İşe başladığından bu yana Kemal Bey’le bu kadar uzun konuşmadıklarını düşündü Selmin. Aylar süren sakin hayatı bir anda hareketlenmişti. Sessizce kalktı masadan.
- Ben yemeği hazırlayayım.
Kemal başını hafifçe sallayıp gülümsedi. Sabahtan beri ağzına
bir lokma girmemişti. Selmin'in özenle hazırladığı bir masada Esther’le karşılıklı oturup keyifle
yemek yemeyi ne kadar çok özlemişti. Eski günlerin hayalini kurarken kendine gelmesi uzun sürmedi. Bu şimdi mümkün değil tabii dedi, içinden. Esther'in tepkisini nasıl kestirebilirdi? Bir bakmışsın masada ne kadar
tabak çanak varsa üzerine fırlatır kaçar gidebilirdi yanından. Martin'e güvenip böyle bir
şeyi denemeye değer bulsa da tek başına boyundan büyük işlere
kalkışması delilik olurdu. Mutfağa doğru seslendi,
- Selmin Hanım, Prenses Nora’nın yemeğini odasına götürün lütfen!
***
Bir saattir ne yapıyorlardı içeride? Sessizce yaklaşıp yatak
odasına açılan kapının aralığından gözetlemeye başladı. Pencerenin yanındaki yuvarlak masada Esther'le Martin karşılıklı oturmuş hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Daha doğrusu her zaman olduğu gibi konuşan Martin’di yine. O kadar konuşacak şeyi nereden buluyordu bu adam! Kim bilir belki o ana kadar Esther anlatmış, şimdi de sıra diğerine gelmişti. O kadar
dalmışlardı ki Kemal'i fark etmediler bile. Martin’i büyülenmişçesine dinleyen Esther arada bir gülümsüyordu. Onu böylesine mutlu görmek biraz olsun
içine su serpmişti Kemal’in. Bu tabloyu sabaha kadar seyredebilirdi. Arkasından yaklaşan Selmin’in
ayak seslerini fark etmedi.
- Esther Hanım’ın, pardon Matmazel Nora’nın yemeğini getirdim efendim.
Hemen toparlandı. Hizmetçinin gözünde kapı dinleyen ya da röntgencilik yapan bir insan durumuna düşmesi canını sıkmıştı. Sesi duyup konuşmasına ara veren Martin, elinde yemek tepsisi ile odaya giren Selmin'in arkasına gizlenen Kemal'i gördü.
- Ooo Patron, gel gel, ben de senden bahsediyordum Prenses Nora'ya.
Selmin, yemek tepsisini sessizce masaya bıraktı,
hafifçe diz çöküp selamladı.
- Matmazel Nora… dedi. Yemeğinizi getirdim diyemedi. Boğazı düğümlenmişti, kaldı
öylece, bir şeyler söylese de anlamayacaktı nasıl olsa. Belki kısa kesmesi daha iyiydi.
Şaşırmıştı Kemal. Gözlerini Esther'den alamıyordu. Martin'e çevirdi başını.
- Senden bahsediyorduk derken…
Martin ve Esther’in aynı anda kıkırdamasına alınmıştı.
Yine de hesap sorar gibi bir sertlik yoktu ses tonunda. Sadece kendisi hakkında ne konuştuklarını merak etmişti.
- Arabanı nasıl çizdiğimi anlatıyordum, Prensese dedi, bir yandan kıkırdamaya devam ediyordu.
- Bırak dalga geçmeyi, gerçekten ne konuştuğunuzu merak ediyorum.
Elindeki boş tepsiyle kapıda bekleyen Selmin, Martin’in cevabından önce araya girdi.
- Kemal Bey sizin yemeğinizi de mutfağa hazırladım.
Kemal tamam gibisine elini salladı.
- Eee? diyerek Martin’in cevabını beklemeye koyuldu.
- Yemin ederim seni anlatıyordum. Çok matrak adam şu bizim patron dedim, son model arabasını çizdim, adamın gıkı bile çıkmadı. Bunu duyar duymaz Prenses Nora gülmeye başladı. O gülünce beni de bir gülme krizi tuttu ki deme gitsin.
Esther, göz ucuyla Kemal’e bakarken utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Kemal ne yapacağını bilemedi, o da başladı gülmeye.
- Peki dedi, o sana neler anlattı?
- Hayatını dedi Martin. Bana hayatını anlattı. Tuna
Nehrinin kıyısında, Szentendre kasabası yakınlarında, büyük bir şatoda
yaşıyorlarmış. Bir sürü hizmetçi, aşçı, bahçıvan ve savaşçı varmış etrafında. Doğum
günü için büyük bir ziyafet veriliyormuş. Envai çeşit yemek ve meyvelerle
donatılmış büyük bir masanın etrafında saygın misafirleri ağırlıyorlarmış. Büyük
salonun kapısı açılmış birden. İçeri bir sürü savaşçı girmiş, anne ve babasını
öldürmüşler. Askerlerden biri onu atının terkisine alıp kaçırmış. O askerin
yüzünü bir türlü aklımdan çıkaramıyorum dedi. Bu olaydan sonra gözünü odada açtığını söyledi.
Esther masanın üzerindeki çorba kâsesini önüne
çekti. Eline aldığı kaşığı dikkatle incelemeye koyuldu. Martin dönüp ona bir
şeyler söyledikten sonra yeniden Kemal’e dönüp gülmeye başladı.
- İşin tuhafı ne biliyor musun patron?
- Neymiş?
- Prenses Nora’yı kaçıran asker vardı ya... Gülmekten konuşamıyordu Martin.
- Eee ne olmuş ona?
- İşte o askerin sen olduğunu söylüyor.
- Hoppala dedi, Kemal. Anlaşıldı, bana olan düşmanca tavrı bu yüzden demek.
- Ama merak etme, onu kaçıran askerin sen olmadığını söyledim kendisine, hani
fena adam sayılmaz bile dedim senin için. Gülmekten yerlere yatıyordu Martin. Bak, patron bu iyiliğimi sakın unutma dedi, son olarak.
Kemal, Martin’i tanımış, onun her şeyi yapabileceğine
inanmıştı artık. Bütün bu anlattıklarını Esther’e rahatlıkla söylemiş
olabileceğini düşündü. İçin için Martin’e kızıyordu kızmasına ama bir yandan da ona muhtaç olduğunu biliyordu. Belki bu iş için biçilmiş kaftandı ve başkası ile olamazdı bu iş. Kısa zamanda karısının
güvenini kazanmış ve en azından sakinleştirmesini bilmişti.
- Hadi gel bir şeyler atıştıralım dedi, Kemal.
- Yok, ben kaçayım, Patron, yoksa evde dayak var dedi, gülerek. Bak bir şeye ihtiyacın olursa ara beni tamam mı, yirmi dört saat açık telefonum.
Kapıyı kapattıktan sonra geldi aklına. "Anlaştık" demişti demesine ama yaptığı hizmetin bedelini konuşmamışlardı daha. Paragöz biri olsa şimdiye kadar kaç kez konuyu önüne getirir, pazarlığa girişirdi. Hoş, kendisinin de aklına gelmemişti ne istediğini sormak, onca sıkıntının arasında. Sadece o değil, Cevdet Bey’in de kaç para isteyeceğini bilmiyordu. Karşılığın almadan bütün günlerini Esther’e ayırmak zorunda değildi bu insanlar.
Mutfaktan Selmin’in sesini duydu, yemeğin hazır olduğunu
hatırlatıyordu.
Selmin’i de gönderdikten sonra evde Esther’den başka kimse kalmamıştı. Yatak odasına gidip boşalan tabakları tepsiye yerleştirdi. Önüne koyulan ne varsa hepsini yediğini görünce sevindi. Hele karısının kendisine bakıp gülümsemesiyle dünyalar onun oldu. Dolabından pijamalarını aldıktan sonra dışarı çıkıp odanın kapısını çekti sessizce.
Mutfaktaki soğutucudan bir bira alıp bilgisayarın başına
geçti. Reenkarnasyon olayının sadece bir inanç olduğunu, bilimsel açıdan henüz
kanıtlanmadığını söylemişti Doktor Cevdet Bey. Bununla birlikte Esther’in hiç
bilmediği bir dil konuşması kafasını meşgul etmeye devam ediyordu. Öyle biri
yaşamış olabilir miydi gerçekten? Google arama motoruna "Prenses Nora" yazdıktan sonra karşısına çıkan sayfalara bakmaya başladı. Evet, 1989 yılında
yaşamını yitirmiş Liechtenstein’lı bir prenses aynı adı taşıyordu ama
aradığı kişi bu olamazdı. Bir de Suudi Arabistan Krallığında, dünyanın en büyük
kadın üniversitesinin adıymış "Prenses Nora". Bu ikisinin dışında başka bir şey bulamadı. Ortaçağ Avrupa’sının feodal sisteminde, derebeylerin idaresi
altında birçok küçük devletçik kurulduğunu hatırladı. Kendilerine ait toprağı
olan ve karın tokluğuna köylüleri köle gibi çalıştıran soylular sınıfı,
şövalyelerle korunan ve etrafı kalın taş duvarlarla çevrili görkemli şatolarda yaşıyordu.
Kim bilir belki de Esther, önceki yaşamında, tarihin sayfalarında iz bırakmamış yüzlerce şatodan
birinin prensesiydi. Hemen toparlandı. Jale'nin düşüncesi olabilirdi bunlar ancak. Yok,
daha neler, hiç böyle bir şey mümkün mü? Hayalini kurmaya başladığı şatonun
koridorlarında salınarak yürüyen prenses kılığında Esther figürünü utanılacak bir şeymiş gibi hemen silip atmaya çalıştı kafasından.
Üzeri boncuk boncuk terlemiş bira şişesine şöyle bir baktıktan sonra dikti kafasına. Gözleri yan taraftaki dolabın rafından dışarı sarkan ve buradayım dercesine kendini gösteren klasöre kaydı. Feridun Bey’in pek bir önem verdiği toplantıya gitmemiş, bir telefon edip gelemeyeceğini dahi bildirmemişti. Bu yetmezmiş gibi telefonunu sessize alarak şirketi zor durumda bırakmıştı. Kendisinden asla beklenmeyen, aynısını bir başkası yapsa küplere bineceği bir davranıştı bu.
Cebinden telefonunu çıkardı, yığınla cevapsız aramalar... Yarın sabah erkenden şirkete uğramak farz olmuştu. Ümit’ten toplantının sonucunu öğrenmeyi geçirdi aklından ama vazgeçti. Reynolds’un temsilciliğini başkalarına kaptırdılarsa Feridun Bey’in gözüne görünmemesi gerektiğini az çok tahmin ediyordu. Evet, toplantıya katılmamasının geçerli bir nedeni vardı ama bunu önceden gelemeyeceğini bildirmemesine, telefonlarını açmamasına ne kılıf uyduracaktı. Esther’i bu durumda yalnız bırakamayacağı için yıllık iznini kullanmak zorundaydı. Arada gidip işleri yoluna sokmak onun tarzı değildi. Şirket kapısından girdiği anda bambaşka bir varlığa dönüşeceğini, işin dışındaki aleme bütün kepenklerini kapatacağını gayet iyi biliyordu. Kontrolü dışında yaşadığı bu durum karısında süregelen rahatsızlığın bir başka versiyonuymuş gibiydi sanki. Evet, her ikisi de birlikte yaşayacakları dünyaya sırtlarını dönmüş, başka dünyalarda arıyorlardı mutluluğu. Sonuçta her ikisi de yıkıcı bir hastalığın pençesine düşmüşlerdi, farkında olmadan.
Şişenin dibinde kalan son yudumu devirdi kafasına. Hâlâ işi düşündüğü için kızdı kendine. "Tamam, yarın şirkete uğrayıp hemen döneceğim, o kadar. Başka bir şey düşünmeyeceğim, ne Feridun Beyi, ne de Reynolds’u" diye söz verdi kendine. Sabah erkenden bir taksiye atlayıp hastanenin kapalı otoparkında bıraktığı arabasını almalıydı önce.
Devam edecek