KATEGORİLER

4 Eylül 2016 Pazar

CEVİZ HASADI

03/09/2016 Cumartesi, Tire


Yaylanın sabahları güzeldir. Kalkar kalkmaz pencerenin kanatlarını açınca yeşillikler arasından güneşin ilk ışıklarını selamlamak ne hoş. Eşim çoktan kalkmış işe koyulmuştur. Bu onun eskiden gelen alışkanlığı. Çocukluğumun "Erken yatar, erken kalkarım" diye başlayan bir şarkısını hatırlatır bana hep. Ben ise geç yatar, eşim kadar olmasa da erken kalkarım. Aslında bunu mecburiyetten yaparım. İmkanım olsa sabaha kadar oturup öğlene kadar yatmak isterim. En azından bir müddet bu isteğimi gerçekleştiremeyeceğimi çok iyi biliyorum. Sabah erkenden bahçe kapısını açmak, gidip ekmek almak, çalışanların servisini yapmak zorundayım. Bütün bunların üstüne bir de ceviz toplama işi çıkınca sabah geç kalkmak hayalden ibaret benim için.

Rutin işlerden sonra şehre inmek üzere arabaya binip kontak anahtarını çeviriyorum. Motor çalışmıyor. Bir daha deniyorum, tık diye bir ses dışında bir kıpırtı yok. Ya aküyle ilgili bir sorun var ya da bir elektrik arızası. Ön kaputu açıyorum, her şey yerli yerinde gözüküyor. Canım sıkılıyor. Durup dururken iş çıktı başıma.

Kızımın arabasını aldım hemen. Bahçe kapısına geldiğimde Soner kapının önüne gelmiş motosikletinin üzerinde telefonda birisiyle  görüşüyordu. Kapıyı açtım ve tekrar arabaya binip şehirden, çalışanları almak üzere çıktım yola. Senem bu sefer sokağın başında bekliyor. Nasıl olduysa benden bir zarar gelmeyeceğini anlamış olmalı ki, tereddütsüz gelip yanımdaki koltuğa oturdu. Marketin önünde iki kadın toplayıcı arabanın arkasına yerleşirken ben de inip ekmekleri aldım. Olgun Ustayı arıyorum ama telefonu cevap vermiyor.  

Yol boyunca sohbet ede ede geldik yaylaya. Mutfakta aşçı yardımcısı olarak işe başlayan Senem'i yol tutmadı bu sefer. Bahçeye girdim. Hüseyin hiçbir şey dememize fırsat vermeden temizlik işine soyunmuş. Kadınlar çuvalları alıp tepesinde ceviz silkeleyen Soner'in bulunduğu ağaca doğru yöneldiler. Kızım kahvaltıyı bana bırakmıyor. Havuz kenarındaki masaya oturduk. Telefonum çalıyor. Arayan Olgun Usta. "Araba çalışmadı sabah birini gönderirsen iyi olur." diyorum. İlgilensin diye arabanın tam restoranın önünde kaldığını, bu nedenle hafta sonu misafirlere karşı zor durumda kalacağımı eklemeyi ihmal etmiyorum. Yarım saate kadar birini gönderip arabayı aldıracağını söylüyor.

Kestane ve ceviz ağaçlarının dalları arasında sincaplar koşturup duruyor. Fotoğrafını çekeyim diye çabalıyorum. Hah, bu sefer yakaladım dediğim anda ağaç dalları ve yaprakların arasında kendilerini saklamasını biliyorlar.

Dört kişilik bir öğretmen grubu geldi tam açılış saatimizde. Düzce'den düşmüş yolları buralara. Keyifli bir serpme kahvaltısının üzerine Türk kahvelerini içtiler. Kalkarken kredi kartıyla ödeme yapmak istediler. Artık pos cihazımız var nasıl olsa.  Henüz tam alışamadığım için tereddüt ederek bastım düğmelere. Herhangi bir sorun yaşamadan hallettim bu işi de.

Yukarı yaylanın cevizleri morallerimizi epey bozmuşken, aşağı yayla yüzümüzü güldürüyor. Hem miktar hem kalite hem de irilik bakımından iyiler. Özellikle bazı ağaçların cevizleri iyice azman. Üç dört tanesi bir çorba kasesini tepeleme doldurdu. Yarın fırsat bulabilirsem yukarı yaylaya çıkıp bütün cevizlerin teker teker gözden geçireceğim, belki de yukarıda silkelenmemiş ceviz ağaçları var hala.

Öğlene doğru Hüseyin yaklaşıyor yanıma gizli bir şey söyleyecekmiş gibi. "Amca" diyor. "Kadınlar benim kurbanlıklardan almak istiyorlar. Şimdi alıp bir göstersem mi?"

"Sırası mı şimdi Hüseyin?" Ben bunlara ceviz toplasınlar diye yevmiye veriyorum.  Kurbanlık seçsinler diye değil. Mesai saatinde nereye götürüyorsun bunları? Akşam giderken gösterirsin." diyorum. Saf çocuk ayaklarına yatıyor bu sefer. "Amca, öyle yapalım, öyle diyorsan."

Bugün akşama kadar ceviz işi biter diyordum ama yetişmedi. Yarın on beş ağaçtan fazla var silkilecek.

- "Soner yarın ben gelmeyeceğim." diyor. Merak ve şaşkınlık içinde soruyorum.
- "Ne işin var yarın?"
- "İsmail Efendi'nin ağaçlarını silkeceğim. Ona söz verdim."
- "Bana verdiğin söz ne olacak? Yarım bırakılır mı hiç iş? Ne olacak bizim cevizler?"
- "Başka birini ayarladım yerime?"
- "Soner ben başka birini falan anlamam. Başladığın işi bitireceksin."
- "Tamam o zaman, öyle olsun bari."

Burada her bir şeye alıştım artık. Gözünün içine baka baka satıyorlar adamı.

Güzel bir gün geçirdik bugün. Gelen giden eksik olmadı. Güzel dostlar kazandık. Onlar bizi sevdi biz onları. Söke'den, Torbalı'dan gelen güzel, mutlu insanlar...

Akşama doğru üniversiteden arkadaşım Ali'nin oğlunun düğünü vardı. Geç gelen misafirlerimizi geri çevirmedik. Eşimle kızımı bırakıp misafirlerle bırakıp yalnız gittim düğüne. Tesadüfen oturduğum masadakiler eşimin dostları. Eşleriyle tanıştım. İki saat kadar oturduktan sonra müsaade istedim düğün sahibinden. 

3 Eylül 2016 Cumartesi

KÜÇÜK PAZAR

02/09/2016 Cuma, Tire

Gece güzel bir uyku çektikten sonra sabahın ilk ışıklarında uyandım. Cevizleri silkecek Soner beni arayarak toplayıcı kadınların aşağıda beklediklerini söyledi. "Hemen çıkıyorum." dedim.

Sabah ekmeğini aldıktan sonra kenarda ellerinde yemek paketleriyle beni beklemekte olan kadınları aldım. Gelirken Senem'i görmemiştim. Telefon ettim. Dün onu aldığım yere geldiğimde ortalarda gözükmüyordu. Beş dakikadan daha az bir zaman sonra koşarak arabaya doğru geldiğini gördüm. O gelince toplayıcı kadınlardan yaşı daha büyük olanı arka koltuktan inip ön  tarafa geçti.

Senem'i yol tutmasın diye her zamankinden daha yavaş bir hızda Kaplan yolunu tırmanmaya başladık. Taş eve geldiğimizde Hüseyin ve Soner bizi bekliyordu. Hemen hazırlanıp yukarı yaylaya çıktılar. Hüseyin de onlara eşlik etti. Ben de onlarla birlikte çıkmak isterdim ama şehirde yapmam gereken işler vardı.

Eşim kızımla birlikte kahvaltı ediyordu. Ben de biraz atıştırdım. Yola çıkmadan evvel eşim küçük pazardan (cuma pazarı) alınacakları söyledi. Bir çuval kırmızı biber ve bir çuval topan patlıcan alacağım közlemek için.

İkinci kez arabama atlayıp şehre iniyorum. Yolda itfaiyeyi arıyor, raporun hazır olup olmadığını soruyorum. Sorumlu arkadaş özür üzerine özür diliyor. İmzalatmak üzere İzmir'e götürdüğü raporu dönerken orada unutmuş gidenler... Öğlen saat bire kadar mutlaka hazır olacağından bahsediyor.

Belediyeye uğruyorum. Çevre temizlik vergi borcu yoktur yazısını yan taraftan alıp ruhsat işlerine veriyorum. Jandarma raporu dışında her türlü belgeyi tamamladım diye sevinirken memur yeni taleplerde bulunuyor. Şimdi istenenler içkili yer açmamdan dolayı imiş. Adli sicil kaydı, vukuatlı nüfus sureti, sağlık raporu, ikametgah kağıdı. Bunları toplarken itfaiye raporu da çıkmış olur diyor memur. "Bugün bu işlerin hepsinin yetişmesi mümkün değil."diye düşünürken adli sicil kaydının e-devletten alınabileceğini söylüyor memur. Buna çok seviniyorum. Muhasebeciye uğrayıp fatura, z raporu vs. dokümanları bırakırken adli sicil kaydımı orada çıkarttırıyorum.

Nüfus Müdürlüğünden nüfus sureti ve ikametgahı alıyorum. Sağlık ocağına gider gitmez hemen sağlık raporunu veriyorlar. Halk Eğitime uğruyor hijyen sertifikasını sormak istiyorum ama aradığım kişiyi odasında bulamıyorum. Saat on ikiye beş kala itfaiye binasının önünde park ediyorum. Bu bana büyük sürpriz oluyor. Raporunuz hazır derken özür üzerine özür dilemeye devam ediyor yetkili.

Öğlen tatilinde közlemek için pazardan kırmızı kapya biber ve patlıcan alıyorum. Diğer alınacaklar tamamlanana kadar saat biri buluyor. Belediyenin öğleden sonra mesaisi başlarken dikiliyorum tekrar karşılarına. Hızıma onlar da şaşırıyor. Jandarma raporunun ellerine geçtiğini sabahtan söylemişlerdi zaten. Böylelikle eksik bir şey kalmıyor. Sadece başkanın imzası eksik. Başkan şehir dışına çıkmış. Bu yüzden işim pazartesiye kalıyor.

Eşim telefon ediyor. Taş Ev'de işler sıkışmış, Hüseyin'in aşağı gelmesini istiyor. Hüseyin yukarıyı bırakamıyor. "Benim işim bitti geliyorum." diyorum. Yaylaya vardığımda şaşırıyorum. Veranda bir sürü çocukla dolmuş. Çocukların en büyük merakı kadromuzun vazgeçilmez elemanı Zeytin.

Öğleden sonra ceviz ekibi aşağı iniyor. Acıktıklarını söyledikten sonra onlara yukarıda yedikleri yemeğin üzerine tekrar sofra kuruluyor. Hüseyin hariç yeni gelenler doğru dürüst bir şey yemeden kalkıyorlar sofradan. Aşağı yaylanın alt kesiminden itibaren ceviz toplamaya devam ediyorlar.

Akşama doğru ceviz ekibini ekibi şehre bırakıyorum. Bu benim şehre üçüncü inişim. Senem ızgarayı yakıp patlıcan ve biberleri közlemeye başlıyor. Giden gelen eksik olmuyor akşama kadar. Kızım Senem'i şehre bırakıyor ve benim dördüncü sefer şehre inmeme gerek kalmıyor. Tam günün sonuna geldik derken bir araba daha içeri giriyor. Taş Ev'in taş ustalarından biri gelen. Ailesini, oğlunu, gelinini ve torununu almış hayırlı olsuna gelmişler. Epey oturup sohbet ediyoruz. Onlar gidince kapıyı kilitliyorum.

2 Eylül 2016 Cuma

SUNDURMALARIMIZ TAKILDI

01/09/2016 Perşembe, Tire

Yayınlama imkanı bulamadığım üç haftalık günlüklerimin yayımlamasını dün tamamladıktan sonra sanki üzerimden büyük bir yük kalkmış oldu. Aynı dönemde okuduğum "Ruhumu öpmeyi unuttun" isimli İnci Aral'ın öykü kitabının değerlendirmesi kaldı geriye.

Kahvaltıyı erken yaptık. Hemen çıktım yola. Demir kapıyı açtığımda Hüseyin henüz gelmemişti. Ekmek aldığım yerin önünden yeni elemanımız Senem'i aldım. Arka koltuğa oturmak istedi, "Ben senin şoförün değilim." dedim, kabul etmedim. Aslında bal gibi şoförü oldum, hem de özel şoförü. İş başa düşünce nelere katlanılmıyor ki. El alem ne der endişesi mi bu? Belki onun da haklı tarafları var. Patronu da olsam arabanın içinde yan yana oturmamız burada farklı gözle değerlendiriliyor herhalde. Genç kadın kısa bir tereddütten sonra açtığı arka kapıyı kapatıp yanımdaki koltuğa oturdu.

Yaylaya o kadar çok çıkıp indim ki, artık her virajı, her çukuru ezberledim. Bundan dolayı artan güvenim yüzünden daha hızlı araba kullanır oldum. Köy meydanına geldiğimizde Senem'e yol dokundu. Camı indirdim, hızımı iyice düşürdüm. Neyse ki bahçeye kadar toparladı kendini.

Döndüğümde Hüseyin gelmiş, temizliğe başlamıştı. Kısa bir süre sonra Selim Usta'nın adamları geldi. Ana giriş ve mutfak servis kapısının üzerine sundurma yapımına başladılar. Uzun zamandır bekliyordum onları.

Hüseyin, Soner'in ceviz toplayıcı kadınları ayarladığını söyledi. Yarın onları da Senem'i aldığım yerden alacağım. Ruhsat işini takip etmek için tekrar şehre indim. Önce itfaiyeye gittim. Bugün imzalamaya götürmüşler belgeyi. Görevliye istedikleri ekipmanın yerine konduğunu gösterir fotoğrafı gösterdim.

Belediyeye gittim daha sonra. Ruhsat Müdürlüğüne uğradım. Jandarma raporu gelmemiş ellerine henüz. "Nasıl olur, komutan geçen hafta göndereceğini söylemişti." dedim. Birlik komutanını aradım. Raporu geçen hafta gönderdiklerini söyledi. Belediyedeki memur yardımcı olmak istiyor. Sırasıyla kaymakamlığı ve jandarmayı aradı. Jandarma idari işlere bakan kişi izne çıktığından takıldığı anlaşılıyor. Komutanlık binasına gidiyorum yüzbaşıyı görmek üzere. Hepsi arazide, hırsızların peşinde. Kurban bayramı yaklaşıyor ya, hırsızlar dadanmış buradaki köylülerin koyunlarına.

Uzman çavuşu görüyorum, ukala bir tavırla elden veremeyiz evrakı diyor. Zaten bende değil sizin rapor. "Kimde?" diye soruyorum. "Yanımda oturan arkadaşta." diyor. "Arkadaşın nerede?" diye tekrar soruyorum. "İzinli" diyor. Devlette süreklilik esastır. Biri izne çıktığında görevini bir başkasına bırakır demiyorum. Yüzbaşıyı arıyorum. Cevap vermiyor telefonu.

Mecburen yaylaya dönüyorum. Yüzbaşı arıyor. Hırsızların peşinde olduğunu söylüyor. Durumu anlatıyor, "Raporu yarın elden alabilirsem sevinirim." diyorum. "Akşama doğru bizden çıkar." diyor. Teşekkür ediyorum.

Saat dörde doğru itfaiyeyi arıyorum. İzmir'e giden ekip yanına almayı unuttuğundan dolayı benim raporu imzalatamamış. "Yarın sabaha alırsın." diyor görevli. Artık şehre inmemin hiçbir anlamı kalmadı. Senem gelince rahatlıyoruz biraz. Hüseyin ile bahçeyi tanzim ediyor, inşaattan kalan sönmüş kireç torbaları, inşaat demiri, tuğla, keresteleri kaldırıp taşıyoruz. Taş Ev'in hemen yanı başındaki ortanca, gül ve şeftali ağaçlarının bulunduğu adayı tanzim ediyoruz. Göze daha hoş görünüyor temizlediğimiz bölgeler.

Kızım telefon ediyor akşama doğru. Yarın için izin almış. "Az sonra yola çıkabilirim." diyor. Bizim için tam bir sürpriz. Hafta sonu da birlikte olacak olmamız beni ve eşimi mutlu ediyor. Yaklaşık bir buçuk saat sonra geliyor yanımıza. Her geldiğinde Zeytin'e hediye getiriyor. Bu seferki hediye oyun topu. Zeytin bayılıyor topuna. Ama bir yanlış anlama var galiba. Zeytin topu parçalayıp yemeye başlıyor. Kızımın ısrarı üzerine bağını çözüyorum. Birlikte demir kapıyı kapatmaya gidiyoruz. Yol boyu aydınlatmayı açtığım için her taraf ışıl ışıl. Kapıya yakın bir yerde bir metreye yakın bir şerit ilişiyor gözüme. Önce yılan gömleğini bıraktığını düşünüyorum. Daha dikkatli bakınca gördüğümüzün gömlek değil bir yılan olduğunu anlıyoruz. Yan taraftan bir sırık alıp kafasını eziyorum. Hayatımda ilk kez bir yılan öldürüyorum. Eğer onu serbest bıraksaydım gelip Taş Ev'de bize zarar verebileceğini düşündüm. Eski taş evde dört tane yılan çatı arasında yıllarca yaşamıştı. Zeytin, görünce yılana saldıracak diye beklerken tam tersine viyak viyak bağırıp kaçmaya başlıyor. Tanrım, bu mu bizi koruyacak, yoksa o mu bizi? 

1 Eylül 2016 Perşembe

SALI PAZARI


16/08/2016 Salı, Tire



Çocukken hep pazar günleri kurulurdu bizim semt pazarı. Pazar günü ile pazar zihnimde özdeşleşmişti. Oysa ülkenin en güzel pazarlarından biri salı günleri kurulur burada. Bu yüzden salı günleri pazar havasında geçer buralarda. Hiçbir şeye ihtiyacınız olmasa bile şöyle bir dolaştıktan sonra illa ki alacak bir şeyler bulursunuz.

Aşağı indiğimde korkulu rüyam başladı. Camiler bölgesinde park edecek yer buluyordum eskiden. Bugün orası da dolmuş tamamen. Sonunda zor bela bir yer buldum. Emniyetli bir yer değildi. Bir başka araba tarafından çizilebilirdim. Ama başkaca çarem yoktu. Son aldığım domatesler biraz çakır diye pazardan bol bol domates almamı istemişti eşim. Bunun dışında pazardan alacak başka bir şey yoktu. Zaman içinde teker teker aklına düşmeye başlıyor. “Köylülerden domates ve biber salçası da al.”

Pazarda domates çok ama hemen hemen tamamı çakır. “Yerli domates fazla kızarmaz.” diyor pazarcılar. Madem eşim kırmızı domates istedi yerlisi yabancısı beni ilgilendirmez artık. Ben yine en kırmızıya yakın olanlardan alıyorum.

Hüseyin’i sabah gördüğümde üzerinde iş elbisesi vardı. Çevre temizliği ile başladı çalışmaya. Çevrede atılacak, düzenlenecek çok şey var daha.

Elektrik parasını yatırdıktan sonra arabanın yanına dönerken bir tırmık aldım. Taşları ayıklamak için. Görünen her yer toprakla örtülsün istiyorum.

Evden bazı eşyalar alıyorum. Matbaaya telefon edip şansımı deniyorum. Bu sefer telefonu çabuk açıyor İbrahim. Yarın teslim edecekleri menü ve kartvizitin hazır olduğunu söylüyor. “Hemen almaya geliyorum.” diyorum.

Menü tam istediğim gibi olmuş ancak kartvizitin üzerinde telefon numarası yok. “Sizin onayınızı almış olmalı” diyor İbrahim’in ortağı. Benden onay alan falan olmadı diyorum. İki gün sonra yenisinin hazır olacağını söylüyorlar. Kartvizitin fonu siyah. Kırtasiyeciye gidiyor, menü içine koyacağımız kâğıdı tutacak şeffaf plastik alıyorum. Bir de siyah üzerine beyaz yazan keçeli bir kalem. Yeni kartvizitler gelene kadar mevcutlarına telefon numaramı yazarak kullanırım.

Karadut aldığımız köylüyü görüp ona ödeme yaptıktan sonra dönüyorum. Bahçeye girip Taş Ev’in önündeki avludan aşağı bakıyorum. Hüseyin aşağıda orakla otları biçiyor. Arkamı dönüp baktığımda beyaz lüks bir arabanın Taş Ev’in önüne geldiğini görüyorum. İki genç adam iniyor arabadan. İzmir’den geliyorlarmış. Buyur ediyoruz. Verandaya geçip oturuyorlar. Artık öğlen kahvaltı saati geçmiş. ne arzu ettiklerini soruyoruz. Siparişi verdikten hemen sonra “Kredi kartı geçerli, değil mi?” diyor birisi. Yok henüz pos makinemiz gelmedi diyoruz. Yanlarında nakit taşımıyorlarmış. Bir dahaki sefere deyip kalkıyorlar.

Hüseyin aydınlatma direklerinin çukurlarını kazmış. Ona yardım ediyorum. Harç karıyor. Bütün direkleri yerlerine dikiyoruz. Elektrikçi Ali artık adamlarını gönderebilir. Arıyorum. Yarın geleceğini söylüyor.

Direkler dikildikten sonra Hüseyin’e beni Soner’in evinin önünde beklemesini söylüyorum. Zeytinliği gösterip geçen sene diktiğimiz fidanları sulamasını isteyeceğim. Suyu bağlayıp aşağı iniyoruz. Zeytinliğin durumu hiç de iyi değil. Fidanların yarıdan fazlası kurumuş görünüyor. Damla sulama yaptırınca her iş bitmiyor. Borular bağlantı yerlerinden kopmuş, bazı yerler katlanmış ya da memeleri tıkanmış oluyor. Ama hangi birine yetişeyim bilmiyorum. Suyu açmamıza rağmen borularda su yok. Yine kim bilir nereden patladı? Ana boruyu takip ediyoruz. Bu bizi Soner’in evine kadar çıkaracak. Yokuş yukarı tarlaların arasından tırmanırken karşımıza bizi görünce huysuzlanan bir kır at çıkıyor. Atı bağladıkları yer su borusunun geçtiği yer. Yani hayvanın ayağı boruya takılsa fidanları suladım zannedeceğiz. Biraz daha yürüyünce Soner’in evinin önüne çıkıyoruz. Boru hortum bağlantısından ayrılmış meğer. Hüseyin’in motosikletinin arakasına biniyor ve yol üzerinden giderek zeytinliğin girişine dönüyoruz. Ağaçların bir kısmında zeytin az görünüyor. Her yerde rekolte düşük olacak bu yıl diyorlar. Bu da bizim şansımız artık.

Hüseyin siz gidin amca, burayı artık ben kollarım diyor. Nereden çıktı bu çocuk karşımıza? Umarım ileride bozulmaz. Yarın da yengesini getirecek mutfağa yardımcı olarak. Eğer anlaşırsak bir problem daha çözülmüş olacak.  

İNTERNET HALA YOK


15/08/2016 Pazartesi, Tire



Ağustos ayını yarıladık hala internet yok. Cep telefonumdan blogları takip etmek benim için çok rahatsız edici. Takip ettiğim değerli blog yazarlarının yazılarını dahi artık okuyamıyorum. İşlerin yoğunluğunu asla bahane etmeyeceğim. Her gün yazmak daha önce dile getirdiğim gibi nefes almak kadar gerekli yaşayabilmem için. En fazla bir gün atladım şimdiye kadar ancak ertesi günü onu da gecikmeden tamamladım, yaşadıklarım hafızamdan kaybolmadan.

Dün pazar gününün yoğunluğundan çıktıktan sonra bugün nefes alacağız bir gün olacak gibi. Yine de erken kalkıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse sabah erken kalkmaktan çok hoşlanmıyorum. Gece saat üçe kadar her ne iş olursa olsun zevkle yaparım. Hemen hemen bütün güncelerim gece yarısından sonra yazılmıştır.

Kahvaltıyı hemen hazırladım. Zeytin’e kızımın hediye ettiği mamasını hazırladım ve su kabını doldurdum. Muhasebeye vereceğim faturaları düzenledim. Hüseyin’in geliş saatine yakın dış kapıyı açtım. Kapıya doğru yürürken bir yandan aydınlatma direklerinin yerini belirlerken karşıdan içeriye beyaz bir arabanın girdiğini gördük. Çarşıya inmek istiyordum, kaldı.

Küçük çocukları olan genç bir çiftmiş gelen. Kadın daha konuşkan. Eşinin avukat olduğunu, bir duruşma için İzmir’den geldiklerini söylüyor. Web sitemizi, kartımızı soruyor. Yeni açıldığımızı dediklerini en kısa zamanda yapacağımızı söylüyoruz.

Misafirler verandaya geçmeden önce bütün ilgi Zeytin’e yöneliyor. Babası elindeki telefona yoğunlaşırken küçük kız ve annesi kayısı ağacına bağladığımız Zeytin’le oynaşıyor. Taş Ev’i ilk kez gördüklerini, aslında Dağ Restoran’a geldiklerini ancak orasını kapalı görünce bize geldiklerini açık sözlülükle anlatıyorlar. Masalardan birine oturuyorlar. Hüseyin kahvaltı getirebileceğini söylüyor. Aslında henüz yemek vakti değil ama yemek yemek istediklerini söylüyorlar. Önce “Yemek servisimiz henüz başlamadı ama arzu ederseniz menemen, omlet, sucuklu yumurta, börek, tatlı verebiliriz.” diyoruz. Aslında kremalı tavuk, şiş köfte de verebileceğimiz sonra geliyor aklımıza. Sabahın on buçuğunda kahvaltıya konsantre olmuşuz bir kere. Sadece Türk kahvesi alıyorlar. Oturdukça ortam hoşlarına gidiyor. Taş Ev’i gezdiriyor, tarihinden bahsediyoruz. Yeniden verandaya dönüyor, birer sütlü tatlı ısmarlıyorlar. Daha sonra çay keyfi yapıyorlar.

Çarşıdan alınacaklar listesini kontrol edip yola çıkıyorum. Önce eve uğrayıp yazar kasayı alıyor ve Ozan’ın yanına gidiyorum. İnterneti soruyorum hemen. Cevap bekliyormuş. Yazar kasa için gerekli işlemlere başlıyor.

Ozan'ın yanından ayrıldıktan sonra muhasebeciye uğruyor, faturaları bırakıyorum. İlk uğrayacağım yerlerden biri de Lokantacılar Odası. Başkanla telefonda görüşmüştük hafta sonu. Ustalık belgesi olan bir usta lazım ruhsat için. Yardımcı olacağını söylemişti. Telefonda ismimle hitap etmesi hoşuma gitmiyor. Ben ısrarla ona “Bey” diyorum. Odada buluşuyoruz. Ben sizden daha büyükmüşüm deyip kendimi tanıtıyorum. Sesimin çok genç geldiğini söylüyor. Ben altını çizerek “Bey” diye hitap edince o da benin adımın sonuna “Bey” eklemeye başlıyor.

Tarım İlçe Müdürlüğüne uğrayıp istediğim belgeyi veriyorlar. Diğer işleri bitirip yaylaya dönüyorum. Eşim ben yokken elma toplamış ve reçel yapma işine soyunmuş ama akşama doğru pili bitiyor. Benim enerjim yerinde. Yemekten sonra İzmir’den getirdiğim koruklardan şerbet yapıyorum.

Yerel bir gazeteye uğrayıp eleman ilan verecektim bugün. Zaman kâfi gelmedi.

Taş Ev’in ilk iki gününde tespit ettiğimiz bazı sonuçlar şöyle. Bir kere “Yolu uzak kimse gelmez buraya.” tezi doğru değil. Mutfağa bir kişi bulana kadar açıldığımızı duyurmayacağız. Kapıyı açık bulup girenler bizim bu acemilik dönemimizde yeter de artar bile.   

BARBUNYA UÇMUŞ

31/08/2016 Çarşamba, İzmir

Haftanın tatil günü bizler için. Tezgah ya da depo tipi soğutucu bakmaktı görünürdeki amacımız. Benim esas niyetim eşimi haftada bir de olsa farklı bir ortama sokmaktı. Yıllar öncesinden bilirim, eşimin canı biraz sıkıldığında onu alır, arabayla bir tur atar eski neşesini kazandırırdım. Çocuklarımız da benzer şekilde arabaya bindiklerinde sakinleşir hemen uyumaya başlarlardı.

Soğutucu dolabı koyacak iki yer var. Meşrubat soğutucularının yanına koyacak olursak 240 cm, merdivenin yanı olursa seçimimiz 160 cm uzunluğa kadar soğutucu bakmalıydık.

Geç kalmamak için kahvaltı etmeden çıktık yola. Hastanenin önündeki gevrekçiden bir gevrek, eşim için de bir açma aldım.

Yolda Metroya sapıp alışveriş yaptık. Balık reyonunda iri barbunya balığı üzerindeki etiket gözlerimi kamaştırdı. İlk defa barbunyanın etiket fiyatının 175 TL olduğunu gördüm. Kiremitte denemek için birkaç tane alabalık alacaktım. Alabalık bugün gelmemiş şansıma. Çıkıp devam ediyoruz.

Karabağlar'dan geçerken soğutucu dolaplara bakıyoruz. Tam istediğimizi bulamadık. Meşrubat bayi sorumlusu aradı. Çarşamba günleri çalışmadığımızı söylemiştim onlara. Buna rağmen mal getirmişler. Kapıya bırakalım teklifini kabul etmedim. Bir daha gelsinler.

Kızım aradığında İzmir'e yeni giriyorduk. Arabasını Gaziemir'de servise bırakmış. Bütün şirinliğini kullanıp "Akşam beni alıp bırakabilir misiniz arabanın yanına?" diye sordu. Gitmişken Gıda Çarşısını da dolaşırız diye düşündük. Tam o sırada oğlum Whatsapp 'tan arıyor. Yeni bir iş teklifi almış.

Erken dönmek istiyorum yaylaya. Güzel bir sofra düzenlemek geçiyor aklımdan. Ancak eşimin acıkacağını hesaba katmıyorum. Acıkmakla kalsa neyse. En fazla yarım saat dayanabilir açlığa. Dolayısıyla benim akşam ziyafeti yatıyor. Yol üstünde bir et lokantasına giriyoruz. Daha önce de kahvaltı etmiştik aynı yerde. Artık servise, kaliteye, hıza ve fiyatlara daha profesyonel bakıyoruz. Rastgele bir yere oturduktan sonra yirmi yaşlarında bir garson yanaşıyor yanımıza. "Ne istersiniz?" Bu bizim ailede son zamanlar espri konusu olan "Ne vereyim abime?" sorusunun resmi versiyonu olsa gerek. "Ne isteyelim? Bilmiyorum ki ne var? Menü yok mu?" diye geveliyorum. Garsonun cevabı net. "Menü yok," kapının yanını işaret ederek, "İsterseniz oradan bakabilirsiniz."

Eşimle kalkıp bakıyoruz. On tane kadar borcam tepsi içinde meze çeşitleri cezbedici değil. Onun altında sergilenen pirzola, köfte, çöp şiş, biftek çeşitleri. Çöp şiş ve köfte söylüyoruz. Saat tutuyorum. Tam on altı dakika sonra sıcaklar geliyor. Daha önce masaya ekmek ve çoban salata gelmiş durumda. Birer diyet kola söylüyoruz içecek olarak. İstemeden iki su koyulmuş masaya. Hesabı istiyorum. İçmediğimiz su da hesaba yazılmış kuver niyetine. Çöp şiş biraz sert ama köftenin lezzeti yerinde. Bir lokantada menü olmaması benim canımı sıkar. İnsan neyi kaç para yiyeceğini görmeli en baştan. Yoksa kafalarına, adamına göre farklı fiyatlar çıkabilir karşınıza.

Yaylaya dönüyoruz. Taş Ev'imizi özlediğimi fark ediyorum bu kadar kısa zamanda. Zeytin yolumuzu gözler olmuş. Onun mamasını hazırlıyor, suyunu tazeliyorum.   

30 Ağustos 2016 Salı

İLK GÜN, İLK HEYECAN


14/08/2016 Pazar, Tire

Çok özel bir günün sabahında erkenden kalkıyoruz. Daha doğrusu eşimin gürültüsüne uyanıyorum. Günün özel bir gün olmasının nedeni Taş Ev Cafe & Restaurant’ın bugün hizmete girecek olması. Sabaha bıraktığımız işler var dünkü hazırlıkların dışında. Peynirler, salatalık, domates sabah kesilecek mesela. Bu işleri ve taze ekmek alma işini üzerime alıyorum. Eşim pişi hamurunu hazırlayıp yumurtaları haşlayacak. Heyecanımız had safhada.

Kızımın destek için yanımızda olması büyük şans. En azından mutfağa bir kadın yardımcı bulabilseydik bu kadar sıkılmazdık. Mükemmeliyetçi şahsiyeti eşimi daha fazla strese sokuyor. Her zaman olma olasılığı çok düşük olan şeylere “ya olursa” tarzında yaklaşan bir insan. Esasen söylediği şeyler teorik olarak mümkün. Gel gelelim olasılık hesaplarına göre çıkan netice imkânsıza yakın. Örneğin aynı anda kırk kişi geldi. “Biz resmi açılış yapmadık, açılacağımızı bile söylemedik, duyurmadık.” diyorum. “Soranlara pazar günü başlayacağız demedik mi?” diye soruyor. “Evet, söyledim.” diyorum.  “Ancak kırk kişinin hepsi de aynı anda menemen mi isteyecek?” diye soruyorum. Verdiği cevap beni susturuyor. “Ya isterlerse (!)” Hocanın cevabına benzetiyorum bu çıkışı “Ya tutarsa (!)”

Ben ise tam tersine oldukça rahatım. En iyisini elde etmek için elimden geleni yaparım ama her türlü sonuca kendimi hazır ederim. Avluya çıkıyorum. Hava henüz aydınlanmamış. Üzerime düşenleri yapıyorum. Tuvaletlere kâğıt yerleştirilecek. Dispenserlere kağıt havlu, peynirlerin kesilmesi, domates ve salatalık söğüşlerin hazırlanması teker teker tamamlanıyor. Hüseyin’in gelmesi lazımdı şimdiye kadar. Yoksa o da mı sattı bizi. Artık hiçbir şey şaşırtmaz beni. Şimdi gidip taze ekmek alma zamanı.

Ekmekleri alıp dönüyorum, Hüseyin hala yok ortada. Kızım da kalkmış annesine yardımcı oluyor. Az sonra Hüseyin’in motosikletinin sesi duyuluyor. Gecikmesinin nedenini soruyorum. Lastiğinin patladığını söylüyor. Sabah saat ondan öğleden sonra ikiye kadar kahvaltı, ondan sonra akşam yediye kadar cafe tarzında çalışmaya karar veriyoruz. Hüseyin saat onda George ve eşi Caroline’in kahvaltıya gelmek istediklerini söylüyor. Kaplan köyünde bir taş ev alıp restore etmiş ve iki yıldır orada yaşayan bir İngiliz çift. Ne güzel… İlk misafirimiz denizaşırı memleketten. Geçen sene George ile tanışmıştım ama daha sonra kendisini bir kez dahi görmemiştim.

Dedikleri saatte geliyorlar. Verandadan güneş tam olarak çekilmemiş. Havuz başında bir masaya oturmayı tercih ediyorlar. Samimi bir sohbete başlıyoruz. İki senede Türkçeyi bayağı ilerletmişler. Farkında olmadan sanki birbirimize jest yaparcasına ben İngilizce konuşurken onlar Türkçe konuşuyorlar. Kahvaltılıklar geliyor. Her şey mükemmel görünüyor. Eşim işaret edip beni çağırıyor. “Belki insanlar kafa dinlemeye geldiler, sessiz bir ortamda karı koca kahvaltı etmek istiyorlar, o kadar burunlarına girme istersen.” deyip uyarıyor. Haklı olabilir. Ama benim kafamda gelen misafirlerle hep sohbet etme fikri var. Çocuğun elinden oyuncağı alınmışçasına bozuluyorum. Kendimi gizliyorum. Bahçeden Caroline’in kahkaha sesleri yükseliyor. Bizim Hüseyin onların bahçelerine bakmış önceden. Yarım yamalak Türkçeleriyle birbirlerine bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar.

İngiliz çift kahvaltıdan sonra kahvelerini içip kalkıyorlar. Eşimin korktuğu kırk kişi aynı anda gelmiyor ama akşam saatlerine kadar birileri gidiyor birileri geliyor, hiç duyuru yapmadığımız halde. Gelenlerin bir kısmı Tire’den bir kısmı İzmir’den çıkıp gelmiş. Kapı girişindeki levhada yön işareti olmadığı için ileriye geçtiklerinden yakınıyor bazıları.

Gelen misafirlerden bazıları Selanik, bazıları Girit göçmeni. Durum böyle olunca daha ısınıyor sohbet. Ortak görüş burada alkolün olması gerektiği yönünde.

Yücel Ustayı arıyorum akşama doğru. Cevap vermiyor. Oysa dün ne zaman müsait olursanız beni arayın demişti. Çay ocağı bizden tam not aldı. Kaç bardak çay verdik bilmiyorum. Şimdi bunun üzerinde davlumbaz bağlantısını yapmak bizim işimizi engelleyecek.

Veranda hep rüzgârlıydı bugün. Kapıda rüzgar estikçe ses çıkaran metal borular devamlı şangırdadı gün boyunca. İlk gün güzel geçti. Yarın kızımız işinin başında olacak. Acemiliğimizin ilk günü. Ben kendi adıma zevk aldım bu işten.

Hüseyin’i gönderiyoruz. Onun arkasından kızımızı uğurluyoruz. Televizyonlarda Fetö konuşulmaya devam ediyor.