KATEGORİLER

26 Ocak 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 75

Ağaç Ev Sohbetlerinin 75. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizin bu haftaki konusu geleceğe yönelik. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu da yine Sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Haftanın konusu şöyle: 

"Bir gün denemeliyim dediğiniz, merak ettiğiniz ve belki bir gün ben de yaparım diye düşündüğünüz bir şey var mı? Belki bir spor, bir dans, bir çeşit gezi türü, bir yaşam stili, bir yemek, bir araç veya cihaz, belki bir oyun... Yani aklınıza gelebilecek her şey olur. Sadece düşünün bakalım bir gün ben bunu yapmak isterim, yapmalıyım dediğiniz ve size ilginç gelen o şey nedir?"

Genç olsaydım muhtemelen uzun bir liste hazırlardım. Ancak bu yaşlarda çok şey gelmiyor insanın aklına. Bunun sebebi üzerine kafa yormak belki daha da ilginç gelebilir. Belki yapmak istediklerimin çoğunu gerçekleştirdim, belki de zaman istediğim her şeye ulaşmamın mümkün olamayacağını öğretti. Bu yüzden bu vakitten sonra fazla büyük hedeflerim yok sanırım. "Belki bir gün ben de yaparım." cümlesi ana fikir olarak belirlendiğine göre hayalcilikten öte, gelecekte bir gün gerçekleşmesi mümkün olan şeylerden bahsetmemiz gerektiğini düşünüyorum. 

Üniversiteden yeni mezun olduğum yıllarda bir gün mutlaka yapmak istediğim şeylerle bugün düşündüklerim arasında büyük farklar olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde. Meselâ iş yaşamını ele alalım. Ben de pek çok meslektaşım gibi belli bir tecrübeye sahip olduktan sonra kendi işimi kurup zengin olmak isterdim bir zamanlar. Bu hedefimin kendi işimi kurmak kısmını gerçekleştirdim ama ikinci kısmının dışarıdan göründüğü kadar kolay olmadığını anladım. Zengin olmak için iyi bir tahsil, yetenek, çok çalışmak yeterli değilmiş! Ayrıca karakter yapımın da bu işlere uygun olmadığının farkına vardım. Bende olmayan başka şeyler lâzımmış. Yine aynı nedenle devlet memurluğunu tercih etmedim, siyasi ve büyük ticari hedeflerim olmadı. Özetle ülkemi tanıdıkça bu işlerin başka türlü yürüdüğünü ve benim bu işler için biçilmiş kaftan olmadığını anladım.

Uzunca bir dönem meslek sevgisiyle oluşturduğum kariyerim dışında yapmak istediğim şeylerden biri, sahibi olacağım bir restaurant işletmekti. Bu hedefime de ulaştım. Karşıdan gıpta ile bakılan bir işti. Büyük zevk aldım. Ne var ki, hizmet sektöründe çalışacak kalifiye eleman bulmak oldukça zordu. İşini bilenler ahlâk bakımından zayıf, ahlâkı düzgün olanlar ise işten anlamayan kişilerdi. İşler öyle bir hale gelmişti ki, kim çalışan kim işveren birbirinden ayırt etmek hayli zordu. Önce keyif almak niyetiyle başladığımız iş belli bir süre sonra iyice canımızı sıkmaya başladı ve sonunda işletmeyi kapattık. Bizim için bu süreç tatlı bir anı olarak mazide kaldı.

Halen yoğun bir iş hayatından sonra emekliliğin tadını çıkarmaktayım. Bu benim için inanılmaz keyif verici. İster kamu, isterse özel sektöründe olsun, pek çok meslek grubunda karşılaşılması muhtemel değer bilmez insanların sabahtan akşama kadar ağız kokusunu çekmiyor, istediğim saatte yatıp kalkıyor, hayatımı tamamen kendi isteklerime göre yönlendiriyorum. 

Önümüzdeki günler ne gösterir bilemem ama edebiyat, siyaset, felsefe, ekonomi, din, sanat ve kültür konularında sohbet edebileceğim bir çevre edinmek yapmak istediklerim arasında. Fakat bu konuda fazla seçici olduğumun farkındayım. Aklını kullanmayan, fanatik, gündelik kısır tartışmaların arasına sıkışmış, kişisel çıkar peşinde koşan, eğitimsiz kişilerin çoğunlukta olduğu bir dünyada böyle bir ortam bulmanın hayli zor olduğunu düşünüyorum. Yurtiçinde ve yurtdışında yeni yerler gezip görmek, dünyayı daha iyi tanımak istiyorum. Sağlığım elverdiğince bol bol kitap okumak, yazmak ömrümün sonuna dek yapmak istediğim şeyler. 

Elbette pandemi süreci pek çok isteklerimize gem vuruyor. Yılın ikinci yarısında ilk kitabımı çıkartmak, yeni bir dil öğrenmek, mümkün olduğunca tiyatro ve konserlere gitmek diğer hedeflerim arasında.

Umarım herkes yaşamdan beklentilerine tez zamanda kavuşur.

20 Ocak 2021 Çarşamba

GÜZEL YAZMA SANATI # 7

Yazım kuralları konusunda genellikle TDK'yi rehber kabul ederiz ve bir bakımdan mecburuz buna. Aksi halde her kafadan bir ses çıkar, bundan en zararlı çıkan da dilimiz olur. Ne var ki yanlış ve keyfi bazı uygulamalar son derece rahatsız edici. Geçen gün ulusal kanallardan birinde şöyle bir haber alt yazısı gördüm:

"Silâhlı telefon gasbı, kamera kaydı incelenerek çözüldü." 

"Gasbı" sözcüğü kulağıma hiç hoş gelmedi, masaya yatırdım.

TDK'ye göre bu sözcüğün anlamı ve yazılışları şöyle:

Gasp: Bir malı sahibinin izni ve haberi olmadan zorla alma

Gasbetmek: Bir şeyi zorla, izinsiz almak

Bilindiği üzere Türkçe kökenli kelimelerin sonunda b, c, d, g ünsüzleri bulunmaz. Sonu bu harflerle biten yabancı sözcükler de Türkçeye uydurularak p, ç, t, k harfleriyle değiştirilmiş ve bence de doğru bir şey yapılmıştır. Nitekim Arapça kökenli "gasb" sözcüğü de benzer şekilde "gasp" olarak dilimize geçmiştir. Buraya kadar anormal bir durum yok. 

Çok heceli kelimeler ünlüyle başlayan bir ek aldıklarında sonlarında bulunan p, ç, t, k ünsüzleri yumuşayarak b, c, d, ğ'ye dönüşür. Örneğin; kazanç-->kazan-cı, ağaç --> ağa-cı gibi.

Tek heceli kelimelerin sonunda bulunan p, ç, t, k ünsüzleri ise iki ünlü arasında korunur. Örneğin;

göç --> göç-ü, kaç --> kaç-ıncı gibi.

TDK'nin yukarıdaki kuralı gereği;

"Gasp" tek heceli bir sözcük olduğu için doğru olan yazım şekli "gasbı" değil "gaspı" olmalıdır.

Diğer taraftan "gasp etmek" bileşik bir eylemdir. Birleşik eylemlerde ilk sözcük yardımcı bir eylemle birleşirken yeni bir ses doğarsa iki sözcük birlikte yazılır ve doğan ses de eyleme eklenir. Örneğin; affetmek, hissetmek, reddetmek, affolmak gibi. Sözcük bu durumlarda, etmek, olmak, eylemek vb. yardımcı eylemlerle birleşir. Lâkin ses düşmesi ya da ses artması yoksa ayrı yazılır. Örneğin; andiçmek değil, ant içmek, cengetmek değil, cenk etmek gibi.

TV, internet ve gazete, kitap, dergi gibi yayınlarda farklı kullanımlarında sıkça rastlanan "gasp" sözcüğü kafa karıştırmaya devam ederken ben "gaspı" ve "gasp etmek" yazılışlarının doğru olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde TDK, "zapt" sözcüğü cümle içinde, "zaptı" ve "zapt etmek" şeklinde kullanmaktadır.

Mutabakat zaptı, yetki gaspı (TDK'ye göre yetki gasbı) gibi sözler hukukta sık sık kullanılmaktadır.   

Sonuç olarak doğru yazılışlar "gasp --> gaspı, gasp etmek" olması gerekirken TDK tarafından kullanılan "gasp --> gasbı, gasbetmek" yazılışları  bence birer büyük hatadır.

İnternet ve medyada farklı kullanımlara bir bakalım ve işin vahametini görelim: 

"İstanbul Piyalepaşa'da dün gece üç ayrı taksici gasp edildi." - Cumhuriyet gazetesi

"Akar Hotel bu parkın yaklaşık üçte birini zaptetti." Hürriyet gazetesi

"Otomobilde bıçaklanıp gasbedildi." Hürriyet gazetesi

"... mahkemesinin bu yetki gasbı, siyaset kurumunun itibarını zedeleyecek." Hürriyet gazetesi

"Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış..." anayasa.gov.tr

Yeni bir bölümde görüşmek üzere, sevgilerimle

18 Ocak 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 74

Ağaç Ev Sohbetlerinin 74. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizde bu haftanın konusu çocukluk anılarımıza uzanıyor. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi bu haftanın konusunu belirledi. Bizden cevaplandırmamızı istediği sorular ise şöyle: 

Çocukluğunuzda yetişkinlerin veya sizden büyüklerin sizi korkutmak amacıyla veya gerçekten inanarak anlattığı öcü, cadı, hayalet vs hikayeleri var mıydı? Bununla ilgili anılarınızı anlatır mısınız?

Çocukken cadılarla, peri ve hayaletlerle bir ilişkim olduğunu hatırlamıyorum doğrusu. "Çocukluğumun Komşuları" yazı dizimde bahsettiğim Şaver Hanım Teyze'den korkardık sadece. Gerçekten de dış görünüşü korkunçtu. Boyu kısacıktı, derin göz çukurları içine gömülmüş çakır gözleri, sarkık yanaklarıyla şeytan gibi gelirdi gözümüze. Zavallı kadıncağız bakkala gitmek için sokağın başında göründüğünde, mahallenin bütün çocuklarıyla beraber evlerimizin en ücra köşelerine saklanırdık. Bazen boş bulunur, geldiğini fark edemezdik. Kaçmaya fırsat bulamadığımız o talihsiz zamanlarda, annelerimizin arkasına saklanırdık. Annelerimiz kolumuzdan çekiştirerek yüzümüzü açmaya çalışır, yaşlı kadının gönlünü alsınlar diye bizleri sakinleştirmeye çalışır, "Bak, Şaver Teyzen seni çok seviyor, niye korkuyorsun?" derlerdi ama bizler yine bildiğimizi okur, devekuşunun başını kuma gömdüğü gibi annemizin eteklerine sarılır kadının şeytani bakışlarından sakınırdık. Şaver Teyzenin bu durum pek hoşuna gitmezdi tabii. Korkunç ve çirkin yüzünden  emin olduğu halde gafil avlanıp yakalanan biz çocuklara sitemle karışık, ufak yollu çıkışır, "Neden korkuyorsunuz benden, ben annenizden daha güzelim." derdi. Diğer taraftan yeri gelir, annelerin kurtarıcısı olurdu Şaver Hanım Teyze. Yaramazlık yaptığımızda, "Bir daha yap bak, Şaver Teyzeye vereceğim, seni şalvarına sokacak." derler, biz çocukların gözlerini korkuturlardı.

Şaver Teyzeyi bir tarafa koyarsak, bizim ailenin asıl öcüsü, hayaleti, cini, kendi, öz babamdı. Annem ne kadar sessiz, sakin, çocuklarına kol kanat geren, kıllarına zarar gelmesinden ödü kopan biriyse, babam onun tam aksine disiplinli, sert, hatta gaddardı. Akşam saatlerinde diğer çocuklar işten dönen babalarına koşar onları karşılarken biz ters yöne, evimize doğru kaçar saklanırdık dayak yememek için babamızdan. Çocukken top oynadığımda aşırı derecede terlerdim. Babam için affedilmeyen bir durumdu bu! Akşam evdeyken kardeşlerimle birlikte ders kitaplarımızı açar çalışır ya da çalışır görünürdük gözüne. Bu da büyük kabahatti, neden akşama kadar dersimizi bitirmemiştik! Ertesi gün eve geldiğinde elimizde kitap olmazdı. Nasıl olsa bu vakte kadar dersimizi niye yapmadın sorusuna muhatap olmayacaktık. Öyle zannediyorduk. Yanıldığımızı anlamamız fazla sürmemiş, yine cezadan kurtulamamıştık. Bu seferki kabahatimiz boş boş oturup elimize niye bir kitap almadığımızdı. Yani, ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik, babamızın ne zaman neye kızacağı bilinmezdi. Yaşamı sona ermiş bir kişi hakkında konuşmak şimdi bana ağır gelse de, durum buydu. En iyisi ben burada keseyim...      

17 Ocak 2021 Pazar

DİLLER ve KELİMELER MİMİ

Sevgili Berra güzel bir mim hazırlamış. Konu dil olunca katılmamak olmaz!  Hemen sorulara geçeyim:

1) En çok öğrenmek istediğiniz dil hangisi?

En çok derken bir tercih yapmam gerekiyor ama ben birkaç dil arasında seçim yapmakta zorlanıyorum. Bu yüzden İtalyanca, Rumca-Yunanca, İspanyolca diyorum.

2) Hangi yabancı dili konuşabiliyorsunuz?

İngilizce konuşabilirim. Biraz Fransızca bilgim var ama konuşabilecek düzeyde değil.

3) Türkçedeki en sevdiğiniz kelime nedir?

 Yine birkaç tane yazayım; yasemin, yakamoz, çapulcu

4) Herhangi bir yabancı dilde en sevdiğiniz kelime nedir?

Congratulations (İng): tebrikler, pronto (It): hazır (İtalyanlar "alo" yerine "pronto" sözcüğünü kullanırlar), allora (It): İtalyanların ağzından düşürmediği Türkçe karşılığı çok değişik anlamlara gelen kelime. İngilizce karşılıklarını yazarsam daha kolay olacak: well, then, so, come on, so what), bellissimo (It): çok güzel. risotto (It): en sevdiğim İtalyan yemeklerinden biri, mujer (İsp): kadın, por favor (İsp):lütfen ... daha çok var.

5) Hangi yabancı dillerin kulağa çok hoş geldiğini düşünüyorsunuz?

Başta Fransızca olmak üzere sırasıyla İtalyanca, İspanyolca, Yunanca ve Arapça

6) Bu kelime ya da bu kelimenin tam karşılığı bizim dilimizde de olsun isterdim diyebileceğiniz bir kelime var mı?

Var, "douce souffrance", İngilizce karşılığı olan "sweet pain"  biraz anlaşılır gelse de dilimizde tam karşılığını bulamadım. Yok çünkü... Buruk acı falan demeyin bana.

7) Türkçenin en sevdiğin yanı ne?

Ana dilimiz olması, yeni kelime türetmeye imkân veren alt yapıya sahip olması.

8) Latin alfabesi dışında hangi alfabeler hoşunuza gidiyor?

Latin alfabesi dışında bildiğim alfabeler arasında hoşuma giden bir alfabe yok. Bununla birlikte Arap alfabesini okuyabildiğim için diğer alfabelere göre daha yakın geliyor bana. 

Sorular fazla olduğu için kısa cevaplar verdim. Bu mime bütün arkadaşlarımı davet ediyorum. A bientôt!

SON DANS BÖLÜM 7

Masanın üzerinde dağ gibi yığılmış dosyaları karıştırdı. Aradığını bulamayınca telefona sarıldı.

- Kızım bana son gelen teklif dosyasını getir!

Tecrübeli sekreter, alışık olmadığı Kemal Bey'in sert ve tehditkâr ses tonundan rahatsız olsa da, gelen/giden evrakı, ekleriyle birlikte kendi düzenine göre arşivlediği için fazla paniklemedi. Kemal Bey'in yaşadığı gerginliğin farkındaydı. Kızı olacak yaşta değildi, şimdiye kadar hep "Nalan Hanım" diye hitap etmişti kendisine.  Bunun kafaya takılacak bir mevzu olmadığını düşündü, hatta biraz da sevimli bulmuştu "kızım" demesini.

- Peki, efendim, hemen getiriyorum, dedi.

Birkaç dakika içinde beklediği klasörle birlikte küçük bir tepsi içinde, sade Türk kahvesi ve küçük bir bardağın yarısına kadar doldurulmuş soğuk suyu önünde buldu Kemal. Bir iki yudum suyla ağzını çalkalamadığı zaman kahvenin o kendine has saf tadını alamayacağını düşünür, yanında suyu olmadan asla sürmezdi dudağını fincana. Küçük, desenli cam bardaktan yudumladığı suyu ağzında gezdirirken önündeki dosyaların yapraklarını hızla çevirmeye başladı. Ödeme şartları, teknik şartname, fiyat teklifleri, yedek parça listesi, garanti koşulları gibi defalarca incelediği bir sürü detayı son bir kez daha gözden geçirmek istiyordu. İşin içine dalınca dış dünyayla bütün ilişkisini keserdi. Masadaki sabit telefonun sesiyle irkildi. Sekreter Nalan'dı arayan, Yönetim Kurulu Başkanının kendisiyle görüşmek istediğini söylüyordu. "Bağla", dedi. Başkan, âdeti olduğu üzere selamsız girdi konuya.

- Geldi mi senin şu meşhur misafirlerin, Kemal?

Soruda alaycı bir ifade sezdi ama anlamazdan geldi. Yine de saygıda kusur etmemek için, selâm vererek başladı konuşmaya. Biraz da karşısındakini utandırmak için yapmıştı bunu.

- Feridun Bey, merhaba! Gelmek üzereler, uçak rötarlı inmiş havaalanına bu yüzden biraz geciktiler.

- Almanların teklifi çok iyi deyip duruyordun. Umarım bu sefer bağlarsın işi artık. 

- Evet, efendim yalnız... Nasıl söyleyeceğini bilemedi bir anlığına. Finans müdürünü şikâyet etse olmayacak, Almanların yaptığı terbiyesizlikten bahsetse hiç olmayacaktı. Bir terslik olması halinde Feridun Bey'e durumu nasıl açıklayacağını bilmez bir halde kıvranıyordu. 

- Yalnız ne? 

- İstediğimiz fiyata pek yanaşmıyorlar efendim, durum böyle olunca ek bütçe ayırmamız ya da miktarı biraz azaltmamız gerekebilir.

Feridun Bey'in duymak istediği en son şey kendisinden ek bütçe talebinde bulunulmasıydı. O alaycı konuşmasının şekli değişti birden. Sesini yükseltti.

- Ne diyorsun Kemal, biz burada para mı basıyoruz. Sen ön ödemeyi istedikleri fiyatın üzerinden yapmadın mı? Gelen yok, giden çok. Nasıl plân, nasıl bütçe hazırlama bu, anlayamıyorum...

Kemal dilinin ucuna kadar gelen "Hep işe aldırdığın Ümit geri zekâlısının yüzünden" diyemedi. Söyleyecek tek söz bulamazken telefonun öbür ucundan gelen öfkeli sesler makineli tüfeğin mermileri gibi birbiri ardına beyninde patlıyordu. Bir süre sonra telefonun yüzüne kapandığını fark etti. Artık canına tak etmişti. Eline aldığı dosyayı bütün gücüyle masaya vurmasıyla henüz elini sürmediği fincan devrildi, masanın üstündeki evraklar kahveye bulandı. 

- Lânet olsun! Hak ediyor muyum bütün bunları ben, gece gündüz çalışmalarımın karşılığı bu mu yani?

Nefes nefese kalmış, yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. Ümit'i Almanlarla yalnız başına bıraktığı geldi aklına, adamların onu ayakta uyutmaları işten bile değildi. Bu şartlar altında toplantıya girmesi de mevzubahis olamazdı artık. Çıkmıştı bir kere ağzından, sık sık karar değiştiren insanlardan nefret ediyor, asla onlardan biri olmak istemiyordu. Yalnız başına yapmalıydı bütün işleri, hiç kimseye güvenmemesi gerektiğini aksi halde işin kontrolünden çıkacağını düşünüyordu. Ama şu an tek isteği yalnız kalmaktı, masayı temizlemesi için sekreterini bile çağırmamıştı yanına. Çekmeceden bir tomar kağıt peçete çıkarıp üstün körü masaya dökülen kahve birikintilerini toparlamaya çalıştı. Teklif dosyasına sıçrayan birkaç kahverengi lekeyi de temizledikten sonra yeniden belgeleri incelemeye koyuldu. En ince ayrıntısına kadar bütün bilgileri yutmuştu adeta. Ümit onun onda biri kadar zamanını ayırmış mıydı bu dosyalara?

Kapıyı vuran Nalan, içeriden bir ses gelmeyince şansını başka yoldan denemeye karar vermişti. Telefonun sesini duydu bu kez Kemal, önündeki dosyadan gözlerini ayırmaksızın ahizeyi kaldırıp kulağına dayadı. Kadının titreyen sesine kulak verdi.

- Efendim, beklediğiniz misafirler geldi.

Bir şey demeden kapattı telefonu. Odasından çıktı, tuvalete gidip elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı, pek iyi görünmüyordu ama yine de tahmin ettiği kadar kötü değildi. Esther'i düşündü. "Ben de geleyim seninle, belki sana bir faydam olur." demişti. Yardım etmek istiyordu ama ne yapabilirdi ki. Acaba Ümit ne haltlar karıştırıyordu içeride? Kağıt havluyla yüzünü kuruladıktan sonra kravatını düzeltip koridora çıktı. Odasına geçmek için kapının koluna uzandığı sırada başını Nalan'dan tarafa çevirdi.     

- Neredeler? 

- Ümit Bey'in odasındalar, Kemal Bey. 

Ne yapacağını bilmez bir haldeydi, kapısının önünde, elini çenesine dayayıp uzun bir süre düşündü. Nalan'ın kendisini seyrettiğini fark edince hırsla dışarı fırladı. Koridor boyunca hızlı adımlarla Ümit'in odasına doğru yürüdü.  Kapıyı çalmaya gerek duymadan içeri daldı. Bir anda karşısında beliren Kemal'i görünce şaşkınlığını gizleyemedi Ümit. Toplantıya katılmayacağını söyledikten sonra pat diye odaya girmesi hiç hoşuna gitmemişti. Finans Müdürü'nün telaş içinde ayağa fırlaması üzerine misafirler de ne olduğunu anlamamış, fütursuzca odaya dalan adamı şirketin sahibi sanıp hep birlikte ayağa kalkmak zorunda kalmışlardı. 

- Hoş geldiniz Kemal Bey, sizi misafirlerimizle tanıştırayım. Beyefendi German Generator ya da kısa adıyla GGC şirketinden Satış Müdürü Mr. Hans Knudsen ve bu hanımefendi de asistanı Ms. Anna Karsch.

Ümit daha sonra eliyle Kemal’i işaret edip onu misafirlere tanıttı.

- Kemal Bey, şirketimizin Genel Müdürü.

Kırk beş yaşlarında, orta boylu bir adam olan Mr. Knudsen, beyaza kaçan sarı saçları, bıyıksız,  kırmızı suratı ve mavi gözleriyle ırkını inkâr etmiyordu. Yüzüne yapıştırdığı karikatürlere has kurnaz bir gülüşe sahip bu adamın karşısına çıkan herhangi bir insan, canı ne kadar sıkkın olursa olsun, her şeyi unutur, gayr-ı ihtiyari bir gülümsemenin esiri olurdu. Kemal’in yarım saat kadar önce patronundan yediği fırçayı unutmasının sebebi de bu olmalıydı. Hatta Ümit Bey'e bile ilk kez bu kadar sevecen gözlerle bakmıştı. Asistan Anna'nın boyu, Hans’tan en az bir karış daha uzundu, beline kadar sarkan sarı saçları, açık mavi gözleri, aşırı makyajı ve bir karış siyah deri eteğinin altında sergilediği düzgün bacaklarıyla iş kadınından ziyade moda dergilerindeki modelleri andırıyordu. Tanışma ve el sıkışma merasiminden sonra yuvarlak masanın etrafına dizildiler. Görüşü engellememek amacıyla masanın bir yanını boş bırakmışlar, Ümit ve Hans pencere tarafına geçmişti. Karşılarında muhasebe müdürü ve şirketin satıştan sorumlu iki makine mühendisi yerlerini almıştı. Kapı tarafında, Kemal’in hemen yanı başında oturan Anna, karşı duvara indirilen beyaz perdenin üzerine yansıtacağı bilgileri masanın üzerindeki dizüstü bilgisayarında hazırlamakla meşgul olurken, bir yandan da göz ucuyla Kemal’i süzüyordu.

Hafifçe kapıyı tıklatan Nalân, içmek için bir şey isteyip istemediklerini sorunca Ümit Hans'a döndü.

- Madem Türkiye'de bulunuyorsunuz, sunumunuza başlamadan önce sizlere birer orta şekerli Türk kahvesi ikram edelim, dedi. Odadakilerin hepsi bu teklifi memnuniyetle kabul ederken, Kemal sadece bir bardak su istedi. 

Devam edecek



15 Ocak 2021 Cuma

GÜZEL YAZMA SANATI # 6

Bir önceki bölümde verdiğim örnek cümlede yapmış olduğum hatayı gözden kaçırmayarak düzeltmemi sağlayan Mrs. Kedi'ye bir kez daha teşekkür ederek yeni konumuza geçiyorum. Bu bölümde bir arkadaşımızın önerisi üzerine sıklıkla hataya düştüğümüz kesme işareti (') 'ne değinmek istiyorum. Kesme işaretinin özel adlara getirilen eklerden önce kullanıldığını çoğumuz biliyoruz. Ancak kesme işaretinin nerelerde kullanılmayacağı, sanırım biraz daha kafa karıştırıcı. Bu yüzden kesme işaretinin kullanılmaması gereken yerleri ayrı bir başlık altında incelemenin daha uygun olacağını düşündüm.

1. İlk önce, özel adlara getirilen durum, iyelik ve bildirme eklerinde kesme işaretinin kullanıldığı birkaç örnek vereyim.

Türkiye'nin başkenti Ankara'dır.

Kurtuluş Savaşı'nı Atatürk'ün önderliğinde kazandık.

Ülkemizin en tanınmış şairlerinden biri de Nazım Hikmet'tir.

2. Kişi adlarından sonra gelen saygı ve unvan sözlerine getirilen ekler kesme işareti ile ayrılır.

Orhan, Necdet Bey'in tavuğunu yakalamaya çalışıyordu.

Adile Hanım'a güzel bir manto aldı.

3. Kısaltmalara getirilen eklerde kesme işareti kullanılır.

TDK'nın bazı kurallarına aklım hiç ermiyor.

4. Belirli bir tarih bildiren ay ve gün adlarına gelen ekler kesme işaretiyle ayrılır.

Başvurular 30 Aralık'a kadar yapılabilir.

Başvurular 31 Aralık 2021 Cuma'ya kadar yapılacaktır.


NERELERDE KESME İŞARETİ KULLANILMAZ!

1. Sonunda 3. tekil kişi iyelik eki olan özel adın sonuna ayrıca bir iyelik eki geldiğinde kesme işareti kullanılmaz

Çanakkale Zaferi, Kurtuluş Savaşımızın önsözüdür.

2. Kurum, kuruluş, kurul, birleşim, oturum ve iş yeri adlarına gelen ekler kesme işareti ile ayrılmaz. En sık yapılan hatalardan biridir. 

Bu yazıyı yazarken Türk Dil Kurumunun yayınladığı Yeni İmlâ Kılavuzu'ndan faydalandım.

Emekli maaşını T.C Ziraat Bankasından alacağım.

3. Başbakanlık, Rektörlük gibi sözlerin yanına ünlüyle başlayan bir ek geldiğinde kesme işareti kullanılmaz, yumuşak g kullanılır.

Hastane yolunu yapmak, bakanlığın işi mi?    Bakanlık'ın YANLIŞ

Bakan istifa mektubunu başbakanlığa gönderdiğini açıkladı.     Başbakanlık'a YANLIŞ

4. Özel adlara getirilen yapım eki, çokluk ekleri ve bunlardan sonra gelen diğer ekler kesme işaretiyle ayrılmaz.

Ziya Gökalp, Türklüğün Esasları isimli kitabını 1923 yılında yazmıştır.   Türk'lüğün YANLIŞ

Türkçenin lehçeleri geniş bir coğrafyada konuşulmaktadır.       Türkçe'nin YANLIŞ

5. Özel adlar yerine kullanılan "o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz, kendisinden sonra gelen ekler kesme işareti ile ayrılmaz.

Atatürk büyük bir deha, onun yaptığı faydalı işleri saymakla bitmez.  O'nun YANLIŞ

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın.    

BAŞARININ FORMÜLÜ

"Ne için yaşıyoruz?" sorusuna cevap arayan sevgili C., Proje365 adlı blogunun son yazısında "başarı" olgusunu masaya yatırmış ve başarının yaşamımızdaki yerini sorgulamış. Konu fazlasıyla ilgimi çekti. Aslında "Sizce başarı nedir? Kendinizi başarılı buluyor musunuz?" sorularına cevap aramak ve başarıyı tartışmak "Ağaç Ev Sohbetleri" için güzel bir konu başlığı olabilirdi. Fakat C. yazısında insanı derinden düşünmeye sevk eden öyle sorular sormuş, öyle konulara değinmiş ki sonunda sabrıma yenik düşüp sıcağı sıcağına birşeyler karalamak istedim. 

Başarı, yani bir şeyin üstesinden gelme... Biz insanları mutlu eden yollardan biri olsa gerek. Nazım'a mutluluğun resmini yapamayan Abidin, başarının resmini yapabilir miydi acaba? Nedir başarmanın sihirli yolu? Doğuştan gelen yetenek mi, çok çalışmak mı, yoksa her ikisi birden mi?

C. yazısının sonunda başarının oransal dökümünü vermiş: Konuştuğum sanatçı arkadaşlar % 10 yetenek, % 60 çalışma ve % 30 felsefe diyorlar. Felsefe şu anlamda: kendine özgü bir kültür yaratabilmek, kişisellik, sanatçının "imzası"    

Peki, bunların hepsine sahip olan bir insan her zaman başarıyı yakalayabilir mi? Diğer bir deyişle her işin üstesinden gelir mi? Ya da bir işin üstesinden gelebilmek, yani başarmak için yetenek, çalışmak ve felsefe gerekli mi her zaman? 

Başarı deyince aklımıza hep güzel şeyler geliyor değil mi? Başarılı iş adamı, başarılı bilim adamı, başarılı öğrenci... Peki ardında hiç bir ipucu bırakmayan seri katile, azılı bir hırsıza yaptığı işin üstesinden geldiği için "başarılı" dememiz gerekmez mi? Hitler savaşı kaybetmeseydi başarılı bir devlet adamı olarak yer almaz mıydı tarih sayfalarında? 

Gelişmiş ülkelerde, iyi gelir getiren bir işin sahibi olmak, mesleğinde yükselmek, yeni bir buluşa imza atmak başarmanın ölçütü iken geri kalmış bir ülkede nefes alabilmek  dahi başarı değil midir?

Yeteneklerinden habersiz, en ağır koşullarda ölümüne çalışan, nice yaratıcı fikrini ortaya çıkarmak için imkân bulamayan milyonlarca kişi var bu dünyada. Birkaç istisna dışında başarılı addettiğimiz kişiler, neden sadece seçkinlerin arasından çıkıyor? O istisnaların başarısı da büyük bir şansın eseri değil mi?  

Bana göre başarının oransal dökümü: % 1 yetenek, % 6 çalışma, % 3 felsefe ve % 90 şans olabilir ancak. İnsan kendi şansını kendisi mi yaratır? Ben bu görüşe fazla katılmıyorum. Şans ya doğuştan ya da sonradan, tesadüf eseri bulur insanı, sonradan kazanılacak bir beceri değildir.

Hadi buyurun tartışmaya...