KATEGORİLER

19 Haziran 2020 Cuma

SİSTEM Mİ YOKSA BİREY Mİ DOĞRU OLAN HANGİSİ?

Ağaç Ev Sohbetlerinin bu haftaki bölümüne katılan blog yazarları sosyal hayatımızı olumsuz yönde en çok etkileyen konular üzerinde samimi fikirlerini paylaştılar. Genel olarak eğitim sorununa dikkat çekilirken, özgürlüğün, fırsat eşitliğinin ve adaletin yeterli düzeyde olmaması, ırkçılık ve kadına karşı şiddet konuları dile getirildi.

Bazı eğitimci arkadaşlar, toplumun en büyük sorunu olarak "eğitim" in görülmesini ve eğitimcilerin bu sorunun baş sorumlusu olarak gösterilmesinden yakınarak gereksiz yere alınmışlar. Gereksiz diyorum, çünkü bu konudaki tartışmalarda, eğitimcileri suçlayan ya da onları sorumlu gören hiçbir yazıya rastlamadım.

Bazı arkadaşlar da, eğitim ve diğer etik/ahlâki sorunların sistemden kaynaklanmadığını, insanın kendi kendini geliştirebileceğini, iyi bireylerin iyi toplumu oluşturacağını, hiçbir sistemin soruna çare üretemeyeceğini, sorunun bireysel ahlâk sorunu olduğunu iddia ederken, daha da ileri gidip eğitimli kişilerle, elitist tabakanın sistem tartışmalarıyla boşa zaman harcadığını, hiçbir sorunu çözmek gayretinde bulunmayıp korkularından ve cesaretsizliklerinden dolayı ellerini taşın altına koymadıklarını ifade etmişler.

Eşimin eğitimci olması, çocuklarımın da aynı eğitim çarkından geçmesi sebebiyle eğitim konusunda bir parça söz hakkımın olduğu kanaatindeyim. Öncelikle eğitimcilerin toplumun mevcut eğitim düzeyindeki sorumluluğunun ihmal edilebilecek düzeyde olduğunu, eğitimin sadece eğitimcilerin sırtına asla bindirilemeyeceğini söylemek isterim. Eğitimin de, sağlık, adalet, yönetim ve ekonomi branşlarında olduğu gibi sistemden kaynaklanan ciddi sorunları vardır ve eğer eğitimi en büyük sorun olarak görüyorsak, bunun tek sorumlusu, gelmiş geçmiş ve mevcut hükümetlerdir.

Nasıl bir sistem? Özgürlüğe önem veren, adil, eşitlikçi, yeniliklere açık, bilimsel ve uygulanabilir olmalıdır sistem. Sistemi ayakta tutan yaptırımlar, hapis ve para cezaları, herkese, bütün bireylere eşit ve adil bir şekilde belirlenmeli, denetlenmeli ve uygulanmalıdır. Asya'nın pek çok bölgesinde gördüğümüz pis insanlar, sahip oldukları sistem sayesinde, Singapur'u dünyanın en temiz memleketi yapmışlardır. Evde istediğin kadar çocuğuna temiz olmayı, başkalarının hakkına saygı göstermeyi öğret, eğer ülkede sistem yoksa hepsi nafile çabadır.

Eğer vatandaş ödediği vergilerin doğru bir şekilde kamu yararına kullanıldığını görüyor ve vergide adaletin sağlandığından emin olabiliyorsa seve seve gider, son kuruşuna kadar vergisini öder. İyi bir sistemin olmadığı yerde vergi dairelerinin duvarlarına "Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır" yazarak sorunun çözülmediğini artık biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir ancak konumuza dönelim.

Bir kabule göre "bireyin davranış biçimi genlerine kazınmıştır ", diğerine göre insan doğduğunda bir "tabula rasa", yani yoğrulmamış hamurdur, ailesi ve çevre şartları onu biçimlendirir. Sağlık bakımından genlerin önemini kabul etmekle birlikte, sosyal davranış bakımından, ikinci görüşe daha yakınım. Aile başta olmak üzere bütün çevre sağlıklı bir sistemin içinde yaşıyorsa, yeni doğan bir çocuk da kendini o sisteme uydurmak zorunda kalır. Sistem kamu mallarının hırsızlığına, rüşvete, yolsuzluğa kapılarını kapatmışsa, o çocuk da, o toplumun bir ferdi olarak kötüye, yanlışa tevessül etmez. Ya ederse? Edemez, çünkü sistem buna müsaade etmez, toplumun düzenini bozan, topluma ya da kamuya bir zarar veren her kimse, ister sıradan bir vatandaş, isterse cumhur başkanı olsun, hak ettiği cezayı verir.

Sistemi kurmak kolay mı diyeceksiniz. Hem kolay hem de zor. Toplumu önceleyen, kişisel menfaat sağlamaya set vuran, adil, eşitlikçi ve bağımsız bir sistem her alanda kolaylıkla kurulabilir. Sorun ne?

Her şeyden önce toplumun her kesimi bunu istemesi lâzım. İstemezler mi? Küçük bir kısmı istemez, diğer büyük kısmı istese bile ellerinde iyi bir sistem kuracak güçleri yoktur. İstemeyen küçük kısım mevcut sistemden yarar sağlayan varlıklı insanlardan oluşur. Büyük kısım ise gerçek anlamda halk dediğimiz, kolay kandırılabilen, manevi değerleriyle uyutulan, küçük kısım tarafından özellikle cahil bırakılan toplumun büyük ekseriyetidir. Peki, çare?

İşte geldik yine başa. Madem küçük, varlıklı bir nüfus dünyayı sadece kendi  menfaatleri uğruna döndürecek bir düzen kurmuş ve türlü yalan ve aldatmacalarla yaptıklarının ne kadar da çok halkın menfaatine olduğunu söylüyor ve onları kandırabilmek için özellikle cahil bırakıyor, o zaman tek çarenin cehaleti ortadan kaldırmak olduğunu görmek zorundayız. Yani, tek çare bilimsel EĞİTİM! Yukarıda sözünü ettiğim gibi sağlıklı bir eğitim sistemine kavuşmak inanıyorum ki, her türlü sorunu ortadan kaldırabilecektir.

Kanaatimce bütün soyut kavramlar, duygularımız, inançlarımız tamamen bireysel özelliklerimiz. Onları topluma mal edemeyiz. Birini severiz ya da birileri tarafından sevilebiliriz. Toplum bizi sevmek veya biz toplumu sevmek zorunda değiliz. Toplumda saygı ve itibar görmenin de hiçbir anlamı yoktur desem ilk başta şaşırabilirsiniz. Fakat, devleti dolandıran, yalancı, hilekâr ve yetim hakkını yiyen varlıklı bir kişinin toplumda en itibarlı kişi olarak görüldüğü, elini öpebilmek için önünde uzun kuyrukların oluştuğu bir ülkede yaşadığımızı söylesem ne demek istediğimi anlarsınız. Oysa, esas saygıyı ve itibarı hak eden, boğazından haram lokma geçmemiş, bilimin ve sanatın doruklarına tırmanmış nice insanımızın eğer cebinde parası yoksa yüzüne bile bakılmadığı mâlumlarınızdır.

İnanç da bireyseldir ve öyle olmalıdır. Onu topluma mal etmek, kullanılmasına, insanlarımızın saf duygularının sömürülmesine zemin hazırlar.

Peki doğru olan hangisi? Düşündüklerimi sizlerle paylaştım. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, nüfusunun yarısı yukarıda belirttiğim görüşlere aynen katılır, diğer yarısı tamamen karşı çıkar. Benimle aynı fikri paylaşanların ruhlarını biraz okşarken, diğer yarısı, muhtemelen, ciddi bir şekilde bana öfkelenmişlerdir. Öfkelenenlerin bana Mevlâna'dan, sahabelerden öyküler anlatıp, Kur'an ve hadislerden verecekleri örneklerle düşüncelerimi bertaraf etme gayretlerini derin bir saygı ile karşılamaya hazırım. Çünkü benim gibi düşünenlerin bana öğreteceklerinden daha fazlasını onlardan öğrenme imkânım olacak.

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 46/3


Daha fazla bilgi edinmek için internet üzerinde arama yaptım. İlgimi çeken fazla bir şey bulamamıştım. Bunun tek istisnası, hücremde idam edileceğim günü beklediğimin ikinci yılında gündeme düşen bir haberdi. Moss’un papaz kocasının, eski bir kilise çalışanıyla altı yıl süren ilişkisi vardı. Durumun ortaya çıkması sebebiyle işinden kovulduğunu iddia eden kadın tarafından dava edilmişti. Altı aylık kızının babası olduğunu iddia ediyordu. Mahkeme bilinmeyen nedenlerle dava hakkında takipsizlik kararı vermişti. Papazın metresini bulmaya çalıştım. Onun hakkında tespit ettiğim en iyi bilgi, onun ve kızının birlikte Honduras'ta yaşıyor olmasıydı.

Leonard Stream, resmi özgeçmişine göre, Texas Lutheran Üniversitesi'nin pazarlama bölümünden mezun olmuş. Meslek hayatına atılmadan önce iki yıl boyunca profesyonel golf oynamıştı. Daha sonra, Baylor Hukuk Fakültesine gitmiş, oradan mezun olduktan sonra bir ara enerji sektöründe çalışmaya başlamış. Moss'un seçilmesinden bir yıl kadar önce, mahkemenin kıdemli üyelerinden birinin vefatı üzerine, Vali tarafından boşalan yere atanmıştı.

İnternet üzerinde yaptığım araştırmalarda Yargıç Stream hakkında epey bilgi sahibi olmuştum. İş hayatına fast-food bayilikleri alarak başlamıştı. Valinin çocukluk arkadaşı olması sebebiyle ondan aldığı mali destekle ayakkabı imalatı işine girişmiş ancak iş yerinde çalıştırdığı yirmi bir kişiden on sekizinin, yasa dışı yollardan ABD'ye girdiği göçmen dairesi yetkilileri tarafından saptanmıştı. Bunun üzerine şirketi basılmış ve daha sonra iflas ettiğini açıklamıştı. Stream ve ortağı, Federal yasaları ihlal ettiği gerekçesiyle idari para cezasına çarptırılmışlardı ama cezai bakımdan herhangi bir suçlama yapılmamıştı. Stream ilk evliliğini, Midland’taki güzellik yarışmasına katılan biriyle yapmıştı ve ondan hiç görüşmedikleri bir oğlu vardı. İkinci karısı ise Dallas’tan sosyalist fikirlere sahip biriymiş, mahkemeye atandıktan kısa bir süre sonra kendisini fiziksel ve psikolojik istismarla suçlamış ve olaylı bir şekilde boşanmışlar. Buna rağmen Stream, bir sonraki seçimlerde Yeşiller Partisinden adaylığını koymuş ve yeniden milletvekili seçilmişti. Halen bekâr durumda ve zaman zaman çevresine el altından eşcinsel olduğunu söylüyormuş.

Dışarıdan bakıldığında, Stream ve Moss, yüzde doksan dokuz olasılıkla aynı şekilde oy kullanan profesyonel meslektaşlarından farklı kişiler değillerdi. İkisi de ağır ceza suçlarına ilişkin zorlu kararlarında polis sendikaları ve savcılar tarafından düzenli olarak desteklenmişti. Benimki de dâhil olmak üzere Stream ve Moss'un yürüttüğü yaklaşık yüz idam cezası davasında, hiçbir zaman mahkûmların lehine oy kullanmamışlardı. Moss'un benim hakkımda yazdıklarının - Tanrı'nın en güzel yaratıklarından birini bencil ve açgözlü arzularına kurban eden aşağılık bir katil olduğum - bire bir aynısını başkaları için de ifade etmişti. Cinayete kurban giden beyaz kadınlarla ilgili  cinayet davalarında en az üç siyahî erkek için hep aynı sözleri kullanmıştı.

Onun zaman zaman bilimselliğe karşı tavrı, yasalara karşı aldırmaz tutumunu bile gölgede bırakıyordu. Brazos ilçesi, adliye basın muhabiri tarafından ortaya çıkarılan ve daha sonra ulusal medya tarafından takip edilen ünlü bir davada, laboratuvardan çıkan DNA sonuçları, tecavüz ettiği kadını öldürmekle suçlanan ve bu nedenle hüküm giymiş adamın aslında masum olduğunu ortaya çıkarmıştı. Moss buna rağmen ona karşı oy kullanmış, mahkûmun, saldırı sırasında prezervatif kullandığını, dedektifleri şaşırtmak amacıyla kadının vajinasına başka birinin menisini bulaştırmış olabileceğini söylemişti. Stream de onun görüşünü desteklemişti ancak olaya Federal Mahkeme müdahale etmiş ve mahkûmun yanında yer almıştı. Ne Stream ne de Moss, son sekiz yıldır ne yerel ne de genel seçimlerde muhalefete düşmüştü.

İnternet ortamında gerçekte yapabileceğinizden çok daha fazla bilgi edinebilirsiniz. Bu düşünce içinde restorandaki personele iki haftalığına gidip Nevada ve Utah'daki milli parkları gezeceğimi söyledim. Bunun yerine, Tieresse’in uçağındaki sırt çantasının içindekileri kontrol ettim, tüm cihazlar için kullanabileceğim bir araç şarj cihazı satın aldım ve Texas Hill Country’den havalandım. San Antonio'nun güneyinde, kontrol kulesiz, delik deşik pisti ve tekerlek izleriyle dolu yolları olan küçük bir havaalanına doğru alçalıyordum. Rüzgâr tulumunu kontrol etmek için tarlanın iki yüz yetmiş beş metre üzerinde turlarken, altımda görünen yer sanki terk edilmiş gibiydi. Özel bir havacılık web sitesine göre, haftada gelen ve giden hava taşıtlarının sayısı sıfırdı ve alanda hali hazırda hiç uçak yoktu. Açık kapısında asılı paslı bir asma kilidi bulunan, boş hangarın yanına uçağımı park ettim. Bisikletime atlayıp dikkat çekmeyen bir araba bulmak için yakınlardaki ikinci el araç pazarına gitmeyi düşünüyordum. Biraz ileride, yol üstünde, çekilir tip bir karavanla birlikte yan camında satılık levhası bulunan eski bir Ford pikap gördüm. 40 dönümlük küçük bir çiftliğin 60 cm yüksekliğine erişmiş, biçilmeye hazır yonca tarlası ortasındaki toprak yoldan yokuş yukarı pedal çevirdim. Kot kumaşından tulum giyen göbekli bir adam, bana, pikabın, onu yıllarca kullanmayan yaşlı babasına ait olduğunu söyledi. Pikabın üzerinde herhangi bir yazı yoktu ancak muayeneleri tam, plakası günceldi. Pikabı nakit bin beş yüz dolar ödeyerek satın aldım. Çiftçi bir kutu motor yağı verdi. Bisikletimi kasaya atıp uçağı indirdiğim alana geri döndüm. Çekmeyen bir bölgede bulunduğum için cevap alamayacağımdan emin olduğum bir telefon numarası çevirdim. Hata yapmış, yanlış kişiyi aramıştım. Karşıma, geçmişi Teksas'ın cumhuriyet yıllarına kadar dayanan seksen bin dönümlük sığır çiftliğinin yöneticisi çıktı. Yönetici, bana, iniş yaptığım havaalanının, iki yıl öncesine kadar, ilaçlama uçakları tarafından kullanıldığını ancak çiftlik yönetimi tarafından, on mil kadar kuzeyde, özel jetlerin de faydalanabileceği daha büyük bir pist yaptırılması sebebiyle, eski hava alanının, artık kaderine terk edildiğini söyledi. Yöneticiye pistlerinin işime yarayabileceğini söyledim.


“Burayı uyuşturucu ticareti ya da kaçak Meksikalı göçmen taşımak için kullanmayacaksın değil mi?” diye sordu.

“Hayır, efendim, sadece eşimle boşanmam sebebiyle, yaralarımı sarmak için ona ihtiyacım olacak, biraz yalnız kalmak istiyorum.” dedim.

Bana yakınlık gösterdi ve kirayı gönderebileceğim bir posta hesap numarası verdi. Lüks bir restoranda yiyeceğim yemek fiyatına bir yıl boyunca kullanabileceğim içinde hangarı olan bir pist kiralamıştım. Parasını hemen gönderdim. Hava alanı, pikap, karavan ve birkaç parça eski mobilya ile birlikte içinde bir odanın bulunduğu hangar, hepsi elimin altındaydı. Sırt çantamdan sırtı spiralli bir defter çıkardım ve sayfanın en üstüne bir başlık attım:

Beni açığa düşürebilecek konular!

İlk satıra, çiftlik yöneticisini yazdım.

Yönetici adımı bile sormamıştı ancak en fazla korkulması gereken şeyler, farkında olmadan yaptıklarımızdı.

(Devam edecek)

18 Haziran 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 45/3


Altı hafta sonra, malzemelerimi stoklamıştım ama yaşam tarzımı da biraz değiştirmem gerekiyordu. Isıtmalı havuz yaptırmak için bir şirketle sözleşme imzaladım. Normal bir havuzda da yüzebilirdim ancak havuzu ısıtarak veya ısıtılıyormuş gibi göstererek yüksek enerji tüketimini açıklayabilirdim. Daha sonra, Kansas City’den bir şirkete domates, kıvırcık marul ve altı çeşit biber yetiştirebileceğim doksan metrekarelik bir sera inşa ettirdim. En önemli işlerden biri de elektrik ve su bağlantılarını elden geçirmekti.

İşin kurnazlık tarafını hallettikten sonra, artık benim için inşaata başlama vakti gelmişti. Bir ıslak beton kesme makinesi kullanarak, altıncı bodrum katının beton zemininde dört adet 10 cm x 10 cm delik açtım ve iki adet korunaklı hücrenin inşaatına başladım. Deliklerin içinden geçen PVC borular vasıtasıyla, su ve atıklar iki kat alttaki depolama tanklarına boşalacaktı. Her iki hücrenin tavanından 50 cm aşağı gelecek şekilde yatay birer çelik çubuk monte ettim. Mahkûmlar portatif duş çantalarını o çubuklara asabileceklerdi. Oklahoma City'den satın aldığım kamp tuvaletlerini deliklerin üstüne denk gelecek şekilde yerleştirdim. 

Tavana gömme LED ışıkları taktım. Işıkları her gün sabah saat yedide açıp geceleri saat on birde kapatacaktım. Onlarla birlikte televizyonu, eş zamanlı çalıştıracak bir zamanlayıcıya bağladım. Elektrik devrelerini de aynı şekilde bir yönlendirici aracılığıyla bilgisayar ağıma aktardım. Tüm ampuller hücrelerin dışındaydı, bu yüzden onları içeri girmeden değiştirebilecektim. Hasımlarımın fiziksel olarak ne kadar yetenekli olabileceklerini bilmiyordum ve öğrenmeye de hiç niyetim yoktu. TV'nin altında, kapının yanındaki duvara cıvatayla tutturduğum, mahkûmlarımın serbest bırakılıncaya kadar kalan zamanlarını, saat ve dakika cinsinden gösterecek geri sayımlı dijital bir saat ve onun yanında da gün, tarih ve saati gösteren pille çalışan bir takvim vardı.

Yedi buçuk santimetre arayla düşey çelik çubuklar ön cepheyi kapatacaktı. Her hücreye paranın satın alabileceği en yüksek teknolojiye sahip güvenlikli kapılar koydum. Onları Houston'daki bir hırdavatçıdan almıştım. Demir çubuklardan oluşan ve hücreleri birbirinden ayıran bölmedeki kapıya kilit koymamıştım. Birbirlerini ziyaret etmek istedikleri zaman benden izin almak zorunda kalmayacaklardı. Bitpazarından onlar için ucuz sehpalar aldım ve her birinin üzerine bir kitap rafı yerleştirdim. Çekmecelerine not defterleri ve birer düzine kurşun ve tükenmez kalem koydum. Işıklar kapandıktan sonra okumak istedikleri takdirde kullanabilecekleri, iki pille çalışan kamp fenerlerinden aldım. Her hücrenin birer adet normal sandalyesi, sallanan sandalyesi ve spor yapmaları için sabit bisikleti vardı. Odaların her birine bir karyolanın yanı sıra en sağlamından birer tane de ranza yerleştirdim. Her iki karyolanın yatakları yirmi yıl garantiliydi.

Birinci çelik çubuk sırasının kırk santimetre önünde, iki asma kilitli ve otuz santim çekme zincirli kapısı olan ikinci bir çubuk sırası vardı. Bu alan, onlarla benim, daha önemlisi onlarla özgürlük arasında tampon bir bölge oluşturuyordu.

Hücrelerinden kaçabileceklerinden kuşku duyuyordum ancak ölüm hücrelerinde öğrendiğim ve önemli gördüğüm başka bir şey daha vardı: güvenlik tedbirlerinde gereksiz çokluk! Merdivenlerden yukarı çıkan dış kapıyı bir banka kasasından yaptırmıştım. Onu buraya taşımak için Junction City'den bir kamyon kiralamıştım ve parasını ödememde yardımcı olmaları için Kansas City'den üç günlüğüne kiraladığım işçileri kullandım. İşleri bittiğinde, evlerine uğurlamadan önce onlara bira ve taco aldım. O günü ve o gün yaptıklarıyla ilgili tek bir şeyi hatırlamayacaklarını umuyordum. Kasa kapısı modifiye edilmiş, çok özel bir kilide sahipti ve onu sekiz haneli bir şifreyle açabiliyorum. Yüz milyon kombinasyon olduğu düşünülürse, şifremin güvenli olduğundan oldukça emindim. Kapılarına bir gözetleme deliği açmak için endüstriyel elmas uçlu bir matkap kullandım, böylece mahkûmlarımın yanlarına yaklaşmadan onları  uzaktan da görebilecektim.

Bir kat üste, yani beşinci kata, elektrikli bir köpek maması dağıtıcısının otomatik kolu vasıtasıyla günde bir kez yiyecek ve suyun hücrelerden her birine indirileceği on santimetre genişliğinde iki kare delik açtım. Mahkûmlar atıklarını ve küçük çöp parçalarını yaşam alanlarının tabanındaki drenaj deliklerinden atabileceklerdi, atıklar bulundukları yerin iki kat aşağısındaki depolama tankına düşecek ve arka bahçe septik tanklarında bulunan bakteriler tarafından bertaraf edilecekti. 3. ve 2. katların döşemelerine otuzar santimetre kalınlığında ses yalıtımı döşettim, aynı malzemeden ve aynı kalınlıkta, duvarları da kapladım. 1. Kattan aşağıya doğru, yer altı silosunun her tarafına, fiber optik kablo döşeyerek bozuk para büyüklüğünde, küçük, uzaktan kumandalı kameralar yerleştirdim. Dijital saatin içinde de bana hem video hem de ses gönderebilecek uzaktan kontrol edebileceğim bir kamera vardı. Duman ve yangın alarmları ile karbon monoksit detektörlerini, tehlike durumunda bana mesaj gönderecek şekilde programladım. Amacım katil olmak değildi, hapishane bekçisi ya da bir gardiyan olmayı hedeflemiştim.


Sabahtan itibaren akşamın erken saatlerine kadar haftada dört gün çalışıyordum, inşaat yaklaşık dokuz ay sürmüştü. İşlerim bittiğinde, 6. kata bir radyo indirdim ve sesini sonuna kadar açtım.  Banka kasasından yaptığım kapıyı kapattım ve dışarı çıkana kadar katları tırmandım. Hiçbir ses duyamıyordum. Kulağımı aşağı açılan menhol kapağına dayadım ve iyice kulak kabartarak dinledim. Uzaklarda bir helikopterin rotor sesi dışında yine hiçbir şey duyamadım. Hangarın dışına yürüdüm ve sesin fark edilip edilmeyeceğine baktım. Uzaktan kumandayla sesin seviyesini ayarlayabiliyordum, aşağıda Rolling Stones'un “Satisfaction” şarkısı çalıyordu.

Ertesi sabah kahvemi içtikten sonra, restoran çalışanlarına bir sonraki seyahatimin beni heyecanlandırdığını söyledim. Kuzey Arizona'ya gidecektim. Onlara pazartesi günü göstereceğim resimleri aslında bir hafta önceden çekmiştim. Batıya uçacağım dediğim beş gün boyunca yeraltındaki hücrelerde kaldım. Birine üç günümü, diğerine iki günümü ayırdım ve her şeyi test ederek  elden geçirdim. Işıklar programlandığım gibi yanıyordu. Göz maskem ve kulak tıkaçlarım TV'nin ışığını ve sesini yok edebiliyordu. Yiyecek ve su beslemeleri zamanında aşağı düşmüştü. Duş tankı ilk gün aşırı dolmuştu. Gereken ayarları yaptım. Pis su ve atıklar sorunsuzca boşaltılmıştı. Hava temiz ve havalandırma düzenli olarak çalışıyordu. Bir beyzbol sopası ve bir de levye kullanarak dışarı çıkmaya çalıştım ama bir çentik dahi atamadım. Anahtarlarım ve telefonumdan başka ne tür bir aletin onların kaçmalarına imkân verebileceğini hayal  dahi edemiyordum ve her ikisinin de ellerine geçmemesi için her türlü tedbiri almıştım.  Burası tam bir kaleydi. Alcatraz'dan daha güvenli bir hapishane inşa etmiştim. Eğer bu zindandan kaçabilirlerse, özgürlük onların hakkıydı.

Hasımlarımla tanışmamın artık zamanı gelmişti. Bir tanesini hemen, ikincisini biraz düşünerek bulmuştum, ama diğer ikisi o an aklıma gelmemişti.


Teksas Eyaleti Adalet Bakanlığı'nın web sitesindeki resmi özgeçmişine göre, Sarah Moss, on yıldır Ağır Ceza Mahkemesi'nde çalışıyordu. Mary's Hukuk Fakültesini bitirmiş, altı yıl boyunca San Antonio'da Bölge Savcı Vekili olarak görev yapmıştı. Bexar İlçesinin Bölge Savcı Vekilliğine atanmayı bekliyordu, atama gerçekleşmediği için mahkemedeki görevine devam ediyordu. Teksas Üniversitesinin ponpon kızlarındandı ve orada, ileride kocası olacak Güney Austin'li bir Megachurch papazı olan Harvey ile tanışmıştı. İkilinin hiç çocukları yoktu.

(Devam edecek)

17 Haziran 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 44/3


Gittiğim restoranda, her zaman, birilerinin geride bıraktığı yerel gazeteleri okuyor ve dünyada neler olup bittiğini öğrenmek amacıyla ulusal haber sitelerine göz atmak için ücretsiz wi-fi'dan faydalanıyordum.

Aşçı yardımcılarım ve pasta şeflerim de dâhil olmak üzere birkaç eski çalışanım bana ulaşmıştı, ayrıca önceden tanıdığım bazı insanların aileleriyle de bağlantı kurmuştum. Bu nedenle e-postamı ve sosyal medyamı da kontrol etmeye başlamıştım. Bir saat veya biraz daha fazla orada kaldıktan sonra, personele teşekkür ediyor, hesapla beraber bahşişimi bırakıyor ve evime giderken caddenin karşısındaki marketten günlük alışverişimi yapıyordum. Ayda iki ya da üç kez hırdavatçı dükkânına uğruyordum. Dükkân sahibi ve yöneticisi neredeyse her zaman elimin altında evde kendin-yap türünden bir fikir projesi olduğunu biliyordu. Kasaba eşrafına örnek gösteriliyordum. İnsanlar içime kapandığımı, herkese dostça davrandığımı, sakin biri olduğumu, üzüntümü ve acılarımı içime hapsetmiş göründüğümü ama asla kızgın ya da kırıcı olmadığımı söylüyorlardı. Bunları söyleyen halktan insanlar genel olarak haksız sayılmazdı.

Perşembe sabahları evden çıkardım. Hava şartları iki gün müsaade ettiğinde, Tieresse'nin uçağına atlayıp hafta sonu için bir yerlere uçardım ama pazar günü öğleden sonra mutlaka geri dönerdim. Pazartesi günleri, lokanta personeli bana nereye gittiğimi sorarlardı, onlar sormasa bile ben yine söylerdim. Hepsine beş bin metre yüksekten çektiğim küçük kasabaların ve milli parkların fotoğraflarını gösterirdim. Bazen küçük kasabaların birinde iki yıldızlı motellerde kalır, yerel restoranlarda karnımı doyururdum. Diğer zamanlarda küçük şehirlere uçar ve zincir restoranlarda yerdim. Yaptığım gezilerde, en çok kamp yapmayı, açık arazide ateş üzerinde yemek pişirmeyi ve vahşi doğa yürüyüşlerini seviyordum. Arkamda en acemi dedektifin bile izimi sürebileceği kanıtlar  bırakıyordum. Kansas, Nebraska, Oklahoma, Colorado, Utah, New Mexico, Arkansas, Missouri, Louisiana ve Teksas'a - Teksas'ta bir sürü yer – çok sayıda uçuş yaptım. Restoranda yeni çalışmaya başlayan bir garson olan Renata, bir keresinde bana bu kaçışlarımın nedenini sormuştu, ona hiçbir şeyden kaçmadığımı söyledim. Sadece kaybettiğim zamanımı telafi ettiğimi, bütün ülkeyi havadan ve karadan tanımaya çalıştığımı söyledim. Renata, beklediğim soruyu sormakta gecikmemişti.


“Zamanını nerede kaybetmiştin?” 

Komilerden birinin, Ramos'un, onun kulağına bir şeyler fısıldadığını fark ettim.

Öğleden sonraları, güneş ışığının açısı beni melankolik bir hale soktuğunda, çiftliğin etrafında uzun yürüyüşlere çıkardım. Ceketimin cebinde, Tieresse'nin külleri ile birlikte börtü böceği beslemek için bir torba ayıklanmış ceviz bulunurdu. Baharın ilk günlerinde çimlerin arasına kır çiçeği tohumları ektim. Günlerimin çoğunu, dere kenarında ağaçtaki salıncağa binerek ve kuşların söylediği şarkıları dinleyerek geçirdim. Akşam karanlığında verandada bir iki kadeh içki içiyor ve akşam yemeğimi yerken televizyon seyrediyordum. Eve hiç kimseyi davet etmedim ve kasabadan gelen davetsiz misafirim hiç olmadı. Saat on birden önce yatağa giriyor ve kitap okuyordum. Güneşle birlikte yeniden doğuyordum, uzun bir güne başlamak için çok istekliydim.


Yıllar önce, Tieresse, burayı ilk gördüğünde birkaç telefon görüşmesi yaptıktan sonra araziyi hiç tereddüt etmeden satın almış ve birlikte Houston'a geri dönmüştük. Tieresse, gecenin birinde, tam da La Ventana’yı kapatmaya hazırlandığım sırada, evin projeleri ile birlikte, üç boyutlu bir maketini getirdi. Bunları az önce mimarın ofisinden aldım dedi. Paftaları açtı ve masaya yaydıktan sonra,

“Mükemmel görünüyor değil mi, şimdi harekete geçmeye hazır mıyız?” diye sordu.


“Bunu göstermenin tek yolu var.” dedim. Ertesi sabah, elimizde çizimlerle, araziye koşmuştuk.

Onu, o gün bulmuştuk.

Evimizi yerleştirmeyi planladığımız patika yolun karşı tarafında, bir çalı yığınının arkasına gizlenmiş, neredeyse çift kişilik bir yatak büyüklüğünde, büyük bir menhol kapağı vardı. Pist yapmayı düşündüğümüz bir mil uzunluğundaki beton şeridin kuzey ucundan zorlukla görülebilirdi. Merak içinde açmaya çalıştım, başaramayınca çalıların ve gevrek karahindibaların altında gizlenmiş bir dişli çarkın olduğunu keşfettik.


Tieresse çarkı çevirdi, ağır çelik kapak içeriye doğru açıldı. Her biri otuz santimetre uzunluğunda dört menteşe ortaya çıktı. Şaşkın bir halde,

“Bu da ne?” dedi.

Ne olduğunu anlamadık. Hatta emlâkçıyı da aradık, o da orada böyle bir şey olduğunu bilmediğini söyledi. Uçuş çantamdan bir el feneri kaptım ve aşağı süzüldük. Tieresse,

“Vay canına! Üç kuruşa tarihi eser satın aldık.” dedi.  Uçağının hangarını bu tarihi eserin üzerine inşa ettik.

Bulduğumuz şey, eskiden F tipi Atlas füzesi barındıran bir yeraltı silosuydu. Otuz yıl önce, üstüne yapılan küçük bir yapıyla girişi gizlemişti fakat beton briket bina çoktan yok olup gitmişti. 1960'ların başında, soğuk savaş'ın en yoğun yaşandığı bir dönemde, ABD hükümeti çoğunlukla Midwest’te, bunun benzeri onlarca yeraltı silosu inşa etmişti. Atlas, Titan ve Minuteman füzelerinin muhafaza edildiği bu yapılar, doğrudan nükleer darbelere dayanacak şekilde inşa edilmişti. Artık hizmet dışına alınmasından dolayı hükümet, onların varlıklarını bile kabul etmiyordu. Bu sebeple arazimizin tapusunda gösterilmemişti. Sorduğumuz hiç kimse silahların ne zaman çıkarıldığını söyleyemedi, ancak yer altı silosunun her türlü tesisatı, elektrik ve havalandırması basit bir onarım ihtiyacı dışında mükemmel düzeyde korunmuştu. 

Silonun, zemin altında sekiz katı vardı, ilk altı kat, dar spiral bir merdiven vasıtasıyla zeminden aşağı doğru inerken,  onun altındaki iki kata erişim, duvara sabitlenen gemici merdivenleri ile sağlanıyordu. Yedinci ve sekizinci katlarda depolama tankları, sıcak ve soğuk bağlantı sistemleri, basınç üniteleri ve drenaj sistemi vardı. Altıncı katta yedek bir ısı termostatı, bir kenara atılmış iki egzoz fanı ve dizel bir duman detektörü dışında pek bir şey yoktu. Tüm donanımlar kuzey ve batı duvarlarına yerleştirilmişti. Tieresse,

“Eğer istersek bu siloyu küçük bir butik otele çevirebiliriz. Bütün Midwest rezervasyon yaptırmak için sıraya girer.” demişti.

Ona bunu gerçekten yapmak isteyip istemediğini sormuştum. Gülümseyip beni öpmüştü.


“Belki bir milyon yıl sonra!" dedi. "Dünyanın bu noktası sadece senin ve benim.” 


Aradan yedi yıldan birkaç ay fazla geçmişti, her şey bıraktığımız gibiydi. Bir kafa lambası takarak, sekiz kat aşağı inip çıktım, her katı not defterimin ayrı bir sayfasına çizdim. Kendin-yap fikir projelerim kafamda şekillenmeye başlamıştı. Altıncı katı, saç levha, beton briket ve paslanmaz çelik profiller kullanarak ihtiyacım olan, hem gizli hem de güvenli bir hale getirebilirdim. Birbiriyle bitişik iki hücre yapardım. Üç tarafı dolu duvarla çevirir, ön tarafı çelik çubuklarla kapatabilirdim. Sonra, bir sıra çelik çubukla odayı ortadan böler, iki ayrı alan oluştururdum. Hapishanedeki hücrelerde bulunan bazı ünitelerden yoksundu ve pencereleri de olmayacaktı. Ama alanlarını daha geniş tutabilirdim, çünkü mahkûmlarım her zaman orada olmak zorundaydı. Onları havalandırma veya duş için ayrı bir odaya getirip götürme riskini göze alamazdım. Arka duvarın her iki tarafına birer duş perdesi asardım, böylece mahkûmlarım birbirlerine karşı mahremiyetlerini koruyabilirlerdi ya da başka yöne eğilimleri varsa bu durum onlara fayda sağlayabilirdi.

İhtiyacım olan malzemelerin bazılarını kasabadaki hırdavatçıdan aldım. Dükkân sahibinin merakını uyandıracak malzemeler için Kansas City veya Overland Park'a gittim. Salina yakınlarındaki inşaat ekiplerine tel çit malzemelerini satan bir şirketten çelik çubukları, Topeka'daki ulusal inşaat malzemeleri satan zincirden saç, Tulsa'daki bir dükkândan da beton briketleri satın aldım. Aldığım her malzemenin parasını nakit olarak ödedim. Bir dükkân sahibinin, yüz dolarlık banknot destemden şüphelendiğini fark ettim ve ona, kredi kartı bilgilerimi vererek federal hükümet tarafından izlenmek istemediğimi söyledim. Elimi içtenlikle sıkarak bunu mantıklı bulduğunu söyledi.

(Devam edecek)

16 Haziran 2020 Salı

ÇÖL ÇİÇEĞİ 7


Sahra Çalısı, Çöl Çiçeğine iyiden iyiye alışmıştı. Her gün onunla saatlerce sohbet eder, birlikte iyi vakit geçirirlerdi. Onun zekâsına, bıcır bıcır haline, saflığına vurulmuştu. Vaha'nın en neşeli çiçeğiydi, ta ki geçen yaz suyu onu terk edene kadar. 

Yazı çok zor geçirdi Çöl Çiçeği. O yavan çöl suyuna fena kaptırmıştı kendini. Güveniyordu kendine aynı zamanda, o diyordu, mutlaka dönecek bana, bensiz yapamaz.

Her fırsatta bir araya geldiler ancak büyük bir  savaş vardı aralarında. Anlamsız bir savaştı bu. İkisi de aynı şiddette, "Ben buyum, eğer bu ilişki devam edecekse, beni böyle kabul etmek zorundasın." diyordu. Hiçbirinin taviz vermeye niyeti yoktu. Doğal olarak umut dolu her buluşma kavga ve ayrılıkla sonuçlanıyor ve belli bir süre hayallerinde yaşatıyorlardı birbirlerini.

Bir ara Çöl Çiçeği, farklı sularda aramıştı suyunu, aşkını. Fakat Çölün Suyunu hâlâ kafasından atamıyordu. Doğal olarak içine kapandı, narin dalları inceldi, çiçekleri döküldü. Bir yandan susuzluk, diğer yandan ayrılık fena vurmuştu onu. Sahra Çalısının anlattığı hikâyeler bile güldürmez olmuştu yüzünü. 

Sadece o mu? Bir belâ geldi mi başa, diğerleri peşi sıra dizilirdi zaten. Çöl Çiçeği, dik durmayı denemişti bir süre. Sahra Çalısının yanındaki tezgâhta gül satıyordu. Sonra Korona yüzünden kapanmıştı bütün işyerleri. 

Üç ay sonra rüzgârın peşine takılıp yeniden çıktı ortaya, Çöl Çiçeği. Çöl Çalısı, o olmayınca kendi hikâyelerini anlatmaktan ve onun hikâyelerini dinlemekten yoksun kalmış, keyfi kaçmıştı. Yeni haberler bekliyordu ki öyküler yazabilsin en gerçeğinden. Bu yüzden ziyareti çok mutlu etmişti onu.

Mutlu görünmeye çalışıyordu, iyice süzülmüştü. Çöl suyu yine gitmiş, kapısına dayanmıştı, sensiz yapamıyorum diye. Bir umut dolmuştu içine son bir kez daha, yeni bir şans vermişti. Aslına bakılırsa, aksini yapamazdı da zaten. Hastalık derecesinde tutkundu zira. Suyun yanında yeniden kök salmayı denemiş. Hatta, Sahra Sulh Hukuk Yüksek Komiserliğinde açmış oldukları davalarını bile geri çekmeyi düşünmüşlerdi! On beş gün, evet sadece on beş gün sürmüştü bu ilişki, sonuç yine hüsran, yine ayrılık!

Sebep? Yok! Anlaşılmaz bir hiķâyeydi bu. "Ne senle, ne de sensiz yaşanır" şarkısının vücut bulmuş haliydi onlarınki. Aynı tas, aynı hamam, diyordu, Çöl Çiçeği. Ama bu kez açıkça söylemişti suya, "Benim sana zaafım var, sen ne zaman çağırsan ben kendimi tutamıyorum, artık iyice yıprandım, bir daha arama beni"

Çölün suyu durur mu hiç? Yine aracılar koymuş, haber göndermişti. "Buluşalım, konuşmamız gereken önemli şeyler var." demişti. Çöl Çiçeği de durmaz elbet. Bilmem kaçıncı kez buluşmuşlar, "Ne istiyorsun benden? Nedir senin niyetin? Amacın benimle birlikte bir ömür geçirmek mi yoksa beni öldürmek mi?" diye sormuştu, hesap sorarcasına. Çölün suyu; tek kelimeyle vermişti cevabını, "Ayrılalım!"

"Zaten Sahra Sulh Hukuk'ta devam eden davamız var, avukatlarımız bu işi takip ediyor, sadece boşanalım demek için mi çağırdın beni?" demişti Çöl Çiçeği. Korona yüzünden duruşmalar ertelenmişti. Henüz ilk duruşma bile yapılmadan, birikmişlerle birlikte Çöl Çiçeğinin ihtiyacı kadar su verilmesine karar vermişti Sahra'nın güzel yargıcı. İlk duruşma 2 Temmuz'daydı. Çöl Çiçeğinin talebi karşılanırsa ilk celsede, anlaşmalı olarak ayrılık kararı verebilecekti yargıç. Aynı günün akşamına, bu mutlu! olayı kutlamak üzere sözleştiler, Sahra Çalısıyla. 

Sahra Çalısı uzun uzun düşündü; Çöl Çiçeği'nin tutkusu, aşkın tarifine uyuyor mu? diye. Saplantı haline gelmiş, her şeye rağmen onunla birlikte olmayı istemesi yönüyle, evet, oturmuştu her şey yerine. Diğer taraftan, bir araya gelince, yani sevdiğini elde edince, buharlaşan bir tutkuydu o aynı zamanda!

Evet dedi, her şey onun düşündüğü gibiydi, "aşk, onun yokluğunda var, varlığında yok olmak demekti."


MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 43/3


Reinhardt, annesini krematoryumda yaktırmıştı. Keşke yapmasaydı. Belki bunu söylemem kulağa hoş gelmeyecek ama onun kemiklerine dokunmak ve son bir kez, onlarla birlikte yatmak isterdim. Ölümle eskisinden daha farklı bir ilişkim vardı. Son yedi yılımı, dokunduğum son kadının, karım olmayan biri olduğunu düşünerek geçirdim. Keşke bunu değiştirebilme imkânım olabilseydi.

Bana içinde Tieresse'nin küllerinin bulunduğu özel bir kutu gönderdi. Elimi kutunun iyice içine daldırdım. Kaya kumu gibi nemli ve serindi. Bir avuç kül aldım ve onu, üstü tozla kaplanmış granit ada mutfak tezgahının altındaki kristal vazoya boşalttım. Daha sonra, Tieresse'nin kurutup tezgaha serdiği bir düzine gülü içine bıraktım. Ayrıca boşalttığım kibrit kutusunu bir miktar külle doldurdum. Geri kalanını da alıp bahçemize serptim. 

"Aşkım, yarın, burayı senin için çimlendireceğim." dedikten sonra küllerden arınmak için ellerimi silkeledim.

Yemyeşil otlarla kaplı tarlayı geçip ormana girdim ve nehrin kıvrımları boyunca yürüdüm. Hurda tellerden yaptığımız bir aşk koltuğu ve büyük meşe ağacında, hala asılı duran traktör lastiğinden bir salıncak... Botlarımı ve çoraplarımı çıkardım, nehrin kıyısına oturdum. Su berrak ve soğuktu. Dev bir mersin balığı ile bir alabalık sürüsü gördüm.

Hapishanede bir kez olsun ziyaretime gelmemişti ama orada varlığını hep hissediyordum. Onu koklayıp içime çektim. Uzandım ve mendilimle gözlerimi kapattım. Buraya ilk geldiğimizdeki duruşunu, gülüşünü, elleriyle kaburga yemesini, dudağımın köşesinde kalmış sos damlasını yalamasını hayal ettim. Onun tekrar, tekrar güldüğünü işittim ve gülümsedim. Kansas'taki ilk gecemizi hatırladım, dışarıda oturuyorduk ve bir şişe dolusu şarabı paylaşırken yıldızları seyrediyorduk. Onu hissettim, kokladım, tattım ve işittim. Tekrar tekrar, ağlayana kadar gülümsedim.

Ertesi sabah şafak vakti kahvaltımı yaptıktan sonra, onun uçağını koyduğumuz hangara doğru ilerledim. Motor yağını boşaltıp yenisiyle değiştirdim ve yakıtını kontrol ettim. Motoru incelemeye ve uçağın genel durumuna bakmaya bir saatten fazla zaman harcadım. Motoru çalıştırabilmek için harici bir güç kaynağı kullandım, çünkü akünün şarj edilmesi gerekiyordu. Gökyüzü bulutsuzdu ve görüş mesafesi sınırsızdı. Rüzgâr tulumlarını kontrol ettim ve daha sonra batıya doğru havalanarak yaklaşık bir saat boyunca uçtum.

Lisansımı güncellemek ve pasımı atmak için, eyaletin güneybatı ucunda, kimsenin adımı bilmediği bir uçuş okulunda, üç günlük bir pekiştirme kursuna kaydoldum. Yakıt deponuzu doldurup yağınızı kontrol ettikleri bir benzin istasyonunun arkasındaki kafede köfteli sandviç ve kök biradan oluşan akşam yemeği menüsüyle serbest kalışımın üçüncü haftasını kutladım. Ertesi sabah, Colby şehri üzerinden, doğuya doğru giderken, kendimle ilgili önemli bir gerçeği keşfettim.

Serbest bırakılmadan önce yıllarını hapishanede geçiren suçsuz insanların röportajlarını okumuştum, onlar her zaman oldukça sakin ve olgun görünüyorlardı. İntikam veya öfke, semtlerine uğramamıştı. Televizyon kanallarına çıkıyorlar, hiçbir kimseye kin ve nefret beslemediklerini söylüyorlardı. Hatalı kararlar verilmesine rağmen büyük bir umursamazlık içindeydiler. Daima “Olur böyle şeyler!” mantığıyla hareket ediyorlardı. Onlara göre insan, felaketten sakınmak için edilgen durumda olmak zorundaydı. Acı çekmenin hiçbir anlamı yok diyorlar ve çekilen acıların unutulacağını söylüyorlardı. Hayır vakıfları kurdular ve hukuk sisteminde reform yapılmasını teşvik etmek adına muhtelif yerlerde konuşmacı oldular. Kitap yazdılar, elde ettikleri kazancı dağıttılar. Onların problemleriyle hiç ilgilenmeyen, onurlarını kıran bir sistem tarafından yıllarca iğrenç bir muameleyle karşılaşmalarına rağmen, saygınlıklarını ve iyi insan olma özelliklerini korudular.

O gün, Colby’den geçerken fark ettim ki, ben onlardan biri değildim.

Yıllar önce, ilişkimizin başlarında, Tieresse'ye ailemden ve onun da bana kendi ailesinden bahsettiği gün, anneme kötü niyet besleyen adamın, babamın devreye girmesinden sonra ortadan kaybolduğu geceyi anlatmıştım. O ana kadar herkese gururla anlattığım bu olayı, babamın öç alma duygusuna teslim olduğunu ileri sürerek ilkel bulmuştu. Ona şaşırdığımı söyledim. Üniversitede Aeschylus'u okuduğumda, intikam duygusunun, eğitimli insanların üstesinden gelebilecekleri temel bir dürtü olduğuna inanmıştım. Tieresse'ye sordum;

“Yani, genel inanışa karşı çıkarak göze göz dişe diş prensibinin herkesi kör edeceğini mi düşünüyorsun?

Tieresse yanıtladı,

“Tabii ki öyle olduğunu düşünüyorum Rafa, bütün cezalandırma eylemleri şiddet döngülerini tetiklememeli. Bazen, iyi adama zarar gelmeden kötü adamdan kurtulmak mümkün ve zaman içinde bu döngü kapanabilir. Buna benzer örnekler belki sayıca aznadiren karşına çıkabilir ama hiç olmadığı söylenemez. Bence, baban bunlardan birine denk gelmişti.”


Tieresse’nin söylediği bu üç cümle, intikamın iyi bir şey olduğuna dair bütün inancımı sarsmıştı. Utanç hissetmemem gerekiyordu. Babamın yaptıklarıyla gurur duymak benim için iyi bir şeydi. Eve döndüğüm güne kadar, “adaletin yerini bulması” kavramı, zihnimde soyut bir fikir olarak kalmıştı. Hapishanede sürekli olarak, kimin bana zarar verdiğini ve onların hangi cezayı hak ettiklerini düşünüyor ve bunun için hayata tutunmaya çalışıyordum. Artık, Fransız muhabirin sinsice hafızamın derinliklerinde kalan son kırıntıları ortaya çıkarmasına yardımcı olmak dışında, zamanımı dolduran başka hiçbir şey yoktu. Bilinçaltım, bilinçli zihnimin planlarından önce kendi planlarının ayrıntılarını formüle ediyordu.

Gücü elinde tutan insanlar ahlaki kuralları ihlal etmişti. Üzüntümü, canımı acıtarak çoğalttılar. Bunun bedelini ödemeyi hak etmişlerdi. Eğer Tieresse sağ olsaydı, o da bunun öcünü almak istediğini söylerdi. Bunu isteyeceğine gerçekten inanıyordum.

Birkaç gün sonra Oklahoma, Enid'e uçtum ve orada bir araba kiraladım. New York'taki izlenimlerim beni biraz daha kendime getirmeye başlamıştı. Beş yüz dakika konuşma ve yüz SMS mesaj hakkı olan paketle birlikte Motorola marka bir telefon aldım. Ödemeyi nakit yaptım. Aynı hafta, Emporia'da, ikinci el olmasına rağmen kutusu açılmamış, yepyeni bir Dell dizüstü bilgisayar buldum. Topeka'daki büyük bir mağazaya uğrayıp bir Apple iPad mini aldım ve parasını ödedim. 75 No.lu Karayolu üzerindeki kamyon park sahasında durup umumi tuvaletten bir dolara üç paket kondom aldım.

Verilerin uzaktan silinmesini önlemek için telefonlarımı polislerin kullandığı özel folyo paketlerine koydum. Paketleri, bilgisayar, tablet ve taşınabilir GPS ile birlikte suni deriden bir sırt çantasına yerleştirdim. Gelecek yedi ay boyunca sırt çantasını Tieresse'nin uçağının bagaj bölmesinde saklayacaktım.


Yapmam gereken ilk şey kendime yeni bir yaşam şekli kurmaktı. Bunu ölüm hücresinde edindiğim tecrübelere dayanarak tesis edebilirdim. Bununla birlikte özgür yaşamanın vermiş olduğu rahatlık inkâr edilmezdi.

Ana Cadde Lokantası, on beş kilometre aşağıda, Noel, Paskalya ve Yılbaşı hariç her, sabah saat beşten başlayarak öğleden sonra saat ikiye kadar kahvaltı ve öğle yemeği veren, yetmiş beş yıllık bir işletmeydi. Haftada üç gün sabahları, saat sekiz ile dokuz arasında oraya takılmaya başlamıştım. Eğer yağmur yoksa çiftçiler, genellikle o saatlerde işlerine gitmek için lokantadan çıkmış olurlardı. Yine de tulum giymiş birkaç adamı, hala yumurtalarını ve domuz pastırmalarını bitirmeye çalışırken ya da bir fincan kahve daha isterken görmek mümkündü. Küçük bir kasabada haberler yıldırım hızıyla yayılır. Bu söz herkesin diline doladığı bir söz ve doğru olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Ziyaretimin dördüncü günü yolda karşılaştığım herkes kim olduğumu biliyordu. Üç vardiya garsonu, komilerin her ikisi ve iki aşçı artık adımı da öğrenmişlerdi. Her gün aynı bar taburesinde oturuyor, kahvenin yanında tahıl gevreği ve mutlaka ev yapımı tarçınlı rulo çörek ya da bir kâse meyve yiyordum.

(Devam edecek)

15 Haziran 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 43

Kayıp Fısıltı / Kedi Mırıltısı tarafından organize edilen ve uzun soluklu bir etkinlik olarak devam eden Ağaç Ev Sohbetleri 43. Bölümü'nün konusu tarafımdan belirlenmiş bulunuluyor. Bu benim Ağaç Ev Sohbetlerine ikinci konu önerim. Bu kez önerimi uygun bulan Kedi Mırıltısı arkadaşımıza teşekkür ederim. 

Aşağı yukarı on aydır farklı konular hakkında düşüncelerimizi saygı çerçevesinde ve büyük bir içtenlikle sürdürdüğümüz bu platformun sizlerin de katılımıyla büyüyeceğinden eminim. Ağaç Ev Sohbetleri, birbirimizin farklı fikirlerini öğrenmemize imkan vermesinin yanı sıra kendi düşüncelerimizi gözden geçirebildiğimiz, hatta kendimizi tanımaya vesile olan bir etkinlik. Bu bakımdan şimdiye kadar katkısı olan herkese bir kez daha teşekkür ederim. Evet, bu hafta, muhtemelen çok geniş bir perspektifte ele alınacağını düşündüğüm bir konuyu tartışacağız ve farklı düşüncelerimiz olacak. İşte haftanın konusu:


Toplumsal yaşamımızı olumsuz etkileyen en önemli üç sorun,

önem sırasına göre hangileridir?

Bu sorunların üstesinden gelmek için sizce neler yapılmalıdır?   


Kanaatimce toplumumuzun en önemli sorunu, mevcut yönetim sistemimizdir. Sonsuz saygı ve sevgilerime mazhar olan eski Yunan filozofları tarafından ilk kez gündeme getirilen yönetim şekli olan demokrasi, yüzyıllar  boyunca, bilinen rejimlerin en iyisi denilmek suretiyle baş tacı edilmiş. Oysa, Platon/Eflatun (M.Ö: 428-348), neredeyse 2.400 yıl önce demokrasinin bir eğitim işi olduğunu söylemiş ve eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam ederse demagoglar türer, demagoglardan da diktatörler çıkar demişti. Yani bana göre toplumun en büyük sorunu yere göre sığdırılamayan yönetim şeklimiz, demokrasidir.  


Nitekim Adolf Hitler, binlerce yıl sonra Eflatun'un ne kadar ileri görüşlü bir insan olduğunu kanıtlamış, demokrasinin kurallarına uygun bir seçimle iktidara gelmiş ve sonra faşist bir diktatöre dönüşmüştü. Hitler'in Almanya'sı buna tek örnek değil elbette. Bugün, ABD başta olmak üzere diğer ülkelere bakıldığında, onların pek çoğunun da demokrasi görünümü altında diktatörlükle yönetilmekte olduğunu görebiliriz. Ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre bazı diktatörler doğrudan, bazıları kapitalist sermayenin kuklaları olarak karşımıza çıkarlar ve toplumları demokrasi yalanıyla kandırmaya devam ederler.

Benim böylesine önemli bir konuda sizlere alternatif  yönetim sistemi önermem çılgın bir fikir olarak gelebilir. Filozofların, siyasetçilerin, hukukçuların, anlı şanlı ekonomist ve sosyal bilimcilerin yıllarca çözemediği bir problemi çözmek sana mı düştü diyebilirsiniz. İnanın bana, eğer böyle düşünüyorsanız, size hiç gönül koymam!  Yazımı fazla uzatmamak için sorunun çözümüne ilişkin önerimi başka sayfaya taşımak zorunda kaldım, zira iki problem ve iki de çözüm önerim daha var sırasını bekleyen. Eğer merak ettiyseniz, biraz zaman ayırıp ŞURADA yazdıklarıma bir göz atmanızı öneririm.


İşte böylece ülkenin en önemli sorununu halletmiş bulunuyoruz. Gelelim ikinci büyük sorunumuza:

Bana ülkemizde amacına uygun olarak kullanılmayan ve hem kendine hem de topluma zarar veren ilk şey nedir diye sorsanız, düşünmeden "din" derdim. Herkesin inancı kendine elbette. Her koyun kendi bacağından asılır. Asılır, asılır diyoruz da öyle olmuyor işte! Diğer taraftan herkes onu kendi işine geldiği gibi kullanıyor diye dini yasaklamak da çözüm değil elbette. Yasakçılık benim anlayışıma ters. Fakat, Diyanet İşleri Başkanlığını kaldırır, onun devasa bütçesini eğitim ve sağlık bakanlıkları arasında bölüştürürdüm meselâ. Dinini yaşam biçimi olarak seçmek isteyen vatandaşlarımıza tolerans kapılarını sonuna kadar açardım. Camiler, kiliseler, havralar, cem evleri ve dahi sinagoglar gibi külli ibadethaneler, tekke ve zaviyeler hepsi sizin derdim. İstediğiniz gibi giyinin, istediğiniz şekilde orucunuzu tutun, gönlünüz ne zaman namaz kılmak ya da ayine katılmak isterse buyurun gidin, kılın, katılın derdim.

Derdim demesine amma, bundan böyle artık imamın, papazın, hahamın ve dedelerin maaşına devlet olarak karışmam,  yeni ibadethaneler, kuran kursları açmam, açık olanlarının elektrik, su ve ısıtma bedellerini karşılamam derdim. Siz her ibadethane girişine birer kumbara koyun, hizmet ettiğiniz kişiler versin bu masrafların bedelini derdim. Hatta isterseniz matbaalar kurun, inançlarınızı yaymak için kitaplar basın ve ibadethanelerinizin altında, yanında, girişinde bastırdığınız kitaplarınızı, isterseniz mumlarınızı, haçlarınızı ya da diğer hediyelik kutsal eşyalarınızı satın derdim. Ancak son bir şartım olurdu, hangi inanç sahibi olursa olsun ülke yönetimine karışan ya da inancını ticari amaçlarla kullanan cümle sahtekârları tez elden en ağır cezalara çarptırır, hesaplarını öbür dünyaya bırakmazdım.

Gelelim üçüncü ve son büyük probleme:

Eflatun'la başlamıştım. Adam sonuna kadar haklıydı, önce eğitim. Eğitim ama nasıl eğitim? Dogmatik fikirlerden uzak, bilimsel, sorgulayan ve her alanda fırsat eşitliğini, hukukun üstünlüğünü ve gelirde adaletin önemini yücelten bir eğitimden bahsediyorum. 

Evet, toplumun en büyük problemlerinden biri de eğitim. Gerçekten çok kötüyüz. Bakmayın siz söylenenlere. Şöyle bir bakın kaç tane makale yayınlamış üniversitelerimiz. Ar-Ge'ye ne pay ayırmışız, teknolojiden geçtim, üretim imkanlarımızı da yerle bir etmişiz. O canım Köy Enstitülerini kapatıp bütün okulları imam hatiplere çevirmişiz. Ve geldiğimiz nokta bu. Siz hâlâ ihalarımızla dünya liderliğine oynuyoruz, Avrupa, ABD bizi kıskanıyor diyenlerdenseniz ve Atatürk'ün ilk on yılda üretime dönük hamlelerini küçümseyip özel sektöre devlet imkânlarını peşkeş çekmekten öte hiçbir amacı olmayan, garantili bir şekilde halkı sömürmeye devam eden yol, köprü, hastane, hava alanı gibi BOT projelerinden övgüyle bahsedenlerdenseniz biliyorum ki sözlerim size işlemeyecektir. Nedir çözüm yolu peki?

İlk iki problem çözülünce eğitim de büyük ölçüde düzene girecektir zaten. Ancak tahribat o kadar büyük ki eğitimin beklenen düzeye çıkarılması için birkaç nesil geçmesi gerekir. Köy Enstitüleri modelini geliştirerek hem göç sorununun, çarpık kentleşmenin önü alınabilir, hem de üretim ve sanata gereken önemin verilmesi sağlanabilir. Eğitim sadece okulda verilen bir şey değildir. Yasakçı bir zihniyetle değil, teşvik ederek ve özendirmek suretiyle medya organlarında toplumun bilinçlenmesini sağlayacak, onlara sanatı aşılayacak programların yer alması mümkündür. Öğretmenlik meslekler arasında en önemli yere sahiptir. Öğretmenlerimizin gerekli donanıma sahip olması için müfettişlik gibi garabet bir sistem yerine daha aklı başında teşvik edici ve ödüllendirici sistemlere ihtiyaç vardır. Esasen benzer şekilde diğer bütün meslek gruplarında köklü bir eğitim revizyonuna gidilmelidir.

Eğer baştan itibaren okuyup buraya kadar geldiyseniz, size sonsuz teşekkürlerimi sunmamın yanı sıra gelecek adına hâlâ ümitlenmem için bir sebep var derim. Sizce toplumumuzun en büyük sorunları ne peki? Sizin çözüm önerileriniz neler? Sabırsızlıkla bekliyorum.