KATEGORİLER

7 Ekim 2019 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 06

Ağaç Ev Sohbetlerinin altıncı haftasına girmiş bulunuyoruz. Sevgili Taha Akkurt, yoğun işlerinin arasında bu güzel etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Geçen haftanın konusu hakkında sohbete katılan tüm yazarların bloglarını ziyaret edip değerli düşüncelerini öğrenmek fırsatını buldum.
Bu haftanın konusu üzerine yine farklı görüşler dökülecek satırlara. Benim için ilginç tarafı oğlumun da bu ay içinde evlenecek olması. Evet, işte haftanın konusu:

Söz, nişan, çeyiz alışverişi, kına gecesi, fotoğraf çekimleri, düğün salonları ve hepsinin arkasındaki şatafat düşkünlüğü... Ülkemizdeki düğün adetleri hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizin hayalinizdeki düğün nasıldır?

Zaman geçtikçe toplumun adet, gelenek ve görenekleri ve değer yargıları değişiyor. Çocukluğumun geçtiği yıllarda anneler, kızları daha bebekken başlarlardı çeyiz hazırlığına. O marifetli ellerden düşmeyen tığlar, gökkuşağının bütün renkleriyle bezenmiş iplikleri yutar, her biri ayrı sanat şaheseri olan türlü desenlerdeki dantel ve oyalar masa, sehpa ya da yatak örtülerini süslerdi. Henüz örgü makinelerinin olmadığı o dönemlerde her bir ilmek ayrı bir göz nuru, ayrı bir anıydı.  Hani derler ya, silâh icat oldu, mertlik bozuldu, o güzelim adetlerimiz de teknolojik gelişmelere yenildi, yok olmaya yüz tuttu. Şimdilerde ne anneleri ne de anneanneleri görüyorum evlenecek kızlarına çeyiz işi yapan. Her şeyin hazırı var artık, el işi deyip sattıkları, emeksiz, ruhsuź.

Evlilik insan yaşamının en önemli dönüm noktalarından biri. Önce söz kesilir, sonra nişan ve nihayet düğünle dünya evine girilir. Nişan tepsileri düzülüp kız tarafına gönderilir, müstakbel gelinin hediyeleri salonlarda ziyaretçilere gösterilir. Nişanlı iken araya kurban bayramı girmeye görsün. En irisinden bir koç alınıp süslenir, üzerine elbiselik kumaşlar ve bir sürü hediyeler iliştirilerek hediye babından kız evine yollanır. Bütün bu işler olurken evlenecek çift heyecan içinde olan biteni izler. Çünkü anne ve babaların evlâtlarına karşı son görevleridir onları başgöz etmek. Maddi, manevi ellerinden gelenin en iyisini yaparlar. Lâyıkıyle üstesinden gelmek dosta düşmana duyurmak isterler bu mutlu olayı. Nişanı kız tarafı, düğünü oğlan, yatak odası, salon takımları ve beyaz eşyaların hangi tarafça karşılanacağı  kesin çizgilerle bellidir.

Düğün arefesinde kına gecesi olur hanımlara. Çalgı çengi içinde bütün kurtlarını döker davetliler. Gelinin eline merasimle kına yakılır.

Düğünden sonra evli çift evlerine girerken ağzına bir parmak bal çalınır gelinin, dili tatlı olsun diye. Bozuk paralar savrulur, çoluk çocuk üşüşüp toplar bir anda. Bir bardak süt, bir lokma ekmek verilir geline. Her biri farklı anlamlar barındırır içlerinde. Bir de bıçak ya da makas bırakılır haneye, yanlış anımsamıyorsam, aralarında çıkabilecek anlaşmazlıklar bıçak gibi kesilsin diye.

Peki bugün neler değişti? Çok şeyler değişti. Eskiden bir yatak, bir yorgan üç beş kap kacağı bulan evlenebiliyordu. Artık nişan, düğün yapmak, ev düzmek kolay değil. Pek çok genç ailelerinden destek alamıyor, evliliğe ilk adımlarını borçlu atıyorlar. Bu sebeple geçim sıkıntısı sinirleri geriyor ve birkaç ay geçtikten sonra çiftler boşanma kararı alıyor. 

Maddi koşullar bir yana, gençler artık ailelerini karıştırmıyorlar işin içine günümüzde. Evlilik ile ilgili kararları kendileri alıyor. Nezaketen ailelerle tanışma faslından sonra adet yerini bulsun diye dile getirilen ve anlamını bilmedikleri bir çift söz. Önce "Allah'ın kavli..." sonra kız tarafından gelen "Madem çocuklar birbirlerini sevmişler, bize düşen ..." cevabı.

Oğlum da dahil olmak üzere bazı çiftler düğün dernek istemiyor. Nikâhın ardından sadece ailelerin birinci derece yakınlarına verilecek bir yemeği yeterli görüyorlar.

Gençleri kararlarında özgür bırakmak gerekir. Neticede hayat onlarındır çünkü. Kendi hâyâllerimizi çocuklarımız üzerinden gerçekleştirmek pek adil gelmiyor bana.

Şatafatı oldum olası sevmem. Özellikle doğu kültüründe kırk gün, kırk gece süren düğünlere ermez aklım. Geline ve damada takılan takıları anons ederek davetlileri galeyana getirmeye çalışan çığırtkanların "Gelinin dayısından geline burma bileziiiik..." görgüsüzlükleri ne yazık ki kültür olmuş bazı yörelerimizde. Bir de çalgıcılar bahşiş toplasınlar diye ha babam, de babam damadın ve gelinin yedi sülalesini teker teker oyuna davet etmelerine ne buyrulur? İfrit eder beni böyle düğünler. Eskiden bu kadar değildi, sonradan yozlaştı her şey yozlaştığı gibi.


Bugünkü birikim ve duygularımla geriye dönebilseydim eğer, yakın akraba, dost ve arkadaşlarımızın davetli bulunduğü bir açık hava partisi ile kutlardım bu özel günümü. Gençlik çağlarımın ölümsüz müzik parçalarından oluşan bir repertuar eşliğinde kâh hayâllere dalar, ķâh dans ederdik sevdiklerimizle. Yaklaşık iki hafta önce yakın arkadaşlarımdan birinin oğlunun düğünü aynen böyleydi. İşte dedim, işte benim hayâlimdeki düğün. Aslında o da bir kutlamaydı. Amerika'da evlenmişti çocuklar. Anne babalarınin hatırına yapılan bir organizasyondu. Güzeldi, çok güzel... Ne nişan isterdim, ne söz. Ne silâhlar patlasın şerefimize. ne de paralar saçılsın orta yere. Evet, hepsi bu kadarcık. Sonra yeniden merhaba hayat!

5 Ekim 2019 Cumartesi

PARTİ

Öyküde ilk cümlenin önemli olduğunu okumuştum bir yerde. Yazacağım öykünün planını kurdum, olayları, kişileri yerli yerine oturttum. Ne var ki o ilk cümle çıkmıyordu bir türlü. Saatler akıp gidiyordu. Gerildikçe geriliyordum. O kadar abartmaya gerek yoktu belki ama kafama takmıştım bir kere.

Ekimin ortasına doğru yol alırken sıcak, nemli bir hava bunaltıyordu zaten. Efendim, ilk cümle okuru öykünün içine çekermiş,  yok konuyu açan bir anahtarmış, neler neler...  Bu sıcak havaya inat "Soğuk bir kış günüydü." diyerek başlıyorum. Çok sıradan bir başlangıç geliyor gözüme. Çiziyorum üstünü. Bir şeyler daha karalıyor, yazdığım cümlelerin hiçbirini beğenmiyorum. Zihnimi bu ızdıraptan kurtarmak için kararımı veriyorum daha önce üstünü çizdiklerimden birini seçiyorum. Sırtımdan büyük bir yük kalkmışçasına hafifletiyor beni bu kararım. Artık gerisi kolay diyorum, zoru başardın. Devamı çorap söküğu gibi gelir nasıl olsa.

*    *     *

Karmakarışık duygular sarmıştı bedenini. Boş gözleri geniş salonu dolaşıyor, nefes almakta zorlanıyordu. Boyun bağını gevşetti, oturduğu koltuktan kalkarken etrafındaki eşyaların hızla dönmeye başladığını fark etti. Kapattı gözlerini, bir süre öylece kaldı. Hafifçe göz kapaklarını aralayıp durumunu kontrol etti. Tansiyonu düşmüş olmalıydı. Bu yöntemi kendi keşfetmişti. Ne zaman tansiyonu düşer, başı döner, gözleri kararırsa hemen kapatıverirdi gözlerini.

Bir iş seyahati nedeniyle yurt dışında bulunan çocukluk arkadaşı Mehmet'in evindeydi, üstelik o çok sevdiği arkadaşının karısıyla birlikte! Koltuk takımları, yemek masası, sehpa ve sandalyelerin hareketi iyice yavaşlayıp nihayet sabitlendiğinde karşı duvarda asılı büyük tablodaki portre ile göz göze geldi. Muzipçe gülümsüyordu ona Mona Lisa.

Gözlerini alamadı karşı duvardan, çakılmış kalmıştı yerinde. Yok artık, bu kadarı olamazdı. Tablodaki donuk kadın resmen kendisine şantaj yapıyordu. Sanki Mehmet gözcü bırakmıştı onu. "Neler çevirdiğinizden haberim var, canımı sıkarsanız gördüklerimi Mehmet'e bir bir anlatırım" der gibi tehditkardı bakışları. Üstelik o kadar kanlı canlı görünüyordu.

Bakışını duvardan alıp pencereye doğru yürüdü, perdeyi araladı. Kaldırımın kenarındaki aydınlatma direğinin sarı ışıkları, kelebek gibi uçuşan kar tanelerini yıkıyordu. Kalabalık caddenin insanları telaş içinde evlerine ya da yılın son gecesini karşılayacak eğlence yerlerine akın ediyordu. Ama o bunları hiç farketmiyordu bile. Ne bir rövanş ne de zaferdi yaşadıkları.

Beş yıl önce Mehmet'e kaptırmıştı sevdiği kadını. Yıllarca kalbinden atamamıştı o sevdayı. Keşke cesur davranıp zamanında açılsaydım diye ne çok dertlenmişti ama neye yarar. Ya aşkıma karşılık vermezse korkusu ölümden beterdi. Bu korku sebebiyle treni kaçırmış, atı alan Üsküdar'ı çoktan geçmişti. Korku yerini tarifsiz duygulara bırakmıştı o zaman. Onsuz yaşamanın ne anlamı olabilirdi. Arkadaş toplantılarında, birlikte yenen yemeklerde deliler gibi sevdiği kadını başkasıyla birlikte görmekten kahredici ne olabilirdi başka.

Aysel, niye yaptın bunu bana? diye sormak istiyordu onu her gördüğünde. Oysa bunu sormaya hiç hakkı yoktu.  Yüzündeki buruk bir gülümseme içini acıtırken göz göze geldiklerinde, bir kor düşüyordu yüreğine. İstese de istemesede Mehmet'in karısıydı artık Aysel.

Bir araya geldiklerinde birbirlerine attığı kaçamak bakışlarda teselli ararken  bir yandan Mehmet'ten hislerini gizlemeye çalışıyorlardı. Akan su yolunu bulacaktı er ya da geç. Zamanla karşılıklı bakışmalar alevlenirken Mehmet, karısı ve en yakın arkadaşının arasında bir şeyler döndüğünü sonunda fark etmişti.

Arkadaşının karısına göz diken biri durumuna düşmek hiç de istediği bir şey değildi ancak o da sevgilisini elinden almıştı. Düşündüklerinin adil olmadığını biliyordu ama bir kez daha sessiz kalıp aynı acıları çekmek niyetinde değildi bu sefer. Mehmet'le açık açık konuşmak Aysel'e açılmaktan daha zor olacaktı. Ne diyebilirdi ki? Kim arkadaşına gidip de senin karını seviyorum diyebilirdi.  Akla uygun olan bunu Aysel'in yapmasıydı.

Üst kattaki giyinme odasında ne giyeceğine karar veremiyor, gecenin en şık kadını olmak için çırpınıyordu Aysel. Mehmet'e durumu anlattığını ve evliliklerini sonlandırma kararı aldıklarını söylememişti henüz aşağıda kendisini sabırla bekleyen genç adama. Tuvalet masasına oturup özenle tamamladı makyajını. Uzun sarı saçlarını taradı, en sevdiği parfümü cömertçe sıktı kulak arkalarına. Göz kamaştıran güzelliği, dantelli beyaz elbisesiyle bir kuğu misali süzülüp inmeye başlamıştı döner merdivenin basamaklarından.

- Nasıl, güzel olmuş muyum? diye sordu, kendinden emin bir şekilde, gülümseyerek. 
Karşısında gördüğü peri kızına doğru ilerledi genç adam. Birbirlerine uzanan eller buluştu. Kadının tahrik edici parfüm kokusu genç adamın  aklını başından alırken Aysel'in kulağına fısıldadı.
- Evet, sevgilim, bu gece harika görünüyorsun.  

Geç kalmışlardı, hemen yola koyuldular. Arkadaşlarının evine vardıklarında bütün gözler Aysel'in üzerinde toplanmıştı 

Koluna taktığı dünyalar güzeli, uğruna canını vereceği kadının ona güzel olmuş muyum diye sorması hayli şaşırtmıştı genç adamı. Yıllar sonra muratlarına ermişti. Davetliler çoktan havaya girmiş, yiyor, içiyorlar çılgınca dans ediyorlardı. Arkadaşlarını selamladıktan sonra tenha bir köşe buldular kendilerine. Genç adama sürprizini açıklamanın zamanı gelmişti Aysel'in.
- Mehmet'le konuştum dedi. Genç adam heyecanlanmıştı. Güzel kadının gülen gözleri güzel haberler müjdeliyordu. Bir süre müziğin sesini yalnız bıraktılar. Aysel anlatmaya devam etti.
- Zaten anlamış, her şeyi. Benden önce davrandı, ilişkimize ara vermeyi kendisi önerdi.

Umduğundan daha kolay sonuçlanmıştı. Genç adam şimdi daha mutlu hissetti ama bir yandan arkadaşını düşündü. Nasıl yüzüne bakacaktı şimdi onun. Aysel genç adamın dalıp gittiğini görünce konuyu dağıtmak üzere birkaç adım geri çekildi. Ellerini iki yana açarak seslendi sevdiğine.

"Beni güzel buluyor musun?"  Cevap gecikmedi.  

- Evet sevgilim çok güzelsin, muhteşem duygular içindeyim bu gece. Çünkü gözlerinde aşkın pırıltılarını görüyorum. Seni ne kadar çok sevdiğimi bilemezsin diye cevap verdi genç adam.

Zaman su gibi aktı, eğlence çabuk bitti. Eve dönme vakti geldi. İçkiyi fazla kaçırmış, başı ağrıyordu. Aysel'e uzattı arabasının anahtarını. Aysel yardım etti ona, usulca yatağına yatırdı. Genç adam ışığı söndürürken kulağına fısıldadı sevgilisinin. 

- Bu gece harikaydın aşkım.

                  *    *   *

- Bir öykü yazdım dedim
- Konusu ne? diye sordu.
- Okuyunca anlarsın dedim.

Bir solukta okudu baştan sona. Gözlerini dikti bana. Ne diyeceğini merakla bekliyordum. Konuşmadı.

- Nasıl, güzel olmuş mu ? diye sordum heyecanla.
- Aysel kim? diye soruya soruyla karşılık verdi.
- Bilmem, öykü kahramanlarından biri işte dedim, önemsememiş görünerek.
- Yaşanmamış şeyleri yazamazsın, söyle şimdi bana bakalım. Aysel kim?
- Mehmet'in eski karısı dedim, sırıtarak.
- Aysel'in sevgilisi kim, niye onun adı geçmiyor? Yoksa o sen misin?
- Sence, o ben olabilir miyim? Gülmeye başladım.
- Dalga geçme benimle kim bu güzel Aysel, söyle, merak ettim.
- Hani dün sana Eric Clapton'un "wonderful tonight"**  şarkısından bahsetmiştim ya.
- Eeee,
- Bu öyküyü o şarkının sözlerinden kurguladım.
- Aç bakayım sözlerine.
- Buyur bak işte.
- Ha, tamam. Ama dediğim gibi değil mi. Yaşanmış bir şey bu da.
- Haklısın, her zaman olduğun gibi, dedim. Seviyorum ben bu kadını.


* Yukarıdaki öykü Eric Clapton'un besteleyip seslendirdiği bir şarkıdan kurgulanmış olup onun yaşamından gerçek bir kesit sunar. Partiye gitmek üzere üst katta hazırlanmakta olan Pattie Boyd, Eric'in sevgilisi, Eric Clapton'un yakın arkadaşı Beatles'ın ünlü gitaristlerinden George Harrison'un karısıdır. Eric salonda üst kattaki Pattie'nin süslenmesini beklediği esnada gitarını eline alıp "Wonderful Tonight" şarkısını bestelemiş. Öyküdekinin aksine Eric, George'a "Ben senin karına aşık oldum" deme cüretini göstermiş, daha sonra evlenecek olan Eric ve Pattie çiftinin nikah törenlerine  George Harrison, yeni eşi ile birlikte teşrif etmişler.

** Şarkı düğün merasimlerinde evlenen çiftlerin ilk dans müziği olarak ün kazanmıştır. 

30 Eylül 2019 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #05

Moderatörlüğü Taha Akkurt tarafından gerçekleştirilen Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu ilk bakışta hayli basit gibi görünse de sorunun içinde geçen bazı sözcükler tartışmaya açık derin anlamlar kazandırıyor.           O sözcükler ki, muhtevalarında inanç, felsefe, psikoloji, sosyoloji, tarih gibi nice ilimler yatar. Madem koydular boş kağıdı önüme, söz sırası bende. Bana öyle geliyor ki farklı bir pencereden bakacağım.  Dilerim ürkütmez sizi düşüncelerim. Önce sığda kalıp suya sabuna dokunmayayım, daha sonra aklımın derinliklerinden süzdüklerimi sizlerle paylaşayım. İşte haftanın sorusu:

Hayatınızda sevdiğiniz ve şükrettiğiniz şeyler, sizi gün içinde mutlu eden küçük detaylar nelerdir?


Yaşamı boyunca insan, doğası gereği çevresinde olan bitene kayıtsız kalmamış, sevmek, mutlu olmak hem soyut ve hem de somut anlamda en güzel duygularımız olmuş. Doğrusunu söylemek gerekirse sevmek bazen duygudan da öte yanları olan, eylem gerektiren bir olgu...

Çikolatayı severiz çoğumuz, yerken mutlu oluruz. Ancak sevgiliye "Seni seviyorum" demekten ibaret değil sevmek. Onu saymak, ona değer vermektir aynı zamanda. Öpüp koklayınca çiçekleri seviyorum diyemezsiniz. Sulamasını unutuyorsanız kocaman bir yalandır onları sevdiğinizi söylemeniz. Bu bakımdan sevmek sözcüğü, anlamını düşünmeden dilimizden dökülen bir  sıradanlığa bürünmekte. Dünyada her sözün anlamını yitirdiği gibi sevgi de bundan kendine düşen payı almış anlaşılan.

Belirttiğim anlamda sevgilerin belki de en sahici olanı, evlât sevgisinin dahi içgüdüsel tarafı var. Eğer sevgi onu gözünden sakınmak, korumak ise kedi de yavrusuna aynısını yapıyor. En ateşli sevgiler gün geliyor derin bir nefrete dönüşüyor. Yaygın anlamda sevgi; gösteriş, karşılıklı alışverişten ibaretken, gerçek anlamda sevgi neredeyse ütopik bir kavram haline gelmiş. İnanç dünyasından günümüze aktarılanlar doğruysa Yunus Emre'nin hissettikleridir bana göre gerçek sevgi. Ölüm bile Yunus için bir mükâfat, sevdiğine kavuşma günü. "Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa erinirim" der, dünya işlerini umursamaz, ne cennette gözü vardır, ne de hûrilerde. Yunus'u tanıdıkça sevginin anlamı daha iyi işliyor içime. 

Sevmek yerine hoşlandığım, yani gönlümü hoş, beni mutlu eden şeyler nelerdir diye sorarsanız eğer; ailemle birlikte olmak, okumak ve yazmak derim. Kafama denk insanlarla sohbet etmek, damak tadıma uyan yemekleri yemek, seyahat edip yeni yerler görmek, yeni bir şeyler öğrenmek ya da bildiklerimi paylaşmak, insanlara elimden geldiğince yardım etmek hoşlandıklarım arasında ilk aklıma gelenler.  Bunların hepsi de günlük hayatımda ulaşabileceğim, beni mutlu eden şeyler. Yatım, katım olsun, en iyisinden giyineyim, en lüks arabaya bineyim, çok param olsun ne istersem onu alayım türünden düşünceler geçmez aklımın ucundan. İnanmayacaksınız ama gerçek bu. Sevmem böyle şeyleri, mutlu etmezler beni. Tam aksine hep daha iyisi, daha güzelinin peşinde koşarken insanın içine tatminsizlik tohumları  saçan mutsuzluk kaynağıdır onlar. 

Şükretmek; birine, birilerine teşekkür etmek, minnet duymak yani. Bizden daha kötü durumda olanları düşünüp şu anda sahip olduklarımız için yaradana şükrânlarımızı sunmak. Paganlığın hüküm sürdüğü çağlardan bu yana süregelen teşekkür niyetine tanrılara nice kurbanlar adanmış, adanmakta. Başkalarından daha iyi durumda iken sinsi bir böbürleniş, bencillik, başkalarının sahip olduklarına erişme imkânı bulamadığımız durumlarda ise kanaatkârlık, içten gelen bir teselli, içi boşaltılmış, gerçek anlamından saptırılmış sözcüklerden biridir bana göre şükür. Kimi zaman atalete sevk eden ağız alışkanlığı...

Şüpheciliğim pek çok kıssaya kapatmış kapılarını. Lâkin bazıları kurgu bile olsa daha gerçek gelir gözüme. İşte onlardan bir tanesi:

Rivayet ederler ki bir gün İbrahim Edhem Hazretleri ile seyr u sülûkunun (tasavvufta izlenen yol) başlarında olan Şakik karşılaşırlar.
İbrahim Edhem sorar:
- Şükür ve sabır hakkında ne dersin?
Şakik şöyle cevap verir:
- Bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.

"Belh'in köpekleri de böyle yapıyor, bulurlarsa şükrediyor, bulamazlarsa sabrediyor" der, İbrahim Edhem.

Bu sefer Şakik sorar:
- Sizin düşünceniz nedir efendim?
- Bulursak ikrâm eder, bulmazsak şükrederiz!

Ne yazık ki küresel kapitalizm sevgi gibi en asil duyguları yok etti. Varsa, yiyoruz, içiyoruz, krallar gibi yaşayıp şükrediyoruz. Yoksa,  bizden kötü durumdakilerden teselli bulup yine şükrediyoruz. Şükür mü birbirimizi sevmeyi unutturan? Çaresiz derde düşüp yüzü gözü yamulanların (yüz tümörü) nedir suçu? Açlıktan ölen bir çocuğu düşünürken nasıl şükredeyim karnım doydu diye? Anası senden daha az şükretti diye mi kahpe bir kurşuna canını verdi Mehmet? Ey hakkımızı yiyenler, size bu son sözlerim. Servetinizi borçlu olduğunuz bizlere minnet edeceğiniz yerde hâlâ tanrılarınıza şükrediyorsunuz.

26 Eylül 2019 Perşembe

İLHAM MİMİ by TAHA AKKURT

Evet, Ağaç Ev Sohbetlerinin mucitlerinden Taha Akkurt bir İlham Mimi organize etmiş bu kez. Sorulara geçmeden önce tek istediğim kısa ve öz cevaplar vermek. İnşallah bu kez başarırım.


Hayatınızda şikâyet ettiğiniz şeyler nelerdir?

İlk önce ülkenin durumundan, eşitsizlikten, adaletsizlikten, aydınlara yapılan zulümden, memleket kaynaklarının heba edilmesinden, yandaş medyadan, yanlış dış politikalardan, vehasılı iyi yönetilmemekten dolayı şikâyetim var.
Bireysel olarak doğrudan etkilendiğim ülke meseleleri dışında tek şikâyetim zamandan yana. Zaman yetmiyor okumaya, yazmaya.


Rutine girdiğinizi fark ettiğinizde ne yaparsınız?

Bazen rutine girdiğimi hissederim. Ya bir gün sürer ya da iki. Hayat anlamını yitirir, her şey anlamsızlaşır o anda. Hüzün kaplar içimi. Ölmek isterim. Neyse ki fazla uzun sürmez bu durum. Geçmesini beklerim, bilirim ki kısa bir süre sonra normalleşeceğim.


En son yaptığınız önemli değişiklikller nelerdir?

35 yıllık mesleğimi bıraktım. Ardından gelen emeklilik dönemimde çok istediğim bir iş olan restoran işletmeciliği yaptım. Bu arada bahçe işleri ile uğraşıyordum. İnsan çalıştırmakta, kalifiye eleman bulmakta zorlandığım ve yoğun çalışma temposu sebebiyle restorancılığı bırakmak zorunda kaldım. Büyük şehre döndüm yeniden. Sonunda işçi çalıştırılmasına gerek bulunmayan, bir kısmı kendi bahçemize ait zeytinyağı, ceviz, kestane, doğal gıda ve süt ürünlerinin satıldığı küçük bir işletmede karar kıldık. Şimdilik burada vakit geçiriyor, daha fazla kitap okuyor ve yazabiliyorum. 


Motivasyon olarak düştüğünüzde sizi ayağa kaldıran size ilham veren şey nedir?

Sabır, ümit ve zaman sanırım. Sakin bir tabiatım var. Kolay kolay paniğe kapılmam. Yeni bir şeyler yapmayı düşünürüm. Ya da karşıma bazı güzel fırsatlar çıkacağını hayâl ederim. Uygun bir zaman kestiririm gözüme. O tarih yeni bir milât olur benim için. Hiçbir şeyin devamlı iyi ya da kötü gitmeyeceğini, kötü günlerin elbet bir gün son bulacağını düşünürüm. Elbette en büyük desteği eşimden alırım. 


Hayat mottonuz nedir?

"Yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir."

Evet dostlar, içini dökmek isteyenlere gelsin bu mim de. Sevgiyle kalın.

25 Eylül 2019 Çarşamba

AŞKIN KANLI HÂLİ


Geçtiğimiz pazar yaylada ceviz hasadına başladık. İşçilerden biri cep telefonunu karıştırırken kendi kendine söyleniyordu.
- Gene bi karıyı bıçaklamışlar
Merakla gayri ihtiyari soruyorum,
- Nerde, ne karısı?
Öyle derler kadınlara köylüler burada. Anası da olsa bacısı da olsa kadının adı karıdır. Ağaç altında ceviz toplayan, aralarında anasının, bacısının olduğu köylü kadınlara seslenir.
- Karılar! İşiniz bitince şuradaki ağaca geçin.

İbrahim, başını kaldırmadan bana cevap veriyor.
- Aşağıda, köyde. Yedi yerinden bıçaklamış karıyı.
- Neden?
- Seviyormuş işte! Kadın ölmüş kurtulmuş, olan kendine oldu. Şimdi hapislerde çürüyecek.

Ne diyeceğimi bilemedim. Aşkın binbir hâli.


Akşam eve dönünce aklıma geldi bu olay. Eşime döndüm, 
- Seni ben hiç sevmemişsin meğer.
- Nereden çıktı şimdi bu? Diye sorarken merakla baktı gözlerimin içine.
- Söyler misin bana, hiç bıçakladım mı seni? Bırak onu bir fiske vurdum mu sana şimdiye kadar?

Koştu mutfağa, kaptı bıçağı. Bir yandan üstüme yürürken,
- Sen canına mı susadın adam! diyerek bağırıyordu. Canımı kurtarmaya çalışıyordum. Nefes nefese anlattım bir çırpıda olayı. Güldük birlikte hâlimize, bıçaklanan kadını zihnimizden uzaklaştırmaya çalışırken.

******
Öykünün tamamı eşimin bana bıçak çekmesi dahil yaşanmış olaylara dayanmaktadır.

24 Eylül 2019 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #04



Sevgili Taha Akkurt ile Edischar tarafından başlatılan, sevdiğim ve heyecanla takip ettiğim güzel bir etkinlik olan "Ağaç Ev Sohbetleri"nde dördüncü haftaya girmiş bulunuyoruz. Bu hafta boyunca önerdiğim konu üzerinde tartışılmasını uygun bulan arkadaşlarıma bir kez daha teşekkür ederim. 

Pek çoğumuzun bildiği üzere üçüncü hafta Ağaç Ev Sohbetlerinde yaşadığımız yerleri tartışmıştık. Taha Akkurt bu konuya ilişkin görüşlerini paylaşan arkadaşlarımızın listesini arşiv sayfasına aktarmak suretiyle onları kolaylıkla ulaşılabilir hale getirmiş. Bkz "Ağaç Ev Sohbetleri #03".  

Evet bu hafta aslında basit gibi görünen ancak insanın üzerinde epey kafa yorması gereken bir konuyu tartışıyoruz. Soru şu:


Özgür olduğunuzu düşünüyor musunuz? Özgürlük sizin için ne anlam ifade ediyor? Size göre özgür olmanın sınırı nedir?

Öylesine tartışmalı bir sözcüktür ki "özgürlük", onun üstüne ne yazarsak yazalım geride yazmadığımız bir şeyler kalacaktır mutlaka. Sözlük anlamı; "herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbesti" şeklinde açıklanmakta. Bir çok filozof, düşünür, yazar çizer takımının merakını cezbeden bu konu üzerinde heprkes ayrı ayrı ahkam kesmiş. Fazla derine dalmadan sığ sularda dolaşalım biz de biraz. 

Özgür olduğumu düşünmüyorum. Aklı başında hiçbir insan evladının özgür olduğunu düşünmediğim gibi. Ne her düşündüğümü söyleyebilirim ne de her istediğimi yapabilirim. İyice delirmesi lazım insanın, her istediğini yapabilmesi için. Olaylara bizlerden tamamen farklı pencerelerden bakan bir delinin her düşündüğünü söyleme hakkı vardır ancak. O halde özgürlük, toplum ve yasaların delilere vermiş olduğu bir ayrıcalıktır dersek yanlış olmaz. 

İki önemli davranış biçimi özgürlüğümü kısıtlar. İlki düşündüklerimi söyleyebilme ve yazma konusunda karşılaştığım engellerdir. Fikir ya da düşünce suçu diye anılan eylemlerdir bunlar. Başkasıyla paylaşmadıktan sonra düşünmeye kimse engel koyamaz aslında. Sorun, düşüncelerin söylenerek ya da yazılarak toplumla paylaşılmasıdır. Tarih boyunca bu sorunu yok sayanların uğradığı zulüm, diğerlerine göz dağı vermiş olmasına rağmen cesur özgürlük savaşçıları her türlü cezayı hatta ölümü göze alıp fikirleriyle toplumun gözlerini açmaya çalışmış, düşüncelerini yaymış ne yazıktır ki bütün bunların karşılığında büyük bedeller ödemişlerdir. Ben onlar kadar cesur olmadığımı kabul etmek zorundayım.     


İkincisi ise istediğim tarzda davranmaya ilişkin karşılaştığım engellerdir. Malûmunuz olduğu üzere din, sadece bir inanç sistemi değil, her bakımdan bir yaşama biçimidir. Öyle söylendiği gibi bireysel değildir, toplumun her kesimini etkisi altına alıp insanları kendi kurallarına uydurmaya  çalışır. Örneğin muhafazar bir bölgede Konya'da, Erzurum'da ramazanda bırakın içki içmeyi, yemek yerseniz bile hayatınız tehlikede demektir. Bu saygıdan öte bir dayatma, özgürlüğün kısıtlanmasıdır. Yaşam tarzı, giyim kuşam konusunda da ciddi kısıtlamalar söz konusu elbette. Ataerkil anlayışın hüküm sürdüğü ülkemizde kadınlarımızın sık sık maruz kaldıkları ve sonucu cinayetlere kadar varan olayların ana sebebi özgürlüklerin kısıtlanması değil midir? Yöneticileri izledikleri haksız ve yanlış politikalar nedeniyle farklı biçimlerde protesto etmek özgürlükse eğer, bunu ne kadar başarabiliyoruz?

Ayrıca aile, arkadaşlık ve genel anlamda toplumsal ilişkilerde de özgür değiliz. İşin bu yönü belli bir ölçüde gönüllü ya da zorunlu olarak yaptığımız eylem ve fedakârlıklardır. Örneğin ailede her bireyin her zaman istediği TV kanalını seyretme özgürlüğü yoktur değil mi?. Evi geçindirme yükü üzerine kalmış bir kişi, günün belli saatlerinde işverene kiralamıştır özgürlüğünü. Evinde evcil hayvan besleyen bir kişi, komşusu rahatsız oluyor diye istediğini yapamaz özgürce.

Diğer taraftan özgürlük, sınırsız olarak istediklerimizi yapma hali de değildir. Benim anlayışıma göre en güzel tanım şudur:
"İnsanın özgürlüğü; istediği her şeyi yapabilmesi değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasıdır." 

Bu yüzden devlet memuru olmadım. Özel sektörde yıllarca çalıştım, kimse bana istemediğim bir şeyi yaptıramadı, gerektiğinde arkamı döndüm başka iş buldum kendime. Özel sektörde kişi, kendini geliştirip işinde yeri doldurulamayacak bir seviyeye geldiği zaman ona istemediği hiçbir şeyi yaptıramaz hiç kimse.

Özgür olmanın sınırı başkasının özgürlüğünün başladığı yerdir derler klasik bir söylemle. Fakat pratikte sorunlu bir tespittir. Zira çoğu yerde bu durum kesişir, birbirinin içine girer ve sonu iyi bitmez. Bence adalet ve eşitlik ilkesine uygun olarak çıkarılmış yasalarla bireysel özgürlüğün sınırı çizilmelidir. Bunun dışında olabildiğince özgür olmalı insan. Eyleme dönüşmeyen her fikir ve düşünce özgürce yazılmalı, çizilmeli ve söylenmeli. İnsanlar yasal bir partinin mensuplarına terörist demedikleri için teröre destek verdikleri iddiasıyla haksız yere terör yanlısı olarak suçlanmamalı örneğin. Ne dediklerinden ne de demediklerinden, ne yazdıklarından ne de yazmadıklarından dolayı zuĺüm görmemeli insanlar. Bu icraatleri yasalarda suç olarak bulunmamalı. Sanatçı özgürce sanatını icra edebilmeli, topluma rehber olmalı aydınlar.

Özgür olmanın sınırı insan olmaktır. Ben hızlı araba kullanıyorum, bu benim özgürlüğüm diyemez insan olan. Çünkü kimsenin özgürlüğü başkalarının canına malına zarar getirmemeli. Özgür olmanın sınırı işte tam da burada yatıyor kanımca.

20 Eylül 2019 Cuma

SANAT

Kusursuz iletişimin imkânsızlığına inanırım. Düşündüklerimi, düşlerimi söze ya da sözcüklere dökmek illâ ki bir şeyler bırakır arkada. Ya onların dinleyicileri, okurları. Onlar da istedikleri kadarını alırlar kendilerine...

İşte sanatın gücü burada, gerçek dünyadan bağımsız, düşler alemidir sanat.

"Gerçeği bütünüyle sanat yapıtlarına aktarmak olanaksız olduğu kadar gereksiz ve sanatın aleyhine işleyen boşuna bir çabadır." 

Mavi Harfler Atölyesi
Hülya SOYŞEKERCİ