Ağaç Ev Sohbetlerinin bu haftaki bölümüne katılan blog yazarları sosyal hayatımızı olumsuz yönde en çok etkileyen konular üzerinde samimi fikirlerini paylaştılar. Genel olarak eğitim sorununa dikkat çekilirken, özgürlüğün, fırsat eşitliğinin ve adaletin yeterli düzeyde olmaması, ırkçılık ve kadına karşı şiddet konuları dile getirildi.
Bazı eğitimci arkadaşlar, toplumun en büyük sorunu olarak "eğitim" in görülmesini ve eğitimcilerin bu sorunun baş sorumlusu olarak gösterilmesinden yakınarak gereksiz yere alınmışlar. Gereksiz diyorum, çünkü bu konudaki tartışmalarda, eğitimcileri suçlayan ya da onları sorumlu gören hiçbir yazıya rastlamadım.
Bazı arkadaşlar da, eğitim ve diğer etik/ahlâki sorunların sistemden kaynaklanmadığını, insanın kendi kendini geliştirebileceğini, iyi bireylerin iyi toplumu oluşturacağını, hiçbir sistemin soruna çare üretemeyeceğini, sorunun bireysel ahlâk sorunu olduğunu iddia ederken, daha da ileri gidip eğitimli kişilerle, elitist tabakanın sistem tartışmalarıyla boşa zaman harcadığını, hiçbir sorunu çözmek gayretinde bulunmayıp korkularından ve cesaretsizliklerinden dolayı ellerini taşın altına koymadıklarını ifade etmişler.
Eşimin eğitimci olması, çocuklarımın da aynı eğitim çarkından geçmesi sebebiyle eğitim konusunda bir parça söz hakkımın olduğu kanaatindeyim. Öncelikle eğitimcilerin toplumun mevcut eğitim düzeyindeki sorumluluğunun ihmal edilebilecek düzeyde olduğunu, eğitimin sadece eğitimcilerin sırtına asla bindirilemeyeceğini söylemek isterim. Eğitimin de, sağlık, adalet, yönetim ve ekonomi branşlarında olduğu gibi sistemden kaynaklanan ciddi sorunları vardır ve eğer eğitimi en büyük sorun olarak görüyorsak, bunun tek sorumlusu, gelmiş geçmiş ve mevcut hükümetlerdir.
Nasıl bir sistem? Özgürlüğe önem veren, adil, eşitlikçi, yeniliklere açık, bilimsel ve uygulanabilir olmalıdır sistem. Sistemi ayakta tutan yaptırımlar, hapis ve para cezaları, herkese, bütün bireylere eşit ve adil bir şekilde belirlenmeli, denetlenmeli ve uygulanmalıdır. Asya'nın pek çok bölgesinde gördüğümüz pis insanlar, sahip oldukları sistem sayesinde, Singapur'u dünyanın en temiz memleketi yapmışlardır. Evde istediğin kadar çocuğuna temiz olmayı, başkalarının hakkına saygı göstermeyi öğret, eğer ülkede sistem yoksa hepsi nafile çabadır.
Eğer vatandaş ödediği vergilerin doğru bir şekilde kamu yararına kullanıldığını görüyor ve vergide adaletin sağlandığından emin olabiliyorsa seve seve gider, son kuruşuna kadar vergisini öder. İyi bir sistemin olmadığı yerde vergi dairelerinin duvarlarına "Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır" yazarak sorunun çözülmediğini artık biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir ancak konumuza dönelim.
Bir kabule göre "bireyin davranış biçimi genlerine kazınmıştır ", diğerine göre insan doğduğunda bir "tabula rasa", yani yoğrulmamış hamurdur, ailesi ve çevre şartları onu biçimlendirir. Sağlık bakımından genlerin önemini kabul etmekle birlikte, sosyal davranış bakımından, ikinci görüşe daha yakınım. Aile başta olmak üzere bütün çevre sağlıklı bir sistemin içinde yaşıyorsa, yeni doğan bir çocuk da kendini o sisteme uydurmak zorunda kalır. Sistem kamu mallarının hırsızlığına, rüşvete, yolsuzluğa kapılarını kapatmışsa, o çocuk da, o toplumun bir ferdi olarak kötüye, yanlışa tevessül etmez. Ya ederse? Edemez, çünkü sistem buna müsaade etmez, toplumun düzenini bozan, topluma ya da kamuya bir zarar veren her kimse, ister sıradan bir vatandaş, isterse cumhur başkanı olsun, hak ettiği cezayı verir.
Sistemi kurmak kolay mı diyeceksiniz. Hem kolay hem de zor. Toplumu önceleyen, kişisel menfaat sağlamaya set vuran, adil, eşitlikçi ve bağımsız bir sistem her alanda kolaylıkla kurulabilir. Sorun ne?
Her şeyden önce toplumun her kesimi bunu istemesi lâzım. İstemezler mi? Küçük bir kısmı istemez, diğer büyük kısmı istese bile ellerinde iyi bir sistem kuracak güçleri yoktur. İstemeyen küçük kısım mevcut sistemden yarar sağlayan varlıklı insanlardan oluşur. Büyük kısım ise gerçek anlamda halk dediğimiz, kolay kandırılabilen, manevi değerleriyle uyutulan, küçük kısım tarafından özellikle cahil bırakılan toplumun büyük ekseriyetidir. Peki, çare?
İşte geldik yine başa. Madem küçük, varlıklı bir nüfus dünyayı sadece kendi menfaatleri uğruna döndürecek bir düzen kurmuş ve türlü yalan ve aldatmacalarla yaptıklarının ne kadar da çok halkın menfaatine olduğunu söylüyor ve onları kandırabilmek için özellikle cahil bırakıyor, o zaman tek çarenin cehaleti ortadan kaldırmak olduğunu görmek zorundayız. Yani, tek çare bilimsel EĞİTİM! Yukarıda sözünü ettiğim gibi sağlıklı bir eğitim sistemine kavuşmak inanıyorum ki, her türlü sorunu ortadan kaldırabilecektir.
Kanaatimce bütün soyut kavramlar, duygularımız, inançlarımız tamamen bireysel özelliklerimiz. Onları topluma mal edemeyiz. Birini severiz ya da birileri tarafından sevilebiliriz. Toplum bizi sevmek veya biz toplumu sevmek zorunda değiliz. Toplumda saygı ve itibar görmenin de hiçbir anlamı yoktur desem ilk başta şaşırabilirsiniz. Fakat, devleti dolandıran, yalancı, hilekâr ve yetim hakkını yiyen varlıklı bir kişinin toplumda en itibarlı kişi olarak görüldüğü, elini öpebilmek için önünde uzun kuyrukların oluştuğu bir ülkede yaşadığımızı söylesem ne demek istediğimi anlarsınız. Oysa, esas saygıyı ve itibarı hak eden, boğazından haram lokma geçmemiş, bilimin ve sanatın doruklarına tırmanmış nice insanımızın eğer cebinde parası yoksa yüzüne bile bakılmadığı mâlumlarınızdır.
İnanç da bireyseldir ve öyle olmalıdır. Onu topluma mal etmek, kullanılmasına, insanlarımızın saf duygularının sömürülmesine zemin hazırlar.
Peki doğru olan hangisi? Düşündüklerimi sizlerle paylaştım. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, nüfusunun yarısı yukarıda belirttiğim görüşlere aynen katılır, diğer yarısı tamamen karşı çıkar. Benimle aynı fikri paylaşanların ruhlarını biraz okşarken, diğer yarısı, muhtemelen, ciddi bir şekilde bana öfkelenmişlerdir. Öfkelenenlerin bana Mevlâna'dan, sahabelerden öyküler anlatıp, Kur'an ve hadislerden verecekleri örneklerle düşüncelerimi bertaraf etme gayretlerini derin bir saygı ile karşılamaya hazırım. Çünkü benim gibi düşünenlerin bana öğreteceklerinden daha fazlasını onlardan öğrenme imkânım olacak.
Bazı arkadaşlar da, eğitim ve diğer etik/ahlâki sorunların sistemden kaynaklanmadığını, insanın kendi kendini geliştirebileceğini, iyi bireylerin iyi toplumu oluşturacağını, hiçbir sistemin soruna çare üretemeyeceğini, sorunun bireysel ahlâk sorunu olduğunu iddia ederken, daha da ileri gidip eğitimli kişilerle, elitist tabakanın sistem tartışmalarıyla boşa zaman harcadığını, hiçbir sorunu çözmek gayretinde bulunmayıp korkularından ve cesaretsizliklerinden dolayı ellerini taşın altına koymadıklarını ifade etmişler.
Eşimin eğitimci olması, çocuklarımın da aynı eğitim çarkından geçmesi sebebiyle eğitim konusunda bir parça söz hakkımın olduğu kanaatindeyim. Öncelikle eğitimcilerin toplumun mevcut eğitim düzeyindeki sorumluluğunun ihmal edilebilecek düzeyde olduğunu, eğitimin sadece eğitimcilerin sırtına asla bindirilemeyeceğini söylemek isterim. Eğitimin de, sağlık, adalet, yönetim ve ekonomi branşlarında olduğu gibi sistemden kaynaklanan ciddi sorunları vardır ve eğer eğitimi en büyük sorun olarak görüyorsak, bunun tek sorumlusu, gelmiş geçmiş ve mevcut hükümetlerdir.
Nasıl bir sistem? Özgürlüğe önem veren, adil, eşitlikçi, yeniliklere açık, bilimsel ve uygulanabilir olmalıdır sistem. Sistemi ayakta tutan yaptırımlar, hapis ve para cezaları, herkese, bütün bireylere eşit ve adil bir şekilde belirlenmeli, denetlenmeli ve uygulanmalıdır. Asya'nın pek çok bölgesinde gördüğümüz pis insanlar, sahip oldukları sistem sayesinde, Singapur'u dünyanın en temiz memleketi yapmışlardır. Evde istediğin kadar çocuğuna temiz olmayı, başkalarının hakkına saygı göstermeyi öğret, eğer ülkede sistem yoksa hepsi nafile çabadır.
Eğer vatandaş ödediği vergilerin doğru bir şekilde kamu yararına kullanıldığını görüyor ve vergide adaletin sağlandığından emin olabiliyorsa seve seve gider, son kuruşuna kadar vergisini öder. İyi bir sistemin olmadığı yerde vergi dairelerinin duvarlarına "Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır" yazarak sorunun çözülmediğini artık biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir ancak konumuza dönelim.
Bir kabule göre "bireyin davranış biçimi genlerine kazınmıştır ", diğerine göre insan doğduğunda bir "tabula rasa", yani yoğrulmamış hamurdur, ailesi ve çevre şartları onu biçimlendirir. Sağlık bakımından genlerin önemini kabul etmekle birlikte, sosyal davranış bakımından, ikinci görüşe daha yakınım. Aile başta olmak üzere bütün çevre sağlıklı bir sistemin içinde yaşıyorsa, yeni doğan bir çocuk da kendini o sisteme uydurmak zorunda kalır. Sistem kamu mallarının hırsızlığına, rüşvete, yolsuzluğa kapılarını kapatmışsa, o çocuk da, o toplumun bir ferdi olarak kötüye, yanlışa tevessül etmez. Ya ederse? Edemez, çünkü sistem buna müsaade etmez, toplumun düzenini bozan, topluma ya da kamuya bir zarar veren her kimse, ister sıradan bir vatandaş, isterse cumhur başkanı olsun, hak ettiği cezayı verir.
Sistemi kurmak kolay mı diyeceksiniz. Hem kolay hem de zor. Toplumu önceleyen, kişisel menfaat sağlamaya set vuran, adil, eşitlikçi ve bağımsız bir sistem her alanda kolaylıkla kurulabilir. Sorun ne?
Her şeyden önce toplumun her kesimi bunu istemesi lâzım. İstemezler mi? Küçük bir kısmı istemez, diğer büyük kısmı istese bile ellerinde iyi bir sistem kuracak güçleri yoktur. İstemeyen küçük kısım mevcut sistemden yarar sağlayan varlıklı insanlardan oluşur. Büyük kısım ise gerçek anlamda halk dediğimiz, kolay kandırılabilen, manevi değerleriyle uyutulan, küçük kısım tarafından özellikle cahil bırakılan toplumun büyük ekseriyetidir. Peki, çare?
İşte geldik yine başa. Madem küçük, varlıklı bir nüfus dünyayı sadece kendi menfaatleri uğruna döndürecek bir düzen kurmuş ve türlü yalan ve aldatmacalarla yaptıklarının ne kadar da çok halkın menfaatine olduğunu söylüyor ve onları kandırabilmek için özellikle cahil bırakıyor, o zaman tek çarenin cehaleti ortadan kaldırmak olduğunu görmek zorundayız. Yani, tek çare bilimsel EĞİTİM! Yukarıda sözünü ettiğim gibi sağlıklı bir eğitim sistemine kavuşmak inanıyorum ki, her türlü sorunu ortadan kaldırabilecektir.
Kanaatimce bütün soyut kavramlar, duygularımız, inançlarımız tamamen bireysel özelliklerimiz. Onları topluma mal edemeyiz. Birini severiz ya da birileri tarafından sevilebiliriz. Toplum bizi sevmek veya biz toplumu sevmek zorunda değiliz. Toplumda saygı ve itibar görmenin de hiçbir anlamı yoktur desem ilk başta şaşırabilirsiniz. Fakat, devleti dolandıran, yalancı, hilekâr ve yetim hakkını yiyen varlıklı bir kişinin toplumda en itibarlı kişi olarak görüldüğü, elini öpebilmek için önünde uzun kuyrukların oluştuğu bir ülkede yaşadığımızı söylesem ne demek istediğimi anlarsınız. Oysa, esas saygıyı ve itibarı hak eden, boğazından haram lokma geçmemiş, bilimin ve sanatın doruklarına tırmanmış nice insanımızın eğer cebinde parası yoksa yüzüne bile bakılmadığı mâlumlarınızdır.
İnanç da bireyseldir ve öyle olmalıdır. Onu topluma mal etmek, kullanılmasına, insanlarımızın saf duygularının sömürülmesine zemin hazırlar.
Peki doğru olan hangisi? Düşündüklerimi sizlerle paylaştım. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, nüfusunun yarısı yukarıda belirttiğim görüşlere aynen katılır, diğer yarısı tamamen karşı çıkar. Benimle aynı fikri paylaşanların ruhlarını biraz okşarken, diğer yarısı, muhtemelen, ciddi bir şekilde bana öfkelenmişlerdir. Öfkelenenlerin bana Mevlâna'dan, sahabelerden öyküler anlatıp, Kur'an ve hadislerden verecekleri örneklerle düşüncelerimi bertaraf etme gayretlerini derin bir saygı ile karşılamaya hazırım. Çünkü benim gibi düşünenlerin bana öğreteceklerinden daha fazlasını onlardan öğrenme imkânım olacak.