtube kanalı var. Ancak nasıl oluyorsa teker teker bütün videoları düşüyor youtube listesine. Adam Boğaziçi ekonomi mezunu bir profesör. Uzakdoğu ekonomileri üzerinde uzman. Kafaya takmış, niye aynı seviyede başladığımız yarışın gerisinde kaldık da Güney Kore, Singapur bizim fersah fersah üzerimize çıktı diye. Son olarak ülkemizin düzlüğe çıkması için on bir madde saydı. Hepsinin altına imza atarım. Yemin ediyorum, gelsin şu Fetö'cü dediğiniz Profesör yönetsin bu ülkeyi. Diyor ki, Batı aydınlanma çağını yaşadı, biz yaşamadık. O da karamsar benim gibi. Bir başka değer de Mustafa Öztürk, sanırım soyadı benzerliği var aralarında. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Profesör idi. Cübbeli Ahmet attırmış onu üniversiteden. Şimdi Almanya'da iyi bir üniversitede öğretim üyeliği yapıyor. Birçok ülkenin üniversitelerinde kürsüsü var. Kafası çalışan dindar bir kişi. İnanın dinimizi onun anlattığı gibi anlatsalar bu ülkede ben dahil herkes seve seve Müslüman olur. Ülkemiz yobaz hacıların hocaların elinden kurtulur. Gündem mi dediniz, işte benim gündemim. Geleceği karanlık, beni mutsuz eden güzel ülkem... 

Kardeşlerim! Biliyorum, bazılarınız kızacaksınız bana. Yapma, etme alırlar seni, başına bir iş getirirler diyeceksiniz. Bu güzel konuyu öneren güzel kardeşim, senin zombilerin, vampirlerin hayâl. Benim zombilerim ete kemiğe bürünmüş, vampirlerim milletimin kanını emiyor. Sen kendi gündeminle mutlu ol, ben kendi gündemime yanayım.

16 Mayıs 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 31

Kemal’in morali bozulmuştu. Esther'in iyileşmesi için her şeyini vermeye hazırdı. Çaresizlik içinde gözlerini Doktora çevirdi.

- Peki, Doktor, ne kadar sürecek bu durum? Karım ne zaman sağlığına kavuşacak?

 Doktor iki elini birden "Allah bilir." dercesine havaya kaldırdı.

- Kesin bir süre vermem mümkün değil. Ancak daha önce belirttiğim üzere bu süreç içerisinde yeni bir şok yaşamaması için davranışlarımızda ona karşı daha dikkatli olmamız gerektiğini söyleyebilirim.

Kemal’in canı sıkılmış, sabah kliniği aradıktan sonraki neşesi kaybolmuştu. Cevdet Beyin sözlerinden durumun ciddiyeti anlaşılıyordu.  

- Doktor Bey, gereken her şeyi yaparım, yeter ki karım bir an önce normale dönsün.

- Sadece sizin değil, ilişkide bulunabileceği herkesin ve her şeyin önemi var burada, dedi Doktor. Derin bir nefes aldı. Nasıl söylesem bilmem ki, mesela kendini prenses olarak sanıyor ya, hayal ettiği ortamın dışında gördüğü her şey rahatsız edecektir onu. Sözgelimi Ortaçağda bir şatoda yaşıyor bilinçaltında, daha önce hiç görmediği, motorlu araçlar, insanların giyim kuşamları, asansör, radyo, televizyon, cep telefonu gibi daha sayamayacağım pek çok şeyle ilk kez karşılaştığında ne kadar şaşıracağını tahmin edersiniz sanırım.

Jale gözlerini açmış, dikkatle dinliyordu Doktorun dediklerini. Şaşkın halde Selma’yla birbirlerine baktılar. Kemal, işlerin sanıldığı kadar kolay olmadığını düşünüyor, endişeleniyordu.

- O dediklerinizle bir şekilde karşılaşmak zorunda ama, dedi Kemal. Umutsuzluk ve yüzündeki karamsarlık çizgileri iyice belirginleşti.

- Haklısınız, bunu sağlamanın çok zor olduğunu biliyorum dedi, Doktor. Fakat bu geçiş sürecinde mümkün olduğu kadar fedakarlık göstermek, onun yeni bir şok yaşamaması için elimizden geleni yapmak zorundayız. Aslına bakarsanız Esther Hanım’ın bu durumu bir bakıma bulunmaz bir fırsat sunuyor bizlere.

Kemal’in kafası iyice karışmıştı.

- Nasıl yani?

Cevdet Bey, elinde zarif bir şekilde tuttuğu altın kaplamalı kalemini kaldırarak sözcüklerin üzerine basa basa cevapladı soruyu.

- Şimdi, bakın dedi. Süregelen bir hipnoz halini düşünün. Esther Hanım, gördüğü kâbus ve sanrıların bilinçaltına yerleşmiş sebeplerini açığa vurmak için bize sınırsız bir imkân sağlamış oluyor bu sayede. Eğer iletişim sorununu çözersek, kısa zamanda işlerin yoluna gireceğine dair hiç şüphem yok. Başından geçen kötü olaylarla yüzleşmesi, onu olumsuz etkileyen koşulların ortadan kaldırılmasında yapacağımız telkinler çok daha etkili olacaktır. Yani...

Kemal, gönlünden geçen son cümleyi doktorun ağzından duyabilmek için sabırsızlanıyordu.

- Onun rahatsızlığına sebep olan sorunlarla yüzleştiğinde... 

Kemal'in sözlerini doktor tamamladı.

- Evet, Esther Hanım, aramıza dönecek, dedi gülümseyerek.

- Aman İnşallah dedi, Selma, ellerini ovuşturarak.

Cevdet Bey’in söylediklerinden pek bir şey anlamasa da ortaya saçılan umut dolu bakışlar, Esther Ablasının iyileşme ihtimali Jale’yi sevindirmişti. Peki, ruh çağırma seansında fincanın kendiliğinden yürümesi, rüyasında gördüğü sahnelerle Vatikan’da gördüklerinin bire bir uyuşması nasıl açıklanabilirdi? Ruhlara inanmadığını söyleyen Doktorun buna nasıl yorum getireceğini çok merak ediyordu. Bunu öğrenmese çatlardı.

- Doktor Bey, ben de size bir şey sorabilir miyim?

Selma dirseğiyle dürttü Jale'yi. Kulağına bir şeyler fısıldadı ama iş işten geçmiş, Doktor Jale'yi gülümseyerek cesaretlendirmişti bile. 

- Buyrun sizi dinliyorum.

Selma’nın sert uyarısıyla çark etmiş, soruyu değiştirmek zorunda kalmıştı, Jale.

- Esther Abla’ya nasıl yardımcı olabiliriz?

Selma, derin bir oh çekerken Doktor Jale'ye dönerek anlatmaya başladı.

-Sizleri konuştuğu dili anlamayan birer yabancı olarak göreceği için maalesef ona pek yardımınız dokunamayacak. Şüphesiz, bu konuda en büyük yardımı Martin Sándors şeften bekliyorum, tabii şayet Kemal Bey onu ikna edebilirse…

Jale’nin Selma’yı dürtmesinden sonra soruyu aniden değiştirmesi dikkatinden kaçmamıştı Kemal’in. Yine reenkarnasyon konusunu açacağını tahmin etmişti. Belki de bunun iyi bir fikir olabileceğini düşündü. Esther’in Türkçe yerine ana dili olan Almanca konuşmasını anlaşılabilir bir durumdu ama hiç bilmediği Macar dilini kullanması akıl alır şey değildi. Cevdet Bey, evet bu reenkarnasyon olabilir dese, hemen inanmaya hazırdı.  

- Martin'i ikna etmek için elimden geleni yapacağım, dedi Kemal. İçini kurt kemirmeye devam ediyordu. Peki, Esther’in Macarca konuşmasına ne diyorsunuz Doktor? diye sordu meraklı gözlerle. Benim kafama yatmayan tek husus bu.

Sıkıntıyla başını kaşıdı Doktor. Oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru birkaç adım attı. Gözlerini sabit bir noktaya dikerek,

- Bilimsel olarak nedeni anlaşılamayan binlerce konudan sadece biri de bu, dedi. Yaşadığı yüksek enerji seviyeleri, daha önce duymadığı bir dili konuşmasına sebep olabilir. Bugüne kadar tıbbi terminolojide "Xenoglossy" denilen bu olay, yani yaşadığı bir şoktan ya da hipnozdan sonra hiç bilmediği bir dili konuşmaya başlayan kişilerle ilgili ellinin üzerinde vaka ciddi olarak belgelenip kayda alınmış. Bunları açıklayamıyoruz ama reddetmemiz de mümkün değil. 1913’te Nobel Fizyoloji-Tıp Ödülü’nü almış Fransız Fizyolog Charles Richet tarafından ortaya çıkarılan "Xenoglossy" yi yok saymak gerçekten zor, ayrıca Esther Hanım’ın durumu ortada. Bu olay, reenkarnasyon ve parapsikoloji dalıyla uğraşanların yoğun ilgisini çekecek şüphesiz. Ayrıca dini çevreler de kendilerine göre bazı yorumlar yapacaklardır mutlaka. Ancak benim için önemli olan bu olayın bilimsel yönü. Bu nedenle müsaade ederseniz karşılaştığımız sıra dışı bu vakayı uluslar arası tıp araştırma merkezleriyle paylaşmak isterim.

- Bunun için acele etmeyeceğinizi düşünüyorum dedi, Kemal. Önce Esther'in durumunu bir görelim ondan sonra düşünürüz.

 - O halde bir an önce oteline gidip konuşun şu Martin’le dedi, Doktor.

Hep birlikte kalktılar. Kemal, Esther’i görebilmek için sabırsızlanıyor fakat onun yine üzerine yürümesinden endişe ediyordu. Özellikle çok sevdiği karısının gözünde düşman olarak görülmeyi kendine yediremediği için bu durumdan bir an önce kurtulmak istiyordu. Kalabalık caddeler boyunca arabaların arasında zorlukla ilerlemeye çalışırken bütün kırmızı ışıklara takılmışlar, konuşmak için bolca zamanları olmuştu ancak ne yanındaki koltukta oturan Selma’nın, ne de arka koltuktaki Jale’nin ağzını bıçak açıyordu. Yolculuğun sonuna doğru sessizliği bozan yine Kemal oldu.

- Önce hastaneye uğrayalım, sizi orada bırakıp Hasan’la beraber gideriz Martin’le görüşmeye.

***

Otelin girişinde valeye arabanın anahtarlarını bıraktıktan sonra döner kapıdan lobiye geçerken her ihtimale karşı kendini hazırlamıştı Kemal. Hangi görevde olursa olsun böyle bir otele kapağı atan birini ikna etmek kolay olmayacaktı. Yüksek tavandan sarkan muhteşem avizeden gözünü alamadı. Personelden kime sorsa Martin’i göstereceklerinden emindi. Doğrudan mutfak bölümüne gitmeyi geçirdi aklından. Lobideki oturma gruplarının birinde orta yaşlarda iki adam, sehpanın üzerindeki kahvelerini unutmuş derin bir sohbete dalmışlardı. Kendisini bir adım geriden takip eden Hasan, beyaz boyalı, dairesel yüksek sütunlara bakıyor, hayranlıkla etrafı inceliyordu.

- Hadi gel, danışmaya soralım, dedi, kardeşine Kemal. Bankonun arkasında duran üç kadından müsait gördükleri ilkine yanaştılar.

- İyi günler, Martin Sándors ile görüşmemiz mümkün mü acaba?

- Tabi efendim, sizleri bekliyor muydu?

- Evet, Kemal Bey derseniz. 

Önündeki dâhili telefonun tuşlarına bastı genç kadın.

- Alo, Martin, Kemal Bey sizi danışmada bekliyor, gelebilecek misin? Telefonu kapattıktan sonra Kemal’e döndü.

- Efendim, Martin sizi alt kattaki restoran bölümünde bekliyor, dedi danışmadaki kadın. Sağdaki merdivenleri kullanabilirsiniz diyerek eliyle gidecekleri yönü gösterdi.

Kemal teşekkür edip Hasan'la birlikte geniş basamaklı spiral merdivene doğru ilerlediler.

Üzerinde “Restaurant” yazılı geometrik desenlerle bezenmiş sürgülü cam kapı otomatik olarak açıldı önlerinde. Karşı duvara yaslanmış gösterişli barın sol tarafındaki kapı mutfağa açılıyor olmalıydı. Beyaz örtülü masaların ahenk içinde yerleştirildiği geniş ve aydınlık oval salonun dış cephesi, rengârenk çiçeklerin bulunduğu bakımlı bahçeyi görüyordu. Siyah papyonlu şef garson cam kenarındaki masada oturmakta olan orta yaşlı çifte deri kaplı menüyü bırakıp geri dönerken müşteri sandığı iki adamı karşıladı.

- Hoş geldiniz efendim, buyurun şöyle cam kenarına geçebilirsiniz derken, eliyle salonu gösterdi. Sonradan yapıştırılmış hissi uyandıran suni bir gülümseme belirdi asık çehresinde.

- Martin Sándors’la görüşecektik biz, dedi Kemal. Kendisinin haberi var.

- Biraz bekleyin, haber vereyim efendim dedi, şef garson. Gelenlerin müşteri olmadığını anlayınca yüzündeki suni gülümseme birden kaybolmuş, gerçek yüzü çıkmıştı ortaya.

Birkaç dakika sonra sarı saçlı, çelimsiz bir adam geldi yanlarına. Elini uzattı.

- Selam, Zsofia’nın bahsettiği Kemal Bey siz olmalısınız. Siyah pantolonun üstünde zayıf bedenini sıkıca saran beyaz bir gömlek giymişti. Işık saçan açık kahve gözlerinin içi gülüyordu. Kocaman ağzı, küçücük burnuna tam bir tezat oluşturuyordu.

- Evet, size nasıl yardımcı olabilirim? diye sordu Martin, iki elini yana açıp, alaycı bir gülüşle. Yerinde duramayan adamın yüzünden fırlamalık akıyordu.

Ayaküstü anlatılacak bir konu değildi bu. Nereden başlayacağını, nasıl konuyu açacağını bilemedi bir an için Kemal.

- Şey, zamanınız varsa, bir yerde oturup konuşalım isterseniz.

- Tamam o zaman bana beş dakika müsaade edin, içerideki işlerimi ayarlayayım. Siz şuradaki masaya geçebilirsiniz. Martin, barın yanı başındaki masayı işaret etti.

Devam edecek



11 Mayıs 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 90

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 90. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Güzel bir konu. Bakalım neler dökülecek kalemimizden. Sorular şöyle: 

"Anılarımıza güvenebilir miyiz? Anılarımız gerçek midir?" 

Anılar deyince ilk önce Coşkun Sabah'ın "Anılar" şarkısı geldi aklıma. Ne diyordu bir zamanların popüler şarkıcısı; Anılar, anılar, şimdi gözümde canlandılar. Anılar beni bu akşam ağlattılar...

Bizi ağlatan anılardan bahsetmek istemiyorum bu kez. Güzel ve hoş anılar gelsin aklımıza. Böyle bir pozitif ayrımcılık yapmaya çalışsak bile, en güzel, en hoş, zamanında bizi en fazla mutlu eden anılarımız, dudaklarımızın hafifçe kıvrıldığı hüzünle karışık mutlu bir gülümseme sağlamaktan öte bir şey vermiyor bize. Öyle değil mi? Mesela ilk çocuğumuzun doğduğu o gün ne kadar mutluyduk değil mi? Şimdi aklımıza gelince zil takıp oynamıyoruz. O an yaşadığımız duygu ve heyecandan eser yok. Evet, bugün o gün değil çünkü. 

İlk olarak yaşadıklarımız hafızamızda daha derin izler bırakıyor. İlk okula gittiğimiz gün, üniversite sınavını kazandığımız gün, ilk aşkımız, ilk kez anne ya da baba oluşumuz vs. Hepsi güzel anlar ve anılardır genelde. Genelde diyorum, bir de ilk çocuğu sakat doğan insanları düşünüyorum çünkü. Diğer taraftan anılarımıza güvenebilir miyiz sorusunun bana biraz tuhaf geldiğini kabul etmeliyim. Anılarıma güvenip yola çıkmam mesela. Yani nasıl bir şey anıya güvenmek. Konu gerçek ve hayal arayışı ise. Anılar ilk bakışta hayaldir elbette, güvenilmez. Ancak her anı insanda tecrübe denilen bir tortu bırakır ki, işte bu gerçektir. 

Böylelikle ikinci sorunun cevabını da vermiş oldum bir bakıma. Yaşamımız boyunca milyonlarca an ve anı yaşıyoruz. Pek çoğu unutuluyor doğal olarak. Bana göre unutulanlar hayal, aklımızda kalanlar ise gerçektir. Gerçek olanlar, yani aklımızda kalan anılarımız, ayrıntısı kaybolsa da, şekil değiştirse ya da başka anılarla birleşse de paha biçilmez bir değerde ömrümüzün sonuna kadar bizimledir. Bunlar karakterimizle, huyumuzla, tecrübemizle ve bilgimizle kendini bize hissettirir. 

Bu bakımdan iyi insanlarla anlarını paylaşanların karakteri düzgün, neşeli insanlarla anlarını paylaşanlar mutlu, bilgili ve kültürlü insanlarla anlarını paylaşanlar alim olurlar. 

SON DANS BÖLÜM 30

Siyah BMW çift sıra ağaçların dizildiği geniş sokağa girdiğinde Kemal, Selma’ya telefon edip geldiğini haber verdi. Evden çıkmadan önce Selmin’in hazırladığı kahvaltı masasına oturur oturmaz hastaneyi arayıp eşinin durumu hakkında bilgi almış, nöbetçi doktor, Esther'in asabi hallerinin ortadan kalkması sebebiyle yatağına bağlayan bantları çözdüklerini ve hastanın artık yemek yemeye başladığını söylemişti. Aldığı bu güzel habere sevinen Kemal, hemen doktor Cevdet Bey’i arayarak Zsofia'nın Esther'e yardımcı olmasını kabul ettiğini söyleme fırsatı bulamadan doktor kendisini muayenehanesine davet ederek "Geldiğinde detaylı konuşuruz." demişti.

Binanın önüne çıktıklarında Kemal, arabasını birkaç bina ötedeki kaldırım kenarına park ediyordu. Onu ilk gören Jale oldu. Selma'yı geride bırakıp topuklu ayakkabılarıyla seke seke arabaya yanaşıp ön kapıyı açtı.

- Ooo, arabaya bak! Müsaade ederseniz yanınıza oturmak istiyorum Kemal Bey.  

Kemal şaşırmıştı. Arkasına bakıp gözleri Selma'yı aradı.  

- Tabii buyur, dedi. 

Oldukça gergin görünen Selma arka koltuğa geçmek zorunda kalmıştı. Daha önce Cevdet Bey'in muayenehanesine gittiğini Kemal bilmiyordu. Ayrıca Jale'nin bir densizlik yapmasından korkuyordu. Kapıyı kapatmasıyla birlikte araba hareket etti.

- Nasılsın Kemal. Esther'den bir haber alabildin mi? 

- Sağ ol Selma, evet, az önce kliniği aradım. Daha iyi olduğunu söylediler. Son durumu Cevdet Bey'den öğreneceğiz. Zsofia’nın Esther’e yardımcı olması önerisine sıcak bakıyorum ve bunu Cevdet Bey’e iletmek istedim. Çünkü başka türlü onunla iletişim kurmak mümkün görünmüyordu. Sanırım doktorun bana anlatacağı bazı şeyler var ama bunları telefonda konuşmak istemedi.

Jale’nin az önce söylediklerini Kemal’e açıp komik duruma düşmek istemiyordu Selma.

- Hasan da ben de aynı fikirdeyiz. Evet, ne yapıp yapıp Zofia'yı ikna etmek zorundayız. Ama bizim kafamıza takılan konu Esther’in neden Macarca konuştuğu. Nasıl yapabiliyor bunu, hiç bilmediği yabancı bir dili nasıl konuşabiliyor. Üstelik esas bildiği dilleri de unutmuş görünüyor. Cevdet Bey ne düşünüyor bu konuda acaba? 

Kimsenin cevabını bilmediği bir soruydu bu. Jale kendini daha fazla tutamadı.

- Kemal Bey, bence Esther Ablam reenkarnasyon olayı yaşıyor. Bana sorarsanız onun ruhu bir süre Prenses Nora’yı ziyaret edip yine geri dönecektir. Siz sıkmayın canınızı, bakın çok geçmeden göreceksiniz.

Jale’nin söylediklerini ciddiye almasa da ona verecek mantıklı bir cevap bulamadı Kemal. Zira karısının durumu, Jale'yi haklı çıkarır gibiydi.  

Doktor Cevdet Beyin sokağına girdikten sonra Kemal, muayenehaneni bulunduğu binayı aramaya başladı. Daha önce Esther’le geldiğini anlamasın diye hiç oralı olmadı Selma. Navigasyonun gösterdiği yere geldiklerinde kaldırımın kenarına yanaştılar. Binanın üzerindeki 21 numarayı gören Kemal iki kadının önüne geçip siyah demir parmaklıklı kapıyı açtı. Rengârenk gül ağaçlarının bulunduğu çimenli avlunun içinden geçerek yan taraftaki girişe yürüdüler hep birlikte. Dairenin kapısında onları güler yüzle karşılayan sekreter, üçünü de hiç bekletmeden doktorun odasına aldı. Cevdet Bey, saygıyla ayağa kalkıp yer gösterdi misafirlerine.

- Hoş geldiniz, diyerek gülümsedi. Kemal’i yalnız beklediğinden yine de şaşırmıştı biraz. Kemal’e döndü.

Esther Hanım’ı dostları yalnız bırakmıyor Kemal Bey. Kararınızı verdiniz sanırım. Fakat...

Kemal doktorun sözünü kesti.

- Sanırım Zsofia Hanım’ın yardımını kabul etmekten başka çaremiz yok.

- Evet sizi anlıyorum. Ben de bundan bahsedecektim. Sizden bu cevabı beklediğim için dün akşam Zsofia Hanım'a telefon ettim. Ne yazık ki işini bırakıp gelemeyeceğini söyledi maalesef.

Kemal’in suratı asıldı. Cevdet Bey, ara vermeden devam etti.

- Ama bize yardım edebilecek başka bir arkadaşını önerdi. Adamın adı Martin Sándors, Macar asıllı. Beş yıldızlı bir otelin mutfak yardımcı şefi, üç yıl önce gelmiş ülkemize ve Türkçemizi gayet iyi konuşuyormuş. Bana kalırsa hemen onu bulup konuşmalıyız.  

Kemal’in canı sıkılmıştı. Zsofia gelemiyorsa bu adam niye işini bırakıp gelsin diye geçirdi aklından. Kim böyle bir teklifi kabul ederdi ki? Esther’e kısa bir süre tercümanlık yapmak için güzelim işlerini neden bıraksın insanlar?

- Peki, dedi çaresizce, konuşalım bakalım.

- Selma Hanım, size de bazı sorularım olacak dedi, Cevdet Bey.

- Buyurun, sizi dinliyorum, dedi Selma endişeyle.

- Gördüğü düşlerden hiç bahsetmiş miydi size?

- Ekseriya bana gördüğü kâbusları anlatırdı. Ama beni esas endişelendiren uyanık haldeyken gözlerini bir noktaya dikip hayale dalması. İlk olarak evlerinde şahit olmuştum bu duruma. Sonra bir de araba kullanırken şahit oldum bu duruma ve çok korktum. Az kalsın kaza yapıyorduk. Geçenlerde, Kemal’in doğum gününde Esther bizi yemeğe davet etmişti. Jale ve eşi de vardı o akşam. Bir anda dalıp gitmişti yine gözleri. Tam o sırada Kemal’e acil bir telefon gelmiş, masadan kalkıp salona geçmişti. Esther’in yaşadığı bu durum içkiyi biraz fazla kaçıranların dikkatini çekmemişti. Ben fazla alkol almamıştım o gece. Durumunda bir gariplik sezmiştim ama yine emin olamamıştım. 

Kemal’in önünde bunları anlatmak geriyordu Selma’yı. Derin bir iç geçirerek devam etti.

- Ertesi gün bir yerde buluştuk. Bana gördüklerini anlattı. Orman içinde orta çağ kıyafetleriyle ağaçların arasında dar bir patika boyunca bayır aşağı koşuyormuş. Peşinden gelen şövalye kıyafetli genç bir adam onu yakalamaya çalışırken karşısına küçük bir gölcük çıkmış. Suya atmış kendini, arkasından gelen genç adam da suya atlamış peşinden işte...

Cevdet Bey, dikkatle dinliyordu Selma’nın anlattıklarını.

- Zsofia’ya kendisinin Prenses olduğunu söylemişti. İçine düştüğü durumla gördüğü düşler arasında bir ilişki olduğu kesin. Bilinçaltı onu fazla etkilemiş görünüyor. Öyle değil mi? diye sordu. Karşısındakilerin üzerinde gözlerini gezdirirken her birinden gelecek tepkiyi ölçüyordu.

Jale bir şeyler söylemek için sabırsızlanıyor, kendini zor tutuyordu. Artık sıranın kendine geldiğini düşünerek,

- Kesinlikle size katılıyorum Doktor Bey, dedi. Önceki hayatında Esther Ablanın prenses olduğu gün gibi ortada bence. Hem de Ortaçağ'da yaşayan bir prenses. Doktor, gülümsedi.

- Korkarım yanlış anladınız beni, dedi doktor. Siz sanırım reenkarnasyona inanıyorsunuz. Evet, Hindistan’dan çıkıp tek tanrılı dinlerin bazı mezheplerinde kabul gören böyle bir inanış var ancak bilimsel olarak henüz ispatlanmış değil. Ben bir hekim olarak konuya bilimsel açıdan yaklaşmak durumundayım. Bildiğiniz üzere irademizi kullanarak yaptığımız işler düşünce sistemimizin sadece küçük bir bölümünü oluşturuyor. Bilinçaltımız çok daha geniş ve karmaşık. Kafanızı çok karıştırmak istemem ama yapmak istediğimiz her şeyin, henüz karar vermeden önce bilinçaltımızda şekillendiği ve gerekli uyarının beynimize ulaştığını biliyoruz. Yani, toplanıp buraya gelmeniz, beni dinlemeniz görünürde vermiş olduğunuz kararın sonucu. Aslında durum hiç de sandığınız gibi değil. Doğduğunuz günden itibaren bilinçaltınıza attığımız bir sürü etken var sizi bu noktaya getiren. Bu dinledikleriniz bile bundan sonraki yaşamınızı bir şekilde etkileyecektir. Akıl ve zekâ her insanda farklı seviyelerde oluşan düşünme güçleridir. Fakat davranışlarımızı esas yönlendiren ne aklımız ne zekâmız ne de irademizdir. Az önce dediğim gibi bizim gerçek efendimiz bilinçaltı dünyamız. Bütün davranış bozukluklarında geçmişte yaşadığımız bazı olayların etkisi vardır. Dikkat ederseniz, "ruhsal rahatsızlık" demedim. Çünkü bence ruh da bilimsel değildir. Cevdet Bey, konuyu gereksiz yere uzattığını düşündü. Konuşmasına yeni bir başlangıç yapmak için öksürerek sesini açtı.

- Evet, dedi. Rüyalar, hayaller bilinçaltımızın bize yaptığı küçük oyunlar. Geçmiş ya da süregelen yaşantımızda bizi olumlu ya da olumsuz etkileyen "süper egomuz", yani bize ne yapmamız gerektiğini dikte eden sosyal ve ahlaki değer yargılarımız nedeniyle baskı altında tutmaya çalıştığımız bir kısım kişi ve olaylar, rüya ve hayallerimizde vücut bulur. Onlar bir bakıma beynimizin sigortalarıdır. Esther Hanım’a uyguladığımız hipnoz tedavisinde amacımız, bilinçaltında onu rahatsız eden kişi ve olayları tespit etmekti.

Profesörün öğrencilerine ders anlatırcasına verdiği psikanaliz bilgileri, ağzından çıkan "Esther" sözcüğüyle karşısına aldığı insanları kendine getirmiş, doktorun sözlerine kulak kesilmişlerdi. Doktorun Esther'in adını andığı o ana kadar Kemal suratını asmış, Ümit’in devireceği çamları düşünmekle meşgulken, Jale, reenkarnasyon hayallerinin yerle bir edilmesine üzülüyor, Selma ise, arkadaşının kendisine güvenerek paylaştığı sırları açığa çıkartmanın verdiği ezikliğe kafa yoruyordu. Doktorun Esther’den söz etmesi, onların dikkatini toplamaya yetmişti. Kaldığı yerden anlatmaya devam etti:

- Bakın, geçmişte kalmış, artık değiştirme imkânı bulunmayan konularla yüzleşmek ya da mümkünse hastayı bu duruma getiren sebepleri ortadan kaldırmak sorunun tek çözüm yolu. Esther Hanım, belli ki ciddi bir travma geçirmiş. Biz bunun ne olduğunu maalesef bilmiyoruz henüz. Dilimizde kullandığımız bir deyim var bilirsiniz, "Sigortası atmak". Sözlük anlamı "çok sinirlenmek" olsa da, ben bunu davranış biliminde gerçek anlamında kullanıyorum. Bilinçaltı vücudumuzun sigortasıdır aynı zamanda. Nasıl ki, sigorta, üzerinden elektrik akımı geçen devre elemanlarıyla devreye bağlı cihazların zarar görmesine ve nihayetinde meydana gelebilecek kaza ve arızalara mani olur, bilinçaltımız da benzer şekilde yaşadığımız travmatik olaylar karşısında sinirlerimiz ve beynimizde olası kalıcı hasarların önüne geçer. Düşünme yetimizin ortadan kalkması durumunda bilinçaltımız devreye giriyor ve bize aklımızın almadığı oyunlar oynamaya başlıyor. Oyundan kastım, düşünerek tuhaf bulduğumuz şeyler, bazen mantıklı bazen mantık dışı. Mesela rüyalarımız, gördüğümüz kâbuslar, dalıp gittiğimiz hayallerimiz bilinçaltımızın oyunlarıdır. Normal şartlarda bilincimiz dışında geçirdiğimiz süreler kısadır. Ancak Esther Hanım’da farklı bir durum gözlemliyoruz. Bilinçaltının bu kadar uzun bir süre etken durumda kalması yönünde direnç gösterdiği buna benzer bir vakaya hiç tanıklık etmedim bugüne kadar.

Devam edecek.



6 Mayıs 2021 Perşembe

TÜFEK, MİKROP ve ÇELİK

Kitabın Adı: TÜFEK, MİKROP ve ÇELİK

Yazar: Jared DIAMOND

Çeviri: Ülker İNCE

Sayfa Sayısı: 609

Yayınevi: Pegasus Yayınları

Türü: Bilim

Son zamanlarda okuduğum en değerli kitaplardan biri oldu Tüfek, Mikrop ve Çelik. Coğrafya ve fizyoloji profesörü Jared Diamond, hayli emek ve zaman harcadığı bu bilimsel eserinde Homo Sapiens Sapiens'ten bu yana insan topluluklarının kaderini etkileyen nedenlere bilimsel temelli cevaplar aramış. Yazar bu kitabıyla 1998 yılında kurgusal olmayan genel eser dalında Pulitzer Ödülü ile En İyi Bilim Kitabı dalında Aventis ödülünü almış bulunuyor. 

Diamond'ın bu kitabını daha önce okuduğum Daron Acemoğlu ve James A. Robinson'un ulusların kaderini tarih, ekonomi ve siyasete bağlayan "Ulusların Düşüşü" adlı kitabıyla mukayese etme imkânı buldum. Tüfek, Mikrop ve Çelik toplumların gelişme düzeyindeki farklılıkları çok daha geniş perspektiften ele alan, çok daha geniş bilimsel araştırmalara yer veren ve toplumsal gelişmeyi bir ya da birkaç nedene bağlamak yerine bütün olasılıkları ele alarak sonuca giden, bunları arkeoloji, jeoloji, antropoloji, tarih, dilbilim, coğrafya, sosyoloji gibi disiplinlerle temellendiren müthiş bir kitap. 

Öncelikle eseri dilimize kusursuz çeviren Ülker İnce'yi ve editör Kemal Küçükgedik'i de kutlamak isterim, gerçekten böylesine büyük hacimli bir kitapta bir tek çeviri ya da yazım hatasıyla karşılaşmadım. Yazarın büyük bir emekle ortaya koyduğu esere kaynak teşkil eden onlarca kitap ve yayınlanmış makale bilimsel çalışma yapmak isteyenler için eşsiz bir bibliyografya halinde kitabın sonundaki "Ek Okumalar" bölümünde detaylı bir şekilde sunulmakta.

Kitap bazı bölümlerde detaya ve derin konulara inerken insanın aklına gelecek her türlü soruyu sorup gerçeği arıyor. Aynı zamanda bir ders kitabı olan ve üniversite hocalarınca yardımcı kitap olarak önerilen bu eser National Geographic tarafından filme çekilmiş. Konuya ilgi duyanlar ve neden bazı ulusların gelişmiş, bazı ulusların az ya da gelişmemiş olduğuna kafa yoranlar için önemli ve değerli bir kaynak. Dili ve anlatımı son derece sade olmasına rağmen verilen detaylar kitabın okunmasını zorlaştırıyor. Zaman zaman önceki bölümlere dönüp tekrara düşse de konuyu anlamayı kolaylaştırıyor bu yöntem. 

Okuduğum kitap 2018 yılında yapılan çevirinin ilk baskısı. Yazar bu nedenle Türkiye'ye özel bir önsöz eklemiş. Burada dünyanın hakim dili olan İngilizcenin aslında Anadolu topraklarında doğduğunu iddia ediyor. Her ne kadar haklı gerekçeleri olsa da bunu Türk okuruna bir jest olarak değerlendirdim.

Adından da anlaşıldığı üzere kitapta insanların kaderini belirleyen üç temel unsurun Tüfek, Mikrop ve Çelik olduğuna değinilirken aslında bunlardan çok daha fazla faktörün rol oynadığına dikkat çekiliyor. Kitabın büyük bölümünde, medeniyetin Bereketli Hilal olarak adlandırılan, Mezopotamya ve Anadolu'yu da kısmen içine alan topraklarda doğmasında coğrafi koşulların belirleyici olduğu ifade ediliyor. Yazara tam hak vermeye hazırlanırken kontra bir soruyla yeniden düşünmeye başlıyorsunuz. Zambiya ile Hollanda arasında ilginç bir mukayese yapılıyor. Coğrafi bakımdan daha avantajlı olmasına rağmen Zambiya'da yaşayan halkın yıllık ortalama gelirinin Hollanda'da yaşayan insanların otuz üçte biri olması nasıl mümkün olabiliyor? Yine Norveç ile Yemen halkları arasında dört yüz kat kişi başı gelir farkının oluşmasının altında yatan gerçekleri anlama imkanı buluyorsunuz.

"Karım Marie, klinik bir psikologdur. Evliliklerinin tehlikede olduğunu gören çiftler ara sıra ona başvurur. Marie eşlerden birine, mesela kocaya, evliliklerinin zorda olmasının nedenini anlatmasını istediğinde "Karım suratıma tokat attı. Böyle bir kadınlar evli kalmak istemiyorum." diyebilir. Marie kadına dönüp bunun doğru olup olmadığını sorar. Kadın, "Evet doğru ama ilişkimizin bozulmasının nedeni bu değil, kocam başka kadınlarla düşüp kalkıyor." der. Marie kocaya döner ve karısının dediğinin doğru olup olmadığını sorar. Adam "Evet doğru ama ilişkimizin bozulmasının nedeni bu değil, gerçek neden karımın bana soğuk davranmaya başlaması, sevgi ve yakınlık göstermemesi ve beni dinlememesi. Bu yüzden başka kadınlarla ilişki kurdum." der." Yazar sonu gelmeyen bütün bu nedenleri "yakın" nedenler olarak tanımlarken asıl neden ya da temel nedenin kadının ya da kocasının başka davranışları ya da anne ve babalarının çocukluklarındaki davranışları olabileceğini belirtmek suretiyle batılı bilim adamları, siyasetçiler ve ekonomistlerin sadece "yakın" nedenlere dayanarak toplumların gelişmişlik düzeyi hakkında kısa yoldan sonuca gitmelerini eleştiriyor. Kanaatimce "Ulusların Çöküşü" adlı kitabında Daron Acemoğlu da aynı hataya düşmüş ve Amerikan toplumunu yüceltirken olaya ideolojik açıdan yaklaşarak toplumdaki gelişmeyi sadece siyasi ve ekonomik sebeplere bağlamıştır. Oysa Jared Diamond, toplumları oluşturan bireylerin hiçbirinin zeka düzeylerinde bir farklılık olmadığına dikkat çekerken gelişme düzeylerindeki farklılıkların sebebini onlarca çevresel etkiyle bilimsel açıdan ilişkilendiriyor kitabında. 

Sonuç olarak meraklısına muhteşem, ufuk açıcı bir kitap ancak sıkılmadan okuyabilecek kişi sayısının çok fazla olduğunu sanmıyorum.