15/08/2016
Pazartesi, Tire
Ağustos
ayını yarıladık hala internet yok. Cep telefonumdan blogları takip etmek benim
için çok rahatsız edici. Takip ettiğim değerli blog yazarlarının yazılarını
dahi artık okuyamıyorum. İşlerin yoğunluğunu asla bahane etmeyeceğim. Her gün
yazmak daha önce dile getirdiğim gibi nefes almak kadar gerekli yaşayabilmem
için. En fazla bir gün atladım şimdiye kadar ancak ertesi günü onu da gecikmeden
tamamladım, yaşadıklarım hafızamdan kaybolmadan.
Dün
pazar gününün yoğunluğundan çıktıktan sonra bugün nefes alacağız bir gün olacak
gibi. Yine de erken kalkıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse sabah erken
kalkmaktan çok hoşlanmıyorum. Gece saat üçe kadar her ne iş olursa olsun
zevkle yaparım. Hemen hemen bütün güncelerim gece yarısından sonra yazılmıştır.
Kahvaltıyı
hemen hazırladım. Zeytin’e kızımın hediye ettiği mamasını hazırladım ve su kabını doldurdum. Muhasebeye
vereceğim faturaları düzenledim. Hüseyin’in geliş saatine yakın dış kapıyı
açtım. Kapıya doğru yürürken bir yandan aydınlatma direklerinin yerini belirlerken
karşıdan içeriye beyaz bir arabanın girdiğini gördük. Çarşıya inmek istiyordum,
kaldı.
Küçük
çocukları olan genç bir çiftmiş gelen. Kadın daha konuşkan. Eşinin avukat
olduğunu, bir duruşma için İzmir’den geldiklerini söylüyor. Web sitemizi,
kartımızı soruyor. Yeni açıldığımızı dediklerini en kısa zamanda yapacağımızı
söylüyoruz.
Misafirler
verandaya geçmeden önce bütün ilgi Zeytin’e yöneliyor. Babası elindeki telefona
yoğunlaşırken küçük kız ve annesi kayısı ağacına bağladığımız Zeytin’le
oynaşıyor. Taş Ev’i ilk kez gördüklerini, aslında Dağ Restoran’a geldiklerini
ancak orasını kapalı görünce bize geldiklerini açık sözlülükle anlatıyorlar. Masalardan
birine oturuyorlar. Hüseyin kahvaltı getirebileceğini söylüyor. Aslında henüz
yemek vakti değil ama yemek yemek istediklerini söylüyorlar. Önce “Yemek
servisimiz henüz başlamadı ama arzu ederseniz menemen, omlet, sucuklu yumurta,
börek, tatlı verebiliriz.” diyoruz. Aslında kremalı tavuk, şiş köfte de
verebileceğimiz sonra geliyor aklımıza. Sabahın on buçuğunda kahvaltıya
konsantre olmuşuz bir kere. Sadece Türk kahvesi alıyorlar. Oturdukça ortam hoşlarına
gidiyor. Taş Ev’i gezdiriyor, tarihinden bahsediyoruz. Yeniden verandaya
dönüyor, birer sütlü tatlı ısmarlıyorlar. Daha sonra çay keyfi yapıyorlar.
Çarşıdan
alınacaklar listesini kontrol edip yola çıkıyorum. Önce eve uğrayıp yazar
kasayı alıyor ve Ozan’ın yanına gidiyorum. İnterneti soruyorum hemen. Cevap
bekliyormuş. Yazar kasa için gerekli işlemlere başlıyor.
Ozan'ın yanından ayrıldıktan sonra
muhasebeciye uğruyor, faturaları bırakıyorum. İlk uğrayacağım yerlerden biri de
Lokantacılar Odası. Başkanla telefonda görüşmüştük hafta sonu. Ustalık belgesi
olan bir usta lazım ruhsat için. Yardımcı olacağını söylemişti. Telefonda
ismimle hitap etmesi hoşuma gitmiyor. Ben ısrarla ona “Bey” diyorum. Odada
buluşuyoruz. Ben sizden daha büyükmüşüm deyip kendimi tanıtıyorum. Sesimin çok
genç geldiğini söylüyor. Ben altını çizerek “Bey” diye hitap edince o da benin
adımın sonuna “Bey” eklemeye başlıyor.
Tarım
İlçe Müdürlüğüne uğrayıp istediğim belgeyi veriyorlar. Diğer işleri bitirip
yaylaya dönüyorum. Eşim ben yokken elma toplamış ve reçel yapma işine soyunmuş
ama akşama doğru pili bitiyor. Benim enerjim yerinde. Yemekten sonra İzmir’den
getirdiğim koruklardan şerbet yapıyorum.
Yerel
bir gazeteye uğrayıp eleman ilan verecektim bugün. Zaman kâfi gelmedi.
Taş
Ev’in ilk iki gününde tespit ettiğimiz bazı sonuçlar şöyle. Bir kere “Yolu uzak
kimse gelmez buraya.” tezi doğru değil. Mutfağa bir kişi bulana kadar
açıldığımızı duyurmayacağız. Kapıyı açık bulup girenler bizim bu acemilik
dönemimizde yeter de artar bile.
Hitap bozukluğu, eksikliği mi desem ya da yersiz samimiyet mi desem, küçük yerlerde sık karşılaştığım ve beni de rahatsız eden bir durum.
YanıtlaSilCehalet deseniz bence en doğrusu. Hiç tanımadığım bir insanın ismimle hitap etmesi çok itici geliyor bana.
Sil