KATEGORİLER

30 Ağustos 2016 Salı

KAPYA HAZIRLIKLARI

30/08/2016 Salı, Tire
Bugün ilk kez Hüseyin kapıyı kapalı buldu. Telefon ettiğinde tahmin ettim kapıya geldiğini. Hemen gidip açtım kapıyı. Dün hasta gittiği için durumunu sordum."İyiyim" dedi. Çay ocağında su kalmadığından ısıtıcı devre dışı kalmış. Musluktan kapatmıştım. Ya kazan delik ya da şamandırada bir problem var. Musluğu açıp şamandırayı kontrol ettim. Bütün problemin şamandıradan kaynaklandığını görünce bu duruma sevindim. Su sıcaklığı düştü birden doğal olarak.

Eşim çayını biraz geç içecek. Kahvaltıyı hazırlayıp tepsiyle avludaki masamıza götürdüm. Bir an önce salı pazarına gitmek niyetim. Ama kahvaltıya oturmadan Soner geldi, cevizleri konuşmak için. İki kadın bulmak lazım ki o toplarken toplayıcılar çuvallara doldursun. Pazarda bir yere telefon edip iki sırık ayırttırdılar. Soner "Kadınları ayarlamaya çalışırım." dedi. Yevmiye konusunu da konuştuk. Perşembe günü çocuğunun alçısı alınacakmış, "Cuma sabahı başlarız." dedi. Geçen sene kestane zamanı aynı şeyleri söyleyip gelmemişti. Bu sene yine aynı haltı yemez umarım. Hüseyin ile birlikte yukarı yaylaya çıkıp oradaki cevizlere baktılar.

Hüseyin'in dönmesini beklerken Zeytin'in bağını çözdüm. Öyle seviniyor ki size anlatamam. Bir ara kayboldu gözden. Çağırıyorum, gelen giden yok. Hiç böyle yapmazdı. Havuza mı düştü acaba diye ciddi ciddi tedirgin olmaya başladım. Uzunca bir aradan sonra çıktı ortaya. Nereden bulduysa kocaman bir salyangozu ağzına almış oynuyor. Kabuk sert, onun çenesi ise henüz gelişmemiş. Tam kendine göre oyuncak bulmuş. Tam o sırada veterineri aradı. Hanımefendinin aşı zamanı gelmiş. Bu hafta bir gün getirmemizi istedi. Zaten bekliyordum bu telefonu. Arabada beklemeyi öğrenemediği için onu özel olarak götürmem gerekiyor.

Nihayet iniyorlar Soner'le Hüseyin aşağı. Ben de şehre iniyorum hemen. Kapya biber alıyorum bir çuval. Biraz pahalı ama pazarın en iyisi. Arabayı uzakta bıraktığım için taşımakta zorlanıyorum. Dönüp tarif ettikleri yerden ceviz sırıklarını alıyorum. Sırıkları aldığım bakkal dükkanının sahibi bizim Hüseyin'in babasıymış. O da karadut reçellerini aldığımız kişiymiş meğer. Taşımak için biri yardımcı olmalı diyorlar. Geçen seneden tecrübeliyim nasıl olsa. Uzun iki sırığı arabanın açılır arka camından dışarı çıkarıp kolayca getiriyorum yaylaya.

Çok arayan oluyor bugün. Özellikle internet üzerinden Haber Tire gazetesinin facebook sayfasında Ergün Beyin ilanı iş görüyor. Arayanları işyerine görüşmeye davet ediyorum. Uzun zaman aradığım halde bulamadığım mutfağa bayan elemanlar, garsonlar hatta karı koca çalışmak isteyenler, işyerinde yeni aldığımız konteynırda kalabilirim diyenler müracaat ediyorlar. Hepsinin kayıtlarını tutuyorum.

İnternet olmadığından yayımlamadığım günce sayısı beşe düştü. Bir an önce günümüzü yakalamak istiyorum. Eski tarihli günlüklerimi okumak benim için de keyifli oluyor. Ne yaşıyor ve hangi detayları unutuyorum eski günlükleri okuyunca daha iyi anlıyorum. Bana öyle geliyor ki yaşananların yüzde doksanı hafızadan tamamen buharlaşıyor. Yakın geçmişte bile olsa günlüklere yazılanlar "Vay canına bunları ben mi yapmışım?" dedirtiyor bazen.

Oğlumdan gelen bir mesaj var. Büyük bir şirketten teklif almış yine. Bu beşinci olacak. Yurt dışında çalıştığı yeter artık. Umarım şansı yaver gider, değerini bilenlere düşürür.

Hüseyin zeytinleri sulamaya gitti bir ara. Ben gelen olursa ilgilenirim dedim. Çok kalabalık olursa da çağırırım seni. Akşam saatlerinde döndü. Yukarı yaylaya birlikte çıktık. Havuz dolmuş. Sulama sırası ceviz fidanlarında. Hepsi ilgi bekliyor. Vanayı açtık. Bazı ek yerlerinden damlama boruları patlamış. Teker teker dolaştık. Arazinin alt ve yan sınırlarını gösterdim ona. Bu sene söylenenler doğru galiba. Fazla ceviz yok ağaçlarda. Sincaplar güzel çalışmış bize fazla bir şey bırakmamış.

Eşim kapyalarla ilgilendi. Akşama kadar közledi, kabuklarını soydu, paketledi ve derin dondurucuya attı. Bugün gelen konuklar da çok beğendiler Taş Ev'i. Özellikle veranda kapsının önündeki ferforje kapıya asılı kırmızı biber ve naneleri...

TELEFONLA BAŞIM DERTTE


11/08/2016 Perşembe, İzmir



Günce yazmak artık bir tutku haline dönüştü bende. Hatta ondan da öte… Yemek yemek, su içmek kadar zorunlu bir ihtiyaç. Mesela şu satırları yazdığım sıralar insanların çoğu uykularının en güzel yerinde. Telefon unutmalarım vurdu güne damgasını. Geç kalmamak için kahvaltı etmedik. Yolda bir şeyler atıştırmaktı düşüncemiz.

Zeytin’in kahvaltısını hazırladıktan sonra yola çıkmamamız için bir engel kalmamıştı. Telefonumu biraz daha şarj etmesi için prize taktım. Zeytin’i serbest bıraktık rahatça gezinsin diye. Demir kapıyı dıştan kilitleyip şehre indik. Yönümüzü İzmir’e çevirdiğimiz anda elim cebime gitti. Her zaman sol cebime koyduğum telefonu yerinde bulamıyorum. Gerisin geriye yaylaya dönmekten başka yapacak bir şey yok. Dönüp telefonumu alıyor ve tekrar çıkıyoruz yola. Belki de bu unutkanlık başımıza gelecek kötü bir kazayı engelledi diye avutuyorum kendimi.

Eşim kahvaltı etmeden duramaz. Nasıl olsa gecikmişiz bir kere. Şehirdeki pastanelerden birine girip bir şeyler atıştırıyoruz. Eşim bir poğaçanın yanında çay, ben ise boyoz ve yanında cola light ısmarlıyorum. Vitrinde neler var, kaça satıyorlar merak ediyoruz doğal olarak. Gözümüze sol tarafta bir trileçe ilişiyor. Kalkmadan bu tatlının da bir tadına bakmak istiyoruz. Çok başarılı bulmuyoruz. Eşimin yaptığı trileçe bambaşka oluyor.

Hazır gıdadan kaçmaya çalışıyoruz mümkün olduğunca. Gel gelelim ilçemizle özdeşleşmiş bir sucuk markası var burada. Öyle ki, Ankara'dan her geldiğimizde kangal kangal Tire’nin Ege marka sucuğunu beraberimizde götürür ve kış boyunca tüketirdik. Bu işletme şimdi yeni bir satış yeri açmış. Eşime önce oraya gitmeyi öneriyorum. Çalışanlar yakın ilgi gösteriyorlar. Büyük bir olasılıkla sucuk bağlantısını bu firma ile yapacağız.

İzmir’den aydınlatma direği alacaktım. Aslında özel bir şey değil. Elli ya da altmış milimetre çapında siyah boru. Sanayide profil demir satan bir işyerinde buluyoruz aradığımızı. Önemli bir işi buradan çabucak halletmiş oluyoruz.

Nihayet İzmir yoluna çıkıyoruz. Önce Yücel Usta’yı arıyorum. Hidrofor ve tüplere dolap, çay ocağına davlumbaz montajını yapmak üzere bugün gelecekti. Zaten boyanın kurumasını bekliyormuş. Yarın geleceğini söyledi. Ben de bugün gelmemesi için aramıştım zaten.

Mustafa Bey’i arıyorum sonra, meşrubat dolapları için. Yarın gelmesini istiyorum. “Pazartesi hazır olur dolaplarınız.” diyor. “Pazar günü açıyoruz işyerini” deyince “Tamam o zaman cumartesi günü getiririz.” demek zorunda kalıyor.

Yola devam ederken çocukluk arkadaşım Mustafa’yı arıyorum. Ona da sormak istediğimiz bazı şeyler olacak. Şarküteri ürünlerini nereden kaça aldığını öğrenmek istiyoruz. Gün boyunca marketteymiş. Bu bizi rahatlatıyor. Gaziemir’de Metro AVM’ ye giriyoruz. Vergi levhamız var ya, artık kurumsal müşteriyim. Bir de kart çıkartıp veriyorlar. Yüklüce bir alışveriş yapıyoruz buradan. Dünden beri gözüm arka sağ lastikte. Her gün biraz daha iniyor sanki. Metro’dan çıktıktan sonra bir lastikçide duruyorum. Lastiğe küçük bir çivi girmiş. Lastikçi çiviyi çıkarıp lastiği tamir ediyor ve diğer lastiklerin havasına bakıyor.

Hedefimiz gıda çarşısı. Daha önce elektrik malzemelerini aldığımız yere uğruyoruz. Kovanlı fener tipi aydınlatma lambası alacağız. Ellerinde hazır yokmuş. Hemen karşı dükkândan alıyoruz biz de. Bir peynir imalatçısı ilişiyor gözümüze. Fatih isminde şeker bir delikanlı karşılıyor bizi. Peyniri tattırıyor. Pazarlığa girişiyoruz. Biraz sıkıştırınca “Patron bilir daha fazlasını” diyor. Patronu merak ediyoruz. “Annem” diyor ve devam ediyor “Hanım Ağa”

Hanım Ağa yakınlardaymış Az sonra geliyor dükkâna. Eşimi orada bırakıp fener lambaları ve diğer malzemeleri arabaya koyuyor, arabayı peynircinin dükkânının önüne çekiyorum. Sıcak bir sohbet doğuyor aramızda. Anlaşıyoruz sonunda.

Kızım telefon ediyor. Arkadaşının doğum gününü kutlamak için Çeşme’ye gideceklerdi. İptal olmuş. Birlikte balık yemeyi öneriyor. Biz ise bir an önce yaylaya dönmek istiyoruz. Malum artık Zeytin’imiz var. Yemek ister, su ister.

Kızımızla kayınvalidemin evinde buluşuyoruz. Yarım saat kadar oturuyor, ısmarladığımız özel bulgurumuzu, koruklarımızı alıyoruz. Telefonumda Zeytin’in resimlerini gösteriyorum kızıma. Elimden alıyor telefonu rahatça bakabilmek için. Aceleyle kalkarken telefon kalıyor yine. Gaziemir’i geçiyor, havaalanı kavşağında farkına varıyorum. Telefon önemli. Biz çıkar çıkmaz farkına varmış kayınvalidem ama eşimin telefonunun şarjı bittiğinden bize ulaşamamış ve beklemekten başka yapacak bir şey bulamamış o da. Geriye dönüp telefonumu alıyor ve yeniden yola çıkıyoruz. Gece yarısını geçiyor yaylaya çıkmamız. Zeytin bizi bekliyor. Acıkmış çok. Hemen ona bir şeyler hazırlıyorum.        

SABAH SÜRPRİZİ


10/08/2016 Çarşamba, Tire

Sabahın altısında eşimin panik halinde seslenişi ile uyandım. Aslında onun normal kalkış saatinden bile bir saat önce. Pencerenin kanatlarını açtık. Havada yağmur kokusu var. Uzaklardan gök gürültüsü sesleri geliyor, şimşekler çakıyor. “Hemen terastaki reçelleri içeri al n’olur.” Avluya çıkmak istiyorum. Gece Zeytin’in havlamasından tedirgin olan eşim bütün ara kapıları birbirinin üzerine kilitlemiş. Yağmur yağdı yağacak. Hemen terasa koşuyorum. Reçel kazanlarını içeri alıyorum. Aklıma ağacın altına bıraktıkları çimento torbaları ve yağmurdan zarar görecek malzemeler geliyor. Artık damlalar serpiştirmeye başladı. Zeytin’in bağını çözüyorum kapalı yere kaçabilsin diye.

Beş dakika sonra başlayan yağmur hiç de beklediğim gibi olmadı. Madem beni uykumdan etti, bari doğru dürüst yağsaydı da biraz cevizler, kestaneler sulansaydı. Eşimin midesi yanıyor. Reflü gibi bir rahatsızlığı var. Gidip yatağa uzanıyor. Mutfakta kahvaltı hazırlıyorum. Bu sefer Zeytin’i de hesaba katıp üç kişilik yapıyorum omleti. Yumurtayı çok seviyor hınzır.

Hava yükselmeye başlıyor kısa bir süre sonra. Yağan yağmur yerleri ancak ıslattı. Fakat bu kadarı bile reçelleri bozmaya yetecekti. İyi ki eşim hemen durumun farkına vardı.

İnci Aral’ın öykü kitabını geçen ay bitirmiştim ama üzerinde yorum yapmaya zamanım olmadı. Arkasından Ahmet Ümit’in bir romanına başladım. “Elveda Güzel Vatanım.” Fazla zaman ayıramıyorum okumaya ama güzel bir kitap olduğu belli. Çarşıya gitmeden önce biraz okudum. Eşimin börek hazırlama günü. Yaylada kalmak istedi.

İlk işi Esnaf ve Sanatkârlar Odası sicil bölümüne gidiyorum. Harçları yatırıp dönüyorum. Sicil kaydımı yaptıktan sonra Lokantacılar Odasına gönderiyorlar. Mühendislik mesleğinden emekli olduktan sonra bu sene önce çiftçi olup belgemi aldıktan sonra şimdi de resmen üçüncü mesleğime adım attım. Lokantacılık… Görevli bayan odaya kaydımı yapıyor. Soruyorum ona. “Odaya üye oluyorum ama bana ne faydası olacak bunun?” diye soruyorum. “Güzel bir soru” diyor görevli. Mühendisler Odasına da kaydımı yaparken aynı soruyu sorduğumu hatırladım. O zaman “Aylık bir dergi yayınlıyoruz, ama baskı sayısı sınırlı olduğu için eski üyelerimize gönderebiliyoruz ancak.” dediklerini anlatıyorum. “Biz dergi de vermiyoruz.” derken gülümsüyor. "Bari eleman konusunda yardımcı olsalar." diyorum kendi kendime. 

Çarşıda diğer işlerimi tamamlıyorum. Muhasebeciye uğrayıp belgelerin birer kopyasını bırakıyorum. Matbaaya gidip kartvizit ve menü kapak dizaynı üzerinde çalışıyoruz. Oradan Ozan’a geçiyorum. Akşam yaylaya gelecekti. İnternet, kamera, müzik düzeni için çalışma yapacaklar. İşlerim bittikten sonra birkaç parça eşya almak üzere eve uğruyorum. Tam evden çıkarken eşim telefon ediyor. “Gelirsen iyi olur, misafirlerimiz var.”

On beş dakika sonra varıyorum. Verandada kalabalık bir grubu sohbet eder buluyorum. Torbalıdan Gani Bey’ler kamptan tanıştığı Bursalı misafirleri Can Bey’leri gezdiriyorlar. Bilgi levhalarını takip ederek demir kapıya kadar gelmişler. Kapı kapalı ama kilitli değil. Sürmüşler kapıyı, girmişler içeri. Eşim birden karşısında görünce adamı önce şaşırmış. Açık sanmışlar, karınlarını doyurmaya gelmişler. Eşim henüz açılmadık demiş demesine ama Bursalı ailenin Selanik mübadili olduğunu duyar duymaz içeri alarak buyur etmiş. Ben dönünce sohbete katıldım. Çok beğendiklerini söylediler. Eşimin kurabiyelerinin tadına baktılar. Israrla para vermek istediler ama kabul etmedik. Yine de giderken sandalyelerden birinin ayağına bir miktar para sıkıştırdılar, “Siftahı bizden olsun.” diyerek.

Oğlumuzu arıyor eşim. Uzun uzun konuşup hasret gideriyoruz. Sözleşmiş gibi arkasından kızımız arıyor. Annesi oğluyla konuşurken ben de kızımla konuşmaya devam ediyorum. Derken hava aniden bozuyor yine. Yağmur başlıyor. Verandaya sığınıyoruz. Zeytin de geliyor yanımıza. Eşimin ayakkabısını kapıyor parçalamaya başlıyor. Bu aralar en büyük eğlencesi. Ayakkabı, terlik fetişi var bizimkinin. Ayağından alıp kaçırıyor bulduklarını, erkekler tuvaleti girişine saklıyor.

HAYAT BİSİKLET GİBİDİR


09/08/2016 Salı, Tire



Kamyonun sesini duyduğumda kahvaltıdan yeni kalkmıştık. Hemen bahçe kapısına doğru yürüdüm. Koca kamyonun boyu yetmemiş hidrolik bir piston yardımıyla kasanın üzerindeki tabla geriye doğru uzatılmıştı. Kamyonun kupası hariç en az dokuz metre vardı uzatılmış kasasının boyu. Kasanın önünde kamyona monte yirmi tonluk bir de vinç düşünün.  Bir anda kapının önünde kocaman bir TIR görmüş oldum.

Demir kapının genişliği beş metreydi ama giriş ve çıkışlarda yol dönüyordu. Girişteki sağlı sollu kestane ağaçları başlı başına bir engeldi. Bir ara bu araç geçmeyecek kapıdan diye korkmaya başladım. Şoför usta adammış. Dikiz aynalarını kapatıp demir kapının yanındaki taş duvarları yalayarak bahçeye girdi. Yılankavi yolda virajı alabilmek için yol dışına çıktığı yerlerde bir gün önce dökülmüş bordür betonları dayanamadı.

Güzel yurdumda sözlerin tutulmamasına alışmıştık alışmasına ama yazılı sözleşmeler de hikâyeymiş. Her bir konteynır için altı çelik ayak yapacağı sözleşmeye konduğu halde yapmamışlar. Yerler ağaç desenli laminat olacağı yerde muşambayla kaplanmış. “Şimdi siz kusursuz olarak teslim aldığıma dair bir yazı imzalatacaksınız bana değil mi?” diye soracak oluyorum. Şoförler şaşkın şaşkın bakıyorlar bana. “Yok, hayır. Size bir şey imzalatmayacağız.” diyor bir tanesi.

Konteynırlardan bir tanesini zor belan yerine yerleştirdikten sonra ikincisini almak üzere Kaplan köy meydanına gidiyorlar. Vinç arkasında yedi metre uzunluğundaki konteynır olduğu halde tam ezemediği bordürleri iyice parçalıyor bu sefer. Hâlbuki cumartesi günü kesin olarak getirmeye söz vermişlerdi. Ben de bordür betonlarını Pazar günü döktüreceğimden zarar görmeyeceklerdi. Neyse, olan oldu. Bundan daha kötüsü de olabilir, kapıdan geçmiyor vinç deyip ikisini de dışarıda bırakıp gidebilirlerdi.

Bu iş olmasaydı erken çıkacaktık bugün. Şoförlerin işinin bitirmesini bekledik. Önce eve uğradık eşim biraz ütü yaptı. Sonra salı pazarına çıktık. Her zaman arabayı park edebildiğim yerler hınca hınç doluydu bu sefer. Bir sokak ileride yer bulabildim.

Bir sürü iş yaptık çarşıda. Karadut imalatçısı ile anlaşmaya vardık. Kurutmalık bir çuval biberin yanında hani eleman bulur da hizmete açarız diye kahvaltıda vermek üzere domates, biber, salatalık falan aldık. Geçen gün görüşmeye gelen Hüseyin’i arayıp garson olarak işe aldık. Cumartesi günü başlayacak. Mutfağa yardımcı bir bayan bakıyoruz şimdi.


Eşim eleman konusu geciktikçe iyice geriliyor. Olmazsa mesai saatini azaltırız kadro tamamlanıncaya kadar diye bir öneri getiriyorum. Sabah onda başlar mesela, öğleden sonra saat iki olunca kahvaltı servisi biter. Saat ikiden sonra çay, kahve, tost, börek, tatlı ve dondurma servisimiz başlar. Saat sekizde servisimiz biter. Bu rahatlatıyor biraz eşimi.

İtfaiye Müdürlüğü tarafından istenen ışıklı yön levhaları, ışıldak ve ikinci yangım tüpünü alıyoruz. Yarın Esnaf ve Sanatkârlar Odasına kayıt yaptıracağım. Sadece Çarşamba günleri açık olduğundan İzmir işi yatıyor yine. Yarın akşam Ozan gelecek kamera ve internet konusunu görüşmek üzere.

Çarşıda dolaşırken giyim eşyası satan pazarcıların astıkları bir tişört üzerindeki İngilizce yazı çekti dikkatimi. "Hayat bisiklet gibidir, dengeyi kaybetmemek için ilerlemek gerekir." diyordu. Albert Einstein'ın sözüymüş. Hoşuma gitti. Yaşamında hareket olmazsa bir ölüsün. Bizde hareket biraz fazla gibi.

RUHSAT İŞLERİ


08/08/2016 Pazartesi, Tire



Erkenden Elektrikçi Ali’nin adamı Kamil arayıp kapıda olduklarını söyledi. “Hemen geliyorum.” dedim. Gelmeleri çok iyi oldu. Ben de aramayı düşünüyordum onları zaten. Keşfe gelmişler neler yapılacak diye. Öncelik içecek köşesinin evye su giriş ve gider bağlantılarında. Ayrıca çay ocağına su tesisatı çekilecek. Mutfağa askı, ayna için duvara dübel çakılması gibi ufak tefek işler de var tabii.

Kapıyı açıp gelenleri içeri alıyorum. Yapılacakları anlatırken bunun son gelişleri olmayacağını hatırlatıyorum. Bugün prefabrik binaların sevkiyatı olacak. Yaşam ünitesi için elektrik, pis ve temiz su bağlantıları yapılacak. Yolun yanına aydınlatma direkleri dikilecek. Direkleri ve üzerine monte edilecek fener tipi aydınlatmaları İzmir’den ben kendim alacağım. Bir haftadır fırsatını bulup ayrılamadım buradan.

Elektrikçi Kamil yanındaki adamı alıp malzeme getirmek üzere döndü. Az sonra telefonum çaldı yine. Arayan Kaplan Köyünden bir vatandaş. “Garson buldunuz mu?” diye sorup çalışmak istediğini söylüyor. “Gel o zaman görüşelim.” diyorum. Çok geçmeden motosikletiyle geliyor. Temiz yüzlü bir çocuk. Daha önce İngiliz George ve geçenlerde bizi ziyaret eden İstanbullu bir arkadaşın bahçelerinde sebzecilik yapmış. Garsonlukta tecrübesi yok fazla. Köyde oturması, ailesinin tanıdık olması ve motoruyla gidip gelebilmesi bizim için avantaj elbette. En azından bir denemiş oluruz. Temizliğin ve müşteriye saygılı olmanın öneminden bahsediyoruz. İstediği ücreti soruyorum. Siz ne takdir ederseniz anlamına gelecek birkaç kelime söylüyor. Bu da kendisine bir artı puan olarak yazılıyor.

Hüseyin ismindeki bu garson adayının telefon numarasını alıp gönderiyoruz. Kamil iki arkadaşını gönderiyor. Onlar çay ocağına tesisat çekmekle başlıyorlar işe. Ben çarşıdaki işlerimi halletmek üzere fırsat kollarken yanlarına aldıkları malzeme yeterli olmuyor. Dükkâna uğrayıp malzeme getirmemi istiyorlar. Gidin kendiniz alın desem belki de bir hafta daha sallayacaklar. Tamam diyorum, siz yorulmayın ben gider alırım. Onlar bu arada ayna montajı vs. işleri yapıyorlar.

Çay ocağı çalışır duruma getiriliyor. Şansızlık peşimizi bırakmıyor. Yandaki arıtma kutusu fena halde su kaçırıyor. Arıtmayı iptal edip çalıştırıyoruz. Koca alameti taşımaktansa küçük arıtma kutusunu taşımak daha kolay. Aldığım yere ya da servisine götürüp garanti kapsamında tamirini yaptırmak gerek.

Toptepe üzerinden Elektrikçi Ali’nin dükkânına gidiyorum. Hazırlanan malzemeleri alıp gerisin geriye yaylaya dönüyorum. O kadar işim varken onları öyle bırakıp iki boru için bu yolu tepmek hoş değil ama ne yaparsın? Taş Ev’e gelince İtfaiyenin istediği işleri yapacak Şükrü’yü arıyorum. Sözde dün gelecekti. Telefona cevap vermiyor. Bir daha, bir daha arıyorum, değişen bir şey yok.

Kamil yerine Ali isminde bir çocuk ve yanında bir çırak çalışıyorlar tesisat işinde. Çay ocağının montajı bitince su deposuna giren, Kamil’in üstünkörü yaptığı boru bağlantısını yeniliyorlar. Son olarak üst kata çıkan ahşap merdivenlerin başındaki duvara aynayı monte ediyorlar. Erkeklerin aynayla pek bir işleri olmasa da hanımlar yukarı çıkarken illa ki şöyle bir bakmalılar güzelliklerine…

Öğleden sonraya kalıyorum. Vergi levhasını almam lazım bugün en azından. Ona bağlı işlere bir start vermem gerek. Muhasebeciye telefon ediyorum. “Vergi Dairesinde sicile uğra oradan size bir şifre verecekler, onu alıp yanıma gelin.” diyor. Denileni yapıyorum. Çalışanlar meraklı. Durum tespitine gelen eleman Taş Ev’in reklamını iyi yapmış. Yapacağını da söylemişti zaten. Herkes çok heyecanlı. “Açılsın da gelelim.” diyorlar.

Şifre ve yoklama belgesini alıp muhasebecinin yolunu tutuyorum. Vergi levhamız hazırlanmış. Bazı formlar doldurtuyor. Birkaç imza atıyorum. Bir aya kadar yazar kasa almam gerekiyormuş. “Zaten bizde var, Ankara’dan getirmiştik.” diyorum. “Tamam o zaman onu hallederiz.” diyor. Fatura basılması gerekiyor matbaadan. Tanıdık bir matbaacı varmış. Yerini söylüyor. “Menü falan da basıyor mu?” diye soruyorum. “Tabii,” diyor. “Onu da yapar.” “Ama siz önce siz Esnaf ve Sanatkârlar Odasından başlayın.” diyor.

Geçen gün gittiğimde benden vergi levhası isteyip onsuz bir şey yapamayacağını söyleyen kız yok ortada. Kapı ve demir parmaklıklar kapalı. Cama iliştirilmiş bir kâğıtta sadece çarşamba günleri açık oldukları yazıyor. Oldukça ilginç bir uygulama. Nasıl olur da böyle bir kurum haftada bir gün hizmet eder? Aynı binanın ikinci katında Esnaf ve Sanatkârlar Odası var. Bilgi ve yön levhalarını takip ederek odaya ulaşıyorum. Kapıyı araladığımda içeride iki kocaman masa görünmesine rağmen hiçbir Allahın kulu yok. Adeta terk edilmiş bir durumda. Koridorda söylenip giderken karşıma orta yaşlı bir bayan çıkıyor. “Buyurun ben bakıyorum.” deyince peşine takılıyorum. Olayı anlatıp sicil bölümünün haftada bir hizmet vermesinin sebebini soruyorum. “Mesleğiniz ne?” diye soruyor. Muziplik olsun diye “İnşaat Mühendisi” diyorum. “Ya öylemi?” deyip çakılıyor. Sonra duruma açıklık getirip rahatlatıyorum biraz. “İşte, emekli olduktan sonra böyle böyle bir yer işleteceğiz falan” diyorum. Meğerse sicildeki görevli kız izne çıkmış. Çarşamba günleri Ödemiş’ten bir eleman geliyormuş. Acilse işimiz Ödemiş’e gidebilirmişiz. Yarından sonra Çarşamba. “O zaman bekleriz.” diyorum. Sicilden sonra Lokantacılar Odasına kayıt yaptıracakmışız. Gülüyorum kendi kendime.

Tarım İlçe Müdürlüğü’ne gidiyorum sağlık raporu için. Çalışanlar yine çok ilgili. “Ne kadar güzel, kahvaltı vermeniz de çok iyi, çok sevindik, mutlaka geleceğiz.” Haftaya herhangi bir gün raporunuz hazır diyorlar. Belediyeden sağlık raporu istendiğinde ben farklı düşünmüştüm oysa. İşveren olarak gidip bir sağlık kurumundan rapor alacaktım. İşyerinin sağlığa uygunluğuymuş mesele. Belediye bir de hijyen kurs sertifikası istiyor. Bürokrasi çok fazla ama ben on katı da olsa sabırla işimi takip ediyorum. Prosedürlerden her gün birini veya daha fazlasını bitirmek büyük mutluluk veriyor. Hijyen kursunu İlçe Halk Eğitim veriyormuş. Daha önceden yerini biliyordum. Hemen gidip müracaat etmek istedim. Kalabalık bir odaya girdiğimde bir kadın carcar bir şeyler anlatıyordu görevliye. Görevli dediğim ya müdür ya da şef olmalı. Yok, kalorifer ateşçi belgesi almış da, belgeyi çıraklık eğitimi verdikleri yerden mi alacaklarmış da… Kesmek zorunda kalıyorum. Müdüre ya da şefe kendimi tanıttıktan sonra durumu anlatıyorum. Hemen bir yazı veriyor. “Belediyede bu işinizi görür, kurs yeterli sayısına ulaşınca sizi arayacağız, o zaman akşam saatlerindeki kursa katılırsınız.” diyor. En kısa zamanda eşiyle birlikte kahvaltıya geleceğini söylüyor.

Tarım İlçe Müdürlüğünden çıkıp matbaaya gidiyorum. Menü konusunda istediğim çalışmayı yapacak. Fiyat üzerinde de anlaşıyoruz. Buralarda kimse menü sunmuyor müşteriye. Gelen hesap kafaya göre. Yabancı iseniz farklı yerli iseniz farklı. Bizim menümüz olacak mutlaka. Fatura basımını da ona veriyorum. Hediye olarak bin adet kartvizit basacak. 

Dönüşte Ozan’a uğruyorum. Taş Ev’e kuracağımız kamera sistemini ve internet bağlantısını konuşmak istiyorum onunla. Oldukça yoğun bir saatine denk geldiğim için fazla vaktini almıyorum. Daha sonra telefon edip konuyu anlatıyorum. Çarşamba günü akşamı keşfe geleceğini söylüyor.

Yaylaya çıktıktan sonra Şükrü’ye telefon ediyorum yine. Bu sefer açıyor telefonu. Çok yoğunmuş. Akşama geleceğini söylüyor. Saat altıdan sonra bir kez daha arıyorum. Yarım saate kadar oradayım diyor.

Zeytini ağaca bağlıyorum. Motosikletli iki kişi geliyor. Biri Torbalı’dan birisi de Şelale Restoranın şef garsonuymuş. Açıldığımızı sanmışlar. “Henüz açılmadık.” diyorum. Biraz bilgi alıyorlar. Torbalı’dan gelenle fikirlerimiz daha uyum sağlıyor. Diğeri bana ters geliyor ama dinliyorum yine.

Prefabrik üniteler kamyonlara yüklenmiş geliyorlarmış. Gecenin karanlığında ne bu yollardan geçebilir ne de yerine indirilebilir. Ama dinleyen kim? Yolda şoför arıyor. Yirmi kilometre kalmış Tire’ye. Anca gelirsiniz diyorum içimden. Köye vardıklarında arıyorlar. Arabaya atlayıp köye iniyorum. Köy meydanında iki devasa kamyon sağa park etmiş bekliyor. Çam restoranın önü çift sıra araba. Zaten arabaların arasından geçemezler. Yanıma alıp yaylaya çıkarıyorum keşif yapsınlar diye. En sonunda bu işin gece olamayacağına kanaat getiriyorlar. Karınları da acıkmış. Çarşıya inip birer şiş köfte ısmarlıyorum. Yemeklerimizi yerken biri daha arıyor. Açılıp açılmadığımızı soruyor. Köy meydanında, kamyonların yanında bırakıyorum onları. Sabah saat sekiz buçukta geleceklerini söylüyorlar.

Eleman konusunda kadro hala eksik. Akşam dönerken hafta arası olmasına rağmen restoranların hınca hınç dolu olması korkutuyor beni. Eksik kadroyla bu işe başlarsak baştan kaybederiz. Eleman arayışına hız vermemiz lazım. Eşimle oturup menüyü bir kez daha gözden geçiriyoruz. Türlü senaryolar üzerinde fikir tartışması yapıyoruz.   

HAZIRLIKLAR TAM GAZ


07/08/2016 Pazar, Tire



Uzun denemelerden sonra özel bir menemen türü geliştirdim. Eşimin pozitif eleştirileri ile son şeklini alan kahvaltı ekstrasının adını “Kaystros Usulü Menemen”. Bir bakıma tek başına kahvaltı yerine geçebilecek doyurucu bir yemek. İzmir usulü klasik menemenden farkı zeytinyağında soğan ve biberle birlikte küçük küp şeklinde doğranmış köy peyniri kullanmış olmam. Daha sonra ilave edilen kabukları soyulmuş domates piştikten sonra yumurtaları kırıyor ve kısık ateşte karıştırmadan bırakıyorum. Bu aşamada üzerine bir miktar tereyağı ekliyorum. Yumurta akları iyice beyazladıktan sonra sarıları karıştırıp alt üst ediyorum. Son olarak üzerine rendelenmiş kaşar peyniri ilave ediyorum. Peynir eridikten sonra ocağın altını kapatıyorum. Kaystros Usulü Menemenimiz hazır. Tuz ile aram iyi olmadığı için eşimden en büyük eleştiri konusu oluyor yemek pişerken tuz eklemeyişim. Domatesle birlikte tuzunu ekleyip karıştırmak doğru olanı elbette. Karabiber ve kırmızı pul biber iyice taçlandırıyor yemeği.



Menemene başlamadan önce Zeytin’in yemeğini hazırlayıp zincirini çözüyorum. Bugün saat tuttum. Kaystros Usulü Menemenin hazırlanması yarım saati buldu. Ön hazırlık yapılmış olduğunda sadece on beş dakika yeterli. Biz kahvaltıya oturduğumuzda Ali Usta ve adamları yolun beton bordürlerine başlamışlardı bile.



Bugün pazar olması sebebiyle insanlar serin bir yer arayışındalar. Belki de senenin en sıcak günleri yaşanıyor. Yaylada yaprak kımıldamayan zamanlar olsa da aşağısı kadar bunaltıcı olmuyor buranın havası. Çok gelen oldu bugün. Kimi haber verip geldi kimi habersiz.. İzmir’den gelenler oldu. Taş Ev Cafe Restaurant tabelasını gören açıldığımızı düşünüp giriyorlar içeri. Hiç birini geri çevirmiyoruz. Taş Ev’i gezdirip çay veya kahve ikramlarında bulunuyoruz. Değişik geliyor bu insanlara. Çok beğendiklerini söylüyor ne zaman açılacağını soruyorlar. Gelenlerin hepsi reklamımızı yapacaklarını söylüyorlar. Taş Ev artık iyice merak uyandırmaya başladı.



Şükrü gelecekti, itfaiyenin istediği değişiklikleri ve ilaveleri yapmak için. Öte yandan Reklamcı Yavuz’un da gelmesini bekliyorduk fotoğraf çekmek için. Söz verdiler, gelmediler.

Öğlen vakti bordür işi bitti. Daha önce havuzun cam mozaik fugalarını yapan Servet Usta işini bitirdi ve yemeğe kalmadan gitti. Ali Usta ve adamları ise öğle yemeğini yedikten sonra ayrıldılar. Onları gönderdikten sonra biz geç vakte kadar gelen gidenle ilgilendik.

Biberleri közleyecektik akşam. Yolu yapan mühendis ailesi ile birlikte gelmişti. Sıcak bir sohbet yaptık. Ayrıldıklarında akşam saat dokuzu geçiyordu. Ne akşam yemeği yiyebildik ne de biberlere başlayabildik. Eşim sofrayı hazırlarken ben önce bordür betonlarını suladım. Daha sonra mangalda ateşi harlanmış bırakıp biberleri yıkadım. Geçen sefer közlediğimiz biberin iki katını almışız bu kez.

Biberlerin közlenmesi yeni günün ilk saatlerine kadar sürdü. Yarın yeni bir gün.  

29 Ağustos 2016 Pazartesi

İT ÜZÜMÜ

29/08/2016 Pazartesi, Tire

Hüseyin rahatsız olduğunu söyledi gelir gelmez. Karnı ağrıyormuş. Henüz tam olarak tanımıyoruz onu. Başka bir işi var da numara mı çekiyor acaba?  Doğru da olabilir. Yüzü biraz solgun gibi.

Artık her sabah yapacaklarını biliyor. Masa, sandalyeleri sildi, verandayı süpürüp paspasladı, merdiven ve salonu temizledi. Bir de terası yıkamasını istedim. "Şehre inip alışverişimi tamamlayana kadar kal, sonra seni gönderirim." dedim.

Zeytin fidanlarına gübre alalım demişti Hüseyin. Dönerken şeker gübresi dedikleri gübreden aldım beş kilo kadar. Aralık ayında azotlu gübre atılacakmış toprağa. Köyün girişindeki zeytinliği artık onun ellerine teslim ettik. Gübrelendikten sonra sık sık sulanması gerekiyormuş. Bu işleri benden iyi bildiği kesin. Zaten şu restoran işi bir otursun tamamen bahçe işlerine vereceğim onu. Önümüzdeki sene sadece kendi tavuklarımızın yumurtasını toplamak değil hedefimiz, domates, salatalık ve her türlü sebzeyi de kendi bahçemizde yetiştireceğiz. Hüseyin bu tür işleri daha çok seviyor. Temizlik işlerini ise erkeklik gururuna yediremiyor. Garson önlüğü bile tuhaf geldi adama. Bu kadar uzununu kadınlar giyer deyip çıkarıp attı üzerinden. Ancak zeki çocuk. Bir kere söyleyince işi kavrıyor ve hakkını vererek yapıyor. Sadece eğitmek gerek.

Tuvalet girişlerine bilgi levhalarını hazırlayacaktı Mehmet. Onları almaya gittim. Unutmuşum burada verilen sözün hafifliğini. Lütfetti, "Bugün hazırlayayım artık." dedi. Akşama doğru hazırlamış, yarın alacağım.

Şule Abla aramış eşimi. Öğleden sonra oğlu Haluk ile birlikte geleceklermiş. İşlerimi bitirip dönüyorum yaylaya. Hüseyin'e gübreyi veriyor, gidip istirahat etmesini söylüyorum. Yarım saat kadar sonra Şule Ablalar geliyor. Başka misafirlerimiz de var. Hep birlikte verandanın tadını çıkarıyoruz. Aile ortamında geçiriyoruz bütün günümüzü.

Bir fırsatını bulup Haluk'la Taş Ev'in cepheden fotoğrafını çekmek istedik. Ağaçlar dört bir taraftan kapatıyor yapıyı. Haluk, çitin üzerine kiraza benzer salkım salkım dökülen bir bitki gösteriyor. Bildiğim kadarıyla it üzümü bu. Tilki üzümü, ayı üzümü de derler yöreye göre. Mayasıl ve kaşıntılara iyi geldiği söylenir. Yaprakları dökülmüş ama meyveleri hala diri duruyor. Belli ki kestane ağacının tepesinden düşmüş. Burada kestane ağaçlarına yapışıp asalak şeklinde büyüyorlar. Zehirli olduğu söyleniyor.

Bugün gelenlerin iyi niyetle eleştirdikleri park yeri sorununu mutlaka ele almamız gerektiğini düşündüm. Sürücülükte biraz acemi olanlar Taş Ev'in önüne gelseler de geri dönüp çıkmakta zorlanıyorlar. Hele açılış falan yapmaya kalksak en az otuz araba gelir. Bu kadar arabayı nereye koyacağız.  Ağaçların arasında park edilecek epey yer var ama yağmurlu havalarda her yer çamura dönebilir. Toprağın üzerine biraz çakıl serdirirsem yeterli olur mu acaba?