KATEGORİLER

31 Ekim 2019 Perşembe

DÜALİTERYEN AŞK


Kâinat zıtlıklar üzerine kurulmuş. Hiçbir şeyin anlamı kalmaz zıddı olmasa. Kötüler olmasa iyilerin hükmü yok. Karanlıktır bize aydınlığı anlatan. Çirkindir güzeli güzel yapan.

Sen sıcağı seversin ben soğuğu. Sen çayı seversin ben kahveyi. Sabahın ilk saatleri güzeldir senin için, benim için güzel olan gecenin karanlığı.

Sen mükemmeli ararsın, bana göre boşuna zaman kaybı. Ben sakinliği, yalnızlığı severim, senin için nerede hareket orada bereket.

Sen denizi, güneşin altında bronzlaşmayı seversin, ben gölgede denizi karşıma alıp içkimi yudumlamayı. Ben gecenin bir yarısında bir şeyler atıştırmayı, sen sabahları birlikte kahvaltı etmeyi.

Benim sakinliğim, senin aceleciliğin. Senin titizliğin, benim dağınıklığım. 

Zıt kutuplar çeker derler birbirini. Bütün bu tezatlar silsilesi mi bizi birbirimize bağlayan, dengemizi sağlayan? Her ne kadar kutuplarımız farklı olsa da çok seviyorum seni.

30 Ekim 2019 Çarşamba

ANLAT BAKALIM - MİM


Anlat Bakalım Mimini başlatan Sessiz Gemi, Bahçada Yeşil Çınar isimli ilk bölümü yazdıktan sonra ikinci bölümü Sade ve Derin - Masal, üçüncü bölümü Kuyruksuz Kedi Manxcat - Yabancı, dördüncü bölümü Ebrar - Felsefe Taşı, beşinci bölümü Ebemkuşağı - Kendini Aramak ve altıncı bölümü Fatoş- Mor Yaratık isimli bölümlerle devam ettirdi. Yedinci bölümü, Cadının Öfkesi bölüm başlığı adında ben yazdım. Benden sonraki bölümü yazması için Sevdiğim Günlük'ü mimliyorum. Emeği geçen ve okumaya zaman ayıranlara teşekkür ediyorum. 
Cadının Öfkesi

Mor yaratığın gösterdiği bölge karanlıktı, bir şey göremedi Masal. Hafiften bir ürperti yayılmaya başladı bedenine.

Kayanın içine oyulmuş yirmi metrelik dar bir tünel mağaranın dışarıyla olan bağlantısını sağlıyordu. Cadının bulunduğu geniş mağarayı Masal'ın görmesine izin vermeyen Yabancı, dün henüz tünelin içindeyken kolundan tutup onu dışarı çıkarmıştı. Sağa sola serpiştirilmiş onlarca mumun loş ışığı altında etrafına şaşkın gözlerle baktı Masal. Cadının çalışma atölyesi olarak kullandığı mağarada bir büyücü için gerekebilecek her şey vardı. Bir köşede eski bir masa ve arkalığı çatlamış ahşap sandalye, yan raflara dizilmiş renkli iksir kavanozları, sihir sopaları, şamdanlar, cadı süpürgesi, oymalı bir asa, bir kaç tane siyah cadı şapkası, yüksek bir askının kollarında tünemiş, kıpırdamaksızın iri gözleriyle etrafı gözetleyen bir baykuş, yukarıdan aşağı doğru sarkan örümcek ağları arasında durmadan yer değiştiren kocaman kara bir örümcek, korlaşmış odun ateşi üzerindeki üçgen sehpaya oturtulmuş isli bir kazan...

Transa geçmiş halde ağzından anlamsız kelimeler dökülen cadı, kazanı karıştırmaya devam ediyor, yanındakilere hiç aldırmıyordu. Merakını yenemeyip büyük bir cesaretle girdiği mağarada sadece cadıyı görmeyi hayal eden Masal, mor yaratığın uzun parmaklarını omzunda hissettiği andan itibaren yasaklı bölgeye geldiğine çoktan pişman olmuştu. Korku bütün bedenini sarmıştı. Titreyen eliyle masanın üzerindeki çift mumlu şamdanı alıp mor yaratığın işaret ettiği köşeye doğru yaklaştı. 

Mum ışığı, mağara duvarına sırtını dayamış halde oturan cesedi aydınlatınca bunun Simyacı'ya ait olduğundan emin oldu Masal. Mor yaratığın sözleri aklına geldi. Hemen dönüp masanın üzerindeki kara kitabın kapağını kapatmasıyla birlikte mor yaratık korkunç sesler çıkarıp bağırmaya başladı. "Yapmaaa". Kısa süre sonra mağara duvarlarında yankılanan sesler uzaklaşmış, mor yaratık gözden kaybolmuştı. Mor yaratığın gidişiyle birlikte yerdeki simyacının cansız bedeni hareketlenmeye başladı. Hemen ayağa kalkıp eliyle üzerinde biriken tozları silkeledi.  

"Burasının senin için tehlikeli bir yer olduğunu söylemiştim küçük kız ama sen beni dinlemedin." dedi yabancı. Masal, simyacının yaşama dönmesine çok sevinmişti. Mahçup, ürkek ve titrek bir sesle konuşmaya çalıştı. "Ama, ama kuşlarla konuşabilme sihrini istiyorum ben." 

Mor yaratığın kaybolmasıyla kendine gelen cadı öfkeyle kara kazanı karıştırmayı bırakıp korkunç bir çığlık atarken baykuş kanatlarını çırptı. "Bana buraya kendini aramaya geldiğini söylemiştin. Beni kandırdın küçük kız, şimdi bana yalan söylemenin bedelini fena ödeyeceksin." 

Simyacı sesini çıkarmaksızın olan biteni izlerken küçük kızı cadının elinden kurtarabilmenin yollarını düşünüyor, aklına bir çözüm gelmiyordu. Masal, az önce ağzından kaçırdığı mağaraya geliş sebebinden sonra cadının kendisine nasıl bir ceza vereceğini tahmin etmişti. Eğer aklına gelen olur da başına gelirse ailesine bu durumu nasıl izah edeceğini düşünüyordu. Masanın yanına gelen cadının kara kitabın kapağını açmasıyla birlikte pembe mavi renklerin karıştığı sis bulutları yükseldi. Mumların bütün ışıkları birden sönüp tekrar yandı. Simyacı Masal'a baktı, gördüğüne inanamadı.  

28 Ekim 2019 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #09

Ağaç Ev Sohbetlerinde Deep (Sade ve Derin), Edischar ve Taha Akkurt'un mazeretleri sebebiyle moderatörlüğe devam ediyor. Bu kez soruları İrem Can ile birlikte hazırlamışlar. 9. Haftanın konusu şöyle:

Rüya görüyor musunuz? Görüyorsanız, ne tür rüyalar görürsünüz? Rüyalarınızı hatırlıyor musunuz? Sürekli olarak 
gördüğünüz rüyalar var mı?

Bu sorular ne yazık ki ölü doğdu benim için. Ağaç Ev Sohbetleri çok sevdiğim bir etkinlik olduğu için ara vermek istemedim. Rüya görüyor muyum sorusuna cevabım hayır olunca devamında gelen diğer sorular da anlamsız kalıyor.

Esasen her insan rüya görür, hatta her uykuya dalışında birden fazladır gördüğü rüyalar. Ancak bunların çok çok azı akılda kalır, diğerleri uyanınca hatırlanmaz. Kendimi bildim bileli hatırladığım rüya sayısı yok denecek kadar azdır. Geceleri uykum gelene kadar kalkıp yatağa gitmem. Uykumun gelmemekte ısrarcı olduğu, sabaha kadar gözümü kırpmadığım geceler son derece olağandır benim için. Ay, uykumu alamadım, günüm mahvolacak diye dert etmem bu durumu. Uykum geldiğindeyse henüz başım yastığa ermeden derin bir uykuya dalarım. Birkaç saat sonra sabah olup kalktığımda uykudayken ne haltlar karıştırdığıma dair hiçbir şey kalmaz aklımda. 

Gördüğüm rüyayı hatırlayamamak bir sağlık sorunu ya da bir eksiklik mi bilmiyorum. Aslında umursadığım bir konu da değil bu. İşin gerçeği uykuda geçen zamanıma da acırım. Her ne kadar boşa harcanan bir zaman olarak görsem de uykuyu, o gelip kapıyı çaldığında tatlılığına boyun eğip teslim ederim kendimi. 

MERDİVEN

27 Ekim 2019. Güneşli, güzel bir gün. Havanın güzelliği değil günümüzü özel yapan. Bu özel günde bir şeyler yazmak istedim. Duygularımı ifade etmekte zorlanıyorum. Neler hissettiğimi bilmiyorum ki bugüne not düşeyim. Tek kelimeyle izah etmek gerekirse "boşluk".

Bugün oğlumuzu dünya evine gönderdik. Onun hayatı boyunca vereceği belki de en önemli karar, bir dönüm noktası. Yeni neslin gençleri gibi düğün dernek istemediler. Sabahın erken saatlerinden itibaren eşim bir yandan ben bir yandan üzerimize düşen sorumlulukların peşine düştük. Saatlerce süren kuaför faslı devam ederken ben gelin arabasının süslenmesi işini üstlenmiştim. Diğer işler, telefon trafiği, gelin alma merasimi için bandocularla yapılan görüşmeler, uzaktan gelen misafirler, koşturmacalar... Her şey tıkır tıkır giderken beş dakika önce kuaförde işlerin bitmesi ya da nikâhtan sonra evde ağırlanacak misafirler için özel olarak hazırlanan siparişlerde beş dakikalık gecikmenin verdiği ufak tefek karışıklıklar dışında her hangi bir terslik yaşanmadan gecenin geç saatlerine dek süren hareketlilik...

Genç çifti izledim gün boyunca. Heyecanları görülmeye değerdi. Daha önce aynı duyguları yaşadığım için çok iyi anlıyordum onları. Göz açıp kapayıncaya kadar geçti günümüz. Nikâhtan sonra Urla'da dış mekân fotoğraf çekimleri yapılırken eşimle misafirlerimizi ağırlamaya başladık. Evimizin onca kişiyi ağırlama kapasitesi şaşırttı beni. Eğer bu ev en fazla kaç kişiyi ağırlayabilir diye iddiaya girmiş olsaydım kesin kaybederdim. Bizi bu özel günde yalnız bırakmayan, özellikle uzak yerlerden kalkıp gelen dostlarımızla evimiz şenlendi. Eşim tatlısından tuzlusuna bir sürü ikramlık hazırladığı sırada nikâha beş kala tutulup kalmış, neyse ki, bir iğne ayağa kalkabilmişti. Bu badireyi atlattıktan sonra alnımızın akı ile bugünü de kazasız belasız atlattığımızı düşündüm. 

Bir baba olarak tek arzum sağlıklı ve mutlu bir hayat sürmeleri, birbirlerine olan sevgi ve saygılarının hiç eksilmemesi. Şans onların yaşamları boyunca hep yanlarında olsun. Hani çift taraflı boyacı merdivenleri olur ya, çocuklarımız yukarı doğru bir basamak tırmanırken anne ve baba olarak bizler merdivenin karşı tarafında, bir basamak aşağı indiğimizi düşündüm. Kısaca mutluluk ve hüzün karışımı bir duygunun esiriyim şu sıralar..

25 Ekim 2019 Cuma

ARTIK BİR ŞEYLER YAPMAK LAZIM

Bazen bir takvim yaprağı düştüğünü hissederim hayatımdan,
Bazen bugünü de kurtardım derim kazasız belasız,
Gün gelir su gibi geçer, farkında bile olmadan gelir sonu
Hangi günüm daha iyi diye sorsan, derim hiçbirisi 
Deli dolu geçirmek lazım günü, artık bir şeyler yapmak lazım.


DIMITRI

Perdenin aralığından yüzüne vuran keskin bir ışık huzmesi gözlerini kamaştırdı. Güneşin yerine Kerimov'a kızmak daha akıllıca geldi. Devasa yatağında başını kaldırmadan kapıya doğru dönüp hiddetle bağırdı.
- Kerimooovvv. Allahın cezası, güneşliği niye iyice kapatmadın!
Çocuk yaşından beri evin demirbaşı olmuş, her daim takım elbise giyen, boynu kravatlı, titiz, sakin, konuşmaktan pek hoşlanmayan, vazifelerini gayet iyi bilen, elli yaşlarında uşak Kerimov, sesi duyar duymaz odanın kapısında belirip Dimitri'nin önünde el pençe divan durdu.

- Çok affedersiniz  efendim. Neredeyse öğlen oldu, kalkmanıza yardımcı olmamı ister miydiniz?
Dimitri, yattığı yerden kollarını arkaya doğru uzatıp uzun uzadıya gerindi. Göz kapaklarını kaldırmakta zorlanırken bir yandan da söyleniyordu.
-  Rahat bir uyku çekemeyecek miyim ben? Yeni bir gün, yeni dertler. Ne güzel uyuyordum, hep senin yüzünden Kerimov.

İri cüsseli bir yapısı vardı Dimitri'nin. İki gün önce kendisiyle bir türlü yıldızları barışmayan babasını kaybetmişti. Çok sevilen ve sayılan biri olan babasının cenaze merasimine yüzlerce kişi katılmış, onca saat Dimitri'yi ayakta bekletirken ona taziyelerini sunmuşlardı. Bu yorgunluk belli ki de ilk kez ona ağır gelmemişti. Bunun birinci nedeni babasının dırdırlarından kurtulmuş olması, diğer bir nedeni ise büyük bir servete tek başına konmasıydı. Şimdi karışanı, görüşeni yoktu artık. Her sabah kendisini çalışmaya zorlayan babasının bitmez tükenmez şikayetleri geride kalmıştı. 
Eliyle yaklaşmasını işaret etti. 
- Al şu pikeyi üzerimden rezil herif!
Kerimov tepki vermeden derhal denileni yaptı. 
- Ne duruyorsun orada öyle. Kalkmama yardım etsene.
Kerimov kah kollarından çekerek, kah arkasından iterek Dimitri'yi yatağın kenarına oturtmayı başardı. 
- Akşam içkiyi kaçırdım sanırım, içim yanıyor. Ne bakıyorsun öyle suyumu versene.
Yatağın baş ucundaki komodinin üzerindeki içi su dolu bardağı eline tutuşturmaya çalıştı Kerimov.
- Bırak şu elimi. Görmüyor musun, yorgunluktan mecalim yok. 
Kerimov bardağı Dimitri'nin ağzına dayayıp suyunu içirmeye çalıştı.
- Yeter, kes şunu. Midemi suyla dolduruyorsun.
Uşak elindeki peçeteyle Dimitri'nin ağzını kurulayıp geri çekildi.
- Anlat bakalım Kerimov, bugünün programında ne var?
- Efendim, bugün kiraları topladıktan sonra bankaya uğrayacaksınız. Daha sonra şehir kulübündeki davete katılabilirsiniz ya da tiyatroda yeni temsil edilen oyunu izleyebilirsiniz.
Dimitri derin bir püff çekti. 
- Yaşamak ne kadar zor. İşler, yaşamaktan daha zor. 
- Kerimov, niye kiracılar bankaya kendileri yatırmıyorlar paraları?
- Efendim, babanız her zaman bizzat kendisi toplardı kiraları, daha sonra kendisi yatırırdı bankaya. Kiracıya bırakırsanız bu işleri kimse günü gününe yatırmaz derdi ruhu şad olsun.
- Ne zor işler bunlar dedi Dimitri. İyisi mi ben vekalet vereyim sana bu zor işi sen yap benim yerime.
Kerimov sessizliğini korudu. 
- Duymadın mı be adam, bundan sonra bu iş senin, anladın mı?
- Emredersiniz efendim. Yalnız notere gidip bana vekalet vermeniz gerekecek bunu yapabilmem için.
- Ben mi gideceğim notere. Niye gidecekmişim onca işin arasında. Telefon et noter gelsin buraya, parasıyla değil mi, ne evrak gerekirse burada imzalarım. Umarım tek imza yeterli olur, bir sürü imza ile uğraşmak istemem. Neyse, sen git şimdi bana su getir, yüzümü yıka, sakallarımı düzelt, daha sonra kıyafetlerimi giydirirsin. Tanrım görüyorsun, ne kadar çok iş var sırtımda. 

Kerimov, odadan çıkıp büyükçe bir metal leğen, bir ibrik, bir makas ve bir havluyla geri döndü. Komodinin yanındaki ahşap masayı yatağın kenarına çekip leğeni üzerine oturttu. Leğenin içine doğru çekti başını Dimitri'nin. İbrikten aldığı suyla yüzünü yıkadıktan sonra havluyla kuruladı ve onu geriye, eski konumuna getirdikten sonra havluyu boynuna doladı, Sakallarını düzeltmeye başladı. Bu esnada Dimitri durmaksızın homurdanıyordu.
- Ne işe yarar bu sakallar sanki. Kesmek ayrı dert, uzatmak ayrı dert. Hadi elini çabuk tut, dünya kadar işim var. Noter gelecek az sonra imzalar, imzalar... Kerimov söyler misin, sence hangisi daha az yorucu? Kulüpteki davet mi yoksa tiyatroda oyunu izlemek mi?
Bu sorulara alışkın olan uşak, her zaman aynı cevabı veriyor, daha sonra Dimitri'yi kızdırmamak için fikrini söylemek zorunda kalıyordu.
- Siz bilirsiniz efendim. 
Kısa bir sessizlikten sonra Dimitri'nin şimşek bakışlarını üzerinde hissedip devam etti Kerimov.
- Eğer tiyatroya gidecek olursanız önce yemek yemek zorunda kalırsınız. Ama kulübe giderseniz davet yemekli olduğu için ayrıca yemek zahmetinden kurtulmuş olursunuz, efendim. 
Dimitri neşeyle ellerini çırptı. 
- Yaşşa be Kerimov. Bak ben bunu hiç düşünmemiştim. O zaman akşam kulübe gideyim bari. Madem ki daha az yorucu. Akşam yemek saatine kadar bütün işlerimi hallettim sayılır. Şimdiden giyinmeme de gerek kalmadı. Hadi artık beni rahat bırak noter gelene kadar biraz dinleneyim. 

p.s Tuhaftır, mütevazı izleyici kitleme baktığımda hiçbir bağım olmamasına rağmen Türkiye'deki izleyici sayımın 3/4 ünden fazlasının Rusya topraklarında yaşadığını fark ettim. Bu öyküyü de o hiç  tanımadığım sessiz Rus dostlarıma ithaf ediyorum.

23 Ekim 2019 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 08

Sevgili Deep Tone, Ağaç Ev Sohbetlerinin fahri ev sahibesi, nam-ı diğer Sade ve Derin İrem Can'ın sorusuyla açmış gönül kapılarını. Gençler soruya farklı cevaplar verecek, biliyorum. Onların önünde upuzun bir ömür, parlak bir gelecek var. Bana gelince; yapılacaklar listemin sonuna geldim. Şöyle bir düşününce bundan sonra yapılacak fazla bir şey kalmamış görünüyor. Yine de yaşamak güzel. Ama kaybolup gitmek ürkütücü. Hep gıpta etmişimdir dolu geçen ve iz bırakan hayatlara. Bundan sonra tek arzum özellikle akıl ve göz sağlığımı muhafaza ederek okuyup yazabilmek. Bu yüzden sorudan bir öykü çıktı farkında olmadan. İyi de oldu.

İşte Ağaç Ev Sohbetlerinin 8. Hafta sorusu:

Ölmeden önce yapılacak listende neler var?   Ya da sadece bir yıl ömrün kaldığını söyleseler ölmeden önce neler yapardın?



Karşımda Azrail Aleyhisselâmı görür gibi oldum. İyi günündeydi bugün. "Canını almaya geldim, vaden doldu." dedi. Ve arkasından ekledi, "Sadece bu seferlik son istekleri alıyor, bunları yapabilmen için bir defalığına süre uzatımı veriyorum."

Şanslıydım, ölürken bile şans yüzüme gülmüştü. Azrail'e ruhumu teslim etmeden önce bana verilen bu şansı iyi kullanmalıydım.

Karşımda kara pelerini, uzun saplı, keskin ucu parlayan  orağıyla dikilmiş, bekliyordu. O orakla nice kelleleri götürmüş olmalıydı. Bir ürperti sardı içimi.

Yüzü tam seçilmiyordu. Simsiyah bir gölgenin içine gizlenmişti. Ona nasıl hitap edeceğimi bilemedim bir anda. Ne önemi vardı ki zaten bundan sonra. Melek deyince aklıma beyaz kanatları ile sarı saçlı küçük kız çocukları gelirdi aklıma. Azrail onların amcası falan olmalıydı. Ben de Azo Amca desem kızar mıydı ki. Yok, ben melekler taifesinin akrabası değildim. Doğrudan Azo deyivereyim gitsin.

Öyle uyanık davranmalıydım ki taleplerim yorsun onu, bana da zaman kazandırsın. Öleceğim haberini beklemiyordum, kendimi yavaş yavaş alıştırırım bu esnada.

"Azo'cum" dedim, "Sana da en pis görevi vermişler, ama ne yaparsın, takdir'i iĺâhi" Amacım onunla biraz samimiyet kurmaktı. Orağın sapıyla sırtını kaşıdı. Çevreye bir memnuniyetsizlik havası yayıldı. Sanki bir iç çekiş sesiydi duyduğum. 

"Sorma" dedi. Sustu.

Olmayacak bir şeyler istemeliydim.
"Azo'cum, söyler misin, kaç istek hakkım var?"
Azo, "Söyle işte birkaç tane" dedi.

"İyi o zaman aç kulağını dinle bakalım. Birinci isteğim Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olmak."
"Oha!" Kabalığının nedenini tahmin edebiliyordum, Azo'yu köşeye sıkıştırmıştım. Keyfim yerine geliyordu. Azo, karşımda tir tir titremeye başladı. Konuşmakta zorluk çekiyordu.

"Bunun için sana bir ömür daha bağışlasam bile bu mümkün değil." dedi Azo. Bunun benim sorunum olmadığını söyledim. Çaresizlik içinde karşımda eriyordu adeta. Elindeki orağı düşürdü, başı öne eğildi. Yalvararırcasına kemikli çirkin ellerini uzattı bana doğru. Onun bu hali canıma can katmış, sanki rollerimiz değişmişti. Sesimi çıkarmadan onu izliyordum. 

"Ne olur, sen de diğerleri gibi makul isteklerde bulunsan." derken ayakta zor duruyordu. Neredeyse haline acımaya başlamıştım.
"Ne gibi?" diye sordum.
"Ne bileyim, istediğin bir ülkeyi görme fırsatı, istediğin bir konser falan." diye cevapladı Azo.
"Daha dur dedim, bu ilk isteğimdi senden. Onu bile yerine getirmemek için kıvırtmaya başladın. Hem benim öyle görmek istediğim, gitmek istediğim bir yer yok artık. Şimdi sana ikinci isteğimi söyleyeceğim. Başkaca bir talebim de olmayacak zaten. Muhtemelen onu da beceremeyeceksin."

Heyecan içinde ağzımdan çıkacak ikinci talebimi bekliyordu. Yutkundum. 
"Niçin geldim bu dünyaya, paylaş benimle."
Sorularım karşısında donup kalmıştı Azo. Önce önümde diz çöktü, sonra secdeye kapandı. Çaresiz kalındığında bir teslimiyetin sembolüydü secde. Bunu ilk kez yapmadığını biliyordum. Büyük büyük atam Adem babama da secde etmişti bir keresinde. Aslında bu dünyada kafamı kurcalayan pek çok şeyi öğrenmek istiyordum. Meselâ niye Azo, böyle pis bir iş için görevlendirilmişti. Oldu olası kıskanmış olmalıydı Cebrail'i. O, sıradan kulları muhatap almıyordu, Tanrı ile peygamberler arasında iletişimden sorumluydu sadece. Şu İsrafil'e ne demeli? İptidai bir sur borusunu öttürmek için milyonlarca yıl nefes topluyordu sanki.

Yüreğim el vermedi. "Hadi kalk!" dedim buyurgan bir sesle. "Biliyorum, cevabı sende yok sorularımın. Bıliyorum ki sen de bir emir kulusun. Ama belli ki temiz kalbin. Yardım etmek istersin insanlara. Lâkin bilirsin ki gözü açtır, talepleri ulaşılmazdır onların. Sen iyisi mi bozma düzenini. Al canımı sıram gelmişken. Üç günlük ömrüm kalmış olsaydı bile yeni bir şeyler öğrenmek için okur, gezer, zevk almak için yazar, en önemlisi benden geriye bir iz bırakmak isterdim."

Azo yerinde doğruldu ağır ağır. Parlak bir nur halesi kuşattı bedenini. Kapişonlu siyah pelerini yerinde geniş kar beyazı kanatlar hasıl oldu. Yüzündeki karanlık gölge, yerini nurlu bir yüze bıraktı. Sarıldık birbirimize. Yükselmeye başladık birlikte. Yükseldikçe küçüldü gözüme her şey. İnsanlar, şehirler, dağlar, denizler... Dünya bir toplu iğne başı kadar kaldı geride, sonra hiç oldu. O zaman bulduğumu anladım cevabını sorularımın. Hiçliğe bir ziyaretti bu. Hiçbir şey kalmadı geride artık. Hiçliğin yok oluşunda kaldı Nobel ödülüm.