Arabasına bindiğinde aklı hâlâ Esther’deydi. Akşam karanlığına bürünmüş caddede birbiri ardına dizilen araçlar uzun kuyruklar oluşturuyordu. Telefonu çaldı.
Arayan Feridun Bey’di. Sesi dostça geldi kulağına.
- Geçmiş olsun Kemal Bey, yaramaz bir durum yoktur İnşallah.
- Sağ olun Feridun Bey, dedi. Eşim rahatsızlanmış, hastaneye yatırdık.
- Hayrola, neyi var?
Karım senin lanet olası işin yüzünden keçileri kaçırdı dememek için zor tuttu kendini.
- Önemli bir şey değil. Tansiyonu düşmüş sanırım. Doktor bunun sebebini araştırmak için bir sürü tahlil ve test yapılmasını istedi. Sonuçlar çıkana kadar kontrol altında tutulması gerekiyormuş.
- Geçmiş olsun. Doktorların eline düşmeye gör, ararlar tararlar, sonunda bir şey kondururlar insana. Sıkma canını, dediğin gibi önemli bir şey yoktur. Canı bir şeye sıkılmıştır, bir şeyi kafaya taktığımda benim de düşüyor tansiyonum. Neyse, bir şeye ihtiyacın varsa söyle. Ben şimdi muhasebeye talimat veriyorum, şoför gelip hastane masrafını kapatır.
Patronu çenesini kapatsın yeterdi, başka bir şey istemiyordu Kemal.
- Sağ olun efendim, dedi. Konuşma bitti derken, Feridun Bey devam etti.
- Ha, bak yarın gelmene gerek yok, Ümit’le konuştum sen gelene kadar işleri idare edecek. Ama perşembe günkü toplantıda mutlaka senin de bulunman
lazım, biliyorsun.
- Peki, efendim, dedi sessizce. Sinirlenerek telefonun kapat düğmesine bastı.
Kafasını boşaltmak istiyordu. Hiçbir şeyi düşünmemek… Değil
toplantıya gitmek, şirketin önünden geçmek dahi gelmiyordu içinden. “Adama
bak ya, hâlâ perşembe günü toplantıya gel diyor.” diye söylendi. Bir de laf
olsun diye “Bir şeye ihtiyacın varsa söyle” sözüne ifrit olmuştu. Yapacağınız
o kadar çok şey var ki beyefendi, diye geçirdi aklından; her şeyden önce karşınızdakinin
insan olduğunu anlamanız lazım. İnsan dediğin makine mi ki günün yirmi dört
saati çalışsın. Gece gördüğü rüyalar bile işiyle ilgiliydi. Kendisine ve ailesine
ayıracak zamanı olmaz mı hiç insanın? Bütün bunlara rağmen hiç mi hak etmez takdiri? Ne için katlanmak zorunda insan bunca eziyete? Üzerine titrediği, uğruna canını
vereceği bir insanı nasıl ihmal eder?
Zihnini kurt gibi kemiren ardı arkası kesilmez sorulara
cevap aramaktan başına ağrı girmiş, hastaneden evin önüne nasıl geldiğini
anlamamıştı. Yol boyunca Pavlov’un köpeğinden tek farkı kulakları yerine
gözlerini kullanmasıydı. Hangi yoldan
geldiğini, hangi caddelerden geçtiğini, kaç kırmızı ışıkta durduğunu hatırlamaya
çalıştı. Hiçbir şey gelmedi aklına. Sanki gizli bir el onu kliniğin önünden alıp evin önüne bırakmıştı.
Asansöre bindiğinde yine aynı düşünceler vardı kafasında. Yaşam
dediğin her şeyini feda edip Feridun Bey’i zengin etmek miydi? Hasta yatan karısını düşüneceği yerde işi düşünmekten alamıyordu
kendini hâlâ. Aklı ister istemez perşembe günü bölge müdürleri ve bayiler toplantısına gidiyor, hazırlık yapmadan insanların karşısına nasıl çıkacağını kara kara düşünüyordu. Sonra aklına Esther düşüyor, işle ilgili aklına gelen ne varsa bir anda süpürüp atıyordu. Sonunda beklenen olmuştu. Şimdi önemli olan tek şey Esther'in sağlığına kavuşmasıydı. Geç de olsa hiçbir şeyin sevgili karısının yerini alamayacağını
anlamıştı. Eve girdiğinde Selmin karşıladı Kemal’i.
- Hoş geldiniz Kemal Bey.
- Hoş bulduk, dedi Kemal. Selmin, Kemal'in eve bu kadar erken gelişine şaşırmıştı. İki günden beri Esther'i görmüyordu. Merak edip birkaç kez aramış ancak telefona cevap veren olmamıştı. Eskiden karı koca birkaç gün ortadan kaybolur, kafa dinlemek için bir yerlere giderlerdi. Ama her seferinde Esther önceden bilgi verirdi kendisine. Son zamanlarda Esther'in içine kapanık halleri, dalıp gitmeleri, Kemal'in ilgisizliği dikkatini çekiyordu Selmin'in. Kemal’in bitkin halini görünce sıra dışı bir şeyler olduğunu sezmişti ama
üzerine vazife olmayan konularda soru sormak adeti değildi. Fakat bu kez tutamadı kendini.
- Esther Hanım… dedi, devamını getirmeyi göze alamadı.
- Esther Hanım, biraz rahatsızlandı, bugün gelmeyecek, dedi Kemal. Keşke sadece bugün olsa diye geçirdi aklından.
Selmin’in
aldığı cevap daha çok merak etmesine yol açmıştı. Endişeli gözlerle baktı mutfağa
yönelen Kemal’in arkasından. Acaba aralarında tatsız bir şey mi yaşanmıştı.
- Umarım ciddi bir şey yoktur, demekle yetindi.
- Umarım, diyerek soğuk bir karşılık verdi Kemal.
- Karnınız açsa bir şeyler hazırlayayım size.
Sabahtan beri ağzına bir lokma girmemişti.
- Olur, dedi. İşiniz bittikten sonra çıkabilirsiniz.
Kemal, üzerini değiştirmek üzere yatak odasına doğru
yürüdü.
Kapı sesini duyunca Selmin’in gittiğini anladı. Hemen
mutfakta aldı soluğu. Gün boyunca ağzına bir şey koymamıştı. Özenle hazırlanmış
masanın üzerindeki sebzeli köfte tabağından yükselen leziz kokuya daha fazla
dayanamadı. Dolaptan aldığı soğuk bira şişesini dayadı ağzına. Köftenin yanına bir
tabak domatesli pilav ve bir kâse de cacık bırakmıştı masaya Selmin. Ev
yemeklerini ne kadar çok özlemişti.
Tadı damağında kalmıştı yediklerinin. Boşalan tabakları
tezgâha bıraktıktan sonra elinde bira şişesiyle geçti salona. Sehpanın
üzerinden aldığı kumandanın düğmesine basıp televizyonun karşısındaki geniş
koltuğa bıraktı kendini. Boş gözlerle ekrana bakarken karısını düşünüyor, arada sinsice aklına düşen işiyle ilgili mevzuları kafasından atmaya
çalışıyordu.
Birasından bir yudum çekti. Beyninin derin
kıvrımlarına çöreklenmiş bir sorgucu, yaşama dair sorular soruyor, cevabını beklemeden peş peşe gelen yeni sorularla benliğini sıkıştırmaya
çalışıyordu. Cevabını bilmediği sorulardı bunların çoğu. Yaşamını tıka basa dolduran,
aldığı nefesin bile ona birileri tarafından ödünç verildiğini hissettiren iğrenç bir cendereye sıkışmıştı ruhu. Zevki, kederi, sohbeti, kavgası, eğlencesi her şeyi işiyle ilgiliydi.
Karısına söylediği güzel sözleri bile kıskanacağını düşünürdü işinin. “İşkolik”
sözünden hiç alınmaz, tam aksine, bundan mutlu olurdu. Tek gayesi
vardı hayatın: Çalışmak. Başarılı olmak için hep daha çok çalışmak. Başarı, bir
dağın zirvesine benzemezdi ki hedefine ulaştığında tamam diyesin. Hayat önüne başka dağlar, başka zirveler koyardı hemen. “Hadi, hadi, biraz daha çalış, olacak.” Bir sürü
aksilik çıkar bu tehlikeli yolculukta, bazen biri gelir çelmeyi takar, tam başardım dediğin anda. Kendinle baş başa kalırsın, moralin bozulur, daha çok
çalışmak zorunda olduğuna inandırırsın kendini…
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 88. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Geçtiğimiz hafta Sessiz Gemi arkadaşımızın önermiş olduğu "ötekileştirme" konusunun devamı niteliğinde bir konu önermiş arkadaşımız. Toplumumuzda yıllardır kanayan bir yara olan "ötekileştirilme" nin bireysel etkileri üzerinde duracağız. Bir önceki Ağaç Ev Sohbetleri yazımda "ötekileştirme" fikrini yaşama geçiren iki önemli kurumdan (Siyaset-Din) bahsetmiş, söz konusu kurumların halkı sömürmek amacıyla kullanıldığını, insanlar arasında ayrımcılık yaparak baskı ve şiddete yol açtıklarını dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Bu hafta ise "ötekileştirilme" sebebiyle yaşadığımız bireysel deneyim, etkileşim ve gözlemlerle bunların sonuçlarını tartışacağız. Haftanın soruları şöyle:
"Sizi başkalarından ayıran, sizi "ötekileştiren" bir niteliğiniz var mı ya da bugüne dek kendinizi hiç "ötekileştirilmiş" hissettiniz mi? Sizi "öteki" yapan niteliğinizin aslında sizi "özel" ve "güçlü" kıldığının farkında mısınız?"
İster kabul edelim, ister etmeyelim bütün insanlar yerleşik düzene geçtiği tarihten bu yana yönetenler ve toplum tarafından az ya da çok ötekileştirilmiştir. Bu durumun aksini ihtimal dahilinde görmüyorum. Ötekileştirme, bir başka deyişle ayrımcılık, Hitler dönemi Almanya'sında Yahudi toplumuna, Amerika Birleşik Devletleri'nde zencilere yapılan uygulamalarda doruğa ulaşırken günümüzde düşüncenin özgürce ifade edilememesi, ırksal ve sınıfsal ayrımcılık, "ötekileştirme" nin görece daha hafif sonuçlarla ortaya çıkmakta. Fakat yine de savaş, göç, şiddet ve baskı gündemden düşmüyor, sürekli insanlar ölüyor, yaralanıyor.
Çocukken oturduğumuz sokağın altındaki bölgeye Kürt mahallesi denirdi. Büyüklerimiz o tarafa gitmemizi pek istemezdi ama nedenini bilmezdik, o çocuk halimizle sorup öğrenmek de aklımıza gelmezdi. Demek ki, Kürtler sakınılması gereken insanlardı! Şükürler olsun ki Kürt değildim, ötekileştirilmemiştim!
Çok çalışırsam okuyup büyük adam olacağım söylenmişti. Dediklerini yaptım ülkenin en prestijli üniversitelerinden birini kazandım. Güveneceğim, dost olabileceğim yeni arkadaşlar edinmek istiyordum. Sınıfta ders aralarında cicili bicili kıyafetleriyle bazı öğrencilerin kendi aralarında sohbet edip eğlendiklerini görünce aralarına katılabileceğimi düşünmüştüm. Yüzüme bile bakmadılar. Kendi aralarında ne güzel şakalaşıyor, eğleniyorlardı oysa. Sonra onların TED mezunu olduklarını öğrendim. Benim arkadaş çevrem ise Anadolu'dan gelen gariban insanlardan oluşmuştu. Tuhaftır, bu kendini üstün gören, başkalarını aralarına almayı kendilerine yakıştırmayan öğrencileri kendi çevremizde "kolej bebeleri" diyerek küçümsediğimizi hatırlıyorum. Çünkü üniversite, tamamen sol görüşlü öğrencilerin elindeydi, iktidardaydık! O kolej bebeleri değil, bizim gibi sıradan öğrenciler rağbet görüyordu. Şükürler olsun ki ben "kolej bebesi" değildim ve bu nedenle ötekileştirilmemiştim!
Üniversiteye gittiğim dönemde sağ-sol çatışmaları yaşanıyor, günde on-on beş genç can veriyordu. Şebeke dedikleri öğrenci kimliğimi elime aldığımda kendimle gurur duymuştum. Lakin o gurur duyduğum şebeke genellikle başımıza bela oluyordu. Ankara Bahçelievler semtine giremiyorduk. ODTÜ'lü olmak, bunu ortaya koyan kimliğimizi taşımak sağcı öğrenciler tarafından işkence edilmek ya da öldürülme riski taşıyordu. Bu yüzden çok mecbur olmadıkça Bahçelievler'e gitmedim. Nadiren gitmek zorunda kaldığımda şükürler olsun ki kimse kimliğimi sormadı, Bahçelievler durağında sağcı öğrencilerin silahla taradığı servis otobüsünde de yoktum, ötekileştirilmem şans eseribana zarar vermemişti!
Yine üniversiteye başladığım ilk zamanlar muhafazakar, dinine bağlı biriydim. Ortam ötekileştirilmem için son derece müsaitti. Herhangi bir siyasal ya da dini örgüte bağlı değildim ama fikirlerimi özgürce söyleyebiliyordum. Fikirlerin çarpıştığı toplantılarda ilk kez inancımı sorgulamaya başladım. Ötekiler haklıydı, akıl kazanmıştı. Sonuçta şükürler olsun hiçbir baskıya uğramaksızın öteki olmuş, ötekileştirilmekten kurtulmuştum!
Hiçbir parti, dernek, tarikat, kulüp üyeliğim olmadı, mecburen kayıt yaptığım meslek odası dışında. Aidiyet ötekileştirmeyi getirir. Bu yüzden yine şükürler olsun, başka topluluklar tarafından ötekileştirildiğimi söyleyemem! Devlette çalışsaydım, kariyer yapabilmek için iktidardaki siyasal partiye ya da bir cemaate, bir tarikata bağlı olmam gerekirdi. Neyse ki hep özel sektörde çalıştım, iktidar değişikliklerinde ötekileştirilmekten kurtuldum.
Ötekileştirilme bazen şansızlığın ve kötü kaderin, bazen de karşıt fikirlere sahip olmanın, karşıt grupların içinde yer almanın sonucunda kendini gösterirken ötekileştirilmeyi göze almak başlı başına cesaret işidir. Gustave Le Bon (1841-1931), "Kişinin bireysel yoldan edindiği özellikler kitle içinde silinir, dolayısıyla bireyin kendine özgü karakteri kaybolur. Bilinçdışı kendini açığa vurup heterojenite homojenite içinde eriyip gider. Diyebiliriz ki, bireyden bireye değişen ruhsal üstyapılar kaldırılıp bir kenara atılır, işlemez duruma getirilir, bireylerin tümünde homojen özellik, bilinçsiz alt yapı ise gün ışığına çıkarılır." diyerek tüm bireylerin toplum içinde farkında olmadan ötekileştirildiğini ortaya koymaktadır.
Her şeye rağmen şanslı olduğumu düşünüyorum. Amerika'da zenci, Avrupa'da göçmen, Türkiye'de Kürt, Ermeni ya da diğer milletlerden birine tabii olabilirdim, bağlı olduğum din Musevilik, Yahudilik ya da başka bir inanç sistemi olabilirdi. Bunlardan dolayı bireysel ötekileştirmeye maruz kalmadım diyebilirim. Fakat toplumun her kesimi gibi ben de toplumsal ötekileştirmelerden nasibimi aldım ve almaya devam ediyorum. Şükürler olsun ki, bir yere kadar ötekileştirilmeyi göze alacak cesareti kendimde bulabiliyorum.
Yıllar önce sağlık raporu almak için Etimesgut Devlet Hastanesine gitmiştik eşimle. Hınca hınç doluydu salon, koridorlar. Başı açık tek kadın eşimdi. Bütün gözler üzerimizde toplanmıştı. Akıllarından geçeni bilmiyordum ama sanki uzaylı görmüş gibiydiler. Utandım! Tersi bir durum da olabilirdi. Başı açık kadınların arasında türbanlı bir kadın aynı duyguları yaşayabilirdi. Yine on yıl kadar önce bir yaz günü Çeşme'de ailecek arabamızla dolaşıyorduk. Güzel bir otel gördük. Otelin havuzuna girip biraz hoşça vakit geçirmek istedik. Duvarlarla çevrilmiş otelin giriş kapısına geldiğimizde görevli yanıma yaklaştı. "Burası tesettür otel, size uygun olmayabilir." dedi. Adama teşekkür ettik, gerçekten de bize uygun bir yer olamazdı. Kırk yıl önce türban yoktu. Türk kültüründe türban yok. Daha sonra dini zorunluluktan ziyade siyasi bir simge oldu. Yalan söylememek, iyilik yapmak, yardımsever olmak, hak yememek gibi yüzlerce özelliği bir tarafa bırakıp İslam'ın tek şartı saç telini göstermemek olmuştu adeta. İnsanlar dindarlar ve dinsizler diye ikiye ayrılmıştı türban yüzünden. Oysa başı açık olup dinine yürekten bağlı birçok insan olduğu gibi başı kapalı olup her türlü dine aykırı işler çeviren insanlar vardı. Bugün tesettür iktidarda, başı açıklar ötekileştirilmekte. Yarın ötekiler iktidara gelecek, çark tersine dönecek. Siyasete alet edilen dinin insanları ötekileştirmedeki rolünü gösteren nice örnek saymak mümkün.
Şimdi sözüm ona tam kapanmaya giriyoruz pandemi nedeniyle. Hükümet karar verdi, on yedi gün boyunca içki satışı yasak! ama camiler namaz kılmak isteyene açık! Ötekileştirmeye yeni bir örnek daha. İktidar değişti diyelim. Benzer bir pandemi geldi. Bu kez içki satışlarının serbest, camilerin kapanacağını şimdiden rahatlıkla söyleyebilirim ki bu son derece normal. Pandemi camide topluca ibadet eden insanlar için tehlike yaratabilir ama alkollü içkinin pandemiyi arttırmayacağını kör cahil bilir. Siyaset ve dinin müşterek ötekileştirme operasyonu. Yarın iktidar değiştiğinde inanç özgürlüğünden bahsedenler bu örnekleri önlerinde bulacaklar. Ülkeyi bu kadar ayrımcılığa uğratan siyaset ve dinden başkası değil.
Evet, toplumsal ötekileştirmelerden rahatsızım. Bu nedenle dini siyasetten ayıran batı toplumlarına gıpta ediyorum. Atatürk cumhuriyetinde laiklik prensibi devlet yönetiminde kilit rol oynuyordu. Laikliği dinsizlikle eşdeğer gören siyaset ülkemize büyük zarar vermekte. Laiklik dinin siyasete alet edilmemesidir. Eğer din siyasete alet edilmezse büyük ölçüde inanç kaynaklı ötekileştirmenin ortadan kalkacağına inanıyorum.
Hasan, asansöre yönelen Doktorun gidişini izledi şaşkın gözlerle. Umarsızca dönüp Selma'ya baktı. Esther'i böyle bırakıp gitmeye hiçbirinin gönlü elvermemişti ama onun sağlığı için buna katlanmak zorundaydılar. Zavallı kadının odasına girilmesini dahi sakıncalı bulmuştu Doktor. Kemal, sırtını dayadığı duvarın dibine çökmüş, boş gözlerle Esther'in yattığı odanın kapısına bakıyordu.
Koridorun sonundaki pencereden içeri süzülen gün ışığı canlılığını kaybetmiş, alaca karanlık çökmeye başlamıştı. Hasan,ağabeyininyanına eğilip eliniomzuna dayadı.
- Hadi ağabey, bize gidelim, burada beklememizin bir yararı yok, yarın
sabah erkenden geliriz yine.
- Yok, siz gidin, ben burada biraz daha kalmak istiyorum, dedi
Kemal.
Hasan karısını yanına alıp ayrıldıktan kısa bir süre sonra Esther'in oda kapısı açıldı. Sesi duyar duymaz hemen toparlanıp ayağa kalktı Kemal. Heyecanla dışarı çıkan beyaz önlüklü sarışın genç kadına seslendi. Heyecandan sesi titriyordu.
- Hemşire Hanım, eşimin durumu nasıl?
- Gayet iyi merak etmeyin. Burada koridoru kapatmanız uygun değil. Beklemenize gerek yok ama kalmakta ısrar edecekseniz bekleme salonuna geçin lütfen. Hemşirenin otoriter tarzda konuşmasından rahatsız olmasına rağmen sesini çıkarmadı Kemal. Elini cebine attı. Telefonunu bulamadı. Ofisten çıkarken yanına almış olmalıydı. Muhtemelen bekleme salonunda düşürmüştü. Hızlı adımlarla koridorun başına doğru ilerledi. Salon tamamen boşalmıştı. Koltukların arasında dolaştı. Sehpaların üzerindeki broşür ve dergileri karıştırdı. Başına giren ağrı gittikçe şiddetini arttırıyordu. Danışmada oturan kadına yanaştı.
- Affedersiniz, burada cep telefonumu düşürmüş olabilirim, gördünüz mü?
Normal zamanda haddini bildirmesini bilirdi bu kendini bilmez kadına ama eline düşmüştü bir kere. Sakin olmaya çalıştı.
- Hanımefendi, şu numarayı çaldırabilirseniz... Şirkette mi bıraktım yoksa buralarda bir yerde mi düşürdüm ancak öyle anlarım.
Kadın gönülsüzce eline telefonu aldı, Kemal'in verdiği numarayı tuşladı. Kemal, kalbinin tam üzerinde bir titreşim hissetti. Göğsünü yokladıktan sonra ceketinin iç cebine attı elini.
Evet, hatırlamıştı. Telefonunu sessize almış, toplantıya giderken masada unutmuştu. Hasan aradığında ofisten çıkarken aceleyleyanına aldığı telefon yine sessiz konumda kalmıştı. Asla ceketinin iç cebine koymazdı telefonu ama telaştan ne yaptığını bilememişti anlaşılan. Uzun zamandır telefonu çalmıyordu.Onca saat aranmadığını düşünüp bunu çoktanfark etmiş olmalıydı. Esther'i gördüğü andan itibaren aklı başını terk etmişti. Arayan numaralara göz gezdirdi. Feridun Bey bile vardı arayanlar arasında. Ümit onlarca kez ulaşmaya çalışmıştı kendisine. Asansöre binip zemin düğmesine bastı. Binanın önüne çıkar çıkmaz Ümit'i aradı. Alo demeye fırsat bulmadan karşıdan geldi ses.
- Hele şükür be abi, saatlerdir cevap vermiyorsun, hepimizi meraktan öldürdün, nerelerdesin?
Bir tek Ümit'ten fırça yemediği kalmıştı. Merak ederler tabii, dedi içinden. Bensiz ne yapacaklarını bilemezler çünkü. Kesin Feridun Bey aratmış olmalı. Bir eşek bulmuş ya, kaybetmek işine gelmez tabii. Yoksa ne Esther'i düşünecek hali var, ne de benim kara kaşıma kara gözüme hayran. Kafasındaki tek soruya cevap arar bu adam sadece, ne zaman döneceğim işin başına?
- Telefonum sessizde kalmış, dedi. Ne yaptınız toplantıda? Boş bulunup işleri sorduğuna pişman olmuştu yine. Cehenneme kadar yolunuz var, dedi içinden.
- Kemal Bey, boş verin siz şimdi toplantıyı. Şoförü de almamışsınız yanınıza. Neredesiniz, Esther Hanım'ın durumu nasıl?
Bir an duraksadı. Ne cevap verecekti? Esasen Esther'e ne olduğunu, onun neden bu psikiyatri kliniğine getirildiğini kendisi de bilmiyordu. Cevdet Bey'in sözlerini hatırladı. Eğer olay ortaya çıkarsa medyanın ilgisini çekeceğinden emin olduğunu söylemişti. Gözünün önünde Esther'in perişan haldeki yatağa bağlı resimleri ve gazete manşetleri uçuşmaya başladı. "Olay, Olay. Reenkarnasyon gerçek mi? Hipnozdan uyanan genç kadın daha önce bilinmeyen bir dil konuşmaya başladı."
- Önemli bir şey yok Ümit. Evde ufak çaplı bir baygınlık geçirmiş. Bana ulaşamayınca birader de onu alıp hastaneye getirmiş. Bu akşam müşahede altında tutacaklar bakalım. Ben yarın da gelemeyebilirim. Şirket sana emanet. Şu anda başım çatlıyor, bir ağrı kesici alıp yatacağım şimdi.
- Kemal Bey, Feridun Bey sana ulaşamayınca çok kızdı bize. Gidin, ilgilenin, neredeyse bulun şu adamı, nasıl cevap vermez telefona deyip söylendi durdu. Bir şeye ihtiyacın varsa söyle, ne diyeyim şimdi ben patrona. Bari hangi hastanede yattığını söyle, çiçek gönderip bir geçmiş olsun diyelim.
- Uzatma artık Ümit. Dedim sana, önemli bir şey yok işte. Bir şeye ihtiyacım olursa ben sizi ararım. Hadi iyi akşamlar.
Telefonu yüzüne kapattı. Sokak lambalarının ışığı akşam karanlığını delmeye başladığında hafif bir ürperti hissetti, yağmur çiseliyordu. Caddenin karşı köşesindeki kafeye doğru ilerledi. Bir şeyler atıştırdıktan sonra garson kendisine kuvvetli bir ağrı kesici bulabilirdi belki.
***
Ertesi sabah kliniğin bekleme salonunda heyecan doruktaydı. Cevdet Bey, akşamın geç saatlerinde Selma’yı aramış, konsolosluk çalışanını kliniğe gelmesi için ikna ettiğini söylemişti. Kemal saatine bakıp sıkıntıyla içini çekti. Kâh oturuyor, kâh kalkıyor, zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Atıştırmalık bir şeyler ve su almak üzere Hasan’ın yanlarından ayrıldığı
sırada kliniğin sürgülü camkapısı açıldı. Cevdet Bey'in bir adım kadar gerisinde
atkuyruğu saçlarını sallayarak ona yetişmeye çalışan sarışın genç kadın, bahsettiği Macar
olmalıydı.
- Günaydın dedi, Doktor. Bu sizlere bahsettiğim hanımefendi Zsofia, sağ olsun beni kırmadı. Selma, elini uzatıp "Hoş geldiniz." dedi. Kemal de onun peşinden ayağa kalktı, başıyla selamladığı genç kadına geldiği için teşekkür etti.
- Türkçem, iyi değil çok dedi, Zsofia, bozuk şivesiyle. Umuyor ben yardım edecek size.
Cevdet Bey, kadına oturması için yer gösterdikten sonra hemen döneceğini söyleyip hastanenin doktoruyla konuşmak üzere yanlarından
ayrıldı.
Az sonra yanında genç bir doktor olduğu halde geri döndü, Cevdet Bey,
- Esther Hanım geceyi sakin geçirmiş. Herhangi bir sıkıntı
yaşanmadığını bildirdi bana Nazmi Bey. Doktor başını sallayarak Cevdet Bey'i tasdik ettikten sonra bıyık altından gülümsedi.
- Bakalım bugünü nasıl geçireceğiz.
Yanlarına gelen Hasan elindeki poşetten çıkarttığı bisküvilerden
birini açıp yanındakilere ikram etti. Selma, karşısında oturan sarışın kadını
işaret ederek,
- Sofia, Cevdet Bey’in dün bize bahsettiği hanım, dedi.
Kemal içini yakan kararsızlığın pençesinde kıvranıyordu. Ellerini kucağında kenetlemiş, mahzun gözlerle doktorlara bakarken onlardan ufak bir işaret gelmesini bekliyordu. Tam kalkmaya hazırlanıyordu ki, Cevdet Bey'in arkasını dönüp gittiğini görüncevazgeçip oturdu yerine yeniden. Esther’in kendisine gösterdiği tepkiyi hatırladı. Derin bir korkunun
izlerini taşıyan gözlerinden nefret fışkırıyordu kadının. Neydi onu bu kadar korkutan? Onu düşman gibi görmesinin sebebi ne olabilirdi? Onca insan arasında karısının yalnız kendisine gösterdiği bu korkunç davranış derinden
yaralamıştı yüreğini. Bunca nefrete yol açacak ne
yapmıştı ona? Beyninin içini kemiren düşünceler arasında ateş
basıyordu yüzünü. Geceyi bekleme salonunda geçirmiş, gözüne bir gram uyku girmemişti. Eğilip ellerinin arasına sıkıştırdığı başını
kaldırdığında herkesin Cevdet Bey'in peşine takılıp gittiğini yanında kimsenin kalmadığını fark etti.
Esther’in yattığı odanın kapısına geldiklerinde Kemal'i göremeyen Profesör, Doktor Nazmi'ye döndü.
- Kemal Bey niye gelmedi?
- Bilmiyorum ki efendim, Esther Hanım'dan çekinmiş olmalı. Siz de bir şey söylemeyince...
- Olur mu öyle şey. Git hemen çağır, gelsin, Esther Hanım yine aynı tepkiyi gösterecek mi bakalım?
- Peki, efendim, dedi genç doktor. Geri dönüp hızlı adımlarla koridor boyunca ilerleyip Kemal'in yanına geldi.
- Kemal Bey, Hocam sizi çağırıyor.
- Gerçekten mi? Şaşırdı, kulaklarına inanamadı. Heyecanla hemen fırladı yerinden. Sevinçle bağırdı. Geliyorum, geliyorum. Doktorun önünden koşmaya başladı.
Odanın içi kalabalıktı. Yatağın baş ucunda bir hemşire, onun yanında daha önce görmediği genç bir doktor dikilmiş, sessizce bekliyorlardı. Cevdet Bey'in hemen arkasında duran Hasan ve Selma'nın meraklı gözleri Esther'in üzerindeydi. Zsofia yatağın başucuna yaklaşırken hemşire geri çekilip yerini verdi ona.
Cevdet Bey ve hastanenin genç doktoru Zsofia'nın arkasında yerlerini aldılar. Hasan, Selma’nın
omzuna elini attı. Kemal ne olur ne olmaz diyerek hepsinin arkasına siper etmişti kendini. Fısıltı ve ayak sesleri Esther’i uyandırmaya
yetmişti. Genç kadının normale dönmesi için içinden dua
ediyordu herkes.
Hafiften aralandı gözleri. Işıktan rahatsız olmuştu. Göz
kapaklarını kırpıştırdı. Ellerini oynatmak istedi ama yine sıkı sıkıya bağlanmıştı yatağa. Gözleri kocaman açıldı. Başını kaldırmaya çalıştı, etrafına bakındı, neler olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi bakışları. Yüzünün şekli değişik bir hal aldı, korkuyla
yoğrulmuş büyük bir şaşkınlık içindeydi. Önce Zsofia’yı, daha sonra yatağın
etrafında dikilen insanları uzun uzun inceledi. Gözleri Kemal’e takılır takılmaz
içinde büyük bir sancı hissetti, dişlerini sıktı, gözlerini kapatıp avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Ağzından yine anlaşılmaz sözcükler saçıyordu etrafa. Zsofia ona kendi
dilinden bir şeyler söyler söylemez bağırmayı kesti, sakinleşir gibi oldu. Cevdet Bey, sevinçle,
- İnanamıyorum, dedi. Evet, söylediklerinin yüzde doksanını anlıyorum. Fakat farklı bir
lehçe konuşuyor. Niye burada olduğunu, çevresindekilerin kim olduğunu
soruyor. Bir de…
- Evet? Bir de ne? diye sordu, Cevdet Bey, merakla devam etmesini bekledi.
Zofia çekinerek Kemal’i işaret etti.
- O adam beni öldürecek, gitsin
buradan diyor!
Kemal, bir adım daha çekti kendini geriye. Hasan, endişe içinde Zsofia'ya yanaştı.
- Sorun bakalım, eşini tanımıyor mu, kim olduğunu bilmiyor mu onun?
Zsofia denileni yaptıktan sonra alaycı bir gülümseme belirdi
yüzünde. Şaşkınlığını gizlemek için başka bir yol bulamayan genç kadın eliyle ağzını kapadı.
- Kendisi Prenses Nora imiş. "Benim düşmanım o adam, beni öldürmek istiyor" diyor.
- Şaka mı bu? diye sordu Kemal, ellerini yana açarak. Esther,
onun yaklaştığını görür görmez yeniden çığlık atmaya, bağırıp çağırmaya başladı. Bütün gözler Zsofia’ya döndü.
- Peki şimdi ne diyor, neden bağırmaya başladı yine? Heyecanla sordu Zsofia'ya Hasan.
- Gitsin buradan, onu görmek istemiyorum, o kaçırdı beni
buraya. Ellerimi yatağa bağlattı, beni öldürecek diyor dedi, Zsofia. Genç kadının şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
- Hadi artık onu yalnız bırakalım, büyük bir şok geçiriyor, dedi Cevdet Bey.
Hep birlikte odadan dışarı çıkıp bekleme salonuna doğru ilerlediler.
Cevdet Bey, Kemal’e yaklaştı. Usulca kulağına eğildi.
- Sizinle biraz konuşabilir miyiz?
- Hocam isterseniz benim odama
geçelim dedi, yanlarındaki genç doktor.
Üçü birlikte odaya girip kapıyı kapattılar. Masanın başına
Cevdet Bey geçti, Kemal Bey ile hastane doktoru karşısına oturdular. İçini çektikten sonra anlatmaya başladı Cevdet Bey:
- Bakın Kemal Bey, sizi çok iyi anlıyorum. Esther Hanımın
tedavisini ben üstlendim. Şimdiye kadar böyle bir olay başımıza gelmedi. Zsofia Hanım'ın bir süre Esther'in yanında kalmasında fayda görüyorum. Aralarında bir güven oluşursa zamanla her şeyin normale döneceğine inanıyorum. Elbette Zsofia Hanım'la da bu konuyu konuşmamız gerekir. Teklifimizi kabul eder mi bilmiyorum. Ben sizi tedavi süresince yalnız bırakmayacağım, bütün randevularımı iptal ettirdim, Esther Hanım normale dönene kadar hep yanınızda olacağım. Anlaşılan o ki, eşiniz bambaşka bir dünya
yaratmış hayalinde. Onun dünyasında yer alamayan her şey kendisini olumsuz yönde etkileyebilir. Etrafında gördüğü her nesne,yeni insanlar onu şaşırtıp korkutabilir. Bu nedenle karınızı yeni şoklardan uzak tutup yumuşak bir geçiş ortamı
sağlamak gerekiyor. Zsofia'nın yardımıyla eşinize sorular sorup hafızasında onu meşgul eden şeyleri
öğrenmeye çalışacağız. Hayalini kurup içinde bulunmak istediği ortamı, insanları, arkadaşlarını... Ani
geçişlerin travmatik sonuçlar doğurabileceğinden endişeliyim. Bu
nedenle elimizden geldiği kadar Esther Hanım'ın suyuna gidip isteklerini yerine getirmek zorundayız.
Zaman içinde her şeyin normale döndüğünü göreceksiniz.
Ha, bir de şu var. Maalesef kendisine zarar vereceğinizi, ona kötülük yapacağınızı düşünüyor sizin. Zsofia, eğer bizimle çalışmayı kabul ederse, sizin ona zarar vermek gibi bir niyetiniz olmadığını telkin
edecek ona. Yani Esther Hanım'ın sizi kabul edebilmesi için biraz zamana ihtiyacı var.
Kemal sesini çıkarmadan dinledi Cevdet Bey'i. Genç Doktor girdi
araya,
- Hocam, ayrıca hanımefendinin dışarı çıkması… Ne bileyim, farklı
insanları görmesi, arabalarla, uçaklarla karşılaşması iyi olmayacaktır. Esther Hanım'ı bir süre daha kontrolümüz altında tutmamız iyi olur sanırım.
- Evet, ben de bundan bahsedecektim dedi, Profesör. Kemal’e
döndü.
- Yine de son karar sizin Kemal Bey, dedi. Elindeki kartviziti uzattı. Beni
dilediğiniz zaman arayabilirsiniz.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 87. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sessiz Gemi/Kavanozdaki Beyin belirledi. Birçok fikir üretilmesine karşın tamamen ortadan kaldırılması mümkün görünmeyen "ötekileştirme" ile yıllar boyunca dünyayı derinden etkileyen "hümanizm" konuları üzerinde düşüncelerimizi paylaşacağız. Arkadaşımız blogunda yayınladığı bir video söyleşisinden hareketle, felsefe, siyaset, din ve ahlâk bakımından insanı ilgilendiren bu iki başlık altında sonu görünmeyen bir yolculuğa çıkaracak bizleri. Bu haftaki konumuzda şu sorulara cevap arayacağız;
"Dünyayı geniş bir açıdan görebildiğinizi düşünüyor musunuz? "Ötekileştirme" kavramı size ne ifade ediyor? Hümanist olmanın tam anlamını biliyor musunuz? "Normal" kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Dünyada her şeyi bildiğini iddia etmek hiç kimsenin harcı değil. Her gün yeni şeyler öğrenip tecrübe sahibi oldukça bilgimizin ne kadar yetersiz olduğunun farkına varıyoruz. İnsan yaşamı boyunca istediği kadar gezip görse, ciltler dolusu kitap okusa bile sınırlı ömründe dünyayı ve hayatı tam olarak anlamaya yetecek seviyede bilgi ve tecrübeye ulaşamaz. Bu bilinçle, bilgimi arttıracak bütün fikirlere açık tutmaya çalışıyorum zihnimi. Sadece insan değil canlı cansız bütün kainat benim için ilham ve bilgi kaynağı. Bağnazlık derecesinde sıkı sıkıya bağlandığım bir inanç ya da ideolojim olmadığı için mümkün olduğunca geniş bir açıdan bakmaya çalışıyorum dünyaya. Yine de dünyayı görebildiğimi söylemek hem fazla iddialı hem de kibirlilik olur sanırım.
"Ötekileştirme" kendinden farklı insanları ve insan topluluklarını söz, davranış ve yaptırım yoluyla aşağılama, değersizleştirme ve düşman görme şeklinde tezahür eden ayrımcılık faaliyetidir. Ötekileştirme, insan onuruna ters bir kavram olmasına rağmen insanın doğasında var olan bir tür arıza, ahlâksızlıktır. Ötekileştirme, diğer pek çok sözcük gibi bilinçli olarak yaratılan algılarla gerçek anlamını yitirmiş aynı zamanda. Şöyle ki, ötekileştirenler ötekileştirildiğini iddia edip mağdur durumda gösteriyorlar kendilerini günümüzde. 17. yüzyılın önemli düşünürlerinden John Locke'un (1632-1704) daha önce kaleme aldığım "tabula rasa" yani "boş levha" önermesine göre insan, doğduğunda boş bir kağıttan ibaret. Çevre koşulları onun yaşamı boyunca zihnini doldurmakta. Bir başka deyişle her insan eşit doğar, farklılık olarak dile getirilen kavramların hepsi yine insan tarafından icat edilmiş ve topluma mal edilmiştir. Biyolojik bazı özellikleri dışında insan ırkının genleriyle kendinden sonraki nesillere aktardığı tek şey egoizmdir. Yani insan, dünyaya ilk adımını attığında kendi türüne karşı üstünlük taslayabilecek hiçbir özelliğe sahip değildir. Düşünme yetisine sahip tek canlı türü olan insanın fiziki durumundan ya da zeka seviyesinden doğan farklılıkları zamanla avantaja çevirmek ve bu sayede diğerlerine karşı üstünlük sağlamak insanlık onuruyla bağdaşmaz.
Ötekileştirmeyi bütün toplumlara sinsicekabul ve nüfuz ettiren iki önemli kurumdan biri siyaset, diğeri ise dindir. M.Ö 11.000 yılından itibaren insan türünün avcı/toplayıcılığı bırakıp tarım ve hayvancılığa başlayarak yerleşik düzene geçmesiyle birlikte siyaset ve din dünya sahnesinde yerini almıştır. Efendilik ve köleliğin, farklı inançların yol açtığı ayrımcılık, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte insanın doğuştan getirdiği egoizmle birleşip ötekileştirmeyi getirmiştir. Sınıfsal farklılıkların yani toplumda iktidar ve zenginliğe ulaşan insanlarla geride kalanlar arasında adaletsizliğin, eşitsizliğin insanları ne denli ötekileştirdiği hepimizin malumudur. Ayrım yapmaksızın bütün dinler bu ayrımcılığı bir kat daha pekiştirerek gerekli zemini hazırlamış, bazen doğrudan bazen de siyaset ve ticaret kanalıyla insanların ötekileştirilmesine hizmet etmişlerdir. Uyguladıkları plân ve taktikler çoğu zaman o kadar sinsicedir ki en akıllı geçinenler bile bu tuzağa düşmekte, farkında olmadan insanları ötekileştirmeye alet etmektedir. Örneğin, yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek bütün dinlerde yer alan ilahi bir emirdir. İlk bakışta saygı duyulacak ve hepimize sempatik gelen bu düşüncenin ötekileştirmeyi kurumsallaştıran bir davranış olduğunu görmekte zorlanırız. Oysa yapılması gereken, sadaka kültürünün insan onuruna yakışmayan bir gelenek olduğunu kabul ederek herkese hakkı olan emeğinin karşılığının verilmesi, adaletin ve eşitliğin sağlanarak yardıma muhtaç tek kişi kalmayacak şekilde gerekli tedbirlerin alınmasıdır.
Hümanizm, yani insancılık, ötekileştirmeye tamamen karşı fikirleri savunan, tanrı-merkezciliğin terk edildiği, etik ve adalet kavramlarına ve bütün insanların eşitliğine inanan, aklı her şeyin üstünde tutan bir ideolojidir. Kökeni antik Yunana kadar dayanan bu akım, Abbasilerde 8. YY'ın sonlarına doğru cihad anlayışının büyük ölçüde terk edildiği, bilim, sanat ve kültürün doruğa ulaştığı, Arap olmayanlarla iç içe yaşamaya başlandığı, İslamiyet'in Altın Çağı olarak bilinen bir dönemde hüküm sürmüş ve Endülüs'e kadar genişleyip Hristiyanlarda Rönesans'ın temellerini atmıştır.
Bu tanım çerçevesinde kendimi "Hümanist" ideolojiye yakın görüyorum. Ancak İslamiyet'in Altın Çağı ve Rönesans dönemlerinde bir ölçüde kendini hissettiren bu fikir akımının rasyonel düşünce çerçevesinde insanın hırs ve egoist tabiatına ters düştüğünü kabul etmek zorundayım. Bununla birlikte idealimin gerçekleşmeyeceğini bilsem de fikri temelde, hümanizmin, insan onuruna yakışan bir düşünce sistemi olduğunu savunmaya devam edeceğim. Bu yaklaşımın ötekileştirmede bir panzehir olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte;
Hümanizm prensiplerine aykırı her türlü fikir, davranış, icraatın karşısında durmamın savunduğum bu ideolojiye ters olduğunu ileri sürerek ötekileştirmeyi yaptığımı iddia edeceklerin tuzağına düşmeyeceğim. Şöyle ki her türlü fikir özgürlüğünü savunurken, eğer bu fikir, figür, davranış ve görüşler hümanizme zarar veriyor, insanları ötekileştiriyorsa buna karşı durmak gerektiğine inanıyorum. Sözgelimi doğuştan gelen özelliğinden dolayı ya da inançları gereği kadını ötekileştiren, ona erkekten farklı bir değer atfeden, ayrımcılık yapan fikir, inanış ve davranışlara itiraz etmek benim aksini düşünenleri ötekileştirdiğim manasına gelmez. Çünkü onlar bilerek ya da bilmeden kadını aşağılayan, şiddete maruz bırakan düşünce ve davranışları savunmaktadırlar.
Hümanizmi en geniş manada düşünüyorum. En azılı terörist, en acımasız katil, genelevde çalışan bir fahişe benim gözümde birer insandır. Bu insanları bu konuma getiren toplum ve çevre şartlarıdır. Onları sadece suçlamak, cezalandırmak, ayıplamak ve toplumun dışına atmak doğru bir yol değildir. Doğduğu anda birbirinin aynı olan insanların hangi olumsuz koşullar altında terörist, katil ve fahişe olduğunu düşünmek ve bu koşulları ıslah ederek ortadan kaldırmak, bir insan olarak yapmamız gerekenlerin başında gelir.
"Normal" kavramına gelince; bu da çoğunluğun ve güç sahiplerinin tanımladığı yapılması ya da yapılmaması gereken şeylerdir. Ötekileştirmenin önemli bir unsuru ve nedenlerinden biridir. Bu yüzden insanların bir kısmı "normal" görmedikleri LGBT'yi ötekileştirir. Bu yüzden kadının yeri ev, görevi çocuk bakmaktır derler. Kadın sanki insandan farklı bir türmüş gibi ötekileştirilir. Ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir kavramdır "Normal". Çünkü insanın doğasında bulunan egoizm, kendi yaptıklarını iyi başkalarınınkini kötü olarak tanımlamakta sakınca görmez. Yaptığı kötülükleri gizler, iyilikleri öne çıkarır. Suçladıkları insanların yanlış ve hatalarını kendi yaptığı zaman bundan rahatsız olmaz.
Yukarıda iki temel nedenine işaret ettiğim ötekileştirme, sömürü, şiddet, baskı, terör ve savaş gibi insan onuruna yaraşmayan, insan aklıyla bağdaşmayan eylemleri doğurmaktadır. Sonuçta küresel sermayenin hüküm sürdüğü teknoloji çağına ve insan fıtratına aykırı olması sebebiyle ötekileştirmeyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün görünmese de hümanist fikirleri tam anlamıyla iktidara taşımanın, insanları bu konularda eğiterek bilinçlendirmenin yeni bir Altın Çağ ya da Rönesans hayali kurmaya engel teşkil etmeyeceğini düşünüyorum.
Alışveriş ettikten sonra eve geri dönüyoruz birlikte. Dükkanların sıra sıra dizildiği bir çarşı içindeyiz, öğle kalabalığı başlamamış henüz, sokaklarda yürüyen insanlar seyrek. İki elim poşetlerle dolu, hele sağ elimdeki bayağı ağır, zorluyor beni. Söylenip duruyorum, bu kadar şeye ne gerek vardı diye...
Derken, geniş bir meydana açılan sokak ağzına geliyoruz. Burası kalabalık, olağan üstü bir durum göze çarpıyor. İnsanlar birbirlerinin yüzüne bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Umursamadan yoluma devam ediyorum karşı sokak boyunca. Yerler kiremit rengi parke taşlarıyla kaplı. Geri dönüp bakıyorum, sen yoksun! Geride kalmışsındır diye aldırmadan yoluma devam ediyorum. Arkamda birinin adım seslerini duyuyorum. Bu sen olmalısın. Kulağıma gelen kalın bir erkek sesi. Sen değilsin! "Görüyor musun, insanlık kalmadı, güpegündüz hırsızlık yapıyor adamlar." diye söylenip duruyor. Kim bu peşimdeki adam diyorum içimden, başımı geri çeviriyorum. Esmer, elli atmış yaşlarında, başında eski püskü şapkası olan hırpani kılıklı herifin teki! Cevap vermeden yürümeye devam ediyorum. Belli ki adam takmış kafayı, yarenlik edecek benimle. Beni izlerken lâflamaya devam ediyor. Israrla ona cevap vermiyorum.
Sokak bitiyor, dar bir geçide giriyorum. Adam hâlâ peşimde. Burası bildiğim bir yer, ana caddeye çıkmak için kestirme yol. Geçidin sonu mağaraya dönüşüyor. Hoppala, nereye geldim ben diye şaşırıyorum. Biraz gidince ileride bir mazgal görüyorum. Mazgalın üstü demir parmaklık, aşağı ışık süzülüyor. Uzun süredir beni takip eden adamın arkasından sarı saçlı, zayıf, bir genç beliriyor. Biraz rahatlıyorum, demek bu geçit, mağara ve mazgal başkaları tarafından da kullanılan bir yol. Sanki mazgalı önceden hatırlıyorum. Eskiden demir parmaklığı kilidinden kurtarıp aşağı çekince merdiven halini alırdı. Bu kez mazgala ulaşan merdiven içeride, sabit. Merdivene çıkıp kapağı kaldırıyorum ama bir terslik olduğunu fark ediyorum. Başka bir merdiven mazgala dayanmış açılmasına imkan vermiyor kapağın. Arkamdaki sarışın, genç adam mağaranın duvarına yarasa gibi tünemiş beni izliyor. Hırpani adam genç olana dönüp "Hadi, kapana kısıldı, vur şunu!" diye bağırıyor. Zaten güçlükle durduğum merdiven basamağı üzerinde dengemi kaybediyor, düşüyorum, ağır poşetler ellerimden kayıyor. Sarışın genç adam silahını doğrultup ateş ediyor, ben hırpani adamı kendime siper ediyorum. İki el silah sesi çınlıyor mağaranın duvarlarında. Hayır, vuramıyor beni, iki atışı da karavana. Derken gözlerimi açıp bilgisayarın başına koşuyorum.
Eşim ne oldu ne bu telaş diye soruyor, rüya gördüm, unutmadan yazayım hemen şunu diyorum. Bana soruyor, kimi gördün diye. Şiirsel bir cevap veriyorum:
Beş katlı özel hastanenin danışma bankosundaki sekreter heyecanlı üç ziyaretçiyi Esther’in
bulunduğu kata yönlendirdi. Odaya girer girmez gördükleri manzara yürek burkucuydu. Kol ve ayaklarından sıkıca yatağa bağlanan genç kadın, saçı başı dağılmış, kolunda serum hortumlarıyla gözleri kapalı bir şekilde sessizce yatıyordu önlerinde. Yatağın yanı başındaki sandalyede oturmakta olan Cevdet Bey, beklediği ziyaretçileri karşısında görünce yerinden fırladı hemen. Yanındaki genç doktorla birlikte ellerini kavuşturup yüzünü yere indirdi, üzgün görünüyordu. Karşısında esas duruşa geçip beklemekten başka ellerinden bir şey gelmeyen doktorlar, şaşkınlıktan deliye çevirmişti Kemal'i. Hasan, bir taşkınlık yapması ihtimaline karşı gözünü ağabeyinden ayırmıyordu. Sessizliği ilk bozan Selma oldu.
- Cevdet Bey, Esther'i yalnız bırakmadığınız için teşekkür ederiz ama hepimiz onun neden bu hale geldiğini merak ediyoruz. Şimdi ne durumda kendisi?
- Şu anda ilâcın etkisiyle uyuyor, biraz sonra durumu anlayacağız, dedi Doktor. Kendine gelmesi için ona biraz zaman vermemiz gerekiyor, siz isterseniz danışmanın yanındaki salonda bekleyin. Merak etmeyin, benim müşahedem altında, Esther Hanım uyanır uyanmaz size haber vereceğim.
Doktorun sözünü dinleyip dışarı çıkarlarken Cevdet Bey, yanındaki genç
doktorun kulağına bir şeyler fısıldadı. Genç adam başını sallayıp hasta yakınlarının önüne düştü ve bekleme salonuna kadar onlaranezaret etti.
İnsan bir felaketle karşılaştığında ilk tepkisi büyük olur. Şanssızlığından dem vurur, kendini suçlar, isyan eder. Duygular şiddetini yitirince aklı başına gelir, kaderine razı olur, çaresiz kabullenmek zorunda kalır her şeyi. Kemal de bir insandı sonuçta. O da her insan gibi Esther'in halini görünce sorup öğrenmeden esiri olmuştu duygularının. Öfkesine hakim olamamıştı, hayvani dürtülerle saldırmıştı Kenan Bey'e. Şimdi düşününce doktora yaptığı o çirkin hareketi hiç mi hiç yakıştıramıyordu kendisine. Eline ne geçmişti sanki, Esther hakkında hiçbir şey öğrenememişti. Sinirlerine gem vurmayı başarabilseydi, doktorlara sorup Esther'e ne olduğunu öğrenebilecekti belki de.
Bekleme salonu sakindi, köşede asık suratlı genç bir çift, karşılarındaki duvarı boydan boya süsleyen tabloya gözlerini dikmiş kıpırdamadan oturuyorlardı. Kemal içine çöreklenen can sıkıntısını soluğuna yükleyip ıslığa benzer bir ses eşliğinde dışarı saldı. Neden Hipnoterapi Merkezinden alıp buraya getirmişlerdi karısını? Danışmanın bulunduğu bankonun üzerinde CE-SA Psikoterapi Merkezi yazıyordu. Bulundukları yer Cevdet Bey'in kendi özel kliniği olmalıydı. Sevgili karısını kobay olarak mı kullanıyorlardı yoksa? İçine kurt düşmüştü bir kere. Ne yapacağını bilmez halde bir süre ayakta bekledikten sonra önünde cam sehpaların bulunduğu mavi kanepelerden birine, Hasan'ın yanına oturdu. Selma heyecandan yerinde duramıyor, danışmanın önünde bir aşağı bir yukarı tur atıyordu. Üçü birlikte doktordan gelecek haberi beklemeye koyuldular.
Yaklaşık on beş dakika geçmişti ki, koridordan kesik kesik çığlık sesleri duyuldu. Endişe içinde Esther'in odasına doğru koştular birbirlerini ezercesine. Kemal odadan içeri adım attığı anda sesler bir kat daha yükseldi. Esther, avazı çıktığı kadar bağırıyor, boğazını yırtarcasına garip sesler çıkartıyordu. Vücudunu saran bantlardan var gücüyle kurtulmaya çalıştı. Canına kastedecek bir canavar görmüşçesine Kemal'e doğru gözlerini pörtleterek attığı tiz çığlıklar, korku filmlerindeki sahnelerle boy ölçüşebilirdi. Genç Doktor, koluna girdiği genç adamı dışarı çıkarmak istedi. Kemal, sert bir hareketle elini itti doktorun.
- Görüyorsunuz işte, tahammül edemiyor, korkuyor sizden, sizi gördüğünde öfkesi katbekat artıyor. Bunun nedenini bilmiyoruz ama size verdiği tepki ortada! diyen Doktor, Kemal'i çekiştirirkenısrarla onu odanın dışına sürüklüyordu.
- Ben kocasıyım onun, neden korksun benden, diye çıkıştı Kemal. Esther'in bakışları gerçekten korkunçtu, adeta kin kusuyordu. Kemal, genç kadının gösterdiği tepkinin odağında olduğunu kabullenmek zorundaydı. Gözleri doldu, ister istemez ikna olup çıktı dışarı. Kemal'in ayrılmasıyla birlikte Esther, sakinleşmiş, çığlıkları kesilmişti. Anlaşılmaz şekilde tuhaf
sesler çıkıyordu ağzından, bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. Gözlerinin ateşi sönmüş, bitkin düşmüştü, yorgun gözlerini çevresinde dolaştırmaya başladı. Başta Cevdet Bey, genç doktor olmak üzere, odada kalan Selma ve Hasan endişeyle Esther'in tuhaf davranışlarını izlemeye başladılar.
- Durun, sanırım bir şey anlatmak istiyor, dedi Cevdet Bey. Esther'in ağzından çıkan sesler mırıltıya dönüşmüştü. Kısa bir süre sonra hiçbir şey anlaşılmıyor, dedi Doktor, can sıkıntısıyla. Bu kez genç Doktor şansını denemek istedi, biraz daha yaklaştı genç kadına. Sesini olabildiğince yumuşatarak,
- İyi misiniz? Bir şeye ihtiyacınız var mı? diye sordu. Esther, genç doktorun yüzüne bakıp fısıltı halinde bir şeyler söyledi. Selma, yatağa doğru birkaç adım attı, Esther'in cevabını merak ediyordu.
- Ne diyor? diye sordu Doktor'a endişeyle.
- Bilmiyorum, farklı bir dil konuşuyor sanki, dedi genç Doktor gözlerini devirerek.
Cevdet Bey, Esther'in elini tutup onu sakinleştirmek istedi.
- Ne diyorsun güzel kızım, ne oldu sana? Korkma, bak hepimiz burada, yanındayız.
Esther yine bir şeyler mırıldanmış fakat verdiği cevabı kimse çözememişti yine. Bir şeyler çıkıyordu ağzından ama dediklerini anlayan yoktu. Gözlerini çaresizlik içinde tavana dikti Esther, çevresinde kendisine yardım edebilecek kimsenin bulunmadığının verdiği umutsuzluk içinde içini çekti. Nefesini toplayıp hesap sorarcasına bir şeyler anlatmaya çalıştı Cevdet Bey'e. Doktor, ellerini açıp yanındakilere döndü.
- Evet, sanırım farklı bir dil konuşuyor ama bilinen dillerden biri değil bu. Şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Ne İngilizce, ne Fransızca ne de Almanca... Doğu Avrupa dillerini çağrıştırdı bana. Slovakça ya da Rumence gibi bir şey olabilir. Anlamıyorum, nasıl olur böyle bir şey!
- Neler oluyor? diye sordu endişeyle. Ne diyorsunuz Doktor? Böyle bir şey nasıl olabilir? Odadan çıktı, panik içinde koridorda volta atan Kemal'in yanına koştu kocasıyla birlikte.
- İçerde garip şeyler oluyor Kemal, dedi Selma. Esther,
konuşmaya başladı fakat ne dediği anlaşılmıyor. Peşlerinden gelen genç Doktor araya girdi.
- Evet, hanımefendi doğru söylüyor. İnanılmaz bir şekilde bilmediğimiz dilden bize bir şeyler anlatmaya
çalışıyor!
Cevdet Bey odadan çıkarken Kemal'e yakalandı.
- Ne diyor bunlar Doktor? diye çıkıştı. Lütfen bana durumu mantıklı bir şekilde izah edin. Ne yaptınız karıma? Ne yabancı dili. Esther'in bildiği sadece iki dil var, biri ana dili Almanca, diğeri İngilizce. Bir de Türkçe'yi öğrendi burada tabii. Hiçbir şey anlamıyorum.
Cevdet Bey, sakin bir şekilde cevaplamaya çalıştı Kemal'in sorularını.
- Kemal Bey, önce sakin olun biraz. Esther hanım, kendine geldi, sağlığı gayet iyi. Bu güzel bir gelişme. Ancak farklı bir dil konuşuyor, bu dilin ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Heyecanlanıp bu olayı fazla yaymamamız gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde bütün medya çöker üstümüze. Bugüne kadar tıp tarihinde benzer bir durumla karşılaşıldığını duymadım. Böylesine sıra dışı bir olay medyanın ilgisini çekecektir kesin. Hastayı Hipnoterapi Kliniğinden alıp buraya getirmelerini istememin sebebi bu. İnternette bunun benzeri bazı olayların rivayet edildiğini görmüş ama ciddiye almamıştım. Demek ki oluyormuş! Ben de çok şaşkınım. Biraz bekleyelim zaman içinde kendi diline döner muhtemelen. Şimdi Esther Hanım'ın dilini konuşan
birini bulmamız lâzım, aksi takdirde onu anlamak çok zor. Müsaadenizle ben konuyu biraz araştırmak istiyorum.
Kemal ve diğerlerinin şaşkın bakışları arasında gözden kayboldu doktor. İşler gittikçe sarpa sarıyordu. Hep birlikte bekleme salonuna geçip bir sonraki sürprizi beklemeye başladılar. Yaşanan bunca olaydan sonra hiçbir şeye şaşıracak durumları kalmamıştı artık.
Beş dakika sonraCevdet Bey uzun boylu bir adamla geri döndü.
- Bu beyefendi Doktor Jovica Popovic,
hastane müdürü bana Sayın Popovic'in dünya dilleri konusunda engin bilgiye sahip olduğunu söyledi.
Cevdet Bey, yanında getirdiği doktoru Kemal ve yanındakilere takdim ettikten sonra hep birlikte Esther'in odasına doğru ilerlediler. Kemal dışında herkes Esther’in odasına girdi. Sesleri duyan Esther
gözlerini açtı, şaşkın halde yeni gelen doktora dikti gözlerini. Ağzından bir kaç kelime döküldü. Jovica söylediklerini anlamamıştı. Bildiği bütün dilleri kullanarak genç kadınla iletişim kurmaya çalıştı. Yanındakiler merak içinde nefeslerini tutmuş doktorun ne diyeceğini bekliyorlardı. Esther, birkaç cümle daha kurdu. Jovica bir sürü dilden ona karşılık vermeye çalıştı ama bir türlü anlamıyordu kadının dediklerini. Başını sallayarak odadan dışarı çıktı. Diğerleri de uzun boylu doktoru takip ettiler. Dışarıda merak içinde haber bekleyen Kemal, doktorun yanına koştu. Cevdet
Bey başta olmak üzere, Kemal, Hasan, Selma ve genç doktor, hepsi birlikte merakla Jovica'nın ağzından çıkacak sözlere kilitlendiler. Doktor Popovic, anlatmaya başladı.
- Bakın ben Sırbistan doğumluyum. Dünyada konuşulan dillerin hepsini bilmesem bile hangisi olduğunu ayırt edebilirim. Ancak Esther Hanım’ın konuştuğu lisanı, size şudur diye kesin bir şekilde söylemem mümkün değil maalesef. Sözleri tam olarak anlaşılmasa da hanımefendinin konuşmasını biraz Macarcaya benzettim. Bu
dilde birkaç kelime biliyorum sadece, başka bir bilgim yok. Sizlere daha fazla yardımcı olamadığım için üzgünüm.
Birbirlerinin yüzüne baktılar. Kemal, bulunduğu yere çöktü, başını ellerinin arasına alıp dirseklerini dizine
dayadı. Ağlamaklı bir sesle,
- Delirttim kadını sonunda, işinin de, Feridun Beyinin de… Aklına işle ilgili ne varsa sıralıyordu. Hasan elini ağabeyinin omzuna koydu,
- Sıkılma, düzelecek her şey, derken sözlerine kendisini de inandırmaya çalışıyordu bir yandan.
Selma, doktoru suçlamıyordu. Cevdet Bey, Esther’i orta yerde
bırakmamıştı yine de, bir an olsun yanından ayrılmamıştı. Bir şeyler yapmaya çalışıyor, bir çare bulmak için kıvranıyordu.
- Peki, şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz Doktor Bey? diye sordu.
- Yapılması gereken şu ki, diye başladı söze Doktor. Esther Hanım'ı bir süre misafir etmemiz şart, onu burada gözetim altında bulundurmamızda fayda görüyorum. Zira ortam değişikliklerine karşı fazlasıyla duyarlı. Hafiften öksürerek sesini düzeltti. Macaristan
Konsolosluğunda tanıdığım biri var, kendisi orada çalışan genç
bir hanım. Bir süre önce tedavi için gelmişti bana. Eğer telefonunu
bulabilirsem, akşam kendisiyle görüşüp bize yardımcı olmasını isteyeceğim. Eğer ricamı geri çevirmezse Esther Hanım'la iletişim sorununu halletmiş oluruz.
- Peki, sonra ne olacak Doktor? diye girdi araya Hasan.
- Sonra duruma bakarız. Daha önce söylediğim gibi böyle bir durum tıp tarihinde kayıtlara geçmemiş
bugüne kadar. Görünen o ki, hastamız henüz trans halinde. Yani başka bir dünyada yaşıyor diyebilirsiniz. Gözleri ister açık
ister kapalı olsun, fark etmez. Bu böyle ne kadar sürecek diye soracak olursanız, inanın ki
bilmiyorum. Ama onunla iletişim kurabilirsek eminim işe yarayacaktır. Sözlerini bitirdikten sonra hareketlendi. Ben müsaadenizi istiyorum şimdi, şu anda hastanın bütün fiziksel
fonksiyonları normal, endişe edilecek bir durum yok. Odasına
yavaş yavaş alışıyor. Çevresine karşı aşırı duyarlı. Yeni bir yüz ya da
mekân değişikliği kendisini tedirgin edebilir. Bu nedenle sadece nöbetçi hemşire
ilgilenecek kendisiyle.
Sevgili DeepTone'la tadına doyamadığım tartışmalardan sonuncusu "Nesnellik ve Öznellik" üzerineydi. Bu tartışmanın fitilini ateşleyen Paulo Coelho'nun Simyacı adlı kitabı hakkında yaptığım değerlendirme oldu. Söz konusu yazıma yaptığı yorumlarda,
"Kitap yazıları, değerlendirmeleri, eleştirileri, yorumları nesnel olmalı, kişisel düşünce ve beğenilerimizden söz etmemeliyiz, okuru yönlendirmemeliyiz, kitap yazılarında tarafsız olunmalı, içerik, üslûp (yönünden) belki yazının sonunda ayrıca bir not düşüp, şimdi kişisel düşüncemi de yazayım diyebiliriz, ya da yorumlarda söyleyebiliriz. Mesela, çocuğumun okumasını bile istemem cümlesi tarafsız değil, fena halde özel. Bunu yazının sonunda ayrıca bir not olarak düşmek, kitap okurları için daha faydalı olur." diyerek büyük bir içtenlikle görüşlerini belirtmişti. Aynı konuda ayrıca,
"... kitap çıkarırsan kitaptaki görüşlerin tarafsız olsun diyorum. Sevip sevmemek de değil. Kitap, film, müzik, sanat gibi eleştirilerde sevmek, sevmemek, beğenmek, beğenmemek diye bir ölçü yok zaten, sevip sevmemek, beğenip beğenmemek bir yorum veya eleştiri değil, kişisel duygular bunlar. Yorum ve eleştiride yöntemler vardır, yorum ve eleştiri tarafsız olur. ... yaza yaza kişisellikten uzaklaşmalısın, duygularından, öznellikten sıyrılınca ustalaşırsın yani işte. Bunu eşinle bir konuş sen yine..." şeklinde önerilerde bulunmuştu.
Öncelikle DeepTone'un genç yaşına rağmen benden daha donanımlı olduğunu, yaptığı yorumlara, eleştirilere ve önerilerine değer verdiğimi, yukarıdaki alıntıları konuya açıklık getirmesi bakımından kullandığımın bilinmesini isterim. İkincisi, bilgisine güvendiğim Edebiyat Fakültesi mezunu eşimin de doğal olarak! DeepTone'la aynı fikirde olduğu ifade etmiş olayım.
Konuya girmeden önce nedir bu öznellik, nesnellik bir bakalım:
Kişisel duygu, düşünce ve sezgilere dayanan anlatım özelliğine ÖZNELLİK denir. Öznel anlatımda, söz söyleyenin değer yargılarını yansıtan bir yorum vardır; dolayısıyla bu tür cümlelerde anlatılanlara başkaları katılmayabilir.
Kanıtlanabilirlik niteliği taşıyan, kişisel duygu ve düşünceleri içermeyen yargılar NESNELdir.
Edebiyat ve diğer bütün sanat dallarının sadece şekilsel öğelerinde NESNELLİK vardır ve bu husus bütün sanatçıların, yazarların, çizerlerin uyması gereken kaideler bütünüdür. Peki nedir bu kaideler? Edebiyatta, imla ve yazım kurallarına riayet etmek, dili güzel kullanmak, duygu ve düşünceleri karşı tarafa en kısa yoldan kolayca anlaşılır bir şekilde aktarmak vs. Resimde perspektif kaidelerine uymak, renk ve gölgeleri uygun seçmek, müzikte kulağa hoş gelecek tarzda uygun notaları, diyezleri, bemolleri kullanabilmek. Bu konulara kim karşı durabilir ki? Elbette nesnelliğin bu konularını ben de önemsiyorum. Ancak,
Sevgili DeepTone'un nesnellikten kastı bu değil. Yukarıda bahsettiğim şekil öğelerinin üzerinde yazının içeriği de nesnel olması gerekir diyor ki, bu konuda ben onunla aynı fikirde değilim. İçerik bakımından tamamen nesnel olması gereken tek kavram "hukuk" tur. Çünkü hukuk, kişisel duygu ve düşüncelere, değer yargılarına yer vermemesi gereken, öznellikten uzak, evrensel bir değerdir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyelerinden Şafak Ural, bir makalesinde edebiyat ve sanatın ÖZNELLİĞİ'ne dikkat çekerken onların nesnellikle ilişkisini mantık bağlamında şöyle kuruyor. "Edebiyat ve sanatı, mantık ile ilişkilendirmek ilk bakışta imkansız gibi görünmektedir. Çünkü sanat ÖZNEL'dir, ispat söz konusu değildir, çokanlamlıdır, duygularla iş görür. Fakat buna karşılık mantık, nesneldir, tek anlamlı bir dildir, ispat söz konusudur. Aralarındaki bu keskin farklara rağmen, çok önemli bir ortaklık da mevcuttur. Bu ortak nokta, sanatı sanat yapan, onun sahip olduğu formdur. Bir sanat eseri, uyum, ritim, kadans, oran ve orantı başta olmak üzere nesnel birtakım özelliklere sahiptir. Bu nesnel özellikler, sanat ile mantık arasında ilginç bir ilişki kurulmasına da olanak verir."*
Bütün blog yazılarım, özellikle kitap değerlendirmelerim içerik bakımından öznel, yani kişisel duygu ve düşüncelerimi yansıtır. Okur, yazdıklarıma katılabilir ya da katılmayabilir, olumlu ya da olumsuz eleştiri getirebilir. Yazılarımda tarafsız olma zorunluluğum olduğunu düşünmüyorum, sınırsız fikri özgürlükten yanayım. Sadece bir konuda DeepTone'a hak verdim. Simyacı kitabını eleştirirken kullandığım "Çocuğumun okumasını bile istemem, yaşam, yazarın anlattığı gibi değil çünkü." derken bu cümlemin maksadını aştığını ve gerçek düşüncemin duygularıma esir düştüğünü kabul ediyorum. Zira çocuklarımın tamamen özgür yetişmesine imkan verdim, bugüne kadar asla şu kitabı okuyun ya da okumayın demedim. Yetiştirilme tarzları belli yaştan sonra onlara herhangi bir düşünce empoze etme imkanını ortadan kaldırmıştı. Kitap seçimlerinde olduğu kadar meslek seçimlerinde de özgür iradelerini kullandılar.
İyi bir yazar olmanın yolu nesnellikten mi geçer? Sanmıyorum. Toplumun kabul ettiği sınırlar içinde kalmamız mı gerekiyor yazmak için? Eleştiride şeklin ve kuralların nesnel, içeriğin öznel açıdan yapılması gerekmez mi? Öznelliğin olmadığı içerik değerlendirmelerine eleştiri diyebilir miyiz? Geniş halk kitlelerinin teveccühünü almak uğruna öz değerlerimizi, kişisel düşüncelerimizi feda etmemiz ne derece doğru? Evet, toplumun bazı kesimleri fikirlere tahammül edemiyor, hatta tepkilerini en sert şekilde gösteriyor. Sanatçı öznelliğini bir tarafa koyup toplumun istediği yönde mi tarzını belirlemeli yoksa topluma önder mi olmalı? Orhan Pamuk, yaptığı araştırma ve değerlendirmelerine dayanarak "Ermenilere soykırım uygulandı" demek suretiyle kişisel fikrini ortaya koyamaz mı? Başarıdan bahsederken, yazarın Nobel Ödülünü almasının bir sebebi de onun eserlerindeki öznel yaklaşımları değil mi? Bu tür kısıtlamaların olduğu bir ortamda sanatta ilerleme nasıl sağlanabilir?
ODTÜ Felsefe Bölümünden Prof. Dr. Ahmet İNAM, yıllar önce köşe yazarlığı yaptığı bir dönemde "çok öznel" yazılar yazdığı için yazarlığına son verildiğini belirtiyor bir yazısında.** "O kadar öznel yazıyordum ki, bu öznelliğin zaman zaman "gizemli" bir özellik taşıdığını söylüyorlardı. Neden duygulardan, aşktan, acılardan söz ediyordum ki? Hayata yoğun kalıp düşüncelerle, sığ malumatla bakanlar açısından dünyanın bunca sorunu dururken "kendi küçük duygu ve düşünce dünyasından" yola çıkarak konuşmak, yazmak, bir sorumsuzluk, dünyanın bunca sorununa karşı duyarsızlıktı. Sen kim oluyordun da kendinden, kendi iç dünyandan söz edebiliyordun. Senin yapman gereken, asla kendini karıştırmadan olanı olduğu gibi "nesnel" bir biçimde ortaya koymandı."
İnam, öznellikten kastını şu cümlelerle anlatıyor: "Öznellikten anladığım, keyfilik, duygusallık, farklı bakışlara kör bir anlayışın yanında bir çıkarcılık değil. Öznelliği Türkçenin sağladığı olanakla "öz-nelik" olarak okuyabiliriz. Öyle bir "neliğe", "ne oluşa" sahibiz ki, bu özümüzdür. "Üvey-nelik" değildir, bizden gelen, biz olandır. Bilgiyle ilişkiye geçen, bilgiyi duyan, yaşayan, özümseyen ÖZ NİTELİĞİMİZ dir. Canımızın bilgiye açık, bilgiye içten, has ilişkiye geçen yanımızdır ÖZNELLİĞİMİZ. Gerçekle öznelliğimizi karşılarız. Gerçeği yorumlayan, anlamaya çalışan, gözleyen, deneyleyen, kavramlaştıran, kuramlaştıran güzümüzdür ÖZNELLİK."
Ve devam ediyor, "Dünyayı kendi gözüyle görüp, kendi düşünme ve düş gücüyle kavrayamayan biri insan olma özelliğini geliştiremez. ÖZNELLİĞİNİ geliştiremeyenin nesnellikle olan bağı dar kalıplar içinde sığ bir biçimde oluşur. Bilgisini bir yük gibi taşır, ezbercidir, şekilcidir. Konusuyla ilgili malumat bombardımanının üzerine gelmesini engelleyecek öznel gücü olmadığı için edindiği malumatı yorumlayamaz, malumat yığınının altında kalır. Hangi malumatla nasıl çalışacağı konusunda karar alamaz, seçim yapamaz. Farklıyı, yeniyi göremez. Yapışıp içinden çıkmaktan korktuğu dar bir bilgi alanında dolanır durur."
Yazılarımda öznellik vazgeçemeyeceğim bir unsurdur bu yüzden. Aksi takdirde yazmamın bir anlamı kalmaz. Daha ötesi, varoluşumun sebebi. Süleyman Demirel Üniversitesi öğretim üyelerinden Asst. Prof. Dr. Soner Soysal, yayınladığı bir makalenin sonuç bölümünde, varoluşçu felsefenin kurucularından Soren Kierkegaard'ın tamamen katıldığım şu sözlerine yer veriyor.
"...Kendimize ait bir yaşam yaşayabilmek için, bize nasıl yaşamamız gerektiğini, değerlerimizin ne olması gerektiğini, bu değerlerle ilişkimizin nasıl olması gerektiğini söyleyen ya da dayatan hiçbir şeye boyun eğmemeliyiz. Çünkü böylesi girişimler ya da bunların kurumlaşmış halleri bizden kendileri için yaşamamızı talep ederler. Varoluşumuz en değerli şeyimizdir; gerçekte sahip olduğumuz ve olabileceğimiz tek şeydir. Dolayısıyla da, onu başkalarının elleriyle değil, kendi ellerimizle şekillendirmeliyiz. Kendi varoluşumuzun senaryosunu başkalarının yazmasına izin vermemeliyiz. Aksi takdirde, bize ait olduğunu zannettiğimiz ancak bize ait olmayan, bizim olmayan bir yaşamı yaşamış, kendi yaşamımız içinde bir figürana dönüşmüş oluruz."***
Her hangi bir eserin eleştirilmesinde öznelliği sonuna kadar savunurken eseri yaratan sanatçının kişiliğine yönelik eleştirileri kabul edilemez bulduğumu belirtmek isterim. Her türlü nesnel ve öznel eleştiri eserle sınırlı olmalı, sanatçının her eseri ayrı değerlendirilmelidir.