KATEGORİLER

14 Ocak 2016 Perşembe

14/01/2016 Perşembe, Tire

BUKRA İNŞAALLAH



Ne kadar alışmaya çalışırım desem de yok ben alışamayacağım galiba.

Düşünün ki bir iş yapacaksınız, zamanı ve mekanı karşınızdaki zat-ı muhterem belirliyor, siz de o günü tamamen bu işe tahsis ediyorsunuz.
Bir yere gitmeniz gerekiyor  ya da başka işleriniz varsa erteliyorsunuz, tam artık olacak bu iş diye sevinmeye başladığınız an, işiniz zamanı ve mekanı belirleyen şahıs tarafından  erteleniyor. Bunu öyle bir rahat yapıyor ki anlamak mümkün değil.
Olayı kişilere indirgemiyorum, hedef aldığım o veya bu kişi değil, ya da bir sefer, iki sefer karşılaşıp "Olur böyle şeyler" demek de mümkün görünmüyor. O kadar normal bir davranış biçimi haline gelmiş ki bu, insan çileden çıkıyor. Asıl ilginç olan da şu: Bu insan türü, benzer durumlarla karşılaştığında  asla aşırı tepki vermiyor, etik değerlerden yoksun bu davranışı gayet doğal karşılayıp işlerine bıraktıkları yerden devam ediyorlar. Bu nasıl bir ahlak anlayışıdır?

Bana şu gün geliyoruz dediğinde bile yaylanın elektrik işi yoluna giriyor diye ümitlenmiştim. O güne kadar yılbaşı geliyor, yetkili izinden henüz dönmedi, yağmur yağdı gibi haklı haksız sebepler ileri sürerken nihayet bu sabah buluşacaktık. Gelemiyorum diye bir telefon ya da elle tutulur bir mazeret sakın ola beklemeyin bu insanlardan.

Sabah kalktığımda ilk iş olarak havaya baktım. Gökyüzünde güneş parlıyordu. Saat  dokuz olmuş ne arayan var ne soran. Yine ben çevirdim elektrikçinin telefon numarasını. Bir zamanlar cevap vermekte zorlanacağı zamanlar telefonu açma tenezzülünde bile bulunmamıştı.

Bu kez nasıl olduysa açtı telefonu. «Yukarı çıkmıyor muyuz?» diye sorduğumda, dün yağmur yağarken bizim hat güzergahına zaman ayırdıklarından dolayı programlarında yapmaları gereken bazı işler sarkmış, bu yüzden bugünün programına dünden kalan o işleri almışlar. Eğer hava güzel olursa ve benim için de uygunsa yarın  gelmeyi düşünüyorlarmış. Bak şu Allah'ın işine. Benim işim yüzünden işleri aksamış! Neredeyse özür dilememi bekleyecekler.

Sanırım benim de karakterim değişti burada. Başka yerlerde bu tür şeylerle karşılamadım ama şu yaşadıklarımı yaşasaydım eğer, sinirden yeri göğü inletirdim eskiden. Hani hasta olursun, kaza geçirirsin veya bir yakınını kaybedersin amenna. Özürleri kabahatinden büyük oluyor bu insanların. Öyle de duygusallar ki, bu lafları kalkıp yüzlerine söylesem hüngür hüngür ağlayacaklar sanki.

Uzun bir zaman  değil daha dün akşam "yarın hava güzel olursa keşfe çıkarız" demedin mi sen bana? Hava da güzel oldu bak. Peki madem işlerin sarktığını biliyorsun da bana neden yarın değil de bir gün sonrası için gün vermedin. Sabah saat yediden itibaren senin işin için koşturuyorum falan demeye kalkınca artık dayanamadım. Sesimin tonunu bir derece yükselterek,
«Peki, tam bir haftadır bu iş oldu olacak diye beni işimden gücümden alan sen değil misin? Bu hafta acil bir iş için Çeşme'ye gidecektim. Ha bugün ha yarın derken o iş de kaldı.» dediğimde bir süre sessiz kaldı., hemen arkasından havanın iyi olması durumunda yarın sabah benim keşif işi için yaylaya çıkmayı önerdi. Buna karşılık ben,
«O zaman ben yarın da Çeşme'ye gitmeyecek ve sizin gelmenizi bekleyeceğim." dedim. O yine her zamanki tavrı ile,
«Ben şimdiden havanın nasıl olacağını bilemem, yarın bakalım, iyi olursa gideriz, siz isterseniz Çeşme'ye gidebilirsiniz benim sizinle işim yok.» diye cevap verdi.

Peki diyerek kapattım telefonu. Şaka gibi. Yani bu tarz çalışma şeklini sadece Arap ülkelerinde gördüm ben. Onlar da "Bukra, İnşallah" diyorlardı. Tercümesi, "İnşallah, yarın" Ancak Allah'ın yarını bitmezdi, ne yarınlar geçer o beklenen yarın gelmezdi bir türlü.

13/01/2016 Çarşamba, Tire

KAPLAN'DA YAĞMURLU BİR GÜN

Alarm saat tam 7'de çaldığında, henüz gün tam olarak aydınlanmamıştı. Mutfak penceresinden dışarı baktığımda şemsiyelerini açmış insanların alaca karanlık içinde acele adımlarla yürüdüklerini fark ettim. Oysa dün girdiğim meteoroloji sitesinde bölgeye yağış düşmeyeceğini tahmin etmişlerdi. Birazdan elektrikçimin arayıp "bu yağmurda keşif yapılmaz" diyeceğini adım gibi biliyordum. Nitekim saat henüz dokuzu göstermezken, kahvaltıdan yeni kalkmış evden çıkmaya hazırlanıyordum ki telefonum çaldı.
«İsterseniz çıkalım ancak bu havada istediğimiz gibi gezemeyiz» diyordu beklediğim ses. Bu lafın altında keşif işinin bugün de yattığını anlamak hiç de zor değildi benim için.

Üç gündür ters köşeye yatırıyor beni bu değişiklikler. Yağmur şiddetini arttırınca yapacak bir şeyin olmadığını bunu da hayra yormaktan başka çare olmadığını düşündüm. Bugünden beklediklerim çok fazlaydı aslında. Güya hava güzel olacak, elektrikçim nihayet dağıtım şirketi yetkililerini yanına alarak yaylaya keşfe gelecekler, Yakup Usta, Kadir'le birlikte epeydir ara verdikleri taş duvar işine yeniden başlayacaklar, onlar işlerine devam ederken ben zeytinliğe gidip toplayabildiğim kadar zeytin toplayacaktım. Ama hiç biri olmadı bunların. 

Hava tamamen kapanmış, yağmur kâh hızını kesiyor kâh şiddetleniyordu. Yaklaşık bir saat sonra elektrikçim bir kez daha çaldırdı telefonumu. Yayla yakınlarında başka bir işe bakmaya gitmişken bizim bahçeye de girip tepeden aşağı doğru hat güzergâhına bakmışlar dağıtım şirketi yetkilisiyle. Binanın kapıları kilitli olduğundan taş binaya girememişler. Yağıştan dolayı çamurda yürümek mümkün olamazmış. Yarın birlikte orman içinden geçecek kablo güzergahını tayin etmek üzere benimle yaylada buluşmak istediğini söyledi. Bu telefon benim için sürpriz oldu tabi. Önemli olan bir an önce elektriğin gelmesi.

Elektrikçim ayrıca veranda kapısının camından içeri doğru baktıklarında tavandan suların aktığını görmüş. Teras kapısı ve mutfağın dış servis kapısından rüzgarın da etkisiyle bina içine doğru yağmur serpintilerinin girdiğini biliyordum ama yine de içim rahat etmedi. Hiç beklemediğim halde çatı mı akıtıyordu acaba? Hemen hazırlanıp Kaplan'a doğru yola çıktım. Demir kapı yapılacağı için yerinden söküp duvarların arasına öylesine dayadığımız deli kestane dallarından yapma geçici bahçe kapısını aralayıp içeri girdiğimde yağmur şiddetini iyice arttırmıştı.

Bina ana giriş kapı kolu henüz yerine takılmadığından zaten zorlukla açılıp kapanıyordu. Bu kapı da yağmura karşı korunmasız olduğundan şişmiş olabilir düşüncesiyle terastan aşağıya damlayan sulara aldırmaksızın mutfak servis kapısından içeri girmeyi düşündüm. Kilidi iki kez döndürdüm ancak şişen kapı hiç yerinden oynamadı. Onu bırakıp mecburen ana giriş kapısına yöneldim. Tahmin ettiğim gibi kanatlarına çarpan yağmur sularından etkilenip o da şişmiş. Kapının ağzında iyiden iyiye ıslanıyordum. Bu durumdan kurtulmak ümidiyle bir omuz darbesi ile kapıyı açtım ve kendimi içeri attım. İçeri girer girmez acaba kapı kapanabilecek mi sorusu kafamı kurcaladı. O kadar çaba sarf etmeme rağmen kapıyı dışarıdan kapatmak mümkün olmadıysa da içeriden kapatmayı güç bela başardım. Son çarem mutfak servis kapısından çıkmaktı. Aslında diğer bir çözüm de verandaya açılan kapıyı kullanmaktı ama benim aklıma iş işten geçtikten sonra geldi.

Antre 'den servis amaçlı kullanacağımız kemerli bölümden mutfak tarafına geçtim ve dışarı açılan mutfak servis kapısını zorladım. İçeride olduğum için yağmur beni etkilemiyordu bu sefer. Görünen o ki bu kapı da zor açılacaktı. Şişen kapılarla uğraşmaktan buraya neden geldiğimi unutmuşum. Kapıyı öylece bırakıp önce alt kata daha sonra merdivenlerden çıkıp üst kata baktım. Neyse ki daha önceden tahmin ettiğim yerler dışında akan bir taraf yoktu. Evet, teras kapısından içeri sızan sular ahşap  döşemenin hemen yanından alt kattaki mutfak antre arasındaki kemerin üzerinden aşağı doğru süzülüyordu. Alt katta mutfak dış servis kapısından aşırı su girişi olmuş, sular yerdeki çuvalların altına birikmişti. Bunları zaten bekliyordum. Özellikle terasın üzerindeki saçağa monte edilmiş yağmur oluğunun gideri zemine kadar indirilmediğinden dolayı oradan akan sular doğrudan servis kapısının üzerine akmıştı. Bu işin tek çaresi her üç kapıya da geniş saçaklar yaptırıp onları yağmurun olumsuz etkilerinden korumaktı.

Teras kapısından dışarı çıktım. Gider ağaç yaprakları ile tamamen tıkanmış, geniş bbir alanda on cm derinliğinde su birikmişti. Az değil yaklaşık 5,5 ton su demek bu. Ayakkabılarımın içine su girmesi pahasına gidip en uzak köşedeki giderin kapağında birikmiş yaprakları temizledim. Filtre kapağını kaldırmamla beraber yağmur borusundan olanca şiddetiyle sular fışkırmaya başladı. Yağmurun altında suyun akışını ve terasın sudan arınmasını izledim.

Onca sert rüzgara ve rüzgarı arkasına alıp olanca şiddetiyle cephesine çarpan yağmur damlalarına karşı başarıyla direnen cam balkon kendisinden bekleneni başarıyla yapmış, içeriye bir damla bile yağmur girmemişti. Binanın en fazla övgü alan ahşap çatı da  yağmura karşı kendisini başarıyla korumuştu. Geçen sefer ahşap pencere kanatlarını kapattığım çok yerinde olmuş. Bu sayede yağmur ve fırtına pencerelere de bir zarar veremedi.  

Ayrılmak üzere mutfak servis kapısına yöneldim. Anahtarı kilide yerleştirip iki kez çevirdim. Dışarıdan denediğimde olduğu gibi içeriden de anahtar kilit içinde sorunsuz döndü. Bu sefer sıkışmış kapıyı kendime doğru çekerek kuvvetle asıldım. Bir kaç denemeden sonra zor bela açtım açmasına da, kapıyı açık bırakamayacağıma göre kapanması da en az açılması kadar önemliydi. Buna karşılık ne kadar gayret göstersem de kapı ne içerden ne de dışardan bir türlü kasasına oturmadı. Yağmur aynı şiddette aralıksız devam ediyordu. Ünal Usta'yı aradım. «Yukarıda mahsur kaldım hemen birini gönder» dedim. Yaklaşık çeyrek saat geçtikten sonra bir daha aradım.

Neyse ki yarım saat sonra iki kişi gelip kapıyı söktüler ve onu kapanır hale getirdiler. Ben de boşuna harcadığım bir günün verdiği sıkıntılı ifadeyi selfi'leyip yayladan ayrıldım.



Jack London'ım Benim

Bugün fazla uzattığımın farkındayım. Aslında günce dışında güzel bir şeyler yazmak istiyordum. Ne yapmak istersek isteyelim bazen hayatımız başka kanallardan akıyor. Jack London en sevdiğim yazarlardan biri. Ne zaman bir romanını okusam yaşadıklarını yaşar, adeta başka alemlere transfer olurum. Bir anda onunla bütünleşirim. Öyle ki, kızım bile beni Jack diye çağırmaya başlar o dönemlerde. Son olarak "Yıldız Gezgini" adlı romanını okumuştum. Bu romanında London, San Quentin hapishanesinin bir hücresine atılan roman kahramanının sineklerle oynadığı oyunu anlatmak için birkaç sayfa ayırmıştı romanında. Benim yaylada yaşadıklarımın bir sinek kadar değeri yok mu yani.

Bu akşam eşimin arkadaşlarıyla buluşması da benim yazmam için bir fırsat doğuracaktı. Mamafih evde yalnız kalmayayım diye halime acıdığını sandığım bir dostumu kıramayıp onun ev davetine icabet ettim. Çaydan hiç de hoşlanmayan ben, bir yandan arka arkaya tam üç bardak çay içerken, yıllar sonra TV'de iki buçuk futbol maçı seyrettim, Neyse ki, Fenerbahçe-Giresun maçının son yirmi dakikası kalmıştı. Bu biter bitmez ilk kez duyduğum "Vetaren Turnuvası" başladı.  Neymiş efendim "Vetaren" in anlamı, kıdemli, emektar, tecrübeliymiş. Dört büyüklerin katıldığı bu turnuvanın  maçları,  halı sahalara benzer minyatür futbol sahalarında, daha az sayıda futbolcu ile ve 25'er dakikalık iki yarı olarak oynanıyor. Hasan Şaş, İlhan Mansız gibi eski tüfekler şişmiş göbekleriyle top koşturuyorlar. Fenerbahçe ve Galatasaray finale kaldılar sonunda. Yaşasın son dakikada bir şey öğrendim bugün de.

SEO Talimleri

Tanrım çenem düştü tutun beni ne olur. Tamam söz bir şey daha öğrendim, onu da söyleyip veda edeceğim. SEO uyumlu içerik konusunu dünden beri araştırıyordum. Efendim, yazılar kopya olmayacak, imla kurallarına uygun olacak vs. kriterlerin yanı sıra h1,h2,h3"tag"leri kullanılırsa "google amca" nın hoşuna gidiyormuş yazılarımız ve bizi üst sıralara çıkarıp ödüllendiriyormuş. Evet h (heading: başlık) "tag" lerini araştırdım, öğrendim. Meğerse ne de kolaylarmış.  
  

12 Ocak 2016 Salı

12/01/2016 Salı, Tire

Tire'nin büyük pazarı bugün kuruluyor. Tire'de olup da meşhur Salı Pazarına gitmediğim hiç olmadı. Alışveriş yapmasam dahi pazar sokaklarını bir baştan bir başa dolaşır, taze pazar kokusunu çekerim içime. Geçen hafta hep ot yediğimiz için bu hafta bir ara verelim dedik ama gözüm hep otlara kaydı yine. Köylüler bulmakta zorlandıkları az miktardaki radikayı diğer kavurmalık bahçe otlarına karıştırarak   satıyorlar. Dönerken bir yerde sadece radika satan bir köylüye rastladım. Diğer otlardan epey pahalı olmasına rağmen hazır bulmuşken kaçırmayıp dedim ve yarım kilo aldım.

Yıllar önce Ankara'da otururken, Uğur Mumcu Caddesinin sonunda bir balıkçı lokantası açılmıştı. Eğer yanılmıyorsam adı da "İzmir'li Balıkçı" idi. Memleketi çağrıştıran böyle mekanların bizi mıknatıs gibi kendine çekmesi kaçınılmazdı elbette. Bir akşam eşimle gittik  ve hemen menüyü sorduk. Yanımıza gelen şef garson, soğuk mezeler arasında radikayı sayar saymaz yiyeceğim balık bile cazibesini yitirmişti. Ankara'da sadece kart enginarın çanağını bulurken, ot bilmeyen bir başkent restoranında radika yemek benim için rüya gibi bir şeydi.

Çok net hatırlıyorum. Sabahın ilk saatlerinden itibaren Eşrefpaşa'da tezgah kuran köylüler, nereden topladıklarını bilemediğim çeşit çeşit otlar satarlardı.  Çocukluğumuzun sofralarında radika, hardal, çipo-horta, bahçe otu, cibez hiç eksilmezdi. Bu otlar güzelce haşlandıktan sonra üzerine bol zeytinyağı gezdirilir birkaç tane siyah zeytinle süslenirdi. Bir de üzerine sulu limonu sıktın mı, tadına doyulmazdı artık.

Küçücük bir tabak içinde radikamı getirdi garson. Büyük bir iştahla çatalımı daldırdım tabağa. Ne yazık ki sonuç hüsran. Hiç yapamamışlar. Ne tat var ne tuz. Bir yandan yutmakta zorluk çekerken eşim bu mu senin radika dediğin deyip dalga geçti benimle. Geçen sene Salı Pazarından değişik otları denesek de radikaya pek rastlayamamıştım.

Her Salı aracıma nerede park yeri bulurum diye geriliyorum. Pazar çevresinde bir kaç tur attıktan sonra muhtemelen uzaklarda bir yer bulmak mümkün oluyor. Bu kez de en sonunda Alaybey Parkının arkasında boş bir yer buldum. Pazarın kurulduğu sokaklara doğru giderken parkın içinden geçtim. Kısa bir süre parkın küçük havuzunda yüzen ördekleri seyrettim. Hem havuzun ve hem de ördeklerin ilk kez farkına varmışım.

Sırasıyla demirciyi, elektrikçiyi ve Mesut beyi aradım. Bugün beklediğim gibi söz verildiği halde keşif olmadı ama yarın ilk iş olarak keşfe bizim işle başlayacaklarını söyledi elektrikçim. Yarın sabah erkenden yaylada olmamı istedi. Bu sefer olacak gibi.

Demirci de İzmir'e yayla kapılarının kilitlerini almaya gittiğini, ferforje montajını da Cumartesi günü yapacağını söyledi. 

Mesut Hocamı sunum için çekilen resimleri bana da göndermesi için aramıştım.

Yağmur, hastalık, pazar derken ekip epey ara vermişti. Bu arada kendi işlerini de görmeye zaman tanımış oldum aslında. Yarın çalışma başlar inşallah. Şu zeytinleri de bir toplasak iyi olacak artık. 

11/01/2016 Pazartesi, İzmir

Bu ara havalar o kadar güzel ki kış ayında olduğunu unutuyor insan. Hava sıcaklığı öğlen saatlerinde 22 dereceyi gösteriyordu. Gün boyu zaman zaman yüzünü gösteren güneş  bazen bulutların arkasına gizleniyor.

Bir an önce şu avukat işini halletmek en iyisi deyip bir kez daha düştük İzmir yollarına...

İzmir-Aydın Otoyolu
İlk olarak emlakçıya uğrayıp belgelerimizi aldık. Dosyanın bir kopyası elimizde olsun diye bir kırtasiyeden fotokopilerini aldık. Avukata telefon edip yazıhanesine doğru yola çıktığımızı haber verdim. Ancak yarım saate kadar dışarı çıkacağını söyleyince bu sefer ben de evrakları Mustafa'nın şarküteri dükkanına bırakmayı teklif ettim. Kabul etti ayrıca evraklarla beraber masraf ve avukatlık ücretinin yarısını da bırakmamı rica etti. Tamam dedim.

Kiracın mı var derdin var. Ne yazık ki, bu işler dışarıdan göründüğü gibi değil. Biz de kiracı olduk ama efendiliğimizle kira paramızı zamanında  ödedik, eve zarar vermeyelim diye duvarlarına çivi çakmadık. Biz örnek kiracı durumunu bu şekilde muhafaza ederken bir de ev sahibiyle uğraşıyorduk. Belki de olayı kiracı mal sahibi ilişkisinden ziyade iyi insan kötü insan ilişkisi olarak ortaya koymalı.

Yıllar önce Ankara Alaçam Sokakta bir Yargıtay üyesinin evini kiralamıştık. Adam sağlam bir sözleşme hazırlamıştı. Sözleşmeye göre üç aylık kira tutarı kadar kaparo, peşinat vs. isteniyordu. Ne de olsa hukukçu. Çaresiz imzaladık. Kiramızı zamanında ödeyip eve iyi baktıktan sonra ne olabilirdi ki dedik. Bir seneyi doldurduktan kısa bir süre sonra iş icabı başka şehre taşınmamız gerekti. Ödediğimiz kaparoyu göğsümüzü gere gere alabilelim diye bir dosya içine bütün elektrik, su, telefon, apartman aidatı vs ödemelerini yaptığımızı gösteren makbuzları koyup evin anahtarı ile birlikte ev sahibimize takdim ettik. Artık kendisinden kaparoyu iade etmesini isteyince bize onu yapmayacağını söyledi. Sebebini sorduğumuzda ise, süresinden önce evden çıktığımız için her yıl otomatik olarak tekrarlanan kira sözleşmesine göre oturmadığımız sekiz ayın kira bedelini bizden talep etme hakkının olduğunu söyledi. Biz aman dedik verilmiş sadakamız varmış, neyse ki üç aylık kira bedeli ile kurtulduk.

Yaptığım iş planlı yaşamamıza pek imkan vermiyordu. Bu yüzden yine hiç hesapta yokken bir anda İzmir'e taşınmıştık.  Hatay semtindeki evimizi ise henüz kiraya vermiştik. Kiracımız haklı olarak bize geleceğinizi söylemediniz, bilseydik evinizi kiralamazdık deyince kendi evimiz varken mecburen kiralık eve çıkmak zorunda kaldık. Kiracısına bu kadar anlayışlı yaklaşan bizi bile çileden çıkaran kötü kiracılarımızla mücadeleyi yasal yoldan sürdürmekten başka çaremiz yok.

Bugün yeni bir haber duydum emlakçımızdan. Meclisten yeni geçen bir yasaya göre mal sahibi, sözleşme tarihinden itibaren on yıl geçtikten sonra herhangi bir mazeret belirtmeksizin kiracısını çıkartabiliyormuş. Satılığa çıkardığımız halde emlakçıya evi göstermeyen Ankara'daki  kiracımızdan da kurtulmamız mümkün olacak artık.

Metin dayı Çeşme'ye ne zaman gideceğiz diye soruyormuş. Sabah elektrikçinin söylediğine göre güya  yarın Gediz Elektrik'ten keşif için gelecekler. Bu nedenle Tire'ye dönmek zorunda kaldık. Ama bu hafta içinde bir günü Çeşme için ayırmayı düşünüyorum.

Neden bazı insanları tanımakta geç kalmışım diye kendime kızıyorum. Handan Demiralp bunlardan biri. Akşam döndüğümde birkaç yıl önce yapılmış uzun bir röportajını izleme imkanım oldu. Hayatı roman olurmuş bu hanımefendinin. Zaten olmuş da. İzmirli hem de Giritli. Hayvanlara aşırı düşkün bir vejetaryen. Kanseri yenmiş olması bir tarafa "Bu hastalığa müteşekkirim, çünkü onun sayesinde kendimi tanıdım" diyen bir kişi. Yoga, meditasyon, danışmanlık yapıyor. Hayatını konu alan "Tırmık İzi" adındaki kitabı aynı adı taşıyan blog sitesinde yazdıklarından bir derleme. Çevre ve Orman Bakanlıklarında danışmanlık yapmış aynı zamanda TRT Radyosu ve TV spikeri. Daha ne anlatayım. Hayranlıkla izlediğim "Narcos" dizisini de bloğunda okurlarına o tavsiye etmişti. Ha bir de Hint kültürüne hayran. PK isimli Hint filmini de çok sevmiş ama ben bu filmi kızımla birlikte daha önce seyretmiştim zaten. Bugün Giritlilerin bir bloğunda çok güzel bir makalesini alıntılamışlar. O kadar güzel o kadar duygu yüklü yazmış ki, bayıldım. Belki de beni en fazla etkileyen üslubu oldu bu müstesna kişinin. Onu takip etmeye devam edeceğim.

10 Ocak 2016 Pazar

10/01/2016 Pazar, Tire

Ohh nihayet. Kestanenin son hasadını yaptık. Rusya ile ilişkilerimizin bozulmasından biz de payımıza düşeni aldık. Fiyatlar geçen senenin yarısı diyorlar. Son gömüyü de açtıktan sonra artık azına çoğuna bakmadan yerinde alıcıya verdik. Yoksa indir bindir, hale götür, satıldı satılmadı, geri getir tasalarına girecektik. Hiç tecrübemiz olmadığı halde yine de bu işi kıvırdık diye sevindim.

Bu sezonun son kestanesini çuvallara doldurup durun

Sözleşmiş olduğumuz gibi saat tam dokuzda yaylaya vardım. Tam bahçe kapısına varmıştım ki, Ali telefon ederek evinden çıktığını söyledi ama onun Güme Köyünden gelmesi yarım saatten fazla sürdü. Oysa onu on dakika bekletmeyeyim diye eşimin bakkala gitmem konusundaki arzusunu yerine getiremedim. Alışacağız bunlara zamanla.

Dün hava durumuna baktığımda İzmir'in sağanak yağışlı, bize daha yakın olan Aydın'ın ise parçalı bulutlu olduğunu gösteriyordu. Bize daha yakının Aydın olması, yağış konusunda biraz iyimser kılmıştı beni. Sabahleyin çok hafif çiseler gibiydi ancak kestane kozalaklarını ayıklayan motor çalışmaya başladıktan sonra  işin henüz yarısı tamamlanmıştı ki yağmur serpintilerinin yoğunluğu arttı. Tam tepemize bastıracak derken gökyüzüne baktım ve bu fazla uzun sürmez dedim. Haklıymışım, beş on dakika sonra kesildi zaten. Böylelikle yağmurdan fazla etkilenmeden işi tamamlamış olduk.

Kestaneler çuvallara doldurulup ağızları dikildi. Malı almak üzere Ödemiş'ten tüccarlar gelecekti. Sağ olsun  bizim Kadir ile dedesi Ali dayı destek için benimle birlikte oldular. İlk gelen Ödemişli tüccarla anlaşıp malı sattık.

Binanın içine mutfak servis kapısından yine yağmur suları girmiş ancak bu sefer fazla zarar vermemiş. Bu kapılara mutlaka bir sundurma yapmamız şart. Yukarı katta fırtına ahşap pencere kanatlarının çengellerini yamultmuş, hatta birini kırmış. Fırtına mı çok sert burada yoksa malzeme mi zayıf karar veremedim. Ama sanırım her ikisinin de gerçeklik payı var. Yukarıdaki her üç pencerenin de ahşap kanatlarını kapattım. Şimdiye kadar neden yapmadım ki bunu?

Saat 14.00 olmadan bütün işim bitmişti. Hava kapalı. Yayladan Kaplan Köyüne inerken bir yandan Tire manzarasını seyrediyorum . Hava puslu olmasına rağmen Tire'den bizim taş binayı görmek mümkün. Aşağıdan bakarsanız bizim taş ev kartal yuvası gibi görünüyor. Önümüzdeki seneye  Polonya sobamızın üzerinde pişireceğimiz kestaneleri ikram edeceğiz konuklarımıza diye hayal kuruyordum. Yolun geniş bir yerinde bir resim daha çektim. Ağaçların yapraklarını döküp en çıplak kaldığı bugünlerde bile tablo yemyeşil.

KAYSTROS  KAPLAN

9 Ocak 2016 Cumartesi

09/01/2016 Cumartesi, Tire

Kestane işi bugün de olmadı. Akşam saatlerine kadar haber bekledim ama işi bitmemiş. Yarın sabaha kaldı artık. Yapacak başka bir şey yok.

Ali'den haber beklerken Narcos'un kalan iki bölümünü izledim. Böylelikle 45'er dakikadan 10 bölüm için 450 dakika, yani sekiz saate yakın zaman ayırmışım. Ama değdi doğrusu.

"You can check out any time you like but you can never leave"

İnsan yaşamının değişik evrelerinde zevk ve tercihleri değişebiliyor. Çocukluk dönemimde halk müziği kulağıma en hoş gelen müzik türü iken, şimdilerde insanın içine işleyen bazı türküler müstesna, pek çoğu ilgimi çekmiyor. Üniversite bitene kadar patlıcanın hiç bir yemek çeşidini ağzıma koymazken bugün en sevdiğim sebze türü mesela. "Eagles" tarafından seslendirilen "Hotel California",  ilk piyasaya çıktığı 1976 yılından itibaren en çok sevdiğim müzik parçası olma özelliğini korumuştur.

Parçanın sonunda Joe Walsh'ın gitar solosu dinleyeni mest ediyor. Rock türü bestelenen "Hotel California" nın bir de çok hazin öyküsü var:

Sene 1969. Genç adam, çıktığı uzun bir seyahat sırasında California'da dinlenmek ister. Ufak ama hoş bir otel olan Hotel California'ya yerleşir. Kaldığının ertesi günü yan odadaki bir genç kızla tanışır ve ona aşık olur. Kızla birkaç gün geçirirler ve bir anlaşmaya varırlar. Bu anlaşma gereği bir yıl boyunca birbirlerini hiç aramayacaklar, karşılaştıkları ilk günün yıldönümünde aynı otelde buluşacaklardır. Eğer bu söz tutulur, birbirlerini unutmazlarsa, yani yaşadıklarının bir yaz aşkı değil de gerçek bir aşk olduğu kanıtlanırsa gerçekten birbirlerini sevdiklerini anlayacaklardır. Aradan tam bir sene geçer. Kahramanımız sözleştikleri gün otele gelir ama otel yerine yanarak kül olmuş bir binayla karşılaşır. Sevgilisinin de sözünü tutup geleceğini umarak çevreyi araştırır. Ancak kısa zamanda gerçeği öğrenir. Otele bir gün önce gelen kız aynı odaya yerleşir ancak yakınlardaki bir fişek fabrikasında başlayan yangın, oteli de içine almıştır. Ne yazık ki genç kız bu felaketten kendisini kurtaramamıştır. Derler ki  bu şarkı kahramanımızın acı gerçeği öğrenmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Dinleyelim... 


08/01/2016 Cuma, Tire

Bugünüm, tamamen plan dışıydı. Önce mazeretleri sebebiyle ustalar gelemeyeceklerini bildirdiler. Bu arada son kestane gömüsünü açacaktık. Ali bugün söz verdiği işleri bitiremediği için o da olmadı. Ne mi yaptım? Benim için sıra dışı bir şey.
Pablo Emilio Escobar Gaviria

Dünyaca meşhur uyuşturucu kaçakçısı Pablo Escobar'ın hayatını konu alan "Narcos" adındaki dizi filmlerin ilk 8 bölümünü birbiri ardı sıra seyrettim. Dün takıldığım bir blog yazarının ilk iki bölümünü seyrettikten sonra çok beğendiğini okumuş ve benim de ilgimi çekmişti. Pablo, yüzlerce kişinin öldürülmesine sebep olup sayısız genci uyuşturucu müptelası yapmasına rağmen iyi yanları da olan biri. Hatta her memlekete Escobar gibi adamlar lazım dedirtiyor zaman zaman. Belki de filmde ilgi toplayan hususlardan biri de bu. Uyuşturucudan gelen paralarla dünyanın en zengin 7. kişisi olmuş. Memleketi Kolombiya'nın devlet başkanlığına kadar talip birinden bahsediyoruz. Veciz sözleriyle yaşamış karakter. Kokain işinin % 70'ini tekelinde toplayan bir uyuşturucu kartelini yönetmiş. Acımasız olduğu kadar fakirlere yardım eden bir "Robin Hood" tur aynı zamanda.

Bildim bileli söylerim. Gelişmesini tamamlayamamış bizim gibi ülkelerde demokrasinin asla iyi bir yönetim şekli olduğuna inanmıyorum. Hitler örneğinde (hatta ülkemizde o yolda diyebilirim) olduğu gibi diktatörlüğe bir geçiş yoludur demokrasi. Cumhurbaşkanı bir zamanlar "demokrasi bizim için bir araçtır" dememiş miydi?

Escobar, ne kadar kötü bir adam olsa da en büyük zararı ABD'ye vermiş anlaşılan. Bir yandan ülkesine oluk oluk  Amerkan dolarlarını akıtırken diğer yandan o ülkenin gençliğini uyuşturucu batağına saplamış. Az değil, haftada 500 milyon dolarlık kokain gençlerin ciğerlerini parçalıyor. Kazandığı bu para ile satın alamayacağı şey yok. Herkesi, adaları, hatta ülkeleri bile satın alabilecek duruma geliyor kısa zamanda. Kolombiya hükümetinin bütün borçlarını ödemeyi teklif ediyor. Elbette hiçbir şey karşılıksız değil. Diyor ki hadi ben haydutum, Amerika benden daha mı masum? Hak veriyorsunuz. "İyi, kötü bunlar göreceli şeylerdir" diyor. Dize getirdiği hükümet temsilcileriyle pazarlığa giden ağır silahlı adamlarını ikaz ediyor. "Oğlum bu silahları niye götürüyorsunuz, tabanca yeter, politikacı bunlar, haydut mu?" sorusuna can dostu ve kuzeni Gustavo cevabı yapıştırıyor. "Patron ne fark eder?"

Genel olarak seyirci güçsüzün, fakirin, namuslunun yanındadır. Bazı durumlarda iş tersine dönüyor. Muhteşem Yüzyıl dizisinde "Hürrem Sultan" en çok entrika çeviren kafası hep muzırlığa çalışan biri olmasına karşılık şansın hep ondan yana olmasını istedik. Escobar'ı da aynı duygular içinde seyrettim. O yaptığı şeylerin doğru olduğuna inanıyor. Başkasına yanlış görünseler de.

Savaş açtığı bir diğer kesim politikacılar. Amerikan gizli servislerinin baskısı ile çıkarılan "suçluların iadesi" yasasından sonra ülkede kan gövdeyi götürüyor. Pablo Escobar, Amerika Birleşik Devletleri hapishanesine girmektense memleketimin topraklarında mezara girmeyi yeğlerim diyor. Şebekenin muhbirlik sistemi ve haber alma ağı devletten daha güçlü. Şimdi biraz da Cem Uzan'ı hatırlattı bu olaylar. O da suikast silahları, şantaj kasetleriyle ayağına taş koyanları benzer yöntemlerle ortadan kaldıracak bir örgütlenme hevesindeydi.