KATEGORİLER

14 Ekim 2021 Perşembe

HAKLI ÇIKMA SANATI - ARTHUR SCHOPENHAUER

Kitabın Adı: Haklı Çıkma Sanatı

Yazar: Arthur Schopenhauer

Sayfa Sayısı: 86

Yayınevi: İmge Kitabevi

Çeviren: Hüseyin Salihoğlu

Türü: Deneme

Aslında kitabın adı Eristik Diyalektik ancak daha fazla ilgi çeksin düşüncesiyle kitabın alt başlığı olan Haklı Çıkma Sanatı başlığa alınmış. Kitap yazarın ölümünden sonra sandığından çıkarılıp yayımlanmış. Doğrusu Schopenhauer'dan böyle bir kitap beklemezdim, nitekim o da benzer kaygılarla sağlığında ortaya çıkaramamış zaten. Öncelikle mantık ve diyalektik tanımlarıyla giriyoruz kitaba. Kulaklarımızın aşina olduğu ve birbirine karıştırılan bu iki sözcük arasındaki farkı açıkça ortaya koyuyor yazar. 19. yüzyılın ünlü filozoflarından Kant'ın öğrencisi olan Schopenhauer, diyalektiği bir akıl yürütme tekniği olarak tarif etmekte. Konuşmacıların soru ve cevaplarıyla yapılan bir konuşma sanatı olan diyalektik bu yöntemle önermeleri çürütür ya da ispatlamaya çalışılır. Yunan mitolojisinde anlaşmazlık tanrıçası olan "Eris" kelimesinden gelen "eristik diyalektik" ise kazanma amaçlı tartışma bilgisi, girilen tartışmaları kazanma sanatı olarak ifade edilmiştir. Burada tartışmanın amacı gerçeğe ve doğruya ulaşmak değil, doğrudan haklı çıkma felsefesi söz konusu edilen. Mantık ya da analitik ise tamamen farklı, burada yöntem, tartışma götürmez doğrulara varmak için teori üretmek. 

Schopenhauer kitabın devamında özellikle Aristo felsefesine atıflarda bulunup eristik diyalektik üzerinden haklı çıkmanın yollarını 38 başlık altında topluyor ve verdiği örneklerle savını destekliyor. Elbette bu yolların tamamı ahlaki değil ve benim için şaşırtıcı olan da bu oldu zaten. Ancak bu yöntemlerin bilincinde olan kişi, muhatabından gelecek kötü niyetli tartışmalarda onun amacını anlamayı mümkün kılıyor Sözgelimi politik söylemlerin pek çoğunda benzer yöntemler çıkmakta karşımıza. Muhalifinizi tahrik ederek öfkelendirin diyor mesela, öfkelendirin ki kafası karışsın önermelerinize uygun yanıt bulamasın. 

Fakat benim haklı çıkma kuralları arasında en beğendiğim son madde oldu. Yazarın tek güvenilir kural olarak öne çıkardığı Aristoteles'in "Topik" eserinin son bölümünde geçen "... önünüze çıkan her insanla tartışmayınız, tanıdığınız ve hepten saçma şeyler ortaya koymayacak ve utanmak zorunda kalmayacak kadar aklının var olduğunu bildiğiniz insanlarla tartışınız. Delillerle tartışınız, otorite özdeyişleriyle değil; delilleri dinleyiniz ve onların üzerine gidiniz; nihayetinde hakikate değer veriniz, muhalifin ağzından çıksa bile gösterilen sebepleri severek dinleyiniz ve onlara katlanmak için yeteri kadar adil olunuz; hakikat karşı tarafta ise haksız çıkmayı kabul ediniz. Bu söylenenlerden, yüz kişinin içinde tartışmaya değer ancak bir kişinin olduğu sonucu çıkar. Diğerlerini bırakın istedikleri gibi konuşsunlar; çünkü "desipere est juris gentium" AKILSIZ OLMAK İNSAN HAKKIDIR

Hüseyin Salihoğlu'nun güzel çevrisiyle karşıma çıkan kitabı okurken biraz sarsıldığımı kabul etmeliyim. Kitapta, eristik diyalektiğin iyi kılıç kullanması sebebiyle rakibini deviren düellocu gibi kıvrak zekalı bir laf cambazının gerçek ve doğruların hilafına haklı çıkmasında hangi yolları izlemesi gerektiği sanki bu tür kötü niyetli insanlara bir nevi yol göstermesi gibi algıladım başlangıçta. Oysa yazarın vermek istediği onlara karşı uyanık olmamızı sağlamaktı. Kitabı severek okuduğumu ve yeni şeyler öğrendiğimi söyleyebilirim.

13 Ekim 2021 Çarşamba

1984 - GEORGE ORWELL

Kitabın Adı: 1984

Yazar: George ORWELL

Sayfa Sayısı: 462

Yayınevi: Can Yayınları (Özel Baskı)

Çeviren: Celâl Üster

Türü: Roman (Distopya)

Uzun yıllar önce okuduğum, unutulmaz romanlardan biriydi 1984. Can Yayınlarının bu özel baskısını oğlum, eşimin doğum günü münasebetiyle kendisine hediye etmişti. Siyah kutusu, kaliteli kağıdı ve özel tasarımıyla oldukça cezbedici görünüyordu. Bazı kitaplar yirmi yıl arayla yeniden okunmalı. Yirmi yılda gerek kişisel gelişimimiz, gerekse değişen dünya şartları aynı kitap üzerinde üzerimizde farklı etkiler bırakabiliyor. Orwell'in 1984'ünü ilk okuduğumda komünizm ideolojisini ve bunun yol açacağı ürpertici sonuçların neler olabileceğini düşünmüştüm. O günden bu yana ayrıntılar kaybolsa da ana fikir olarak hafızamda kalan Big Brother karakteri ve toplumun yoğun bir korku iklimi içinde insan olma özelliklerini kaybetmesiydi.  

1984 romanını ikinci kez okuduktan sonra olayların günümüz toplumuyla pek çok noktada benzeştiğini gördüm ve bu durum beni tamamen farklı açılardan değerlendirmeye itti. Big Brother, hakim güç, her şeyi bilen, her hareketimizi gözetleyen ve kuralların dışına çıktığımızda bizi cezalandıran muazzam bir otorite! Kural derken yazılı bir metin söz konusu değil, zamanın koşullarına göre değişebilen, buna göre geçmişe dair bütün kayıtları istenen şekle sokabilen bir sistem. Big Brother, bir zamanların Stalin'i, Hitler'i, Mussolini'si, günümüz Türkiye'sinde karşılığı aşikâr!

Kurgu roman muazzam bir öngörüyle dünyaya hükmeden üç büyük güçten bahsediyor. Amerika ve Büyük Britanya'yı içine alan Okyanusya, Avrupa ve Kuzey Asya topraklarına sahip Avrasya ve Güney Asya ülkelerinden müteşekkil Doğu Asya. Bugünün üç aşağı beş yukarı, süper güçleri olan ABD, Rusya ve Çin ile benzeşmesi yazarın inanılmaz bir öngörüsü. Olaylar Okyanusya'nın bir eyaleti konumundaki Büyük Britanya'da geçiyor. Roman kahramanı Winston Smith, sisteme aykırı davranışlarından ötürü içinde türlü işkencelerin de yer aldığı bir dizi işlemden geçiriliyor. Peki nedir suçu, Winston'un? Düşünmek! Hatta daha da ileri giderek sistem tarafından asla müsaade edilmeyen bir davranışta bulunuyor ve bir kadına aşık oluyor. Toplumda herkesin birbirinden kuşkulandığı bir ortamda gizli kapaklı yürütülmeye çalışan aşk hikayesi romana değişik bir hava katıyor.

Romanda en çok ilgimi çeken hususlardan biri de dile verdiği önem. Big Brother ülkesinde devrimden önce bütün geçmiş silinmeye çalışılıyor. Dil düşüncenin temeli olarak görüldüğü için eski söylem olarak adlandırılan konuşma dili hafızalardan silinip yeni söylem adıyla bambaşka bir dil üretilmeye çalışılıyor. Roman kahramanı Winston Gerçek Bakanlığında çalışıyor. Görevi Big Brother tarafından alınan kararları ve geçmişte söylediklerine tenakuz oluşturacak her türlü söylemi dikkate alarak geçmiş tarihli gazete, kitap ve dergi gibi yazılı dokümanları değiştirmek suretiyle tutarlığı sağlamak. Sözgelimi önceki yıl büyüme oranı % 15 olarak ifade edildiği halde bu oran % 5 gibi gerçekleştiğinde, hemen geçmişte yazıya dökülen bu beyanatlar bulunup % 15 oranı % 3 ile yer değiştirilmekte ve ülkenin büyüme oranının tahminlerin üzerinde gerçekleştiği ilân edilmekte. Yeni söylemde Gerçek Bakanlığı eski söylemin Sahtekarlık Bakanlığı yerine geçse de bu durum insanların kafasının içine gayet doğal, sıradan bir şekilde sokuluyor. Benzer olarak nefreti körükleyen Sevgi Bakanlığı, Savaşı körükleyen Barış Bakanlığı gibi bakanlıklar sistemin önemli araçları. 

Big Brother'ın ülkesinde üç sınıf mevcut. Birincisi iç parti görevlileri ki bunlar Big Brother'a en yakın ve diğer kesimlere göre daha üst seviyede bir yaşam sürebiliyor. Diğer bir grup ise dış parti görevlileri. Bakanlıklarda çalışan bu memurlar kendilerinden istenen görevleri sorgusuz sualsiz yerine getirmekle sorumlu. Düşünce aşamasında olsa bile sisteme karşı herhangi bir davranışları buharlaşmalarına neden olabiliyor. Buharlaşma, o kişinin gelmiş geçmiş tüm bilgilerinin yok edilerek öyle birinin hiç yaşamadığı anlamına gelmekte.  Ve sonuncu sınıf proletarya, yani sıradan halk kesimi. Bu grup insanlar dış parti görevlilerine göre biraz daha fazla hakka sahip. Örneğin dış parti görevlileri karşı cinsten biriyle ilişki kuramadığı halde proleter kesimde buna müsaade edilmekte.  Bu durum, onlara verilen önemden değil zararsız görülmelerinden kaynaklanıyor.

Elbette bütün bu düzenin kollayıcısı Düşünce Polisi. Big Brother iç ve dış mekanlarda yer alan birçok tele-ekran sayesinde insanları gözetliyor. Tele-ekran sadece izlemekle kalmıyor, insanların heyecanlanmaları, kızarmaları gibi farklı davranışlarını değerlendirip sonuca gidebiliyor. Bu bakımdan büyük bir korku iklimi söz konusu. Buna rağmen aşk galip geliyor ve komşu bir birimde çalışan Julia'ya ilk görüşte aşık oluyor kahramanımız. Aşık olmakla kalmayıp sistem  hakkında eleştirel düşünceler de üretiyor. Bir süre gizli olarak bazen kırsal alanlarda bazen de halk kesimindeki bir antikacı dükkanında beraber olan çift, beklendiği gibi sonunda yakayı ele veriyor. Önceden Big Brother'ın yanında yer alırken ondan ayrıldıktan sonra sözde onun kurduğu sisteme karşı çıkan Goldstein adında başka bir güç var. Winston bu güce hizmet ettiğine inandığı üst düzey bir parti yetkilisiyle sisteme açıkça baş kaldırmaya yöneliyor. Fakat ne var ki bu kişi Big Brother'ın casusu çıkıyor. 

Bundan sonra üç aşamalı işkence süreci başlıyor. Winston ağır işkenceye maruz kaldıktan sonra istenilen kıvama getiriliyor. Öyle ki, iki artı ikinin beş olduğuna dahi ikna ediliyor ama Julia'yı kaybetmeyi yine de göze alamıyor. Aşkın gücü! Son aşama 101 numaralı oda. Burada korku devreye giriyor. Winston çocukluğundan gelen sıçan korkusuyla yüzleştiriliyor ve aklı başından gidiyor. Bu aşamada artık gözünde Julia da yok oluyor. Julia'ya istediğinizi yapın, isterseniz öldürün onu ama beni bu ortamdan çıkarın diye yalvarıyor. Korku aşkın, sonunu getiriyor bu aşamada. 

Düşünce polisinin ülkemizde farklı formlarda karşımıza çıktığını görmek mümkün. Düşüncenin dile getirilmesi sebebiyle sansür uygulamaları, hapis cezaları, açılan binlerce dava ve süregelen algı operasyonları bende 1984 kurgusal romanında büyük bir paralellik çağrıştırıyor. Eğitim sisteminde siyasi müdahaleler yine teokratik bir baskının sonucu. Celal Üster'in mükemmel çevirisinde yaşadığımız ülke şartlarına ilişkin daha pek çok benzerlik bulabilirsiniz. Ayrıca kitabın sonunda iki ek bulunmakta. Birincisi yeni dilin içeriğini açıklayan "Yeni Söylem Kuralları" diğeri ise çevirmenin kitap hakkındaki değerlendirmeleri. 

Kitabı bitirdiğimde etkisinden kurtulamadım uzunca bir süre. Hızımı alamayıp 1956 yılında vizyona giren ve romanla aynı adı taşıyan filmi izledim. Kitaptaki detayların hepsini barındırmasa da filmi beğendiğimi söyleyebilirim. Fakat aynı yazarın diğer bir kitabından uyarlanan Hayvan Çiftliği filminden aynı zevki almadım.   

12 Ekim 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 112

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Bazı insanlar bir yerlere giderken veya işleri hallederken daima hızlıdırlar. Diğer bazı insanlar ise daha yavaş yaşarlar veya yavaş hallederler işlerini. Hangisini tercih edersiniz veya uygularsınız?"

Bir yere giderken veya işlerini yaparken bazı insanların hızlı, bazılarının ise yavaş olmaları tercihe dayalı davranış biçimlerinden öte her bireylerin doğuştan gelen karakter özellikleridir bence. Bu durumun zekâ seviyesi ile bir ilişkisi var mı, pek emin değilim. Aceleciliği sevdiğim söylenemez. Bir yere giderken, alışverişe çıktığımda ya da elime bir iş aldığımda acil bir durum söz konusu değilse bir an önce bitsin bu iş deyip sanki arkamdan biri kovalarmışçasına hızlı hareket etmek adetim değil. Bu konuda hımbıl, ağır bir insan da sayılmam ama yaşantımda panik sözcüğüne pek yer yoktur.

İşlerin hızlı halledilmesi konusu açıldığında aklıma bir dönem yanımda işe başlayan genç, mühendis bir arkadaşım gelir. Birkaç ay öncesine kadar ünlü bir holdingde enerji grubunun başkanı olan bu arkadaşım yakın çevremde Covid-19 sebebiyle yaşamını yitiren tek kişi. Çocuğa ne iş verirsem vereyim, iki saat sonra karşıma dikilip çalışmanın sonucunu getirirdi. Hemen arkasından, bütün gün uğraşacağı başka bir iş verirdim. İki saat sonra odama gelir, bunu da bitirdim, şimdi ne yapmamı istersiniz diye sorardı. Adama iş yetiştirmek için kendimi paralardım. Öyle ki bir yandan ne gıcık bir herif diye aklımdan geçirirken bir yandan da içten içe kıskanırdım onu. Oğlum da aynı onun gibi iş konusunda. İki saatlik çalışma sonunda günlük işlerini bitiriyor. Sonrası can sıkıntısı. Ben ise tam aksi bir yapıdaydım. Bir işi ele aldığımda ona bağlı bir sürü iş türetirken ana iş diğerlerinin yanında aksesuar kalırdı. Zaman en büyük problemim olur, mesai saatleri yetmezdi.

Elbette işleri hızlı halletmek, tabiri caizse pratik olmak arzu edilen bir özellik. Özellikle mutfak, tamir işlerinde son derece önem kazanıyor. İşi biraz ağırdan aldığınızda, beceriksiz, işten anlamaz, acemi gibi yaftalanmak riskiyle karşı karşıya kalabilirsiniz. Ancak hızın yanında çıkarttığınız işin kalitesi de önemli tabii. Bu durumda eğer üzerime aldığım işi kaliteden ödün vermeksizin mümkün olan en kısa zamanda yapabiliyorsam daha ne isterim. Elbette tercihim bu yönde olurdu ama yukarıda belirttiğim üzere ne yazık ki bu konu sadece bir tercih meselesi değil. Yeterli yetenek ve tecrübeye sahip olduğumu varsaysam bile konuların içine derinlemesine ve değişik yönleriyle girme eğilimim muhtemelen beni hiçbir zaman pratik, hızlı bir insan yapmayacaktır. Bu özelliğimin, karar aşamasında, etraflıca ve uzun süre düşünmeme de sirayet ettiğini sanıyorum. Sık sık karar değiştiren biri olmamam belki de bu yüzdendir.

İşleri hallederken hızlı mı, yoksa yavaş olmak mı daha iyi sorusu geliyor aklıma şimdi. Ben şahsen halimden şikâyetçi değilim. Eğer işlerimi hızlı halleden biri olsaydım muhtemelen onların yanına yenilerini eklerdim ve bu beni çok yıpratırdı. Sakin, yavaş bir yaşam sürmek daha az hata yapmayı, bunun yanı sıra sabırlı olmayı da öğretiyor insana. Deep'in de belirttiği gibi hızlı yaşamak, daha çok işin üstesinden gelmek daha uzun yaşamak anlamına gelmiyor. Hayatta önemli olan mutlu anlarımızı çoğaltmak.

9 Ekim 2021 Cumartesi

KENDİNE AİT BİR ODA - VIRGINIA WOOLF

Kitabın Adı: Kendine Ait Bir Oda

Yazar: Virginia Woolf

Sayfa Sayısı: 143

Yayınevi: Dokuz Yayıncılık

Çeviren: Gülce Ekin Köse

Türü: Deneme

Sevdiğim yazarlardan biridir Virginia Woolf (1882-1941). Modern Edebiyatın mihenk taşlarından biri olan İngiliz yazar dönemin Londra'sında kadına biçilen rolden hareketle yazın dünyasında görünemediklerini düşünüyor. Kendine Ait Bir Oda isimli eser, Cambridge Üniversitesinin 1928 yılında kız öğrencilere ilk kez kapılarını açmasından sonra yazarın kolejlerde kız öğrencilere yaptığı konuşmalardan yararlanarak ortaya çıkmış. Edebiyat alanında Shakespeare gibi bir kadının ortaya çıkmayışında ana nedenin kendini geçindirebilecek bir gelire ve kendine ait bir odaya sahip olmamasına bağlayan yazar feminizmin öncülerinden. Yazara göre edebiyatın tarihsel gelişiminde kadına rol verilmeyişinin bir diğer nedeni de toplumun ataerkil yapısı elbette. Son derece akışkan ve kurgusal bir üslûpla kitabı roman havasına çeviren yazar, Oxford ve Cambridge kelimelerinin birleşmesinden oluşan Oxbridge diye kurgusal bir üniversiteden bahsederken Shakespeare'in kurgusal bir kız kardeşini konu etmekte. Dönemin Londra sosyal yaşamını ve kadına bakışını ustalıkla dile getiren Woolf, kurgusal yazın üzerine Jane Austen, George Elliot ve Bronte kardeşlerin eserlerini yorumluyor. Yazarın sorunu ele alışında ana fikri, aşağıdaki cümlelerde gizli:

"Cinsiyetimizi ve tarzımızı yanlış anlıyormuşuz. Terbiye, moda, dans, kıyafet, oyun... İşte bunları istemeliymişiz. Yazmak ya da okumak ya da düşünmek ya da araştırmak, güzelliğimizi gölgeler, zamanımızı tüketirmiş! Ve en güzel çağımızda engellermiş zaferlerimizi. Berbat bir evin sıkıcı işlerini ise en büyük sanatımız ve yararımız sayar kimileri..."  
 
Uzun zaman önce ben de aynı soruyu sorar dururdum kendime; Neden bilim adamları, kâşifler, mucitler, şairler, alimler, peygamberler hep erkek? Neden iş insanları, valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, milletvekilleri arasında kadınların sayısı bu kadar az? Hem de kadınların erkeklerden daha zeki olmasına rağmen! Virginia Woolf yüz yıl kadar önceki döneme göre bazı saptamalarda bulunup kadınları yazmaya ve toplumda söz sahibi olmaya yüreklendiriyor. Bugün hâlâ hayatın muhtelif alanlarında kadınların geri plânda olmasının en büyük sebebi ekonomik özgürlüklerinin olmayışında değil mi?. Peki sadece bu yeterli mi? Elbette değil, feministler eşitliği sağlayana kadar onların yanında olacağım ancak benim vereceğim katkıdan çok daha fazlasını bizzat kadınlar hemcinslerini eğiterek vermeli. Virginia Woolf büyük bir cesaretle üzerine düşeni fazlasıyla yapmış, darısı bizim kadınlarımıza... 

MUTLU OLMA SANATI - ARTHUR SCHOPENHAUER

 

Kitabın Adı: Mutlu Olma Sanatı

Yazar: Arthur Schopenhauer

Sayfa Sayısı: 53

Yayınevi: Can Yayınları

Çeviren: Şebnem Sunar

Türü: Deneme

Felsefeye ilgimin depreştiği bir sırada dikkatimi çeken ve fikirlerimle en çok uyuşan bir düşünce adamıydı Arthur Schopenhauer (1788-1860). Can Yayınlarının Kısa Klasikler serisinden biri olan "Mutlu Olma Sanatı" elime geçince ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Genel olarak karamsar bulunan yazar bana göre hiç de öyle olmadığını bu kitabında ortaya koymakta. Nietzsche'yi etkileyen ilk filozoflardan biri olan Schopenhauer'i tanımlamam gerekirse o, aklı temele oturtan rasyonalist (akılcı) bir düşünce adamı. Şebnem Sunar'ın başarılı çevirisinden okuduğum "Mutlu Olma Sanatı" yazarın 45 madde halinde sıraladığı mutluluk sırlarından bahsediyor.  

"Gelecek için yaptığımız plânlar ve duyduğumuz endişeler, ya da geçmişe özlem bizi durmadan öyle meşgul eder ki mevcut an neredeyse hiç dikkat çekilmez, ihmal edilir." sözleriyle Horatius'un "Carpe Diem" (Anı yaşa) özdeyişine selâm çakan Schopenhauer, aslında acılar ve kötülüklerle dolu dünyanın hiç de yaşanacak bir yer olmadığını düşünürken, acı çekilmeyen ya da daha az acı çekilen zamanları mutluluk anları olarak değerlendiriyor.

"Sahip olmadığımız şeylere bakarken 'Benim olsaydı nasıl olurdu?' diye düşünme eğilimindeyiz ve işte böylece yokluğu hissederiz. Oysa bunun yerine sahip olduğumuz şeyler için sık sık şunu düşünmemiz gerekir. 'Bunu kaybetsem ne olurdu?'"

"Aklı başında kişi hoş olanın değil, acı vermeyenin peşindedir."

"Başkasının mutlu olması seni rahatsız ediyorsa asla mutlu olamazsın."

Schopenhauer'e göre bu anlamsız, boş, acıyla dolu ve kötü hayattan kaçınmanın tek yolu İstencimizi öldürmek! İstencimizle irademizi kullanarak baş edebiliriz. İstenç denilen, akla uygun olmayan her türlü aşırılık insanları parmağında oynatıyor ve geçici tatminlerle veya ulaşılmayan hayallerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokmakta.

"Ne değerli oluyor elde etmediklerimiz. Bir kere elde ettik mi başka şeye yöneliyor tutku. Dinmez, onulmaz bir susuzlukla bağlıyız yaşama!"

"Hayatımızın en rastlantısal olaylarının da arkasında duran gizli güçten ötürü her olayı gerekli olarak görmeye alışmamız gerekir; kaderciliğin teskin edici bir yanı vardır ve esasında doğrudur." sözüyle kaderciliğe göz kırpan yazar, Hinduizm ve Budizm öğretilerine ilgi duymuş ancak bu durum yazarı dünyadan elini eteğini çekip münzevi bir hayat yaşamaktansa acılarımızı olabildiğince azaltmayı öneren bir yaşam şeklini önermeye yöneltmiş.

"Mutluluk bir rüyadır, acıysa gerçek."

"Bizi mutlu ya da mutsuz eden, aslında deneyimle dışarıdan ilişkili şeyler değil, bunları kavrama şeklimizdir."

Zevkle okuduğum bir kitap, şiddetle önerebilirim. 

YALNIZ SIKICI İNSANLAR KAHVALTIDA PARILDAR - OSCAR WILDE

Kitabın Adı: Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar

Yazar: Jean Oscar WILDE

Sayfa Sayısı: 62

Yayınevi: Can Yayınları

Çeviren: Özlem Alkan K

Türü: Aforizma

Oscar Wilde (1854-1900) Dublin doğumlu şair, yazar ve eleştirmen. Daha önce Dorian Gray'in Portresi  adındaki tek romanını okuduğum, katı ahlâk kurallarının, tabuların egemen olduğu Victoria döneminde sıra dışı hayatıyla çağının çok ilerisinde düşünen Oscar Wilde, şiir, masal, öykü kitaplarının yanı sıra aynı zamanda bir oyun yazarı, eleştirmen ve estetik kuramcısıydı. Toplum yaşamını, sanatı, aşkı, kadın erkek ilişkilerini ve insan doğasını farklı açılardan olağan üstü bir ustalıkla ele aldığı aforizmalarının (özlü, çarpıcı ve aykırı sözler) derlendiği "Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar" adlı kitabı bir oturuşta okunabilecek cinsten. Önce yazarın ne demek istediğini anlamaya çalışıyorsunuz fakat sarf ettiği sözler üzerinde kısa bir süre düşündüğünüzde çoğu zaman yazara hak veriyorsunuz. Bu özlü, çarpıcı, ironik ve mizah içeren alegorik (bir düşünceyi, davranışı ya da eylemi, daha kolay kavratabilmek için onu, yerini tutabilecek simgelerle, simgesel sözlerle, benzetmelerle göz önünde canlandırma işi) sözleri okuduğunuzda yaşamın bir parçası, toplum, bir arkadaşınız, eşiniz ya da geçmişinizde tecrübe ettiğiniz bir olay canlanıveriyor gözünüzde. Çeviriyi başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Kitabın adını veren "Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar" cümlesiyle yazarın ne demek istediğini tam olarak henüz çözmüş değilim ama Wilde, burada sıkıcı insanlara gün boyu tahammül etmenin güçlüğünden dem vuruyor olmalı. Aforizmaların her biri deneme yazmak için güzel bir esin kaynağı aynı zamanda. Wilde'ın aforizmalarından hoşuma giden birkaç örnek vereyim:

"Bana göre, sabah erkenden kahvaltısını edip şehre gidip treni yakalayan, ticaret aleminin tozlu, kasvetli atmosferinde kalan, akşam evine dönüp yemeğini yedikten sonra uykuya dalan işadamının hayatı bir kadırga kölesininkinden beterdir - zincirleri demir değil altındandır, o kadar."

"Hayat ciddiye alınmayacak kadar önemlidir."

"Çok çalışmayı, yapacak daha iyi bir işi olmayan insanların sığınağı olarak görürüm."

"Dua asla karşılık bulmamalıdır; Eğer bulursa dua olmaktan çıkar, muhabere olur."

"Tehlikeli olmayan bir fikir, fikir olarak nitelendirilmeyi bile hak etmez."

"Kamuoyu ancak fikirlerin olmadığı yerde var olur."

"Yoksulların gerçek trajedisi nefislerinden feragat etmek dışında hiçbir şeye güçlerinin yetmemesidir. Güzel nesneler gibi güzel günahlar da zenginlerin ayrıcalığıdır."

"Mutlu yaşamak için talihsizlikler gerekir."

"Aşk bütünüyle trajedidir."

İnternette Oscar Wilde'ın aforizmalarına kolaylıkla ulaşmak mümkün fakat okuduğum kitap onun düşünce dünyasını keşfetmek için pratik bir yol oldu benim için.

8 Ekim 2021 Cuma

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 111

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Sıra dışı tuhaf alışkanlıklarımızı ifşa edecek haftanın konusu şöyle:

"Takıntılı olduğunuz şeyler var mı?"

Takıntı denilince bir inanç gereği ya da hiçbir mantığı olmadığı halde yapılması veya yapılmaması halinde endişe ve huzursuzluk yaratan huy ya da davranış biçimlerini anlıyorum ben. Araştırmalara göre kadınlarda erkeklere nazaran çok daha sık görülürmüş. Diğer taraftan takıntılarla baş edememe durumunun, bilimsel açıdan asla bir kişilik zayıflığı ya da irade noksanlığı çerçevesinde ele alınmaması gerektiğini ifade eden uzmanlar, bu rahatsızlığın aslında hassas ve zeki insanların başına geldiğini belirtiyorlar. Aristo mantığından hareketle, bu saptama kadınların erkeklere göre daha hassas ve zeki olduğunu bir kez daha kanıtlamış oluyor.

Bana gelince doğal olarak! fazla takıntıları olan biri değilim. Fakat en çok görülen takıntı türlerinden biri olan kapıların açık kalmış olabileceğinden kuşku duyma durumunun bir benzeri bende var. Ne zaman arabadan inip kumandayla arabamı kilitlesem içimde bir huzursuzluk peydahlanmakta. Çoğu kez gayrı ihtiyari yaptığım kapı kapatma eylemini kafama fena takarım. Eğer şanslıysam arabadan on on beş adım uzaklaştıktan sonra aklıma düşer ama çoğu zaman eve çıktıktan sonra işkillenmeye başlarım. Kendimi rahatlatmak için üşenmeden tekrar arabamın yanına gider kilitleyip kilitlemediğimi kontrol ederim. Bugüne kadar yüzlerce kez maruz kaldığım bu durumda sadece bir kez arabamın kilitlenmemiş olduğunu gördüm.

Bana epey rahatsızlık veren bu huyumu aşmak için biraz araştırma yaptım. Obsesyon OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) olarak olarak adlandırılan söz konusu davranış türüne halk dilinde vesvese dendiğini biliyordum. Vesvesenin nedeni Şeytan, ondan kurtulmanın üç yolu varmış: Birincisi istiğfar, yani tövbe etmek, ikincisi istiaze, yani  Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak, sonuncusu da sık sık eûzü besmele okumak.   

Bu iş canımı sıkıyor, bir an önce takıntımdan kurtulmak istiyordum. İlk aklıma gelen, vesveseme neden olan Şeytan'ı ortadan kaldırmak olmuştu. Eğer bunu başarabilirsem vesvese olayı dünyadan silinebilecekti ve ben insanlığa büyük bir fayda sağlayacaktım. Her şeyi göz almıştım ama Şeytan denilen şey gözle görülür, elle tutulur bir şey olmadığı için plânımı gerçekleştiremedim tabiatıyla. Bu yüzden alimlerimizin tavsiyesine uyup en azından kendimi Şeytan'dan kurtarma cihetine gittim. Bana göre yaşadığım süre içinde hiç günah işlemediğim için tövbe, istiğfar etmemin anlamı yoktu. İlahi kattan bakıldığında ise biriken günahlarım için kırk yıl tövbe etsem yine de vesveseden kurtulmaya yetmeyecekti. İkinci olarak Şeytan'ın şerrinden kaçınmam gerekiyordu. Kendisiyle hiç tanışma fırsatım olmamıştı. Onun çok kurnaz ve zeki biri olduğunu biliyordum. Ne kadar gayret göstersem de bir şekilde beni oyuna getirebilirdi. Zira yeri göğü yaratan Tanrı'ya sığınan nice softa insanlar gördüm, Şeytan hepsinin ruhunu teslim almıştı. Buna karşılık hiçbirinin cennete kabul edilecek miyim yoksa nar-ı cehennemde yanacak mıyım diye vesvese ettiklerine rastlamadım. Sonunda takıntının Şeytan'ın bir işi olmadığına karar verecektim ki hadi sonuncu yolu da deneyim aklımda kalmasın dedim. En kolayı buydu. Elime tespihi aldım, 99 kez eûzü besmele çektim. Aklıma yarım saat önce kapının önüne bıraktığım arabam geldi. Acaba kapısını kilitlemiş miydim? Çaresiz giyinip aşağı indim. Kapıları kontrol ettim. Her zaman olduğu gibi yine kilitli buldum ve eve geri döndüm.

Gerçekten işe yaramıştı sanki. Son üç gündür arabamı kilitleme takıntımın ortadan kalktığını fark ettim. Bu üçüncü yol sayesinde artık vesvese etmiyordum. Ne var ki yeni bir durum çıkmıştı ortaya. Eûzü besmelemi çekip tespihi elimden bırakır bırakmaz garip bir huzursuzluk çöküyordu üzerime. Acaba tam 99 kez besmele çekmiş miydim? Ya el alışkanlığıyla tespih tanelerinden birini atlamışsam! Hadi sil baştan, yeniden tespihimi elime alıp çekiyordum. Bir süre sonra kafam çalıştı, fazla besmele göz çıkarmaz deyip on kez daha ilave ettim. Bu durum aşağı inip arabamı kontrol etmekten daha fazla zamanımı almaya başlamıştı. Lakin ana sorun çözülmüştü, artık arabamın kilitli olup olmadığına takılmıyordum.