Kitabın Adı: Kuşlar Yasına Gider
Yazar: Hasan Ali TOPTAŞ
Sayfa Sayısı: 248
Yayınevi: Everest Yayınları
Yazar: Hasan Ali TOPTAŞ
Sayfa Sayısı: 248
Yayınevi: Everest Yayınları
"Şu an, hemen şimdi bir hayal kursanız bu nasıl bir şey olurdu? Hadi bize bir hayal dünyası, bir ütopya yaratın."
Sadece şu an değil, uzun zamandır kurduğum ve muhtemelen ölene kadar kurmaya devam edeceğim bir hayalim var. Evet, bu bir ütopya, gerçekleşmesi hem insanın elinde hem de imkansız bir hayal, bir ütopya benim için, başkalarının distopya olarak değerlendirmesinde bir mahzur yok elbette. Ne zaman ülkeme dair olumsuz bir haber duysam, bu hayal gelip yapışır yakama.
Ursula K. Leguin'in Mülksüzler adlı bilim kurgu romanında bir gezegen olan Annares Odo'daki hayatı anımsatan fakat ondan tamamen farklı ütopik bir dünya hayali benimkisi. Özetle, bütün kutsal değerlerin ortadan kalktığı, özgürlük ve eşitliğin gerçek manasıyla yerini bulduğu ve insanın değerinin sadece erdem terazisinde tartılıp ona göre kıymet verildiği bir düzen hayal ediyorum.
Kutsal, sadece dinsel bir olgu olmayıp aynı zamanda kötü emellerle topluma dayatılan yüce, yüksek, temiz, derin bir saygı uyandıran veya uyandırması gereken, bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması icap eden bir varlık, bir şey veya bir yer olarak tanımlanmaktadır. Kutsallık bireysel değil toplumsal bir kavramdır. Bu yönüyle bireysel özgürlüğü kısıtlar, eşitliği ortadan kaldırır ve daha da önemlisi şiddetin temel nedenlerinden biridir.
Kutsal olarak nitelendirilen varlık, eşya ve yerlerin her toplumda ve her bireyde aynı karşılığı bulduğu söylenemez. Tanrı, kitap, millet, şehit, toprak, bayrak, baş örtüsü, Atatürk, vatan, Kudüs, anne, namus, aile, şeref aklıma gelen kutsallardan sadece bir bölümü. Kutsallık yüklenen varlıkların hiçbiri her zaman iyidir, iyilik yapar denilemez. İnanç sahipleri hayır ve şerrin Tanrı'dan geldiğine inanırlar. Atatürk'ün kusursuz bir insan olduğunu iddia etmek, fikirlerinden ziyade şahsına kutsiyet vermek, ona karşı yapılan en büyük hatadır.
Kutsal olarak nitelendirilen varlıkları yok saymıyorum. Sadece toplumun bir kısmının diğeri üzerinde baskı unsuru olmaması gerektiğini düşünüyor, öyle bir dünya hayal ediyorum. Birkaç örnek vereyim:
Bugün dünyada yüzlerce din ve her dinin kutsal kabul ettiği yaratıcı ve inanç öğeleri var. Hasbelkader Türkiye'de doğmak çoğunluğun İslam inancına tabii kılınmasına neden olmuş. Bir başkası Yahudiliğin, bir diğeri Hristiyanlığın hüküm sürdüğü topraklarda doğmuş olabilir. Ya da kimisi satanist, ateist, deist olabilir. Herkes kendi tercihini kutsal kabul eder, diğerlerini sapkınlık olarak nitelerse azınlık baskı altında kalır, özgürlüğü kısıtlanır, eşitsizlik hakim olur, hatta şiddet görür. Haçlı seferleri ve inanç değerleri üzerine yapılan bütün savaşların nedeni dinin kutsallarıdır.
Kadının namusu, erkeğin şerefiyle kutsandığı toplumumuzda eşitsizlik, ayrımcılık, baskı ve şiddet almış başını gitmektedir. Cinsiyet farklarına ve cinsel tercihlerine bakılmaksızın bütün insanlar birey olarak aynı haklara sahip olmalıdır.
Vatan, millet uğruna şehadetle kutsanan ana kuzuları ülke yöneticilerinin politik hatalarından dolayı, küresel sermayenin çıkarına canlarını verirken ölüm sessizliğindeyiz. Onların anne babalarının çektiği ıstırap kimsenin umurunda değil. Bu utanmaz yöneticiler, kalkıp bir de "ne mutlu oğlun şehadet makamına erdi, peygambere komşu oldu" derken kendi çocuklarını ateşin yanına yaklaştırmıyorlar.
Bayrağımız namusumuz deyip ona kutsallık yükleyen hainler bayrağın arkasına sığınıp vatan topraklarını menfaatleri uğruna peşkeş çekiyorlar.
Atatürk'ü dilinden düşürmeyen sözde devrimciler düzenin birer parçası oldular.
İşte budur benim hayalim, bütün kutsal değerlerin toplum üzerinde tesis ettiği baskının ortadan kalktığı eşitliğin, özgürlüğün ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünya. İnsanın fıtratı gereği erişilmesi zor bir ütopya. Bana göre hayali bile güzel.
80150
Odasına döndü, güneşliği çekip pencereyi açtı. Önündeki koltuğa boş bir çuval gibi bırakıverdi kendini. Kendisine her zaman dürüst davranan kocasından gizli saklı iş çevirmesi iyiden iyiye canını sıkmaya başlamıştı Esther'in. Kemal'i kaybetmek endişesiyle kendi hafızasından bile silmeye çalıştığı çocukluğunu, geçirdiği önemli ameliyatları, bu ameliyatlara bağlı, üzerine kondurmaya bir türlü gönlünün elvermediği ruhsal problemleri şimdiye kadar saklamayı başarmıştı ama bu durum çok farklıydı. Elin doktoruyla bir olup kocasına tuzak kurduğuna inanamıyordu. Yüzüne ateşler bastı, işler plânlandığı gibi yürümediği takdirde Kemal’i tamamen kaybedeceğini biliyordu. Kendini toplamak için temiz havanın iyi geleceğini düşündü. Ayağa kalktı, başını pencereden dışarı uzatarak derin bir nefes aldı. Serin sabah havası ciğerlerini doldururken büyük bir pişmanlık dalgası kapladı içini. Keşke biraz daha düşünseydim doktoru aramadan önce, diye geçirdi aklından. Kemal'i kazanabilmek için yetersiz kaldığını düşünüyordu. Tek sıkıntısının özgüven eksikliği olduğunu söylemişti doktor ona, ama bunu kabul etmemiş, kocasını sevdiği için her türlü zorluğa sabırla göğüs germek zorunda olduğundan dem vurmuştu. Bunun üzerine lâfı daha fazla uzatmayı gereksiz bulan Cevdet Bey, genç kadını kuşatan asıl problemin sevdiği insanı kaybetmek korkusu olduğundan emin, içinde kalan son ufak şüphe kırıntısını da atmıştı üstünden.
Dış kapının tıkırtı sesinden, Selmin'in alışverişten döndüğünü anladı. Bir an önce hazırlanması gerekiyordu. Pencereyi kapattı, gardıroptan çekip aldığı siyah pantolonuyla beyaz ipek bluzunu geçirdi üzerine. Saçını başına şekil verdikten sonra şarja bıraktığı telefonu alıp salona geçti. Hipnoz tedavisi hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığını düşünüyordu.
- Size bir Türk kahvesi yapmamı ister misiniz Esther Hanım? Az önce tahmisten çektirdim, taze taze...
Yardımcı kadının kahve kokusunu bastıran şefkat dolu sözlerine hayır diyemezdi. Ayrıca kahvenin kendisini sakinleştireceğini düşündü. Gülümseyerek, "lütfen" dedi. Sehpanın yanındaki üçlü koltuğa geçip oturdu, telefona “Hipnoterapi” yazıp arama tuşuna bastı.
Ekranda beliren ilk sayfaya göz gezdirdi. Okuduğu bölümde, hipnozun eski Yunandaki Uyku Tanrısı “Hypnosis” ten geldiğini yazıyordu. Fakat onun gördüğü düşlerin çoğu uyku dışındaydı. Doktoru tarafından önerilen hipnoterapi tedavisinin genellikle travma sonrası stres bozuklukları tedavisinde başarıyla uygulandığı belirtiliyordu. Kulağı telefonda doktordan gelecek haberi beklerken kalp atışları hızlanmıştı. Selmin, hazırladığı kahvenin yanında içi su dolu küçük bir cam bardağını kedi sessizliğinde sehpanın üzerine bıraktı, afiyet olsun bile demeden mutfağa döndü.
***
Önceki akşam tuttuğu takımın maçı kazanması üzerine büyük coşkuya kapılıp çenesi düşen Hasan'ın yanında somurtup durması tedirgin etmişti Selma'yı. Şimdiye kadar asla yalan söylememişti kocasına. Gerginliği yüzüne vurmuş halde, karşısında oturup ona heyecanla bir şeyler anlatıp duran adamı boş gözlerle dinler gözükmeye çalışıyordu. Hasan, onun bu halini görüp sebebini soracak diye ödü patlıyordu bir yandan. Aslında zafer sarhoşu kocasının maçtan başka bir şey düşüneceği yoktu o akşam, fakat yine de başının ağrıdığını bahane ederek erkenden yanından ayrılıp başından aşağı çekmişti yorganı. Yatağın içinde kıvranıp durmuştu geç vakitlere kadar, bir türlü uyku tutmamıştı. Sabahleyin sürünerek kalktığında Hasan'ın evden çıktığını fark etti. Sütü ısıtayım derken ocağın altını kapatmayı unutmuş, taşan süt ocağı batırmıştı. "Yapmamalıydım, bu sorumluluğu üzerime almamalıydım." diye söylendi. Timur, ne mırıldandığını anlamadan meraklı gözlerle baktı annesine. Bazı durumlarda sır saklamanın insanı ne denli müşkül duruma soktuğunu iliklerine kadar hissetmişti Selma.
İçinden bir şeyler kopmuştu, "Senden başka kimim var?" diye sorduğunda Esther. Aldığı sorumluluğun altında eziliyordu. Hipnoz sırasında ya bir problem çıkarsa? Kemal'e, Hasan'a nasıl izah ederdi bu durumu? Tamam, kuruntuya kapıldığını kabul ediyor, hipnozun binlerce kişinin şifa bulduğu bilimsel bir yöntem olduğunu biliyordu. Kalp ve beyin ameliyatlarının bile anesteziye gerek kalmadan, hipnoz yöntemiyle yapılabildiğini duymuştu bir yerlerden. Üstelik konusunda uzman bir doktor tarafından uygulanacaktı tedavi. Ne var ki, Cevdet Bey’in operasyon sırasında yanında bulunmak istemesi, onun hasta yakınlarından yazılı izin almadan imzasını koyup tek başına sorumluk altına girmesi, şüphesiz bu işte bir gariplik olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Diğer taraftan son günlerde Esther’in durumunu hiç beğenmiyordu. Olur olmaz yerde, aniden hayaller görüyor, kısa süre sonra kendine geliyordu. Yabancı biri onun bu hallerini çok zor fark edebilirdi. Sık görüştükleri halde ilk kez Kemal'in doğum günü için toplandıkları o berbat akşam yemeğinde, Esther'in donmuş bir film karesi gibi olduğu yerde çakılıp kalması dikkatini çekmişti. Kocasının bu durumlardan haberinin olmaması normaldi. Zira adam karısı uyurken evden çıkıyor, geç vakitlerde eve döndüğünde onu uyur buluyordu. Daha dün, birlikte doktora giderlerken, son anda frene basmış olmasaydı ciddi bir kazaya sebebiyet verecekti. Kim bilir ne kadar zamandan beri bu durumdaydı. Evde ocağı açık unutabilir ya da sözgelimi balkondan kendini atabilirdi. Kesik kesik bir hipnoz hali yaşıyordu zaten.
Çocukluğunda başından kötü bir olay geçmiş olmalı, diye düşündü. Belki de bu yüzden ne ailesinden ne de çocukluğundan bahsediyordu. Adeta bir sünger çekmişti geçmişine. Esther hakkında bildiği tek şey, aynı zamanda Kemal'le tanışmalarına vesile olan, onun Berlin'deki dil okulunda öğretmenlik yapmasıydı. Bir de doktorun muayenesinde büyük bir ilgiyle yanına koşup seyrine doyamadığı zambak saksısının, küçükken evlerinin ön bahçesindeki beyaz zambak çiçeklerini hatırlattığını söylemişti her nasılsa. Bunun dışında çocukluk yıllarına dair bir soru sorulduğunda, şekilden şekile giriyor, konuyu değiştiriveriyordu hemen. Gördüğü bütün bu kâbusların, hayallerin nedeni çocukluğunda yaşadığı bir şiddet, tecavüz ya da kaynağı meçhul bir travma olabilirdi. Acaba küçük yaşta bir tecavüze mi uğramıştı? Belki de tanığı biri… Demek ki, dedi içinde harekete geçen ses, sadece bizim ülkemizde olmuyormuş böyle şeyler. Eğer durum böyleyse, bu olayı herkesten gizlemesi normal karşılanabilirdi belki. Yok, yok her halükârda biricik arkadaşına yardım etmek zorundaydı. Doğru olanı yaptığına inandırdı kendini. Kendini arkadaşının yerine koydu. Ne yapardı aynı şeyleri yaşamış olsa? Hasan’la paylaşır mıydı başından geçen bu talihsiz olayı?
Arkadaşını düşünmekten kendini alamıyordu bir türlü. Ailesinden biri miydi yoksa o pisliği yapan kişi? Anne ve
babasından hiç bahsetmemesinin bu olayla bir ilgisi var mıydı? Düğününe bile
dayısı dışında hiçbir yakını gelmemişti. O da sadece bir gün kalmış, memleketine dönene kadar ağzını
bile açmamıştı. Bu işin içinde bir iş vardı mutlaka. Kafasındaki soruların ardı
arkası kesilmiyordu Selma’nın. Bu düşünceler beyninde birbiri ardına dizilirken bir yandan Timur'un karnını doyurmaya çalışıyordu. Tam o sırada salondan gelen telefonun sesine kulak verdi. Arayan Esther’di.
Her şeyin yolunda gittiğini, doktorun yarın saat dokuza randevu verdiğini
söyledi.
Kartvizit üzerinde yazılı adresi bulmak taksi sürücüsü için zor olmamıştı. Esther kapıda kendisini bekliyordu. Beş katlı iş merkezinin asansörüne binip ikinci kata çıktılar birlikte. Önlerinde açılan yarı saydam otomatik cam kapıdan içeri girdiler, danışma yazan bankoya yanaştıkları sırada Cevdet Bey yanlarına gelip hararetle karşıladı iki arkadaşı.
- Hoş geldiniz hanımlar, dedi gülümseyerek. Salonun karşı köşesindeki odayı işaret ederken şöyle buyurun, deyip yol
gösterdi. Hem Esther, hem de Selma gergin hallerini gizlemeye çalışarak doktoru
takip ettiler. Genişçe bir odaya soktu onları Doktor.
- Birazdan doktorunuzla tanıştıracağım sizi, gidip ona geldiğinizi haber vereyim, dedi yanlarından ayrılırken. Az sonra danışmada gördükleri sarışın kız yanlarına geldi, okuyup imzalaması için Esther'e bir kağıt uzattı. Köşedeki yuvarlak masayı kullanabileceklerini söyledi, kapıdan çıkarken son anda aklına bir şey gelmişçesine geri döndü.
- İçecek bir şey alır mıydınız efendim, çay, kahve? diye sordu, gülümseyerek.
- Birer çay alalım, zahmet olmazsa, dedi Esther, bakışını kağıttan kaldırırken.
- Peki, nasıl arzu ederseniz, dedi genç kız, sessizce kapıyı çekip gözden kayboldu.
Her operasyon öncesi hastalara imzalatılan türden bir belgeydi
önlerindeki. Esther, merakla kâğıdı eline alıp incelemeye başladı. Selma,
gülerek takıldı arkadaşına,
- İyice oku, büyük bir borç batağının içine sokmasınlar şimdi seni, dedi. Biliyorsun minik minik yazıların içinde ne tuzaklar saklıyorlar. Esther arkadaşını umursamayıp gözlerini önündeki kağıttan ayırmadı. Bir süre sonra sessizliğini bozdu.
- Bu kadarı da olmaz ki dedi, sinirlenerek, Şuna bakar mısın? Tatbik edilen
tedavi sonucunda ortaya çıkabilecek her türlü olumsuzluktan kliniklerini sorumlu
tutamazmışız, diye söylendi.
- Demedim mi ben sana. Ama seni büyük borç içine sokmuyorlarsa, boş ver imzala gitsin dedi, Selma. Bu belgeleri imzalatmadan kıllarını
kıpırdatmaz bu doktorlar. Hadi, getir bir an önce imzalayalım şunu.
Esther, şaşırmıştı. Selma'nın yüzüne dik dik baktı.
- Sen imzalamayacaksın zaten. Benimle birlikte sadece doktor Cevdet Bey imzalayacak. Esther'in yüzündeki yapmacık keder, geri dönüşü olmayan sanal yolculuğa başladığının ilk işareti gibiydi.
- Tamam, tamam dedi, Selma. Sıkma canını, kararını verdin bir kere, neyse bir an önce olsun, bitsin. Umarım faydasını görürsün.
Beyaz önlüklü kadın elindeki tepsiyle kapıyı tıklatıp girdi odaya. İnce belli bardakların içinde dumanı tütmekte olan çayları sehpaya bıraktıktan sonra "Afiyet olsun." deyip
ayrıldı yanlarından.
Esther, bir yandan çayını yudumlarken önündeki
sayfaları teker teker çevirip imzalamaya başladı.
Selma kendini iyice gergin hissediyordu. Heyecanını bastırabilmek için ellerini ovuşturuyor, içine düştüğü bu kaostan bir an önce kurtulmak istiyordu. Beyaz ve gri tonların hakim olduğu odayı incelemeye koyuldu. Beyaz duvarlar, beyaz koltuklar, yuvarlak açık gri bir masanın etrafında sadece oturulacak yeri koyu gri kumaşla kaplanmış beyaz dört sandalye... Karşı duvara bitişik siyah renkli plazma televizyon çift renkli odanın ahengini bozuyordu sadece. Geniş pencereden giren güneş ışınları odayı fazlasıyla aydınlatıyordu. Başını çevirip arkasındaki duvara iple asılı siyah beyaz resme takıldı gözleri. Beyaz fonun üzerinde spiral sarımlı şekiller başını döndürmeye başlayınca bakışını ellerinin arasına aldı.
Az sonra duydukları bir çift tık sesiyle gözlerini kapıya diktiler. Cevdet Bey, beyaz önlüklü, orta yaşlarda, top sakallı ve gözlüklü bir
adamla birlikte girdi içeri.
- Sizleri Prof. Dr. Kenan Soykan Beyle tanıştırmak istiyorum, dedi. Kendisi hipnoterapi konusunda ülkemizin en iyi hekimlerinden biridir.
Devam edecek.
Yazar: Robert Hugh Benson
Çeviren: Buğra Özmüldür
Sayfa Sayısı: 394
Yayınevi: (Arunas) Kirpi Yayıncılık
"Şu anda hayatta olmayan şarkıcılarımız hayatta olsalardı, kimlerin konserlerine gitmek isterdiniz?"
Konserden kasıt, sanatçıların stadyumları ya da kapalı spor salonlarını hıncahınç dolduran kalabalıklara saz çalıp şarkı söylenmesiyse, hayatta olsun ya da olmasın hiçbir konsere gitmeyi düşünmem. Ancak sevdiğim sanatçıları, bar, gazino tarzı daha az sayıdaki insanın bulunduğu yerlerde ya da klasik müziğin sergilendiği konser salonlarında izlemek isterim. Hayatta olmayan sanatçılar arasında aklıma ilk gelen isim Tanju Okan oldu. Bunun dışında ülkemizden konserine gidebileceğim ikinci bir isim bulamadım. Fakat yurt dışından daha fazlasını sayabilirim. Amy Winehouse, Ray Charles, Beatles, Frank Sinatra, hayata dönmeleri durumunda konserlerine gitmek isteyeceğim sanatçılardan bazıları.
Sabahın ilk ışıklarında açtı gözlerini. Kemal’i uyandırmadan usulca kalktığı yatağından ayaklarının ucuna basarak banyoya geçti. Sessizce kapıyı kapattıktan sonra soyunup duşun altına attı kendini. Tepedeki geniş fıskiyeden püsküren sıcak suyun yorgun bedeni üzerinde yaptığı masajın verdiği rehavetle gözkapakları ağırlaştı.
Çisil çisil yağan yağmurun ıslattığı Szentendre İstasyonunda hareket saatini bekleyen treninin penceresinden dışarı bakan Esther, kalabalığın arasında anne ve babasını arıyordu. Onları tam fark ettiği anda, yağmur damlalarının örttüğü cam buğulanarak aralarında görünmez bir sis perdesi oluşturdu. Canhıraş bir halde ceketinin kollarıyla silmeye çalıştığı cam inadına daha kalın bir buğuyla kaplanıyordu. Yalnız başına sürdürdüğü mücadele sırasında elini sert bir cisme çarptı. Yere düşen şampuanın sesiyle açtı gözlerini. Çıkan gürültüden kocasının uyanmış olabileceğini düşündü.
Tedirgin ve şaşkın bir halde bornozuna sarılıp çıktı banyodan. Yatağa baktı, yorgunluğunu üzerinden atamayan Kemal hâlâ uyuklamaya devam ediyordu. Şüphesiz farklı bir gün olacaktı bugün.
Mutfaktan çatal kaşık sesleri geliyordu. Selmin, kahvaltı masasını hazırlıyor olmalıydı. Kocasını uyandırmamak için saç kurutma makinesini alıp beyaz bornozuyla girdi mutfağa. Hanımının bu kadar erken kalkacağını tahmin etmeyen Selmin, onu aniden karşısında görünce eli ayağına dolaştı.
- Günaydın Esther Hanım, kusura bakmayın bu kadar erken kalkacağınızı düşünemedim, dedi
telaşla. Kahvaltınız hazır sayılır, umarım geç kalmamışımdır.
- Günaydın Selmin, dedi, Esther. Ben erkenciyim bugün. Kemal Bey’i rahatsız etmemek için saçlarımı burada kurutayım dedim. Kapının yanındaki prize taktı cihazın fişini.
Esther, saçlarını kuruttuktan sonra kahvaltı masasını hazırlayan
Selmin’e döndü.
- Çay demlendiyse Kemal Bey’e haber vereyim, dedi ama sonra vazgeçti. Yok, bırakalım uyusun alarm çalana kadar, gece yine geç geldi sanırım.
Yatak odasına döndü, kapıyı kapattıktan sonra bornozunu çıkarıp mavi ipek sabahlığını geçirdi üstüne. Uzun bir süre Kemal’i seyretti. İçindeki huzursuzluk gittikçe büyüyor, dalga dalga bütün vücudunu kaplıyordu. Doktor Cevdet Bey'e güvenmişti fakat ona verdiği sözlerin ağırlığı altında ezilmeye başlamıştı. Kemal'in dünyadan habersiz masum, çocuksu yüzüne baktıkça derin bir suçluluk hissetti. Verdiği sözden geri dönmeyi gururuna yedirebilse bir daha asla doktorun kapısını çalmazdı. Kendini tutamayıp uyumakta olan kocasının yanına eğildi, “Günaydın aşkım” diye fısıldayıp bir öpücük kondurdu yanağına. Hafifçe gözlerini aralayan Kemal, sarılıp Esther'i yanına çekti.
- Günaydın sevgilim. Seni çok seviyorum.
Göz göze geldiler. Kemal, kollarının arasına aldığı genç kadını öpmeye başladı. Eşinin kollarından sıyrılan Esther,
- Hadi hayatım işe geç kalmak istemezsin herhalde, Selmin çayı demledi.
Kemal yanındaki komodinin üzerindeki saate baktı.
- Alarmın çalmasına daha on beş dakika var.
- Ama bu sabah seninle karşılıklı oturup şöyle güzel bir kahvaltı etmek istiyor canım, dedi Esther. Usulca ayağa kalkıp kocasına elini uzattı.
Kemal, genç kadının elinden tutup doğruldu, banyoya geçmeden önce karısının dudağına bir öpücük kondurdu.
- Peki hayatım, tıraş olup hemen geliyorum, dedi.
Mutfaktan buram buram kızarmış ekmek kokusu geliyordu. Esther'in sessizce yerine oturduğunu gören Selmin, demliği eline alıp masaya yaklaştı.
- Çayınızı doldurmamı ister misiniz, Esther Hanım? diye sordu.
- Hayır, Kemal Bey’i bekleyeceğim, dedi Esther. Yine de kızarmış ekmeğin ucundan bir parça koparıp ağzına atmaktan alamadı kendini. Selmin’in uzattığı gazetelerin sayfalarını karıştırmaya başladı.
Tıraşını olmuş ve giyinmiş olarak mutfaktan içeri giren Kemal, masadaki yerine otururken Selmin, "günaydın, Kemal Bey" diyerek çay servisine başladı. Kemal hafifçe başını sallamakla yetindi. Elini ekmeğe uzatırken gözleriyle kendisini takip ettiğini fark etti Esther'in. İşini bitiren Selmin, bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sorduktan sonra genç çifti yalnız bıraktı. Eline aldığı bir dilim nar gibi kızarmış ekmek dilimine özenle ince bir tabaka yağ sürmeye koyulan Kemal, kendisini hareketsiz ve tuhaf bir şekilde izleyen Esther'e baktı.
- Biraz gergin görüyorum seni, dedi. Canını sıkan bir şey mi var?
Kemal'in bu ilgisi şaşırtmıştı Esther'i. Aylarca bu anı beklemiş, ona çektiği sıkıntıları anlatmak için fırsat kollamıştı ama artık çok geçti. Dönüşü olmayan bir yola girmişti.
- Hayır, iyiyim ben. Sadece senin durumuna üzülüyorum. Kendini çok yoruyorsun, bu tempoya daha ne kadar dayanabileceksin? Bak aylardan beri ilk kez geçen hafta bir akşam yemeği yedik. Birlikte kahvaltı etmeyeli ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum bile.
- Haklısın, dedi Kemal. Ama ne yapabilirim. Özel sektör böyle işte, insanın suyunu çıkarıyorlar. Bir açık yakalayıp laf etsin diye bahane arıyor zaten Feridun Bey.
Esther, uzun zamandandır eşiyle konuşacak böyle bir zamanı kolluyordu aslında. Yakaladığı ilk fırsatta Kemal'e işini kendisinden çok sevdiğini yüzüne vurmak geçiyordu aklından. Geçen haftaki sürpriz yemeğin tadını kaçırmamak için yine tutmuştu kendini. Bir yandan da kalbini kırmak istemiyordu. Bugüne kadar bir dediğini iki etmeyen kocasının kendisini sevdiğinden yana en küçük bir kuşku dahi yoktu içinde. Ayağa kalktı ve ocağın üzerinde demliği aldı. Çaylarını tazelerken muzipçe gülümsedi.
- İşini seviyorsun ama...
- Sevmek zorundayım tabii, dedi Kemal. Sorumluklarım var benim, üstesinden gelmem gereken bir yığın iş beni bekliyor her gün. Ekip zayıf, onlar hata yaptığında hesap sorulan yine benim. Başarılı olmamın tek yolu yoğun çalışmak, patron bunun için para ödüyor bana.
Esther, aklına gelen şeyleri söylememek için zor tutuyordu kendini. Eşine olan sorumlukları neden aklına gelmiyordu bu adamın? Onun da hesap sorma hakkı yok muydu? Hesap sormak bir yana onu karşısına alıp konuşma imkanı bile bulamamıştı aylardır. İşini olduğu kadar evlendiği kişiyi de sevmek zorunda değil mi insan? Sevgi dediğin aynı zamanda ilgi göstermek değil mi? Bütün bu düşünceleri attı kafasından. Bu vakitten sonra bunları sormanın ne yeri ne de zamanıydı...
- Haklısın hayatım, ama biraz da kendini sevmeyi denesen. Sonunda bir yere dayanıp patlayacak. Hayat akıp gidiyor elimizden. Bunun sonu nereye varacak böyle?
Kemal, çaresizlik içinde acı acı gülümsedi. Dayanabileceği noktaya gelene kadar bu yükü taşımaktan başka bir yol göremiyordu. Başka bir işe girse ne fark edecekti ki. Kolundaki saate baktı ve uçağını kaçıyormuşçasına telaşlandı birden.
- Eyvah geç kaldım. Allah kahretsin! Ağzına aldığı son lokmayla birlikte fırladı yerinden. Bir yandan kendi kendine konuşuyordu. Çalışanlara örnek olmam lazım, yoksa onlara hangi yüzle lâf edebilirim.
Esther, boşuna beklemişti, kocasının “Eee, sen neler yaptın bakalım?” demesini. Kemal, her zaman olduğu gibi yine konuyu dönüp dolaştırıp işine getirmişti.
- Çok yıpratıyorsun kendini, dedi Esther, bir anne şefkatiyle, karşısına geçip yüzünü ellerinin arasına aldı. Tıraşlı yüzünü okşarken biraz da varlığını hissettirmekti amacı.
- Ne yapabilirim sevgilim, her işin zorluğu var, dedi Kemal. Benimki de böyle işte. Bir kez daha saatine baktı. Benim hemen çıkmam lazım, deyip kapıya yöneldi.
Esther'in sevgiyle işine uğurladığı genç adam, kapıdan çıktığı andan itibaren çoktan farklı bir dünyaya atmıştı adımını yeniden. Hayatını adadığı, adına iş dünyası denilen bu alemde ne eşine ne de kendine asla yer yoktu.
Konuşamamanın bir eksiklik olmadığını, eşiyle konuşsa bile hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlamıştı artık Esther. Sabahtan beri zihnini meşgul eden bütün kararsızlıklar, pişmanlıklar bir anda yok oldu. İyi ki doktor Cevdet Bey'e verdiği sözü tutmuş, onun dediklerini yapmaya rıza göstermişti.
Salondaki duvar saatine baktı, dokuzu geçiyordu. Selmin’in
alışveriş için dışarı çıkmasını fırsat bilerek doktorunu aradı. Biraz zorlansa da, arkadaşı Selma’yı kendisine refakat etmesi için ikna edebildiğinin müjdesini verdi. Aldığı bu habere çok sevinen doktor, geriye kalan işleri kendisinin halledebileceğini söyleyerek Esther'i kutladı.
Devam edecek.
Yazar: Veysel Dikmen
Sayfa Sayısı: 155
Yayınevi: Cem Yayınevi