TABULA RASA, İngiliz filozof John Locke (1632-1704) tarafından ortaya atılan bir görüştür. Locke, düşünce özgürlüğünü ve insan eylemlerini akla göre düzenlemek anlayışını geniş ölçüde yayan, 17. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Ancak son yıllarda, onun düşünceleri ile ortaya koyduğu görüşlerin, kendilerine aşırı sorumluluk yüklediği gerçeğini gören dini çevreler, bilim adamları ve yöneticiler tarafından kıyasıya eleştirilmiştir. Tabula Rasa fikrine en çok karşı çıkanlar arasında, çağımız bilim adamlarından Kanadalı Steven Arthur Pinker gösterilebilir.
KATEGORİLER
29 Ocak 2016 Cuma
TABULA RASA
TABULA RASA, İngiliz filozof John Locke (1632-1704) tarafından ortaya atılan bir görüştür. Locke, düşünce özgürlüğünü ve insan eylemlerini akla göre düzenlemek anlayışını geniş ölçüde yayan, 17. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Ancak son yıllarda, onun düşünceleri ile ortaya koyduğu görüşlerin, kendilerine aşırı sorumluluk yüklediği gerçeğini gören dini çevreler, bilim adamları ve yöneticiler tarafından kıyasıya eleştirilmiştir. Tabula Rasa fikrine en çok karşı çıkanlar arasında, çağımız bilim adamlarından Kanadalı Steven Arthur Pinker gösterilebilir.
21 Nisan 2021 Çarşamba
AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 87
"Dünyayı geniş bir açıdan görebildiğinizi düşünüyor musunuz? "Ötekileştirme" kavramı size ne ifade ediyor? Hümanist olmanın tam anlamını biliyor musunuz? "Normal" kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Dünyada her şeyi bildiğini iddia etmek hiç kimsenin harcı değil. Her gün yeni şeyler öğrenip tecrübe sahibi oldukça bilgimizin ne kadar yetersiz olduğunun farkına varıyoruz. İnsan yaşamı boyunca istediği kadar gezip görse, ciltler dolusu kitap okusa bile sınırlı ömründe dünyayı ve hayatı tam olarak anlamaya yetecek seviyede bilgi ve tecrübeye ulaşamaz. Bu bilinçle, bilgimi arttıracak bütün fikirlere açık tutmaya çalışıyorum zihnimi. Sadece insan değil canlı cansız bütün kainat benim için ilham ve bilgi kaynağı. Bağnazlık derecesinde sıkı sıkıya bağlandığım bir inanç ya da ideolojim olmadığı için mümkün olduğunca geniş bir açıdan bakmaya çalışıyorum dünyaya. Yine de dünyayı görebildiğimi söylemek hem fazla iddialı hem de kibirlilik olur sanırım.
"Ötekileştirme" kendinden farklı insanları ve insan topluluklarını söz, davranış ve yaptırım yoluyla aşağılama, değersizleştirme ve düşman görme şeklinde tezahür eden ayrımcılık faaliyetidir. Ötekileştirme, insan onuruna ters bir kavram olmasına rağmen insanın doğasında var olan bir tür arıza, ahlâksızlıktır. Ötekileştirme, diğer pek çok sözcük gibi bilinçli olarak yaratılan algılarla gerçek anlamını yitirmiş aynı zamanda. Şöyle ki, ötekileştirenler ötekileştirildiğini iddia edip mağdur durumda gösteriyorlar kendilerini günümüzde. 17. yüzyılın önemli düşünürlerinden John Locke'un (1632-1704) daha önce kaleme aldığım "tabula rasa" yani "boş levha" önermesine göre insan, doğduğunda boş bir kağıttan ibaret. Çevre koşulları onun yaşamı boyunca zihnini doldurmakta. Bir başka deyişle her insan eşit doğar, farklılık olarak dile getirilen kavramların hepsi yine insan tarafından icat edilmiş ve topluma mal edilmiştir. Biyolojik bazı özellikleri dışında insan ırkının genleriyle kendinden sonraki nesillere aktardığı tek şey egoizmdir. Yani insan, dünyaya ilk adımını attığında kendi türüne karşı üstünlük taslayabilecek hiçbir özelliğe sahip değildir. Düşünme yetisine sahip tek canlı türü olan insanın fiziki durumundan ya da zeka seviyesinden doğan farklılıkları zamanla avantaja çevirmek ve bu sayede diğerlerine karşı üstünlük sağlamak insanlık onuruyla bağdaşmaz.
Ötekileştirmeyi bütün toplumlara sinsice kabul ve nüfuz ettiren iki önemli kurumdan biri siyaset, diğeri ise dindir. M.Ö 11.000 yılından itibaren insan türünün avcı/toplayıcılığı bırakıp tarım ve hayvancılığa başlayarak yerleşik düzene geçmesiyle birlikte siyaset ve din dünya sahnesinde yerini almıştır. Efendilik ve köleliğin, farklı inançların yol açtığı ayrımcılık, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte insanın doğuştan getirdiği egoizmle birleşip ötekileştirmeyi getirmiştir. Sınıfsal farklılıkların yani toplumda iktidar ve zenginliğe ulaşan insanlarla geride kalanlar arasında adaletsizliğin, eşitsizliğin insanları ne denli ötekileştirdiği hepimizin malumudur. Ayrım yapmaksızın bütün dinler bu ayrımcılığı bir kat daha pekiştirerek gerekli zemini hazırlamış, bazen doğrudan bazen de siyaset ve ticaret kanalıyla insanların ötekileştirilmesine hizmet etmişlerdir. Uyguladıkları plân ve taktikler çoğu zaman o kadar sinsicedir ki en akıllı geçinenler bile bu tuzağa düşmekte, farkında olmadan insanları ötekileştirmeye alet etmektedir. Örneğin, yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek bütün dinlerde yer alan ilahi bir emirdir. İlk bakışta saygı duyulacak ve hepimize sempatik gelen bu düşüncenin ötekileştirmeyi kurumsallaştıran bir davranış olduğunu görmekte zorlanırız. Oysa yapılması gereken, sadaka kültürünün insan onuruna yakışmayan bir gelenek olduğunu kabul ederek herkese hakkı olan emeğinin karşılığının verilmesi, adaletin ve eşitliğin sağlanarak yardıma muhtaç tek kişi kalmayacak şekilde gerekli tedbirlerin alınmasıdır.
Hümanizm, yani insancılık, ötekileştirmeye tamamen karşı fikirleri savunan, tanrı-merkezciliğin terk edildiği, etik ve adalet kavramlarına ve bütün insanların eşitliğine inanan, aklı her şeyin üstünde tutan bir ideolojidir. Kökeni antik Yunana kadar dayanan bu akım, Abbasilerde 8. YY'ın sonlarına doğru cihad anlayışının büyük ölçüde terk edildiği, bilim, sanat ve kültürün doruğa ulaştığı, Arap olmayanlarla iç içe yaşamaya başlandığı, İslamiyet'in Altın Çağı olarak bilinen bir dönemde hüküm sürmüş ve Endülüs'e kadar genişleyip Hristiyanlarda Rönesans'ın temellerini atmıştır.
Bu tanım çerçevesinde kendimi "Hümanist" ideolojiye yakın görüyorum. Ancak İslamiyet'in Altın Çağı ve Rönesans dönemlerinde bir ölçüde kendini hissettiren bu fikir akımının rasyonel düşünce çerçevesinde insanın hırs ve egoist tabiatına ters düştüğünü kabul etmek zorundayım. Bununla birlikte idealimin gerçekleşmeyeceğini bilsem de fikri temelde, hümanizmin, insan onuruna yakışan bir düşünce sistemi olduğunu savunmaya devam edeceğim. Bu yaklaşımın ötekileştirmede bir panzehir olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte;
Hümanizm prensiplerine aykırı her türlü fikir, davranış, icraatın karşısında durmamın savunduğum bu ideolojiye ters olduğunu ileri sürerek ötekileştirmeyi yaptığımı iddia edeceklerin tuzağına düşmeyeceğim. Şöyle ki her türlü fikir özgürlüğünü savunurken, eğer bu fikir, figür, davranış ve görüşler hümanizme zarar veriyor, insanları ötekileştiriyorsa buna karşı durmak gerektiğine inanıyorum. Sözgelimi doğuştan gelen özelliğinden dolayı ya da inançları gereği kadını ötekileştiren, ona erkekten farklı bir değer atfeden, ayrımcılık yapan fikir, inanış ve davranışlara itiraz etmek benim aksini düşünenleri ötekileştirdiğim manasına gelmez. Çünkü onlar bilerek ya da bilmeden kadını aşağılayan, şiddete maruz bırakan düşünce ve davranışları savunmaktadırlar.
Hümanizmi en geniş manada düşünüyorum. En azılı terörist, en acımasız katil, genelevde çalışan bir fahişe benim gözümde birer insandır. Bu insanları bu konuma getiren toplum ve çevre şartlarıdır. Onları sadece suçlamak, cezalandırmak, ayıplamak ve toplumun dışına atmak doğru bir yol değildir. Doğduğu anda birbirinin aynı olan insanların hangi olumsuz koşullar altında terörist, katil ve fahişe olduğunu düşünmek ve bu koşulları ıslah ederek ortadan kaldırmak, bir insan olarak yapmamız gerekenlerin başında gelir.
"Normal" kavramına gelince; bu da çoğunluğun ve güç sahiplerinin tanımladığı yapılması ya da yapılmaması gereken şeylerdir. Ötekileştirmenin önemli bir unsuru ve nedenlerinden biridir. Bu yüzden insanların bir kısmı "normal" görmedikleri LGBT'yi ötekileştirir. Bu yüzden kadının yeri ev, görevi çocuk bakmaktır derler. Kadın sanki insandan farklı bir türmüş gibi ötekileştirilir. Ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir kavramdır "Normal". Çünkü insanın doğasında bulunan egoizm, kendi yaptıklarını iyi başkalarınınkini kötü olarak tanımlamakta sakınca görmez. Yaptığı kötülükleri gizler, iyilikleri öne çıkarır. Suçladıkları insanların yanlış ve hatalarını kendi yaptığı zaman bundan rahatsız olmaz.
Yukarıda iki temel nedenine işaret ettiğim ötekileştirme, sömürü, şiddet, baskı, terör ve savaş gibi insan onuruna yaraşmayan, insan aklıyla bağdaşmayan eylemleri doğurmaktadır. Sonuçta küresel sermayenin hüküm sürdüğü teknoloji çağına ve insan fıtratına aykırı olması sebebiyle ötekileştirmeyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün görünmese de hümanist fikirleri tam anlamıyla iktidara taşımanın, insanları bu konularda eğiterek bilinçlendirmenin yeni bir Altın Çağ ya da Rönesans hayali kurmaya engel teşkil etmeyeceğini düşünüyorum.
28 Ocak 2016 Perşembe
28/01/2016 Perşembe, Tire
19 Haziran 2020 Cuma
SİSTEM Mİ YOKSA BİREY Mİ DOĞRU OLAN HANGİSİ?
Bazı arkadaşlar da, eğitim ve diğer etik/ahlâki sorunların sistemden kaynaklanmadığını, insanın kendi kendini geliştirebileceğini, iyi bireylerin iyi toplumu oluşturacağını, hiçbir sistemin soruna çare üretemeyeceğini, sorunun bireysel ahlâk sorunu olduğunu iddia ederken, daha da ileri gidip eğitimli kişilerle, elitist tabakanın sistem tartışmalarıyla boşa zaman harcadığını, hiçbir sorunu çözmek gayretinde bulunmayıp korkularından ve cesaretsizliklerinden dolayı ellerini taşın altına koymadıklarını ifade etmişler.
Eşimin eğitimci olması, çocuklarımın da aynı eğitim çarkından geçmesi sebebiyle eğitim konusunda bir parça söz hakkımın olduğu kanaatindeyim. Öncelikle eğitimcilerin toplumun mevcut eğitim düzeyindeki sorumluluğunun ihmal edilebilecek düzeyde olduğunu, eğitimin sadece eğitimcilerin sırtına asla bindirilemeyeceğini söylemek isterim. Eğitimin de, sağlık, adalet, yönetim ve ekonomi branşlarında olduğu gibi sistemden kaynaklanan ciddi sorunları vardır ve eğer eğitimi en büyük sorun olarak görüyorsak, bunun tek sorumlusu, gelmiş geçmiş ve mevcut hükümetlerdir.
Nasıl bir sistem? Özgürlüğe önem veren, adil, eşitlikçi, yeniliklere açık, bilimsel ve uygulanabilir olmalıdır sistem. Sistemi ayakta tutan yaptırımlar, hapis ve para cezaları, herkese, bütün bireylere eşit ve adil bir şekilde belirlenmeli, denetlenmeli ve uygulanmalıdır. Asya'nın pek çok bölgesinde gördüğümüz pis insanlar, sahip oldukları sistem sayesinde, Singapur'u dünyanın en temiz memleketi yapmışlardır. Evde istediğin kadar çocuğuna temiz olmayı, başkalarının hakkına saygı göstermeyi öğret, eğer ülkede sistem yoksa hepsi nafile çabadır.
Eğer vatandaş ödediği vergilerin doğru bir şekilde kamu yararına kullanıldığını görüyor ve vergide adaletin sağlandığından emin olabiliyorsa seve seve gider, son kuruşuna kadar vergisini öder. İyi bir sistemin olmadığı yerde vergi dairelerinin duvarlarına "Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır" yazarak sorunun çözülmediğini artık biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir ancak konumuza dönelim.
Bir kabule göre "bireyin davranış biçimi genlerine kazınmıştır ", diğerine göre insan doğduğunda bir "tabula rasa", yani yoğrulmamış hamurdur, ailesi ve çevre şartları onu biçimlendirir. Sağlık bakımından genlerin önemini kabul etmekle birlikte, sosyal davranış bakımından, ikinci görüşe daha yakınım. Aile başta olmak üzere bütün çevre sağlıklı bir sistemin içinde yaşıyorsa, yeni doğan bir çocuk da kendini o sisteme uydurmak zorunda kalır. Sistem kamu mallarının hırsızlığına, rüşvete, yolsuzluğa kapılarını kapatmışsa, o çocuk da, o toplumun bir ferdi olarak kötüye, yanlışa tevessül etmez. Ya ederse? Edemez, çünkü sistem buna müsaade etmez, toplumun düzenini bozan, topluma ya da kamuya bir zarar veren her kimse, ister sıradan bir vatandaş, isterse cumhur başkanı olsun, hak ettiği cezayı verir.
Sistemi kurmak kolay mı diyeceksiniz. Hem kolay hem de zor. Toplumu önceleyen, kişisel menfaat sağlamaya set vuran, adil, eşitlikçi ve bağımsız bir sistem her alanda kolaylıkla kurulabilir. Sorun ne?
Her şeyden önce toplumun her kesimi bunu istemesi lâzım. İstemezler mi? Küçük bir kısmı istemez, diğer büyük kısmı istese bile ellerinde iyi bir sistem kuracak güçleri yoktur. İstemeyen küçük kısım mevcut sistemden yarar sağlayan varlıklı insanlardan oluşur. Büyük kısım ise gerçek anlamda halk dediğimiz, kolay kandırılabilen, manevi değerleriyle uyutulan, küçük kısım tarafından özellikle cahil bırakılan toplumun büyük ekseriyetidir. Peki, çare?
İşte geldik yine başa. Madem küçük, varlıklı bir nüfus dünyayı sadece kendi menfaatleri uğruna döndürecek bir düzen kurmuş ve türlü yalan ve aldatmacalarla yaptıklarının ne kadar da çok halkın menfaatine olduğunu söylüyor ve onları kandırabilmek için özellikle cahil bırakıyor, o zaman tek çarenin cehaleti ortadan kaldırmak olduğunu görmek zorundayız. Yani, tek çare bilimsel EĞİTİM! Yukarıda sözünü ettiğim gibi sağlıklı bir eğitim sistemine kavuşmak inanıyorum ki, her türlü sorunu ortadan kaldırabilecektir.
Kanaatimce bütün soyut kavramlar, duygularımız, inançlarımız tamamen bireysel özelliklerimiz. Onları topluma mal edemeyiz. Birini severiz ya da birileri tarafından sevilebiliriz. Toplum bizi sevmek veya biz toplumu sevmek zorunda değiliz. Toplumda saygı ve itibar görmenin de hiçbir anlamı yoktur desem ilk başta şaşırabilirsiniz. Fakat, devleti dolandıran, yalancı, hilekâr ve yetim hakkını yiyen varlıklı bir kişinin toplumda en itibarlı kişi olarak görüldüğü, elini öpebilmek için önünde uzun kuyrukların oluştuğu bir ülkede yaşadığımızı söylesem ne demek istediğimi anlarsınız. Oysa, esas saygıyı ve itibarı hak eden, boğazından haram lokma geçmemiş, bilimin ve sanatın doruklarına tırmanmış nice insanımızın eğer cebinde parası yoksa yüzüne bile bakılmadığı mâlumlarınızdır.
İnanç da bireyseldir ve öyle olmalıdır. Onu topluma mal etmek, kullanılmasına, insanlarımızın saf duygularının sömürülmesine zemin hazırlar.
Peki doğru olan hangisi? Düşündüklerimi sizlerle paylaştım. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, nüfusunun yarısı yukarıda belirttiğim görüşlere aynen katılır, diğer yarısı tamamen karşı çıkar. Benimle aynı fikri paylaşanların ruhlarını biraz okşarken, diğer yarısı, muhtemelen, ciddi bir şekilde bana öfkelenmişlerdir. Öfkelenenlerin bana Mevlâna'dan, sahabelerden öyküler anlatıp, Kur'an ve hadislerden verecekleri örneklerle düşüncelerimi bertaraf etme gayretlerini derin bir saygı ile karşılamaya hazırım. Çünkü benim gibi düşünenlerin bana öğreteceklerinden daha fazlasını onlardan öğrenme imkânım olacak.
1 Aralık 2020 Salı
AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 67
Sevgili DeepTone tarafından yürütülen Ağaç Ev Sohbetleri'nin 67. Hafta konusu sevgili Makbule Abalı' dan. Geçen haftanın konusu gibi bu haftanın konusu da çok güzel. Arkadaşımıza katkısından dolayı teşekkür ediyorum. İşte haftanın konusu:
TOPLUMDA GÜVEN DUYGUMUZU KAYBETMENİN NEDENLERİ...
İnsan ilişkilerinde aranılan en önemli ve kapsayıcı özellik kişilerin birbirine güvenmesidir. Aksi durumda sağlıklı bir ilişki tesis edilemez. Güven duygusu, endişe, şüphe ve tereddüt hissetmeksizin karşımızdakine teslim olmak ve ona kayıtsız şartsız inanmak şeklinde ifade edilebilir. Güven duyduğumuz kişiye duygu ve düşüncelerimizi tüm açıklığıyla sunar, her şeyimizi paylaşırız. Güvenin olduğu yerde dürüstlük, samimiyet ve katıksız bir inanç vardır.
Şimdi, işin teorisine girmeksizin, somut bazı örnekler vererek şahsi görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Evet, toplum geneline yansıdığı gibi ben de başkalarına karşı güven duygumu ciddi oranda kaybetmiş durumdayım. En başta devletime güvenmiyorum, toplumun bütün kesimlerine, arkadaş çevreme, ilişkide bulunduğum kurum ve şahıslara tam manasıyla güvenmiyorum. Toplumda oluşan bu güvensizlik ortamında başkalarının da bana güven duymamasını son derece doğal karşılamama rağmen böyle bir ortam yine de canımı yakıyor. Peki güven duygumun böylesine kaybolmasına yol açan nedenler neler? Maddeler halinde ifade etmeye çalışayım:
1. Adaletin olmadığı bir toplumda yaşıyoruz.
Başta siyasetle uğraşan ve devleti yöneten kişilere güven duymuyorum. Çünkü anayasa ve kanunlar iktidar sahiplerinin, güçlü olanın ya da birilerine rüşvet verenin lehine eğilip bükülüyor. Hani yargı reformu falan diyorlar ya, bütün bu sözlerin toplumda adaletin tecelli etmesinde zerre kadar fayda sağlayabileceğine asla inanmıyorum. Çünkü sözde demokrasi dediğimiz sistem, güvenebileceğimiz kişilerin yönetime gelmesine engel. Siyasiler halkı düşünmek yerine tamamen kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Daha da önemlisi görevini ve makamını kötüye kullanmalarından ötürü herhangi bir bedel ödemiyorlar. Yapılan haksızlıklar yapanın yanına kar kalıyor. Diğer taraftan adaletin terazisi doğruyu göstermediği için her türlü ilişkilerinde mağdur ediliyor insanlar çoğu zaman. Yargı bağımsız değil, hakkınız olanı alamıyorsunuz, haklı olduğunuz davalarda haksız çıkıyorsunuz, ya da büyük mücadelelerden sonra ve gecikmeli olarak adalet yerini buluyor ama atı alan Üsküdar'ı çoktan geçmiş oluyor. Bu nedenle hiç kimseye, hiçbir kuruma kayıtsız şartsız güven duymam mümkün değil.
2. Çevrenin neden olduğu olumsuz insan davranışlarına karşı güven duygumuz azalıyor.
İlk bakışta doğuştan geldiğine inandığımız mizaç özelliklerimiz aslında çevre koşullarının ürünü. Mevcut kaynaklar incelendiğinde bazı insanların kötü doğduğuna yani kötülüğü genlerinde taşıdığına dair herhangi net bir bilgi mevcut değil. Tam aksine insan doğduğunda "Tabula Rasa" yani yoğrulmamış bir hamur. Çevre onu yoğurup şekillendirmekte. Özellikle yerleşik düzene geçtikten sonra mülkiyetin değer kazanması insan neslinin bazı kötü özellikler kazanmasına neden olmuş.
Tolumda bencilliğin (egoizm) hayatta kalabilmenin koşulu olduğu algısı oluşmuş durumda. Doğal olarak ilk olarak kendimizi ve daha sonra ailemizin çıkarını düşünüyoruz. Yakın zamanda okuduğum bir blog yazısında eğer on bin kişinin kurtulması için bir kişinin feda edilmesi gerekiyorsa hepimizin o bir kişiyi ölüme göndermeye rıza göstereceğinden bahsediliyordu. Fakat o kişi ailemizden biri olduğunda durum tamamen değişiyor. Yani çıkarımız söz konusu ise tarafsız kalmak oldukça zor. Günümüz şartlarında kişisel menfaatlerimiz her zaman öncelikli olduğundan haklarımızı korumak için her yola başvurmak zorunda kalıyoruz. Herkesin bu doğrultuda davrandığını hesaba katınca başkalarına olan güven duygumuz zedeleniyor.
Kıskançlık, yüzüne gülme, arkadan laf etme gibi insanların kötü özellikleri, güvenimizi sarsmakta etkili davranış biçimleri. Arkadaşımıza ya da bir yakınımıza güvenip sırrımızı paylaştığımızda, onun gidip güvenimizi suiistimal etmesi bizi zor durumda bırakır. Toplumda güvensizlik doğuran bu tür özelliklere yalancılık, dolandırıcılık, sahtekarlık, çıkarcılık gibi birçok neden ekleyebiliriz. Bukowski'nin dediği gibi "Güvensiz kalplerimizi karaktersiz insanlara borçluyuz."
3. Kendimize olan güven duygusunu kaybediyoruz.
Çevremize karşı güven duygumuzu yitirmek bizi ister istemez yalnızlığa mahkum etmekte. Yaşamım boyunca topluma olan güven duygusunun günden güne eridiğini düşünüyorum. Eski komşuluk ilişkileri artık yok. Esnaf sözünde durmuyor, işini doğru yapmıyor, kalitesiz malzeme kullanıyor. Pazardaki köylü bile tereyağına hile karıştırıyor. Manav müşteriyi yanıltmak için sebzenin, meyvenin iyisini tezgahın en üstüne koyup el çabukluğu ile poşete çürük çarık olanları sokuşturuyor. Marketlerde yeni gelen malzeme rafın en arkalarına saklanıyor. Aldanmamak için büyük çaba sarf etmek zorunda kalıyoruz. Her ne kadar artık insanlara güvenmiyorum desem de çoğu kez ister istemez güvenmek zorunda kalıyoruz. Bu durum geriyor bizi. Aldandığımız zaman kızıyoruz kendimize. Güvenmekle hata ettim diyerek huzursuz oluyoruz. Başkasının hatasının bedelini ödemek zorunda kalıyoruz. Ender de olsa güvenebileceğimiz kişileri aramaya devam ediyoruz ama içimizdeki şüpheyi asla yok edemiyoruz. Bu durum kendimize karşı saygı ve güven duygumuzu kaybetmemize yol açıyor, mutsuz oluyoruz.
Dost sohbetleri zevk vermiyor. İnsanlar sosyal medya üzerinde kendilerini bambaşka kişiler olarak gösteriyorlar. Bütün ilişkiler paylaşmak, yardımlaşmak üzerine değil karşılıklı çıkara dayanıyor. Çıkar çatışmaları en sıkı dostluklarda birbirimize olan güveni sarsıyor. Sahte dostluklarla kendimizi aldatıyoruz.
Ne yazık ki karamsar bir tablo çizdim. Toplumda güven duygumuzu kaybedince daha dikkatli davranıyoruz. Arkadaş ve dost seçerken daha dikkatli, daha seçici oluyoruz. Bir bakıma yaşama ayak uydurmaya çalışıyoruz. Ayakta kalmamızın tek yolu bu. Diğer taraftan güvenmediğimiz yönetime karşı son derece aciz kalıyoruz.
18 Ekim 2023 Çarşamba
AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 217
"Savunma Mekanizmaları bireyler için bir ihtiyaç mıdır? Yoksa daha gerçekçi çözümler bulunabilir mi? Siz de zaman zaman kullanıyor musunuz?"
İnsan davranışının temel nedeninin libido (cinsel içgüdü) olduğunu savunan Sigmund Freud'un bu görüşü zaman içinde etkisini kaybederken bilim insanları onun ortaya koyduğu Yapısal Kişilik Kuramı temelinde yeni teoriler üretmeye devam ediyor. Soyut kavramlar üzerinde karmaşık bir hâl alan insan davranışını sınıflandırmak hayli güç. Freud'un Kişilik kuramında kişilik, Makbule Hocam'ın yazısında tarif edildiği üzere id (alt ben), ego (ben) ve süper ego (üst ben) den oluşuyor. Yazıya yaptığım yorumda id'in yani alt ben'in hayvansal dürtülerle hazları içeren, doğuştan gelen bir davranış biçimi olduğunu belirtirken tartışmalı bir kavram olan "ego" nun da aynı "id" gibi genlerle taşınan bir özellik olduğunu belirtmiştim. Oysa Freud kuramında insanda "ego" nun doğuştan değil de bazılarına göre 6 ay - 1,5 yaş, bazılarına göre ise 5,5 - 6 yaşlarında oluşmaya başladığını zaman içinde gelişme gösterdiğini öğrendim. Değerli Hocam kibarlığından dolayı bu konuda yanıldığımı yüzüme vurmamış. Freud ile uzun yıllar birlikte çalışıp daha sonra fikir ayrılığına düşen Carl Gustav Jung'un ortaya koyduğu kişilik tanımı bana biraz daha inandırıcı geldi.
Jung'a göre "ego" bilinçtir, persona hafızalardan (hem geri çağrılan hem bastırılan), kolektif bilinç ise doğduğumuzdan beri bizimle olan bilgileri, deneyimleri oluşturur. Jung, insan ruhunu bilinç, kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı olmak üzere üç bölümden oluşan bir yapı olarak tanımlıyor.
İnsan davranışlarını farklılaştıran "ego" ve "süper ego" dur. Her insan acıkınca yemek yemek ister ancak bazı insanlar tatlı sever bazıları baharattan hoşlanır. Bir insanın tatlı sevmesi Jung'un teorisine göre doğuştan gelen kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı özelliklere bağlıdır. Bu tür kişisel özellikler zaman içinde evrimleşir. Tamamen aynı ortamda büyüyen, yaşları birbirine yakın iki çocuğun farklı davranışlar göstermesini başka türlü açıklayamayız. Kendi çocuklarımdan örnek vereyim, kızım doğuştan vegan iken oğlum etsiz sofraya oturmaz. Ne kızımızı et yememesi konusunda yönlendirdik ne de oğlumuzun sadece et yemesini istedik.
"Süper ego"yu bazıları vicdanla eş tutar ama ben aynı fikirde değilim. Bence vicdan ego'nun bir bileşenidir. Süper ego'nun da etkisi büyüktür ancak insanın genleri yoluyla taşıdığı davranış özellikleri, yani ego'su onu iyi ya da kötü, vicdanlı ya da vicdansız yapar. Bilinç, akıl her zaman iyiye yöneltmez insanı. Bencil davranışlar, insanın türlü hileler ve entrikalarla başkalarını düşünmeksizin devamlı kendine çıkar sağlaması hem içten gelen, akılla harmanlanan motivasyonlar hem de çevre koşullarının etkisiyle ortaya çıkan özelliklerdir. İnsanın doğasında bu kötücül davranış ve düşünce biçimleri var oldukça toplumların sürekli bir huzur ve refah ortamı yaratması imkânsızdır. Özetle id olmasaydı açlıktan ölürdük, ego olmasaydı gerçek yüzümüz ortaya çıkardı (belki de hiç fena olmazdı). Süper ego olmasaydı, birbirimizi yerdik. Uzun bir girizgâhtan sonra konumuza dönelim:
"Ego" muzun kişisel savunma mekanizmaları olarak sevgili Makbule Hocamızın yazısında gayet güzel açıkladığı gerileme, yansıtma, inkâr, mantığa bürüme, kaçma, bilinç altına bastırma, yadsıma, telâfi, dönüştürme, hayal dünyasına kaçma gibi olumsuz; özdeşleşme, yüceltme ve mizah gibi olumlu davranışlara bilinçsizce az ya da çok başvurduğumuz bir gerçek. Ben bu tür savunma mekanizmalarının yine insanın doğuştan gelen özellikleri olduğunu ve aklımızı kullanarak değiştiremeyeceğimizi düşünüyorum. Bu tür davranışlar belli sınırlar dahilinde tutulabiliyorsa sorun teşkil etmeyeceğini söyleyebiliriz. İhtiyaç mıdır sorusu bir bakıma havada kalıyor bence. Çünkü yaradılıştan gelen ve ortadan kaldırmaya gücünün yetmediği bu özellikler konusunda insan söz sahibi değildir. İnsanın savunma mekanizmalarına ihtiyacı yok desem bu fikrim onları ortadan kaldırmaya ya da değiştirmeye muktedir olmayacaktır. Yukarıda bahsi geçen savunma mekanizmalarını kullandığımızı genellikle inkâr ederiz. Fakat bir süre sonra gerçeklerin farkına varıp iç dünyamızda kendimizle hesaplaşırız.
Yazımın yukarıdaki bölümünü düşünerek ve araştırarak yazdım. Şimdi bakalım fark etmeden hangi savunma mekanizmalarım çalışmış! Bu iş, bana hayli heyecanlı ve eğlenceli gelmeye başladı.
İnkâr: İnsanın hatalı davranışlarını ve kusurlarını redderek geçici rahatlama sağlaması. Evet kısmen buna başvurmuş olabilirim. Şöyle ki, sevgili Makbule Hocamızın yazısına yaptığım yorumda ego'nun doğuştan gelen bir özellik olduğunu belirtmiştim. Daha sonra yaptığım araştırmaların neticesinde Freud'a göre ego'nun çocukluk yıllarında gelişmeye başladığını öğrendim. Demek ki yanılmış, araştırmadan fikir beyan ettiğim için hataya düşmüştüm. Sonraki aşamada kendimi temize çıkarmak için araştırmalarımı ileri safhaya taşıdım. Bana daha mantıklı görünen ego'nun doğuştan gelen bir özellik olduğuydu. Bunu öngören, beni bu konuda destekleyen başka birileri yok muydu? Jung imdadıma yetişti. Birlikte uzun yıllar çalıştığı Freud ile son dönemde fikir ayrılığına düşmüştü Jung. Ego'nun bilinç olduğunu ileri süren İsviçreli bilim adamı, insan ruhunu üç ayrı katmanda (bilinç, kişisel bilinçaltı, kolektif bilinçaltı) ele alıyordu. Bunu görünce kendimi biraz rahatlamış hissettim. Jung, ego'yu bilinçle eş değer tutuyordu. Madem bilinç dediğimiz şey, çevreyi, olan biteni sezgi ve algılarımızla kavrama ve fark etme yetisi, bu doğuştan gelen bir özellik olmalıydı. Hayvanların da alt düzeyde bilince sahip olduğunu öne süren bilim insanları olduğunu keşfettim araştırmalarım sırasında. Bu sonradan öğrenilen bir şey olamazdı.
Ego'nun başvurduğu savunma mekanizmalarının da genel olarak doğuştan kazanılan aygıtlar olduğu kabul ediliyordu bazı bilim insanları tarafından. Savunma mekanizmaları çevreyle uyum sağlamanın yanı sıra yetişkinlerde ruhsal sağlığın korunmasında önemli rol oynadığı ileri sürülüyordu. Karşılaşılan olumsuzluklarla baş etmede etkin rol oynayan savunma mekanizmaları; ego'nun acı veren deneyimlerle daha kolay başa çıkmasına olanak sağladığı dile getiriliyordu.
Benim ego'yu doğuştan gelen bir özellik olarak görmemde iyilik ve kötülük kavramı etkili olmuştur. İnsanın, taşıdığı genler vasıtasıyla doğuştan iyi ya da kötü özelliklere sahip olacağı kanaatini taşıyordum. Şimdi kafam biraz daha karıştı. Ümiversitede aldığım psikoloji dersinde "Tabula Rasa" terimini ilk kez duymuştum. Bu görüşe göre, insan ilk doğduğunda yoğrulmamış bir hamur halindedir, çevre koşulları onu yoğurur, şekillendirir. Diğer bir ifadeyle insan doğuştan gelen bir kişilik özelliği taşımaz. Yani kolektif bilinç onu yönlendirerek iyi ya da kötü insan yapar. Bu durumda insanın bütün iyi ve kötü davranışlarının sebebini topluma yükleyerek bireyi tamamen aklamış olmuyor muyuz bu durumda?. Kader ve özgür irade kavramlarını çağrıştırıyor bu bende. Fakat konuyu dağıtıp içinden çıkılmaz hale getirmeyeyim. Sonuçta geldiğim noktada "ego" nun, hem doğuştan gelen hem de çevrenin etkisiyle şekillenen bir kişilik unsuru olduğuna karar veriyorum. Bilmem fark ettiniz mi? Makbule Hocamın blogunda yaptığım yorumdaki hatamı fark ettiğimde inkâr yoluna sapıp kendimi haklı çıkarmak için kaç dereden su getirdim. Rahatladım mı, evet.
Mantığa bürüme: Evet, bu yolu da kullandım. Açıklamalarıma mantıksal çözümler üreterek haklılığımı kanıtlamaya çalıştım. Bu da kullandığım ikinci savunma mekanizmasıydı. Fakat bütün bunları biliçdışı yani düşünüp taşınarak değil, fark etmeden yaptım. Rahatladım mı, evet.
Uzun bir yazı oldu, buraya kadar okuyabilenlere bir şirinlik yapayım ve aşağıya Freud ile Jung'un ilişkisini anlatan güzel bir animasyon filmini ekleyeyim. Filmin sonunda Freud'un savaşı kazandığı gibi bir izlenim edinilse de filmle ilgili yapılan pek çok yorumda insanların bu fikre katılmadıkları, Jung'un kuramının daha gerçekçi olduğu belirtiliyor. Anladığım kadarıyla kişisel özellikleri sadece libidoya bağlamak ve "çocukluğuna inelim" deyip insanın yaşam sürecinde gelişen davranış biçimlerini çocukluk döneminden başlatıp tamamen cinsellik ve çevreyle sınırlandırmak tarih oldu gibi.