KATEGORİLER

31 Mart 2021 Çarşamba

KUŞLAR YASINA GİDER - HASAN ALİ TOPTAŞ


Kitabın Adı: Kuşlar Yasına Gider

Yazar: Hasan Ali TOPTAŞ

Sayfa Sayısı: 248

Yayınevi: Everest Yayınları

Türü: Roman

Okuduğum üçüncü Hasan Ali Toptaş Romanı. Daha önce okuduğum "Gölgesizler" ve "Bin Hüzünlü Haz" romanlarına kıyasla anlaşılması daha kolay ve herkesin rahatlıkla okuyabileceği sürükleyici bir eser. Yazarın bu romanında da alıştığımız kelime oyunları ve aforizmalar mevcut fakat soyut ve fantastik öğelere nispeten daha az yer vermiş. Romanın olay örgüsü ve kurgusu, kişi ve yer betimlemeleri mükemmel. Beni biraz rahatsız eden tek yönü ise (farklı bir üslûp denemek istemesinden olsa gerek) gereksiz yere bol miktarda zamir kullanması.

"İşte o vakit (ben) afalladım haliyle, gördüklerim hayal değil, bu at resmen kanlı canlı, dedim kendi kendime." Buna benzer cümlelerde gereksiz gördüğüm zamirleri kaldırdığımda kulağıma çok daha hoş bir tat bıraktığını fark ediyorum okurken. 

Eserde çoğuna ilk kez rastladığım, çok sayıda halk ağzından sözcükler kullanılmış: Çokuşmak (üst üste yığılmak, üşüşmek), göynümek (yanacak derecede ısınmak, kumaşın ateş karşısında hafifçe sararması), hembembe sekmek (boş boş gezmek) gibi.   

Hoşuma giden bir husus, olayın geçtiği Ankara'da ve seyahat güzergâhlarında bazı sokakların, kasaba ve köylerin bildiğim yerler olmasıydı. Yazar, adeta hayatını anlatıyor kitabında. Bu kanıya varmamın sebebi kahramanın bir yazar ve onun ailesinin de yazarın memleketi olan Denizli'de yaşıyor olması. Ancak Toptaş, sorulduğunda bunun otobiyografik bir roman olmadığını söylemiş. 

Baba oğul arasındaki ilişkiyi sade ve destansı bir dille anlatıyor yazar romanında. Yıllarca uzun yol şoförlüğü yapan Aziz, trafik kazası sonucunda ayağını kaybeder. Eryaman'da oturan evli ve Ayperi adındaki küçük bir kızı olan kahramanımız, babasının bitmek bilmeyen rahatsızlığı boyunca Ankara-Denizli arasında mekik dokumaktadır. Romanın başkahramanı aynı zamanda anlatıcı konumundaki yazar, babası dışında, annesinin, Denizli'nin Çal ilçesinde yaşayan yakın akrabalarının karakter tasvirlerini ustalıkla aktarıyor okura. Baba sevgisi ve aile bağlarını öne çıkaran kitap, insanı adeta olayların içine çekiyor. Gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir eser. 

"Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır."

"Zaten o yıllarda burnumuzun ucunda gezinen bir mazot kokusuydu babam. kulağımızda çınlayan uzak bir motor sesiydi ve az evvel dediğim gibi, gitti mi gelmek bilmezdi bir türlü."

79600

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 84

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 84. Haftasına girmiş bulunuyoruz.
Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sessiz Gemi/Kavanozdaki Beyin belirledi. Konu hayli mutluluk verici görünüyor, pek çok arkadaşın eğlenceli yazılar yazarak haftalık sohbetimize katılacaklarına inanıyorum. Fakat benim açımdan durum biraz farklı. Öyle sanıyorum ki, yazacaklarım pek keyif verici olmayacak. İfade tarzım bazılarına sarkastik gelebilir. Amacım kimseyi incitmek değil ancak hayallerimi sansürlemek de istemiyorum. İşte bu haftanın konusu:

"Şu an, hemen şimdi bir hayal kursanız bu nasıl bir şey olurdu? Hadi bize bir hayal dünyası, bir ütopya yaratın."  

Sadece şu an değil, uzun zamandır kurduğum ve muhtemelen ölene kadar kurmaya devam edeceğim bir hayalim var. Evet, bu bir ütopya, gerçekleşmesi hem insanın elinde hem de imkansız bir hayal, bir ütopya benim için, başkalarının distopya olarak değerlendirmesinde bir mahzur yok elbette. Ne zaman ülkeme dair olumsuz bir haber duysam, bu hayal gelip yapışır yakama. 

Ursula K. Leguin'in Mülksüzler adlı bilim kurgu romanında bir gezegen olan Annares Odo'daki hayatı anımsatan fakat ondan tamamen farklı ütopik bir dünya hayali benimkisi. Özetle, bütün kutsal değerlerin ortadan kalktığı, özgürlük ve eşitliğin gerçek manasıyla yerini bulduğu ve insanın değerinin sadece erdem terazisinde tartılıp ona göre kıymet verildiği bir düzen hayal ediyorum.

Kutsal, sadece dinsel bir olgu olmayıp aynı zamanda kötü emellerle topluma dayatılan yüce, yüksek, temiz, derin bir saygı uyandıran veya uyandırması gereken, bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması icap eden bir varlık, bir şey veya bir yer olarak tanımlanmaktadır. Kutsallık bireysel  değil toplumsal bir kavramdır. Bu yönüyle bireysel özgürlüğü kısıtlar, eşitliği ortadan kaldırır ve daha da önemlisi şiddetin temel nedenlerinden biridir.  

Kutsal olarak nitelendirilen varlık, eşya ve yerlerin her toplumda ve her bireyde aynı karşılığı bulduğu söylenemez. Tanrı, kitap, millet, şehit, toprak, bayrak, baş örtüsü, Atatürk, vatan, Kudüs, anne, namus, aile, şeref aklıma gelen kutsallardan sadece bir bölümü. Kutsallık yüklenen varlıkların hiçbiri her zaman iyidir, iyilik yapar denilemez. İnanç sahipleri hayır ve şerrin Tanrı'dan geldiğine inanırlar. Atatürk'ün kusursuz bir insan olduğunu iddia etmek, fikirlerinden ziyade şahsına kutsiyet vermek, ona karşı yapılan en büyük hatadır.    

Kutsal olarak nitelendirilen varlıkları yok saymıyorum. Sadece toplumun bir kısmının diğeri üzerinde baskı unsuru olmaması gerektiğini düşünüyor, öyle bir dünya hayal ediyorum. Birkaç örnek vereyim:

Bugün dünyada yüzlerce din ve her dinin kutsal kabul ettiği yaratıcı ve inanç öğeleri var. Hasbelkader Türkiye'de doğmak çoğunluğun İslam inancına tabii kılınmasına neden olmuş. Bir başkası Yahudiliğin, bir diğeri Hristiyanlığın hüküm sürdüğü topraklarda doğmuş olabilir. Ya da kimisi satanist, ateist, deist olabilir. Herkes kendi tercihini kutsal kabul eder, diğerlerini sapkınlık olarak nitelerse azınlık baskı altında kalır, özgürlüğü kısıtlanır, eşitsizlik hakim olur, hatta şiddet görür. Haçlı seferleri ve inanç değerleri üzerine yapılan bütün savaşların nedeni dinin kutsallarıdır.

Kadının namusu, erkeğin şerefiyle kutsandığı toplumumuzda eşitsizlik, ayrımcılık, baskı ve şiddet almış başını gitmektedir. Cinsiyet farklarına ve cinsel tercihlerine bakılmaksızın bütün insanlar birey olarak aynı haklara sahip olmalıdır. 

Vatan, millet uğruna şehadetle kutsanan ana kuzuları ülke yöneticilerinin politik hatalarından dolayı, küresel sermayenin çıkarına canlarını verirken ölüm sessizliğindeyiz. Onların anne babalarının çektiği ıstırap kimsenin umurunda değil. Bu utanmaz yöneticiler, kalkıp bir de "ne mutlu oğlun şehadet makamına erdi, peygambere komşu oldu" derken kendi çocuklarını ateşin yanına yaklaştırmıyorlar.

Bayrağımız namusumuz deyip ona kutsallık yükleyen hainler bayrağın arkasına sığınıp vatan topraklarını menfaatleri uğruna peşkeş çekiyorlar. 

Atatürk'ü dilinden düşürmeyen sözde devrimciler düzenin birer parçası oldular.

İşte budur benim hayalim, bütün kutsal değerlerin toplum üzerinde tesis ettiği baskının ortadan kalktığı eşitliğin, özgürlüğün ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünya. İnsanın fıtratı gereği erişilmesi zor bir ütopya. Bana göre hayali bile güzel.  

80150

28 Mart 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 22

Odasına döndü, güneşliği çekip pencereyi açtı. Önündeki koltuğa boş bir çuval gibi bırakıverdi kendini. Kendisine her zaman dürüst davranan kocasından gizli saklı iş çevirmesi iyiden iyiye canını sıkmaya başlamıştı Esther'in. Kemal'i kaybetmek endişesiyle kendi hafızasından bile silmeye çalıştığı çocukluğunu, geçirdiği önemli ameliyatları, bu ameliyatlara bağlı, üzerine kondurmaya bir türlü gönlünün elvermediği ruhsal problemleri şimdiye kadar saklamayı başarmıştı ama bu durum çok farklıydı. Elin doktoruyla bir olup kocasına tuzak kurduğuna inanamıyordu. Yüzüne ateşler bastı, işler plânlandığı gibi yürümediği takdirde Kemal’i tamamen kaybedeceğini biliyordu. Kendini toplamak için temiz havanın iyi geleceğini düşündü. Ayağa kalktı, başını pencereden dışarı uzatarak derin bir nefes aldı. Serin sabah havası ciğerlerini doldururken büyük bir pişmanlık dalgası kapladı içini. Keşke biraz daha düşünseydim doktoru aramadan önce, diye geçirdi aklından. Kemal'i kazanabilmek için yetersiz kaldığını düşünüyordu. Tek sıkıntısının özgüven eksikliği olduğunu söylemişti doktor ona, ama bunu kabul etmemiş, kocasını sevdiği için her türlü zorluğa sabırla göğüs germek zorunda olduğundan dem vurmuştu.  Bunun üzerine lâfı daha fazla uzatmayı gereksiz bulan Cevdet Bey, genç kadını kuşatan asıl problemin sevdiği insanı kaybetmek korkusu olduğundan emin, içinde kalan son ufak şüphe kırıntısını da atmıştı üstünden. 

Dış kapının tıkırtı sesinden, Selmin'in alışverişten döndüğünü anladı. Bir an önce hazırlanması gerekiyordu. Pencereyi kapattı, gardıroptan çekip aldığı siyah pantolonuyla beyaz ipek bluzunu geçirdi üzerine. Saçını başına şekil verdikten sonra şarja bıraktığı telefonu alıp salona geçti. Hipnoz tedavisi hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığını düşünüyordu. 

- Size bir Türk kahvesi yapmamı ister misiniz Esther Hanım? Az önce tahmisten çektirdim, taze taze...

Yardımcı kadının kahve kokusunu bastıran şefkat dolu sözlerine hayır diyemezdi. Ayrıca kahvenin kendisini sakinleştireceğini düşündü. Gülümseyerek, "lütfen" dedi. Sehpanın yanındaki üçlü koltuğa geçip oturdu, telefona “Hipnoterapi” yazıp arama tuşuna bastı.

Ekranda beliren ilk sayfaya göz gezdirdi. Okuduğu bölümde, hipnozun eski Yunandaki Uyku Tanrısı “Hypnosis” ten geldiğini yazıyordu. Fakat onun gördüğü düşlerin çoğu uyku dışındaydı. Doktoru tarafından önerilen hipnoterapi tedavisinin genellikle travma sonrası stres bozuklukları tedavisinde başarıyla uygulandığı belirtiliyordu. Kulağı telefonda doktordan gelecek haberi beklerken kalp atışları hızlanmıştı. Selmin, hazırladığı kahvenin yanında içi su dolu küçük bir cam bardağını kedi sessizliğinde sehpanın üzerine bıraktı, afiyet olsun bile demeden mutfağa döndü.  

***

Önceki akşam  tuttuğu takımın maçı kazanması üzerine büyük coşkuya kapılıp çenesi düşen Hasan'ın yanında somurtup durması tedirgin etmişti Selma'yı. Şimdiye kadar asla yalan söylememişti kocasına. Gerginliği yüzüne vurmuş halde, karşısında oturup ona heyecanla bir şeyler anlatıp duran adamı boş gözlerle dinler gözükmeye çalışıyordu. Hasan, onun bu halini görüp sebebini soracak diye ödü patlıyordu bir yandan. Aslında zafer sarhoşu kocasının maçtan başka bir şey düşüneceği yoktu o akşam, fakat yine de başının ağrıdığını bahane ederek erkenden yanından ayrılıp başından aşağı çekmişti yorganı. Yatağın içinde kıvranıp durmuştu geç vakitlere kadar, bir türlü uyku tutmamıştı. Sabahleyin sürünerek kalktığında Hasan'ın evden çıktığını fark etti. Sütü ısıtayım derken ocağın altını kapatmayı unutmuş, taşan süt ocağı batırmıştı. "Yapmamalıydım, bu sorumluluğu üzerime almamalıydım." diye söylendi. Timur, ne mırıldandığını anlamadan meraklı gözlerle baktı annesine. Bazı durumlarda sır saklamanın insanı ne denli müşkül duruma soktuğunu iliklerine kadar hissetmişti Selma.

İçinden bir şeyler kopmuştu, "Senden başka kimim var?" diye sorduğunda Esther.  Aldığı sorumluluğun altında eziliyordu. Hipnoz sırasında ya bir problem çıkarsa? Kemal'e, Hasan'a nasıl izah ederdi bu durumu? Tamam, kuruntuya kapıldığını kabul ediyor, hipnozun binlerce kişinin şifa bulduğu bilimsel bir yöntem olduğunu biliyordu. Kalp ve beyin ameliyatlarının bile anesteziye gerek kalmadan, hipnoz yöntemiyle yapılabildiğini duymuştu bir yerlerden. Üstelik konusunda uzman bir doktor tarafından uygulanacaktı tedavi. Ne var ki, Cevdet Bey’in operasyon sırasında yanında bulunmak istemesi, onun hasta yakınlarından yazılı izin almadan imzasını koyup tek başına sorumluk altına girmesi,  şüphesiz bu işte bir gariplik olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Diğer taraftan son günlerde Esther’in durumunu hiç beğenmiyordu. Olur olmaz yerde, aniden hayaller görüyor, kısa süre sonra kendine geliyordu. Yabancı biri onun bu hallerini çok zor fark edebilirdi. Sık görüştükleri halde ilk kez Kemal'in doğum günü için toplandıkları o berbat akşam yemeğinde, Esther'in  donmuş bir film karesi gibi olduğu yerde çakılıp kalması dikkatini çekmişti. Kocasının bu durumlardan haberinin olmaması normaldi. Zira adam karısı uyurken evden çıkıyor, geç vakitlerde eve döndüğünde onu uyur buluyordu. Daha dün, birlikte doktora giderlerken, son anda frene basmış olmasaydı ciddi bir kazaya sebebiyet verecekti. Kim bilir ne kadar zamandan beri bu durumdaydı. Evde ocağı açık unutabilir ya da sözgelimi balkondan kendini atabilirdi. Kesik kesik bir hipnoz hali yaşıyordu zaten.

Çocukluğunda başından kötü bir olay geçmiş olmalı, diye düşündü. Belki de bu yüzden ne ailesinden ne de çocukluğundan bahsediyordu. Adeta bir sünger çekmişti geçmişine. Esther hakkında bildiği tek şey, aynı zamanda Kemal'le tanışmalarına vesile olan, onun Berlin'deki dil okulunda öğretmenlik yapmasıydı. Bir de doktorun muayenesinde büyük bir ilgiyle yanına koşup seyrine doyamadığı zambak saksısının, küçükken evlerinin ön bahçesindeki beyaz zambak çiçeklerini hatırlattığını söylemişti her nasılsa.  Bunun dışında çocukluk yıllarına dair bir soru sorulduğunda, şekilden şekile giriyor, konuyu değiştiriveriyordu hemen. Gördüğü bütün bu kâbusların, hayallerin nedeni çocukluğunda yaşadığı bir şiddet, tecavüz ya da kaynağı meçhul bir travma olabilirdi. Acaba küçük yaşta bir tecavüze mi uğramıştı? Belki de tanığı biri… Demek ki, dedi içinde harekete geçen ses, sadece bizim ülkemizde olmuyormuş böyle şeyler. Eğer durum böyleyse, bu olayı herkesten gizlemesi normal karşılanabilirdi belki. Yok, yok her halükârda biricik arkadaşına yardım etmek zorundaydı. Doğru olanı yaptığına inandırdı kendini. Kendini arkadaşının yerine koydu. Ne yapardı aynı şeyleri yaşamış olsa? Hasan’la paylaşır mıydı başından geçen bu talihsiz olayı?

Arkadaşını düşünmekten kendini alamıyordu bir türlü. Ailesinden biri miydi yoksa o pisliği yapan kişi? Anne ve babasından hiç bahsetmemesinin bu olayla bir ilgisi var mıydı? Düğününe bile dayısı dışında hiçbir yakını gelmemişti. O da sadece bir gün kalmış, memleketine dönene kadar ağzını bile açmamıştı. Bu işin içinde bir iş vardı mutlaka. Kafasındaki soruların ardı arkası kesilmiyordu Selma’nın. Bu düşünceler beyninde birbiri ardına dizilirken bir yandan Timur'un karnını doyurmaya çalışıyordu. Tam o sırada salondan gelen telefonun sesine kulak verdi. Arayan Esther’di. Her şeyin yolunda gittiğini, doktorun yarın saat dokuza randevu verdiğini söyledi.

 ***

Kartvizit üzerinde yazılı adresi bulmak taksi sürücüsü için zor olmamıştı. Esther kapıda kendisini bekliyordu. Beş katlı iş merkezinin asansörüne binip ikinci kata çıktılar birlikte. Önlerinde açılan yarı saydam otomatik cam kapıdan içeri girdiler, danışma yazan bankoya yanaştıkları sırada Cevdet Bey yanlarına gelip hararetle karşıladı iki arkadaşı.

- Hoş geldiniz hanımlar, dedi gülümseyerek. Salonun karşı köşesindeki odayı işaret ederken şöyle buyurun, deyip yol gösterdi. Hem Esther, hem de Selma gergin hallerini gizlemeye çalışarak doktoru takip ettiler. Genişçe bir odaya soktu onları Doktor.

- Birazdan doktorunuzla tanıştıracağım sizi, gidip ona geldiğinizi haber vereyim, dedi yanlarından ayrılırken. Az sonra danışmada gördükleri sarışın kız yanlarına geldi, okuyup imzalaması için Esther'e bir kağıt uzattı. Köşedeki yuvarlak masayı kullanabileceklerini söyledi, kapıdan çıkarken son anda aklına bir şey gelmişçesine geri döndü.

- İçecek bir şey alır mıydınız efendim, çay, kahve? diye sordu, gülümseyerek.

- Birer çay alalım, zahmet olmazsa, dedi Esther, bakışını kağıttan kaldırırken.

- Peki, nasıl arzu ederseniz, dedi genç kız, sessizce kapıyı çekip gözden kayboldu.

Her operasyon öncesi hastalara imzalatılan türden bir belgeydi önlerindeki. Esther, merakla kâğıdı eline alıp incelemeye başladı. Selma, gülerek takıldı arkadaşına,

- İyice oku, büyük bir borç batağının içine sokmasınlar şimdi seni, dedi. Biliyorsun minik minik yazıların içinde ne tuzaklar saklıyorlar. Esther arkadaşını umursamayıp gözlerini önündeki kağıttan ayırmadı. Bir süre sonra sessizliğini bozdu.

- Bu kadarı da olmaz ki dedi, sinirlenerek, Şuna bakar mısın? Tatbik edilen tedavi sonucunda ortaya çıkabilecek her türlü olumsuzluktan kliniklerini sorumlu tutamazmışız, diye söylendi.

- Demedim mi ben sana. Ama seni büyük borç içine sokmuyorlarsa, boş ver imzala gitsin dedi, Selma. Bu belgeleri imzalatmadan kıllarını kıpırdatmaz bu doktorlar. Hadi, getir bir an önce imzalayalım şunu.

Esther, şaşırmıştı. Selma'nın yüzüne dik dik baktı.

- Sen imzalamayacaksın zaten. Benimle birlikte sadece doktor Cevdet Bey imzalayacak. Esther'in yüzündeki yapmacık keder, geri dönüşü olmayan sanal yolculuğa başladığının ilk işareti gibiydi.  

- Tamam, tamam dedi, Selma. Sıkma canını, kararını verdin bir kere, neyse bir an önce olsun, bitsin. Umarım faydasını görürsün. 

Beyaz önlüklü kadın elindeki tepsiyle kapıyı tıklatıp girdi odaya. İnce belli bardakların içinde dumanı tütmekte olan çayları sehpaya bıraktıktan sonra "Afiyet olsun." deyip ayrıldı yanlarından.

Esther, bir yandan çayını yudumlarken önündeki sayfaları teker teker çevirip imzalamaya başladı.

Selma kendini iyice gergin hissediyordu. Heyecanını bastırabilmek için ellerini ovuşturuyor, içine düştüğü bu kaostan bir an önce kurtulmak istiyordu. Beyaz ve gri tonların hakim olduğu odayı incelemeye koyuldu. Beyaz duvarlar, beyaz koltuklar, yuvarlak açık gri bir masanın etrafında sadece oturulacak yeri koyu gri kumaşla kaplanmış beyaz dört sandalye... Karşı duvara bitişik siyah renkli plazma televizyon çift renkli odanın ahengini bozuyordu sadece. Geniş pencereden giren güneş ışınları odayı fazlasıyla aydınlatıyordu. Başını çevirip arkasındaki duvara iple asılı siyah beyaz resme takıldı gözleri. Beyaz fonun üzerinde spiral sarımlı şekiller başını döndürmeye başlayınca bakışını ellerinin arasına aldı. 

Az sonra duydukları bir çift tık sesiyle gözlerini kapıya diktiler. Cevdet Bey, beyaz önlüklü, orta yaşlarda, top sakallı ve gözlüklü bir adamla birlikte girdi içeri.

- Sizleri Prof. Dr. Kenan Soykan Beyle tanıştırmak istiyorum, dedi. Kendisi hipnoterapi konusunda ülkemizin en iyi hekimlerinden biridir.

Devam edecek.


80800

25 Mart 2021 Perşembe

DÜNYANIN EFENDİSİ - ROBERT HUGH BENSON


Kitabın Adı: Dünyanın Efendisi

Yazar: Robert Hugh Benson

Çeviren: Buğra Özmüldür 

Sayfa Sayısı: 394

Yayınevi: (Arunas) Kirpi Yayıncılık

Türü: Roman

Şu sıralar özel olarak seçmediğim, bir yorum ya da öneri sonucunda okumaya karar vermediğim kitaplar çıkıyor karşıma. Eşimin ya da çocuklarımın önceden satın aldığı farklı türdeki birçok kitap arasından rastgele birini alıp okuyorum. Dünyanın Efendisi de oğlumun aldığı kitaplardan biri.

Farklı yönlerden ilgimi çeken bu kitabın yazarından bahsedeyim önce. Robert Hugh Benson (1871-1914);  İngiltere'de doğan yazar, eğitimini tamamladıktan sonra Canterbury Başpiskoposu olan babası tarafından İngiltere Kilisesine rahip olarak atandı. 1896 yılında babasının ani ölümünün ardından Orta Doğu seyahatine çıktı. İngiltere Kilisesinin durumunu sorgulamaya başladıktan sonra Roma Katolik Kilisesinin iddialarını değerlendirmeye ve çeşitli Anglikan topluluklarında dini yaşamı keşfetmeye başladı. 1903 yılında Roma Katolik Kilisesine kabul edilmesiyle birlikte vaizleriyle popüler oldu. Dini vazifelerinin yanı sıra üretken bir yazar olan Benson, Rahip Monsenyör rütbesini aldıktan sonra 1914 yılında zatürreden yaşamını yitirdi. 

Oyunculuk deneyimine sahip Buğra Özmüldür'ün çevirisini başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Özmüldür, Sihirli Annem dizisinde Cem karakterini canlandırmış. Romandaki yazım hataları ihmal edilebilir düzeyde.

Öncelikle bu romanın Katolik bir din adamı tarafından yazılmış olmasının bende şaşkınlık yarattığını söyleyebilirim. Türü bakımından distopik bilim kurgu denilse de benim bakış açımdan bu eser ütopik bilim kurgu sınıfında. Başta Hıristiyanlık ve özellikle Katolik mezhebi olmak üzere tüm inanç sistemini tenkit eden Dünyanın Efendisi romanından övgüyle bahseden Papa Francis'in, yazarın gelecekteki ideolojik sömürgeleştirme dramasını gördüğünü ifade etmesi ve kitabın okunmasına destek vererek demek istediklerinin kitabı okuyunca anlaşılacağını söylemesi karşısında bir kez daha şok oldum. Zira Müslüman bir din adamının buna benzer bir kitap yazması durumunda, yazara derhal ölüm fetvası çıkartılacağına dair en ufak şüphem yoktu.

Bir diğer husus, kitabın bundan 114 yıl önce, 1907 yılında yazılmış olması. Yazar, romanında en az bir asır sonraki yaşam koşullarına ilişkin birçok kehanetlerde bulunuyor ve bu konularda detaylı betimlemeler yapıyor. Bu kehanetlerin sonraki yıllarda ilham kaynağı olduğu ve bazılarının da gerçekleştiği söyleniyor. Örneğin "volör" adındaki hava aracı bunlardan biri. Beyaz kanatları olan, büyük motorlara sahip, alçaktan uçup ağır ya da hızlı yol alabilen, uçak ve zeplin arası bir araç bu. Bunun dışında kauçuk malzemeyle yüksek yalıtım, yerin altında suni güneş sistemleri ile aydınlatılan konut ve binalar, dört yüz metre genişliğinde toplu ulaşım yolları, yüksek tahrip gücü yüksek patlayıcılar, ötenazi klinikleri gibi çağının çok ötesinde konulara değiniyor.

Yazar, romanını kaleme aldığı tarihten bir asır sonraki zaman diliminde dini inançlara yer vermeyen ve bilinen ideolojilerden tamamen farklı yeni bir dünya düzeni tasavvur ediyor. Öyle ki, ABD Başkanı Bush "Yeni Dünya Düzeni" nden bahsetmesiyle birlikte "Dünyanın Efendisi" kitabı yüz yıl aradan sonra yeniden gündeme geliyor. Bu kez Vatikan söz konusu kitabın referans alınacağı endişesiyle yeni dünya düzenini sorgulamaya başlıyor. Peki yazarın yeni dünya düzeni olarak öngördüğü nedir? Her ne kadar fazla detaya girilmese de, ticaret, politika ve hükümet anlayışlarının yeniden biçimlendirildiği ve tüm tehditlerin ortadan kalkmasıyla birlikte savunma çalışmalarının anlamını yitireceği bir dünya anlıyoruz. İnanç sistemlerine yer vermeyen bu ideoloji hümanizm olarak adlandırılıyor. Dünya, ABD'nin başını çektiği ve Avrupa'yı da içine alan batı ile Çin ve Japonya'nın liderliğindeki Doğu İmparatorluğu olmak üzere iki güçten oluşmuşken Ortodoks ve Protestan mezhepleri ve diğer doğu dinleri terk edilmiş, geriye üçüncü bir güç olarak Roma'ya sıkışmış Katolik mezhebine bağlı Hristiyan toplumu kalmış durumda. Bu esnada Tanrı insan olarak ortaya çıkan gizemli bir Amerikan senatörü doğu ve batıyı birleştirip laik düzene önderlik ediyor. Bütün insanların derin saygı duyduğu Felsenburgh adındaki bu senatör yozlaşmış Hristiyan inancına karşı büyük bir mücadele başlatıyor. Doğal olarak inanç sahipleri  Felsenburgh'u deccal olarak niteliyor ve sonraki faaliyetlerini büyük gizlilik içinde yürütmeye devam ediyorlar. Ancak bu durum fark edildiğinde Felsenburgh komutasında yüzlerce volörden oluşan bir filo Roma'ya baskın düzenleyip toplantı halindeki bütün Katolik liderlerini imha ediyor. Romanın baş kahramanı İngiltere İşçi Partisi milletvekili Oliver Brand'a (yeni düzenin şiddet kullanmasından sonra bunalıma girip ötenazi hakkını kullanan) karısı Mabel'in yazmış olduğu veda mektubu oldukça etkileyici. 

Dünyanın Efendisi, sürükleyici, akılda kalıcı, zevkle okuduğum ve tavsiye edebileceğim romanlardan biri oldu.  

24 Mart 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ BÖLÜM 83

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 83. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Andromeda belirledi. Kimimizi yakın kimimizi uzak geçmişe götürecek hüzünlü ve nostaljik müzik içerikli bir konu seçmiş arkadaşımız.

"Şu anda hayatta olmayan şarkıcılarımız hayatta olsalardı, kimlerin konserlerine gitmek isterdiniz?"  

Konserden kasıt, sanatçıların stadyumları ya da kapalı spor salonlarını hıncahınç dolduran kalabalıklara saz çalıp şarkı söylenmesiyse, hayatta olsun ya da olmasın hiçbir konsere gitmeyi düşünmem. Ancak sevdiğim sanatçıları, bar, gazino tarzı daha az sayıdaki insanın bulunduğu yerlerde ya da klasik müziğin sergilendiği konser salonlarında  izlemek isterim. Hayatta olmayan sanatçılar arasında aklıma ilk gelen isim Tanju Okan oldu. Bunun dışında ülkemizden konserine gidebileceğim ikinci bir isim bulamadım. Fakat yurt dışından daha fazlasını sayabilirim. Amy Winehouse, Ray Charles, Beatles,  Frank Sinatra, hayata dönmeleri durumunda konserlerine gitmek isteyeceğim sanatçılardan bazıları.

23 Mart 2021 Salı

SON DANS BÖLÜM 21

Sabahın ilk ışıklarında açtı gözlerini. Kemal’i uyandırmadan usulca kalktığı yatağından ayaklarının ucuna basarak banyoya geçti. Sessizce kapıyı kapattıktan sonra soyunup duşun altına attı kendini. Tepedeki geniş fıskiyeden püsküren sıcak suyun yorgun bedeni üzerinde yaptığı masajın verdiği rehavetle gözkapakları ağırlaştı.

Çisil çisil yağan yağmurun ıslattığı Szentendre İstasyonunda hareket saatini bekleyen treninin penceresinden dışarı bakan Esther, kalabalığın arasında anne ve babasını arıyordu. Onları tam fark ettiği anda, yağmur damlalarının örttüğü cam buğulanarak aralarında görünmez bir sis perdesi oluşturdu. Canhıraş bir halde ceketinin kollarıyla silmeye çalıştığı cam inadına daha kalın bir buğuyla kaplanıyordu. Yalnız başına sürdürdüğü mücadele sırasında elini sert bir cisme çarptı.  Yere düşen şampuanın sesiyle açtı gözlerini.  Çıkan gürültüden kocasının uyanmış olabileceğini düşündü.

Tedirgin ve şaşkın bir halde bornozuna sarılıp çıktı banyodan. Yatağa baktı, yorgunluğunu üzerinden atamayan Kemal hâlâ uyuklamaya devam ediyordu. Şüphesiz farklı bir gün olacaktı bugün.

Mutfaktan çatal kaşık sesleri geliyordu. Selmin, kahvaltı masasını hazırlıyor olmalıydı. Kocasını uyandırmamak için saç kurutma makinesini alıp beyaz bornozuyla girdi mutfağa. Hanımının bu kadar erken kalkacağını tahmin etmeyen Selmin, onu aniden karşısında görünce eli ayağına dolaştı.

- Günaydın Esther Hanım, kusura bakmayın bu kadar erken kalkacağınızı düşünemedim, dedi telaşla. Kahvaltınız hazır sayılır, umarım geç kalmamışımdır.

- Günaydın Selmin, dedi, Esther. Ben erkenciyim bugün. Kemal Bey’i rahatsız etmemek için saçlarımı burada kurutayım dedim. Kapının yanındaki prize taktı cihazın fişini.

Esther, saçlarını kuruttuktan sonra kahvaltı masasını hazırlayan Selmin’e döndü.

- Çay demlendiyse Kemal Bey’e haber vereyim, dedi ama sonra vazgeçti. Yok, bırakalım uyusun alarm çalana kadar, gece yine geç geldi sanırım. 

Yatak odasına döndü, kapıyı kapattıktan sonra bornozunu çıkarıp mavi ipek sabahlığını geçirdi üstüne. Uzun bir süre Kemal’i seyretti. İçindeki huzursuzluk gittikçe büyüyor, dalga dalga bütün vücudunu kaplıyordu. Doktor Cevdet Bey'e güvenmişti fakat ona verdiği sözlerin ağırlığı altında ezilmeye başlamıştı. Kemal'in dünyadan habersiz masum, çocuksu yüzüne baktıkça derin bir suçluluk hissetti. Verdiği sözden geri dönmeyi gururuna yedirebilse bir daha asla doktorun kapısını çalmazdı. Kendini tutamayıp uyumakta olan kocasının yanına eğildi, “Günaydın aşkım” diye fısıldayıp bir öpücük kondurdu yanağına. Hafifçe gözlerini aralayan Kemal, sarılıp Esther'i yanına çekti.

- Günaydın sevgilim.  Seni çok seviyorum.

Göz göze geldiler. Kemal, kollarının arasına aldığı genç kadını öpmeye başladı. Eşinin kollarından sıyrılan Esther, 

- Hadi hayatım işe geç kalmak istemezsin herhalde, Selmin çayı demledi.

Kemal yanındaki komodinin üzerindeki saate baktı.  

- Alarmın çalmasına daha on beş dakika var.

- Ama bu sabah seninle karşılıklı oturup şöyle güzel bir kahvaltı etmek istiyor canım, dedi Esther. Usulca ayağa kalkıp kocasına elini uzattı.  

Kemal, genç kadının elinden tutup doğruldu, banyoya geçmeden önce karısının dudağına bir öpücük kondurdu.

- Peki hayatım, tıraş olup hemen geliyorum, dedi.

Mutfaktan buram buram kızarmış ekmek kokusu geliyordu. Esther'in sessizce yerine oturduğunu gören Selmin, demliği eline alıp masaya yaklaştı.  

- Çayınızı doldurmamı ister misiniz, Esther Hanım? diye sordu.

- Hayır, Kemal Bey’i bekleyeceğim, dedi Esther. Yine de kızarmış ekmeğin ucundan bir parça koparıp ağzına atmaktan alamadı kendini. Selmin’in uzattığı gazetelerin sayfalarını karıştırmaya başladı.

Tıraşını olmuş ve giyinmiş olarak mutfaktan içeri giren Kemal, masadaki yerine otururken Selmin, "günaydın, Kemal Bey" diyerek çay servisine başladı. Kemal hafifçe başını sallamakla yetindi. Elini ekmeğe uzatırken gözleriyle kendisini takip ettiğini fark etti Esther'in. İşini bitiren Selmin, bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sorduktan sonra genç çifti yalnız bıraktı. Eline aldığı bir dilim nar gibi kızarmış ekmek dilimine özenle ince bir tabaka yağ sürmeye koyulan Kemal, kendisini hareketsiz ve tuhaf bir şekilde izleyen Esther'e baktı.   

- Biraz gergin görüyorum seni, dedi. Canını sıkan bir şey mi var?

Kemal'in bu ilgisi şaşırtmıştı Esther'i. Aylarca bu anı beklemiş, ona çektiği sıkıntıları anlatmak için fırsat kollamıştı ama artık çok geçti. Dönüşü olmayan bir yola girmişti. 

- Hayır, iyiyim ben. Sadece senin durumuna üzülüyorum. Kendini çok yoruyorsun, bu tempoya daha ne kadar dayanabileceksin? Bak aylardan beri ilk kez geçen hafta bir akşam yemeği yedik. Birlikte kahvaltı etmeyeli ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum bile. 

- Haklısın, dedi Kemal. Ama ne yapabilirim. Özel sektör böyle işte, insanın suyunu çıkarıyorlar. Bir açık yakalayıp laf etsin diye bahane arıyor zaten Feridun Bey.

Esther, uzun zamandandır eşiyle konuşacak böyle bir zamanı kolluyordu aslında. Yakaladığı ilk fırsatta Kemal'e işini kendisinden çok sevdiğini yüzüne vurmak geçiyordu aklından. Geçen haftaki sürpriz yemeğin tadını kaçırmamak için yine tutmuştu kendini. Bir yandan da kalbini kırmak istemiyordu. Bugüne kadar bir dediğini iki etmeyen kocasının kendisini sevdiğinden yana en küçük bir kuşku dahi yoktu içinde. Ayağa kalktı ve ocağın üzerinde demliği aldı. Çaylarını tazelerken muzipçe gülümsedi.

- İşini seviyorsun ama...

- Sevmek zorundayım tabii, dedi Kemal. Sorumluklarım var benim, üstesinden gelmem gereken bir yığın iş beni bekliyor her gün. Ekip zayıf, onlar hata yaptığında hesap sorulan yine benim. Başarılı olmamın tek yolu yoğun çalışmak, patron bunun için para ödüyor bana.

Esther, aklına gelen şeyleri söylememek için zor tutuyordu kendini. Eşine olan sorumlukları neden aklına gelmiyordu bu adamın? Onun da hesap sorma hakkı yok muydu? Hesap sormak bir yana onu karşısına alıp konuşma imkanı bile bulamamıştı aylardır. İşini olduğu kadar evlendiği kişiyi de sevmek zorunda değil mi insan? Sevgi dediğin aynı zamanda ilgi göstermek değil mi? Bütün bu düşünceleri attı kafasından. Bu vakitten sonra bunları sormanın ne yeri ne de zamanıydı...

- Haklısın hayatım, ama biraz da kendini sevmeyi denesen. Sonunda bir yere dayanıp patlayacak. Hayat akıp gidiyor elimizden. Bunun sonu nereye varacak böyle?

Kemal, çaresizlik içinde acı acı gülümsedi. Dayanabileceği noktaya gelene kadar bu yükü taşımaktan başka bir yol göremiyordu. Başka bir işe girse ne fark edecekti ki. Kolundaki saate baktı ve uçağını kaçıyormuşçasına telaşlandı birden.

- Eyvah geç kaldım. Allah kahretsin! Ağzına aldığı son lokmayla birlikte fırladı yerinden. Bir yandan kendi kendine konuşuyordu. Çalışanlara örnek olmam lazım, yoksa onlara hangi yüzle lâf edebilirim.      

Esther, boşuna beklemişti, kocasının “Eee, sen neler yaptın bakalım?” demesini. Kemal, her zaman olduğu gibi yine konuyu dönüp dolaştırıp işine getirmişti. 

- Çok yıpratıyorsun kendini, dedi  Esther, bir anne şefkatiyle, karşısına geçip yüzünü ellerinin arasına aldı. Tıraşlı yüzünü okşarken biraz da varlığını hissettirmekti amacı.

- Ne yapabilirim sevgilim, her işin zorluğu var, dedi Kemal. Benimki de böyle işte. Bir kez daha saatine baktı. Benim hemen çıkmam lazım, deyip kapıya yöneldi.

Esther'in sevgiyle işine uğurladığı genç adam, kapıdan çıktığı andan itibaren çoktan farklı bir dünyaya atmıştı adımını yeniden. Hayatını adadığı, adına iş dünyası denilen bu alemde ne eşine ne de kendine asla yer yoktu.

Konuşamamanın bir eksiklik olmadığını, eşiyle konuşsa bile hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlamıştı artık Esther. Sabahtan beri zihnini meşgul eden bütün kararsızlıklar, pişmanlıklar bir anda yok oldu. İyi ki doktor Cevdet Bey'e verdiği sözü tutmuş, onun dediklerini yapmaya rıza göstermişti.  

Salondaki duvar saatine baktı, dokuzu geçiyordu. Selmin’in alışveriş için dışarı çıkmasını fırsat bilerek doktorunu aradı. Biraz zorlansa da, arkadaşı Selma’yı kendisine refakat etmesi için ikna edebildiğinin müjdesini verdi. Aldığı bu habere çok sevinen doktor, geriye kalan işleri kendisinin halledebileceğini söyleyerek Esther'i kutladı. 

Devam edecek.



18 Mart 2021 Perşembe

SICAK TANRIDAN SOĞUK EKMEK - VEYSEL DİKMEN


Kitabın Adı: Sıcak Tanrıdan Soğuk Ekmek

Yazar: Veysel Dikmen

Sayfa Sayısı: 155

Yayınevi: Cem Yayınevi

Türü: Roman

Sıcak Tanrıdan Soğuk Ekmek, Veysel Dikmen'in 1998 yılında yayımlanan ilk romanı. 1950 Ayaş/Ankara doğumlu, yoksul bir ailenin çocuğu olan yazar, A.Ü Siyasal Bilgiler fakültesini bitirmiş. 2000 yılında yayımlanan Babilonya Şarkıları adında bir de şiir kitabı var.

Anlaması ve anlatması zor, içerik bakımından kuvvetli, sorgulayıcı ve güçlü ifade tarzıyla ayırt edilen fakat edebiyat dünyasında hak ettiği yeri alamadığını düşündüğüm bir kitap. Yazar, bu kitabını, sevgi için insanlığa, yaşam için Tanrı'ya yöneltilmiş bir manifesto olarak tanımlıyor. 

Yaşadığımız dünyada, yalnızlık, eşitsizlik ve sevgisizlik kavramlarının felsefi ve psikolojik yönden işlendiği, insanı düşünmeye zorlayan bir eser. Alıntı yapılacak yüzlerce cümleye sahip roman, tarihsel, sosyal, mitolojik ve dinsel öğelerle zenginleştirilirken, olaylar görünenden farklı ve sarsıcı bir şekilde ele alınıyor. 

Tek tük yazım hataları rahatsız edici boyutta değil. Ancak eserin anlaşılmasını zorlaştıran husus bölümler arasındaki kopukluk ve bu sebeple bütünlüğün bozulması. Kitabın sonuna doğru olay örgüsü tamamlanmış olsa da olay ve kişilerin kavranmasında okur zorlanıyor. 

"Kendi sonuna çılgınca koşan böyle bir dünyada gittikçe yalnızlaşan insan, gerçek insan olamamanın utancını mı, yoksa Tanrıya benzemenin gizli bir gururunu mu taşıyor? İnsanlar, bunca acıya, bunca yalnızlığa ve sonu gölgeli bir hiçliğe tanık olsunlar diye mi Tanrı, oğlunu çarmıha gerdirdi? İsa'nın kollarından damlayan kanın mı insanlığın yüreğini yıkamasını istedi?

"Eşitsizlik, sıcak Tanrı'dan yeryüzüne gönderilmiş soğuk bir ekmekti. Böylece Tanrı, insanının bedenini doyurabildi, ruhunu değil. Ve bu eşitsizliğin var ettiği dünya da artık Tanrı'nın dünyası değildi..."

"Yeryüzünde ödenmesi mümkün olmayan tek borç yaşamımızdan çalınıp alınanlardır... Yaşamda hiçbir şey kendimize ait değildir sanki. Yaşanılmamış ya da yarım bırakılmış o kadar çok şey var ki geride... İnsanların ölümünden çıkar sağlayanlarla paranın elini kolunu sallayarak dolaştığı günümüz dünyasında insanoğlu, gerçekten mutlu olmayı düşünüyorsa ya Tanrısını, ya da yazgısını değiştirmek zorundadır..."

Yoksul bir ailenin çocuğu olan kahramanımızın çıktığı hayat serüveninde yaşadığı olaylar, savaşın ve darbelerin etkisiyle bir yerden bir yere sürüklenişi ve nihayetinde bir ruh ve sinir hastalıkları kliniğinde son bulan öyküsünü okumayı ağırlaştıran yönleriyle birlikte zevkle okurken satır aralarında dile getirilen pek çok düşüncede kendimi bulduğumu söyleyebilirim. Kitapçılarda ya da internette yenisi yok sanırım, sahaflarda ikinci el mevcut. Bu tür sarsıcı romanlardan hoşlananlara ısrarla öneririm. Bununla birlikte hafif tarz romanları sevenlerin yarıda bırakacaklarına eminim.