KATEGORİLER

25 Temmuz 2020 Cumartesi

YENİ BİR ROMAN ÇEVİRİSİ

"Masum Bir Adamın İtirafları" adındaki ilk roman çevirimi yaparken büyük zevk almış ve bu işi devam ettirmek konusunda kararımı vermiştim. Türkçe'ye çevrilmemiş birçok eser arasından ikinci çevirim için bu kez göz hastalıkları uzmanı Amerikalı bir doktor olan Steven E. Wilson'u seçtim. Roman, kurgusal olarak Ermeni bir ailenin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarını konu ediyor. 

Aslında tehlikeli bir konu. Fakat ben olayı özellikle farklı bir bakış açısından görmek istedim. Ermeni diasporası ve pek çok ülke yaşanan trajediyi soykırım olarak nitelerken devletimizin resmi görüşü, bunun aksini savunuyor ve yapılan eylemi tehcir olarak tanımlıyor. 

Soykırım: Siyasal, ulusal, ırksal ya da dinsel bir nedenle azınlık durumundaki bir insan topluluğunu soyca yok etmeyi amaçlayan toplu öldürme eylemi.

Tehcir: Göçe zorlama, göç ettirme, göç etmesine yol açma, sürme

Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, siyasi kararların sonucunda en büyük acıları masum insanlar çekiyor. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeni vatandaşların maruz kaldığı büyük acıların benzerleri çok. Ailesi bir Girit göçmeni olan benim ve Selanik göçmeni olan eşimin ataları da benzer sıkıntılar yaşamışlar. Onlar da mübadele denilen değişim sürecinde topraklarını terk etmek zorunda kalmışlar ve her şeylerini bırakıp yollara dökülmüşler. Hastalık, açlık, sefaletle mücadele etmişler. Bir çoğu uzun göç yollarında can vermiş, çetelerin saldırılarına uğramışlar. Aynıları Türkiye'den Yunanistan'a göç eden aileler için de geçerli. Sağ kalanlar yeni vatan topraklarında gavur diye dışlanmışlar, yoksulluk çekmişler. Bu tür büyük felakete uğrayanların hiçbirini birbirinden ayırmadım, ayırmam. En son Suriye'de ABD'nin işgal ve sömürü politikası gereği milyonlarca insanın evlerini terk etmesiyle sonuçlanan olaylar ortadayken yapılan işlemin adına soykırım ya da tehcir demenin ne anlamı olabilir. 

"Anadolu'nun Hayaletleri" kitabının tamamını henüz okumadım. İlk kitabımda olduğu gibi birkaç bölüm ileriden giderek çevirmeyi düşünüyorum. Yazarın bu üçüncü kitabı. 1996 yılında bir konferans sebebiyle bulunduğu Kudüs'te, eşiyle birlikte şehir turu atarken uğradığı Ermeni mahallesinde, darağacına asılmış bir grup Ermeni erkeği gösteren fotoğrafın altında büyük harflerle yazılı "Ermeni Soykırımını Unutma" yazısını gördükten sonra konuyu araştırmaya karar vermiş. Halep, Anadolu ve Orta Doğu'da pek çok bölgede birçok yeri gezip olaylara tanıklık etmiş birçok insanla görüşmüş, on iki yıl boyunca konuya ilişkin düzinelerce kitap okumuş. Elde ettiği bütün bu bilgilerden Uzak Doğu ülkelerine yaptığı uzun uçak seyahatleri esnasında yazmış bu kitabı. Romanın yanlı yazılmasının hiçbir önemi yok benim için. Önemli olan başkalarının olaylara bakış açısını öğrenmek. Sanırım düşünen insanlar böyle davranmak zorunda.

Konuya ilgi gösteren okurlara şimdiden teşekkür eder, yorumlarınızı beklerim.          

23 Temmuz 2020 Perşembe

YEMEK MİMİ

Konu yemek olunca Azkaban Firarisi' nin başlattığı mime katılmadan edemedim. Her ne kadar acıkan yapmasın dese de, sorular insanın iştahını kabartacak cinsten. Hadi başlayalım o zaman:

1) İlk yaptığınız yemeği hatırlıyor musunuz ?(yağda yumurta sayılmıyor)
Evet, hatırlıyorum. Hasan Paşa köftesiydi. İnternet yoktu o zamanlar tabii. Yemek kitabından bakıp yapmıştım. Fena da olmadı hani.

2) Yemekten en zevk aldığınız yemek ne?
Gerçekten birini seçersem diğerlerini gücendirecekmişim gibi bir his kapladı içimi. Enginar ve yumurtalı Avranos/sarmaşık diyeyim en azından. İkincisini Giritliler bilir daha ziyade.

3) Dünya Mutfaklarını seviyor musunuz? En sevdiğiniz hangi ülkenin mutfağı?
Sevdiklerim var, sevmediklerim var. Ama benim en çok sevdiğim İtalyan mutfağı elbette.

4) Yemeyi hiç sevmediğiniz bir yemek/yiyecek var mı? Varsa nedir?
İki yemeği ağzıma koymam. Birincisi bamya, ikincisi pırasa.

5)Dışarıdan veya dışarıda en çok hangi yemeği yiyorsunuz?
Dışarıda yemek durumunda kalırsam, ilk olarak midye dolması, daha sonra İzmir usulü kokoreç ararım.

6) En sevdiğiniz tatlı nedir?
Tiramisu, hele bir de eşim yaptıysa eğer.

7) En sevdiğiniz içecek nedir?
Zamana bağlı olarak en sevdiğim içecek değişiklik gösterir. Şu sıralar, bira ve şekersiz kola diyebilirim.

Şimdiye kadar katıldığım en basit soruları olan mim'di  bu. Katılmak isteyen herkes davetlidir.

ŞAHSİYET - DİZİ

Bunca yıldır bine yakın yazı yazdım. Ancak dizi film konusunda blogumda yer verdiğim ikinci dizi, "Şahsiyet". İlki, ünlü uyuşturucu kaçakçısı Pablo Escobar'ın hayatının konu edildiği "Narcos" adlı sekiz bölümden oluşan bir diziydi. Tamamını bir oturuşta izlemiş ve 08/01/2016 tarihinde yorumlamıştım.

Şahsiyet, senaryosunu Hakan Günday'ın yazıp baş rollerini Haluk Bilginer ve Cansu Dere'nin paylaştığı cinayet-polisiye türünde, her biri yaklaşık bir saat süren ve on iki bölümden oluşan bir dizi. Agah rolündeki Haluk Bilginer, adliyeden emekli bir memur. Alzheimer hastalığına yakalandığını öğrenince yıllardır planladığı cinayetler serisine başlar. Diğer taraftan cinayet bürosunun tek kadın polisi olan  Nevra katilin peşine düşüp olayı aydınlatmak için büyük bir çaba sarf eder. Agah'ın işlediği her cinayet sonrası Nevra'ya hitaben yazdığı notlardan sonra olay bambaşka bir boyuta bürünür. 

Severek iki gecede tamamladığım dizinin son bölümü bir buçuk saat. Agah'ta kısa bir süre önce tamamladığım çeviri romanımdaki Rafael karakterini buldum. Adaletin olmadığı, hukukun sadece kitap sayfalarında kaldığı bir dünyada intikam hırsıyla adaleti sağlayan birileri çıkıyor ve ben, yaptıkları ne olursa olsun, bu insanları seviyorum. Mesela bir çocuğa tecavüz eden caninin hapishanede diğer mahkumlar tarafından öldürülmesi yüreğimin yağlarını eritiyor. Şahsiyet dizisinde de Reyhan adındaki küçük bir kız çocuğunun Kambura adındaki hayali bir yerleşim yerinde, ahlaksız onlarca kişi tarafından tecavüze uğraması ve iki yıl sonra intihar etmesine sebep olunması, daha sonra olayın örtbas edilmesi için devlet kurumlarına nüfuz etmiş görevlerini kötüye kullanan hakimi, polisi gözler önüne seriliyor. Agah, aynı Rafael gibi adaletin olmadığı toplumda kendi yöntemleriyle adaleti  sağladığına inanan ve bunu başarmak için her şeyi göze alan bir örnek. Bu düşüncem pek çok kişiye ters gelebilir. Ama ben, bütün bu insanlara saygı duyuyorum. Çünkü görüyoruz, kadın cinayetleri, kadına şiddet tüm hızıyla devam ederken her zaman yapanın yanına kar kalıyor yaptıkları. Adalet bütün bu olan bitene ne kadar da aciz kalıyor. Her türlü ceza için olmasa bile, özellikle bilerek cana kasteden, kadına şiddet uygulayan, çocukları istismar eden canilere Rafael gibi, Agah gibi cezalandırıcılar arıyor gözlerim. 

22 Temmuz 2020 Çarşamba

KARA KUTU - SONER YALÇIN

Kitabın Adı: Kara Kutu
Yazar: Soner YALÇIN
Sayfa Sayısı: 577
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Türü: Araştırma


Kitap Hakkında: Soner Yalçın, araştırmacı kimliğiyle, bu kez sağlık sektörünü masaya yatırıyor. 19. Yüzyıldan başlayarak günümüzdeki küresel ilâç sektörünün doğuşunu, tıbbi araştırmaların nasıl çarpıtıldığını, hastaların nasıl müşteri haline getirildiğini, ilâçların olumsuz yan etkilerinin nasıl gizlendiğini, bilim adamları ve üniversitelerdeki profesörlerin ilâç firmalarıyla parasal ilişkilere nasıl girdiğini detaylı bir şekilde anlatıyor. 

Dünyanın üçüncü büyük sektörü haline gelen sağlık ve ilâç sektörünün, insan sağlığını hiçe sayan uygulamaları ve para hırsıyla yaptıkları gerçekten insanı dehşete düşürüyor. Yazar, endüstriyel tıp olarak isimlendirdiği küresel ilâç ve tıbbi cihaz üreticilerinin bağış adı altında hangi kişi ve kurumlara ne kadar rüşvet verdiklerini, milyarlarca dolar kazanan şirketler tarafından üretilen ve yeterince test edilmemiş ilâçların yan etkilerinden dolayı sakat kalan, hayatını kaybeden insanları ve ilâç şirketlerine karşı davaları ve ödenen milyonlarca dolar tazminatları konu ediyor kitabında.

Benim en çok dikkatimi çeken husus, Soner Yalçın'ın şirket ve şahıs isimlerini vererek ilâç firmalarının yaptıkları kirli işleri ortaya çıkarmasına rağmen, her şeye gücü yeten küresel güçlerin böyle bir kitabı nasıl olup da satışına izin vermiş olmaları ve söz konusu firmaların ticari itibarlarını zedelediği için yazara hiçbir tazminat davası açmamış olmaları.

Yazar, ilâcın ve tıbbın sağlık için faydalarını inkâr etmiyor ancak sektörün amacından saptırıldığını, baskıyla, rüşvetle uluslararası ve ulusal örgütleri, şahıs, kurum ve kuruluşları tahakkümü altına aldığını belirtirken sonuçta gittikçe artan gerekli/gereksiz ilâç ve tedavi paralarıyla insanların ve ülkelerin ekonomik bakımdan sömürülmesinin yanı sıra toplum sağlığının da bozulduğunu vurguluyor.

Eskiden doktorlar hastasını muayene eder, bilgi ve tecrübesiyle hastalığı teşhis eder ve buna göre ilâç tedavisine başlardı. İlaçlar tamamen doğadaki bitkilerden üretilirdi. Artık durum değişti. Doktor hastasının yüzüne bile bakmıyor, hemen git şu tahlilleri yaptır, tomografi çektir, MR çektir sonucunu getir diyorlar. Sonuca göre, ellerine verilen listeden kimyasal ilâçları reçetelerine yazıyorlar. Bütün hastalar aynı onların gözünde. Oysa her insanda o ilâçların ölüme varan farklı yan etkileri bulunuyor. İlâçların tamamına yakın bir bölümünde kanserojen petrol ürünleri kullanılıyor. Böbrek hastası ilâcını kullandığında kalp hastası oluyor. Amaç da bu zaten. Daha fazla hasta, daha fazla ilâç. 

Endüstriyel tıp yeni yeni hastalıklar üretiyor ve bu hastalıklara göre yeni ilâçlar sürüyor piyasaya. Türkiye tıbbi cihaz sayısı bakımından dünya dördüncüsüymüş! İlâç tüketimi katlanarak artıyor, petrol ithalatına ödenen paranın yarısı kadar küresel ilâç şirketlerine para ödüyormuşuz. 1950'lerden itibaren yanlış politikalarla sağlığımızı küresel güçlere teslim etmiş, yerli ve milli ilâç sanayimizi yerle bir etmişiz. 

Konu oldukça uzun. Kitabın bazı bölümlerinde ülkemizde geçmişten bu güne sağlık sistemindeki değişime tarihsel bakımdan ışık tutuluyor. Günümüzde birbiri arkasına kurulan dev şehir hastanelerinin insanları birer makine haline getirdiği, zararına aldırmaksızın gerekli gereksiz tıbbi cihazlara sokulan hastalara haddinden fazla ilâç yazıldığı anlatılıyor.

Açıkçası kitaptan etkilendim. Zaten çok zorunlu olmadan ilâç kullanan biri değildim. Artık bu konuda bir kat daha dikkatli olmam gerektiğine inandım. Doktorlara gelince; büyük bir kısmının dönen çarkın dişlisi olduğuna inanıyorum. Sağlık Bakanlığı, DSÖ ne derse onu yapıyor. Maske hasta olmayana gereksiz, bütün profesörler ağız birliği etmişlercesine maske kullanmaya gerek yok diyorlar. DSÖ, takın, gerekli diyor. Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere bütün doktorlar bir anda maskeci oluveriyorlar. DSÖ, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler hepsi küresel sermayeye hizmet ediyor. Durum böyle olunca şahsen inanabileceğim, güveneceğim doktor sayısı yüzde beşi geçmiyor.

ŞİNASİ BEY 6

Enerjisinin büyük bölümünü gevezeliğe ayırdığından olsa gerek, bütün işlerini ağırdan alırdı Şinasi Bey. Öyle böyle değil, Feriha Hanım'la dışarı çıkmaya karar verdiklerinde, en az yarım saat kapının önünde bekletir, kadının gününü rezil ederdi.

Sabahları çok erken kalkardı. Duşunu aldıktan sonra bornozuyla banyodan çıkar, sakal tıraşını mutfakta olurdu. Önce el aynasını yüzünü gösterecek şekilde masaya itinayla yerleştirir, küçük bakır kabını musluk suyuyla doldurduktan sonra ısıtmak için ocağın üstüne koyardı. Bu arada banyodaki dolabın çekmecelerinden yüz havlusu, tıraş sabunu ve usturasını alır, masaya düzenli bir şekilde dizerdi. 

Kısa bir süre sonra tıraş suyunun kaynadığını fark edip ocağı söndürür, onun biraz soğumasını beklerken radyonun düğmesini çevirir, klâsik Türk Sanat Müziği çalan bir istasyon bulunca keyfi iyice yerine gelir, parçanın sözlerine eşlik etmeye başlardı. Tam bu esnada kahvaltı hazırlamak için mutfağa giren Feriha Hanım, söylene söylene çaydanlığa su koyarken Şinasi Bey'in gamsızlığı karşısında hayrete düşerdi.

Şinasi Bey, Feriha Hanım'a nispet yaparcasına eşlik ettiği şarkı sözlerinin üstüne biraz daha basar, içten bir gülümsemeyle ona karşılık verirdi. Fırçayı Arko marka tıraş sabunun etrafında dolaştırıp iyice köpürttükten sonra yüzüne dağıtır, sağ eline aldığı usturayla favorilerinin altına ilk bıçak darbesini vururdu. Aradan on, on beş dakika geçtikten sonra Feriha Hanım çayı demlemeye gelir, Şinasi Bey'e yan gözle bir bakış atar ve hiçbir şey söylemeden salona dönerdi. Şinasi Bey, tıraş suyunun soğuması üzerine, bakır tası boşaltır, içine yeniden su koyup ocakta ısınmasını beklerdi. Bu arada, yüzündeki köpüğün kuruduğunu fark edip banyoda yüzünü yıkar, ocaktan aldığı bakır tasa fırçasını daldırıp bir kez daha sabunlar ve sakalında temizlenmemiş yerleri beyaz köpükle örterdi. 

Şinasi Bey'in sinek kaydı tıraş olması ve yüzünü yıkayıp limon kolonyası sürünmesi nereden baksanız bir saatini alırdı.

Şinasi Bey ne kadar ağırsa, Feriha Hanım bir o kadar pratikti. Kocası tıraş takımlarını toplayıp yüzünü yıkayana, jilet gibi ütülenmiş takım elbisesini giyip hazırlanana kadar, masaya kahvaltılıkları çıkarmış, tavşan kanı çayları ince belli bardaklara çoktan doldurmuş olur ve Şinasi Bey'e seslenirdi.

"Hadi Şinasi Bey, yine soğuttun çayını."

Beklemekten iyice sıkılan Feriha Hanım, üçüncü keyif çayını içerken Şinasi Bey masaya oturuncaya kadar genellikle kahvaltısını bitirmiş olurdu.

Burnuna kocasının tıraşlı yüzüne sürdüğü kokusu geliyordu. Bir şeyler söylemek istedi ama ne diyeceğini bilemedi. Sessizlik canını sıktı. Belki de onu sıkan, kocasının anlam veremediği neşeli haliydi. Sonunda dayanamadı.

"İşe mi gideceksin, yoksa köpeği mi gezdireceksin?"

Şinasi Bey'in aklına Şazende Hanım düştü hemen. Yurt dışı seyahati nedeniyle dört gündür görüşememişlerdi. Feriha Hanım'a baktı, sanki karşısında oturan Şazende Hanımdı. Mutlu bir şekilde gülümsedi.

"Sende bir haller var Şinasi Bey, beni duydun mu acaba? Köpeği gezdirecek misin dedim."

Şinasi Bey, silkinip hayallerinden kurtardı kendini. Saatine baktı, neredeyse geç kaldığını fark ederek panik içinde ayaklandı.

"Ha, evet. Zaman ne çabuk geçmiş! Köpeği gezdirdikten sonra uğrayacağım şirkete."

Parkın yolu hiç bu kadar uzun gelmemişti. Kalp atışları hızlandı. Az sonra her zaman buluştukları yerdeki bankta Şazende Hanım'ın oturduğunu görünce rahatladı. Bu kez sarı renkli ipek bir bluz, beyaz pantolon giymişti. Sarı saçlarını toplamış, kocaman bir güneş gözlüğü takmıştı. Gözleri köpeğini aradı ama onu göremedi. Onun yerine beş yaşlarında bir çocukla ilgileniyordu.

İyice yaklaşınca arkasından duyduğu sesle şaşkına döndü.

"Şinasi Bey!" diye bağırıyordu elinde köpeğiyle Şazende Hanım. Bankta oturan sarışına dikkatlice baktı. Yanıldığını anlamıştı. Bu kadar mı benzerlik olur diye geçirdi aklından.

Dönüp gerçek Şazende Hanım'ın olduğu yöne doğru ilerledi.

İkisinin köpeği hemen oyuna başlamışlardı. Aynı anda iplerini çözerken Şinasi Bey,

"Nasılsınız görmeyeli Şazende Hanım?"  dedi.

O esnada çocuklu sarışın yerinden kalktı. Şazende Hanım, parkın en serin köşesinde yer alan bankın boşaldığını görür görmez o yöne doğru hareket ederken Şinasi Bey'e neşe içinde cevap verdi.

"İyilik, ne olsun. Haberler sizde Şinasi Bey."

Şinasi Bey, Fas macerasını ballandıra ballandıra anlatmaya koyuldu. Uçak yolculuğundan başladı, restorandaki fasılda nasıl şarkı söylediğinden, gittiği ülkenin çarşılarından, evlerinden, insanlarından, çöllerinden, dağlarından uzun uzadıya bahsetti. Şazende Hanım ilgiyle dinliyordu.

Derin bir ah çekti. "Ne güzel yerlermiş, ben de oraları görebilmeyi ne çok isterdim bir bilebilseniz. Kocam olacak herif ömrümü tüketti, hiçbir yer göremedim."

Şinasi Bey, ne cevap vereceğini bilemedi. Gönlünden geçen çok şey vardı ama eli kolu bağlıydı.

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 48

Ağaç Ev Sohbetleri'nin bu haftaki konusu yine sevgili Deeptone'dan. Aklını kurcalayan bir güncel konu başlığı açmış ve düşüncelerini burada güzel bir şekilde aktarmış. Hemen 48. Bölüm için sohbete açılan soruya geçelim:

Günümüzdeki genç insanlar daha önceki kuşaklardaki genç insanlara oranla daha güçlü ve etkili midirler?


Soru bana oldukça ilginç geldi. Hani Orson Welles'in bir şarkısı vardı, "I know what is it to be young but you, you don't know what it is to be old - Genç olmanın ne olduğunu ben biliyorum ama sen, sen yaşlı olmanın ne olduğunu bilmiyorsun."  Şimdi buradan yola çıkarsak, günümüzün gençleri, önceki genç kuşakların tam olarak ne kadar güçlü ve etkili olduklarını bilemezler ama önceki kuşak gençleri günümüzün genç insanlarının ne kadar güçlü ve etkili olduklarını bilir desem fazla iddialı konuşmuş olmam sanırım.

Mesela bir 68 kuşağı vardı dillere destan, bütün dünyayı kasıp kavuran. İdealist, sanatkar, zeki genç insanlar. Bırakın interneti, sosyal medyayı, televizyon bile yoktu o zamanlar. Ama hepsi çok okuyan, meraklı ve biz varız, bizim dediklerimizi de dikkate almak zorundasınız diyen, haklının, ezilenin yanında, sömürüye, emperyalizme ve kapitalizme karşı, ne yaptığını bilen fişek gibi gençler. İşte onlardı güçlü ve etkili olan. Fakat ne yazık ki yetmedi güçleri, o çelik yürekleri yenik düştü kirli sermayenin temsilcilerine. 

Günümüze gelince, Gezi Direnişi, içime umut kıvılcımları saçmıştı. Pırıl pırıl gençler güle eğlene, isyanlarını son derece naif ve vurucu bir şekilde duyurmuşlardı dünyaya. Sonra özellikle aralarına provokasyon gruplarını karıştırdılar. Sermaye ve sömürünün temsilcileri ellerindeki silah ve iktidar gücüyle susturdu seslerini. 

Umudumu kaybetmek istemiyorum. "Keşke" sözünü de hiç sevmem. Ama keşke diyorum yine, keşke günümüzün ve yarının gençleri Atatürk'ün çizdiği yolda gerçek bağımsızlık mücadelesini vermek, ülkede hak ve adaleti sağlamak konusunda güçlü ve etkili olabilseler. Zira bugünün genç kuşakları her ne kadar ileri teknoloji ve bilgiye ulaşım imkanlarına çok daha fazla sahip görünse de aynı imkanlar onları türlü oyunlarla etkisizleştirecek kapitalist sistemin elinde de var. Genç kuşakların aldıkları eğitim eskiye oranla çok daha kötü, bilimsellikten uzak. Üniversite sayısının artması eğitimin yükselmesine delil olarak sunuluyor. Oysa nicelik değil, niteliktir önemli olan.  İnsanlara bayrak, şehit, milliyetçilik, yerlilik, millilik, Atatürkçülük, demokrasi, ve bunun gibi nice kelimelerin ilke ve anlamlarını unutturuyorlar. 


15 Temmuz 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 79/4


“Rahat olun.” dedim. “Silahın nasıl doldurulacağını öğrenmek için mecburen bir video izlemek zorunda kalmıştım. Nasıl ateş edeceğimi hâlâ bilmiyorum."


Kilitlerin anahtarlarını eğilip yere bıraktım.

“Bu işlere kalkışmakla ne yapmayı umuyordum, tam olarak emin değilim. Belki hedefime ulaştım.” dedim.

Stream'e baktım.
“Sen, muhtemelen bunu başaramadığımı söyleyeceksin.” dedim.

Televizyonun sesini kapattım. Stream parmaklarını kütletti. Moss, ayağa kalktığında, sandalyesi hala sallanmaya devam ediyordu.


“Burayı ilk test ettiğimde, TV ve ışıkları söndürmüştüm. Canlı canlı gömülmek gibiydi. Işık yoktu, ses yoktu. Burada huzuru buldum. Şimdi yine aynı huzuru hissediyorum.” dedim.

Moss,” Bay Zhettah?” diyerek bir çığlık attı.

Gözlerim yandı ve vücudumda bir ağırlık hissettim. Stream'e baktım.

“En iyi arkadaşım, ölmeden önce kızıyla barışmak dışında hiçbir şey istemiyor. Umarım senin de oğlunla ilişkin yoluna girer." dedim.

Moss’a döndüm,
“Lütfen kocana ondan özür dilediğimi ve başka bir plan düşünecek kadar zeki olamadığım için üzgün olduğumu söyle.” dedim.


Göz kapaklarım kapandı, sonra yavaş yavaş gözlerimi açtım, keçeleşmiş kirpiklerimin arasından ikisinin de karşımda durup demir parmaklıklara yaslandıklarını gördüm. Stream korkudan donmuş gibiydi, fakat Moss daha rahat görünüyordu. Anahtarları ayağımla hücrelerine doğru kaydırdım.

“Ben gittiğimde, bunları kullanarak dışarıya çıkabilirsiniz. Avukatım ​​çoktan kasasını açıp mektubumu okumuştur muhtemelen. Öyle sanıyorum ki, Dedektif Pisarro da yola çıkmıştır. Çıkarken ana kapıyı açık bırakacağım.” dedim.

Beni büyük bir dikkatle izliyorlardı ama ikisi de artık korkmuyordu. Derin bir nefes aldım ve bir anlığına gözlerimi kapattım. Sonra gözlerimi açtım,

“Hoşça kalın. Sayın Yargıçlar.” dedim.

Hah. Sayın Yargıçlar! Hâlâ kendimi eğlendiriyordum. Gülmeye başladığım anda güçlü bir ağrıyla kasıldım. Midem sanki bir kazma ucuyla deliniyor gibiydi.

Korkuluklara yapışıp merdivenleri ağır ağır tırmandım. Aşağıdan herhangi bir ses ya da bir hareket gelmiyordu. Onları rahatlatmak için yanıma çağırmayı düşündüm, bu onlara kurduğum bir tuzak değildi. Fakat acele etmelerine gerek yoktu. Artık canları ne zaman isterse özgürlüklerine kavuşabilirlerdi. Eve girdim ve Tieresse'nin küllerini tezgâhın üzerinden aldım. Bütün odalara girdim ve bütün dolapların kapağını açtım. Tieresse’in kuruttuğu güllerden birini bulup cebime koydum. Sonra bütün ışıkları açtım ve dışarı çıktım. Batıdan esen rüzgâr, akçaağaç, mine ve Medine çiçeklerinin kokularını taşıyordu.


O zaten oradaydı, uçakta oturmuş beni bekliyordu. Onunla tanıştığım gün giydiği aynı sarı, sırtı açık, kolsuz elbiseyi giyiyordu. O elbiseyi hatırlıyorum, demek istedim. Yanına tırmandım ve ona çiçekleri verdim. Ağzının kulağıma doğru eğildiğini hissettim, bana şöyle fısıldadı,

“Nereye gidiyoruz, Amor?”

Alt dudağında küçük bir tuz lekesi parlıyordu. Sol yanağında, kalın mor bir yara izi vardı.

“Artık yeterince beklediğimizi sanıyorum. Dokuz yüz kilometre uzaklıktaki Cooperstown, Kuzey Dakota'ya direkt bir uçuş planı belirledim.” dedim.

Gülümsedi, yüzündeki yara izi kaybolurken ben güçlükle nefes alıyordum.

“Benim için bir şeyler yapmanı istiyorum, aşkım,” dedi. “Buraya çok yakın bir yerde bir zamanlar benim için yaptığın bir şey. Bunu benim için yine yapar mısın?”

Tabii ki, aşkım, senin için her şeyi yaparım demek isterdim. Fakat yorgundum, çok yorgun. Ağzımı açacak takat bulamadım, sadece başımı sallayabildim.

Bana ne istediğini söyleyemeden, gözlerimi kapadım.


SON