Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 89. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Bir yılı aşkın bir süredir cefasını çektiğimiz pandemi sorunuyla yakından ilgili bilimsel bir konuda düşüncelerimizi paylaşacağız bu kez. Aynı zamanda bir arkeolog olan arkadaşımızın cevaplamamızı istediği sorular şöyle:
"Buzullarda saklı hastalıkların, virüslerin, bakterilerin ve benzeri mikroorganizmaların türümüzün (Homo sapiens sapiens) karşılaştıklarından bile çok önce var olan türlerinin yeniden açığa çıkma olasılığı karşısında neler düşünüyorsunuz? Bu konuda daha önce araştırma yapmış mıydınız veya bir yerlerden duymuş muydunuz? Sibirya Yamal Yarımadası örneğindeki gibi duyduğunuz varsa konuyla beraber bizimle de paylaşabilirsiniz. Örneğin New Mexico'daki bir mağarada 300 metre derinlerde 4 milyon yıldır gün yüzü görmemiş bakteriler (Paenibacillus) bulunmuş."
Milyonlarca yıldır defalarca evrime uğrayan farklı hayvan türleri insanlarda hastalığa yol açan bulaşıcı birçok mikroorganizma barındırmakta. Bilimsel araştırmalardan elde edilen verilere göre günümüzden 13.000 yıl kadar önce buzul çağının sona ermesiyle birlikte Afrika kıtasından çıkan atalarımız dünyanın muhtelif bölgelerine dağılmaya başladı. Avcı-toplayıcı döneminde vahşi hayvanları avlayarak ve yabani bitkileri toplayarak yaşam savaşı veren insanlık göçebe hayatı sürerken küçük gruplar halinde bulunuyorlardı. Hayvan ve bitkileri evcilleştirmeyi öğrenerek yerleşik hayata geçtiklerinde nüfusça kalabalıklaştılar. Hayvanlarla daha fazla haşır neşir olmaları bulaşıcı hastalık getiren mikroplarla tanışmaları sonucunu getirdi. Savaşlar, göçler ve yeni yurt arayışları salgın hastalıkların yayılmasına yol açtı. Bir süre sonra bağışıklık kazandılar ama mikroplarla henüz tanışmayan toplumlara hastalığı yaymaya devam ettiler. Öyle ki Amerika ve Afrika kıtasının Avrupalılarca istila edilmesinde en büyük etkenlerden birinin Avrasya mikropları olduğu biliniyor.
Buzullarda saklı kalmış, insanlara hastalık getirebilecek mikroorganizmalar olabilir. Bunun gelecekte ne kadar etkili olabileceği konusuna girmeden önce bakteri ve virüsler hakkında biraz bilgilerimizi tazeleyelim. Bakteriler dünyada ilk kez ortaya çıkan tek hücreli canlı türü. Dünyanın her yerinde ve her türlü ortamda yaşayabilirler. Normal bir insan vücudundaki bakteri sayısı, toplam insan hücresi sayısının on katı civarında. Bunların çoğu vücudumuzun bağışıklık sistemi sayesinde zararsız hale getirilmiş iken bir kısmı yararlı (probiyotik) bakterilerdir. Bir kısmı ise verem, kolera, frengi, şarbon, cüzzam ve veba gibi bulaşıcı, ölümle sonuçlanabilen ciddi hastalıklara sebep olur. Penisilin ve antibiyotik hastalığı önlemede etkili bir araç olsa da bakteriler artık bu tür ilaçlara direnç gösterebiliyorlar.
Virüsler ise son derece ilginç nesnelerdir. Ne oldukları, nasıl ortaya çıktıklarına dair kesin bir bilgiye ulaşılmış değil henüz. Hatta bu mikroorganizmalara metabolizması olmadığı için canlı bile diyemiyoruz. Tamamen asalak bir özelliğe sahip olan bu organizmalar ilk önce hayvanlardan insanlara geçmiş olup genetik materyaline göre RNA ve DNA olmak üzere iki tip. RNA tipli virüsler, ebola, nezle, grip, hepatit C, çocuk felci ve kızamık gibi bulaşıcı hastalıklara, DNA tipli virüsler ise, çiçek, zona, herpes, su çiçeği gibi ciddi hastalıklara yol açmakta. Dünya gündemini işgal eden Covid-19, RNA tipi virüsle bulaşan bir tür grip hastalığı. Her iki tip virüs de vücudun belli hücrelerinde konaklayarak zamanla kanser hastalığına da yol açabiliyorlar.
Şimdiye kadar virüsleri etkisiz hale getirebilecek hiçbir bir ilaç geliştirilemedi. Hastalık virüsün hücreye girip inanılmaz bir hızla çoğalması ve vücudun bağışıklık sistemini çökertmesiyle kendini göstermekte. Bağışıklık sistemi güçlü olan insanlarda hastalık etkili değil. Bugüne kadar dünyadaki milyonlarca virüsten sadece 6.000 adedi bilim adamlarınca tanımlanabilmiş. Kısa sürede mutasyona uğrama becerilerinden dolayı virüse karşı en etkili yöntem olan aşıdan elde edilecek başarı da son derece sınırlı görünüyor. Virüslerin hayvanlar ve insanlar olmadan yaşama şansı yok. İnsanları hasta edip öldürüyorlar, eğer başka bir insana bulaşamazlarsa bu onların kendi sonu oluyor aynı zamanda.
Bütün bunlardan çıkardığım sonuç şu: Buzulların erimesiyle ortaya çıkabilecek bir bakteri ya da virüsün insanlar arasında bulaşıcı bir hastalığın yayılmasına sebep olabilir elbette. Bununla birlikte halen milyonlarca bakteri ve virüsle yaşadığımız bir ortamda bunu fazla kafaya takılacak bir sorun olarak görmüyorum. İnsanlığı tehdit eden mikroplar gelecekte atom bombasından daha etkili bir silah haline gelecektir şüphesiz. Zira Covid-19'un Wuhan laboratuvarlarında Çin tarafından üretilmiş olması ihtimal dahilinde. Belki de virüsü yaymadan önce aşıyı geliştirmiş olabilirler. En azından teknik açıdan bu mümkün. Zamanı gelince planladıkları bir senaryonun provası ya da kazaen virüsü izole ortamından dışarı çıkarmış da olabilirler. Biyolojik silah olarak virüs, bugün dünyanın en etkili silahı olmaya aday!
Buzul çağının sonunda Japonya adaları, Asya ana karasının birer uzantısıymış. Buzulların erimesi sonucunda deniz 150 metre yükselerek karadan koparak bir ada ülkesi olmuş Japonya. Küresel ısınma devam ediyor. Okyanusların, denizlerin13.000 yılda 150 metre yükseldiğini düşünün. Sibirya'yı kaplayan buzulların altında kalan metan gazı buzların erimesiyle atmosfere karışacak. Küresel ısınmaya karbondioksit gazından yaklaşık 25 kat daha fazla etkisi olan metan gazı ısınmayı daha çok arttıracak. Ülkeler su altında kalacak, büyük göçler, kuraklık, kıtlık başlayacak. Yani buzulların erimesi sonucu ortaya çıkacak bakteri ve virüsleri düşüneceğimize küresel ısınmaya ve mevcut bakteri ve virüslerimize kafa yorsak kanaatimce çok daha isabetli hareket etmiş oluruz. Ayrıca bireysel olarak da bol bol ilikli kemik suyuna çorba içip bağışıklık sistemimizi korumaya çalışalım.
İş dediğin konsantrasyon ister, en küçük hatayı affetmez,
başka şeye yer yoktur kafanda. Ne bir hobi, ne ailen, ne de dostların… Varsa yoksa her
şey işinle ilgilidir; işinle ilgili haberler, dergiler, gazeteler, yazışmalar, iş yemekleri, iş toplantıları, iş seyahatleri, iş telefonları, iş görüşmeleri, iş arkadaşları, iş, iş, iş... Bütün bunların arasında yaşadığını unutursun. Yetmezmiş gibi bir de patronun kaprislerini, haklı haksız laflarını çekmek zorundasın. Keyifli zamanlarında bilmem kaçıncı kez tekrarladığı anılarını, bu duruma gelene kadar ne badireler atlattığını sabırla dinlemek yine işinin asli gereğidir. Yüzüne hayranlık maskesi takar, salak bir ifadeyle saatlerce anlattıklarına kulak verir, bayat esprilerine gülmek zorunda kalırsın.
Bak işte, yine farkında olmadan dönüp dolaşıp işlerine kaymıştı aklı. Zavallı Esther, hastane odalarında kıvranırken, hâlâ işini düşünüyordu. Öfkeye kapıldı, elindeki bira şişesini bir hamlede dikerek son damlasına kadar ağzına boşalttı.
Televizyonda, pıtrak gibi çoğalan dizilerden birine takıldı gözü.
Kanalı değiştirdi, bir başka dizi çıktı karşısına. Kafasını bir türlü toparlayamıyordu.
Ekranda görünen hiçbir şeyin anlamı yoktu. Yarın sabah Esther’in yanına gidip kapısının önünde beklemek ağırına gidiyordu. Onca insanın içinde görmek
istemediği tek kişinin kendisi olması ne kadar tuhaftı. Şimdiye kadar en küçük bir gönül kırgınlığı yaşanmamıştı aralarında oysa. Belki de yanılıyordu. Yoksa kırmış mıydı sevdiğini? İçine atmış olabilir miydi Esther, kırgınlığını?
Öyle ya, niye "Onu görmek istemiyorum, o getirdi beni buraya." demişti.
"Buraya?" Ama onu hastaneye getiren kendisi değildi ki. Biraz düşününce aklına geleni
mırıldandı. "Yoksa?" Evet, üç yıl önce Berlin’den alıp getirmişti onu
memleketine. Hiç aklına gelmemişti bu durumdan şikâyetçi olabileceği. Bugüne
kadar yaşamına dair en ufak bir olumsuzluk hissettirmemişti. Özellikle ilk zamanlar
çok mutlu görünüyordu. Birlikte sinemaya, tiyatroya, konsere gidiyorlar,
arkadaşlarıyla buluşup eğleniyorlardı. Evet, son zamanlarda onu ihmal
ettiği doğruydu. Ama artık dilimizi de öğrendiğine göre kendi başının çaresine
bakabilirdi. Belli bir arkadaş çevresi de vardı artık nasıl olsa.
Özellikle Selma ile iyi anlaştığını, birlikte gezip dolaştıklarını, hoşça vakit
geçirdiklerini biliyordu. Hatta bir ara resim kurslarına yazılmış ama hemen bıkıp vazgeçmişti. Evet, işlerinin yoğunluğu sebebiyle son zamanlarda birbirlerini daha az görüyorlardı. Eskiden olduğu gibi birlikte dışarı çıkıp yemek yemeye, konsere ya da bir arkadaş ziyaretine gitmeye zaman bulamıyorlardı. Zaten ayın yarısı yurt
içi ve yurt dışı seyahatlerinde geçiyordu. Eve geç geliyor, iş yerine zamanında varmak için evden
erken çıkmak zorunda kalıyordu. Uzun zamandır evde yemek bile yemez olmuştu…
Esther’in eli ayağı plastik bantlarla yatağa bağlı hali geldi
gözlerinin önüne. Büyük bir acıma ve suçluluk duygusu kapladı içini. "Ne yaptım
ben?" dedi, "Nasıl bu kadar körelmiş kalbim?" Gözleri doldu. İşinden başını
kaldırıp karısına gününün nasıl geçtiğini sormayalı nice zaman olmuştu. Oysa o, her gece geç saatlere kadar gözünü kırpmadan dönmesini beklemiş, eve
geldiğinde gün boyu işiyle ilgili canını sıkan konuları sabırla dinlemiş, tatlı
sözlerle gönlünü almıştı.
Sabah olunca önce Hasan'ın fikrini alıp Cevdet Bey’e
Sofia konusunda cevap vermesi gerekiyordu. Aslında Hasan’dan çok Selma’nın yardımına ihtiyacı
olduğunu düşündü. Onun, söylediklerinden çok daha fazlasını bildiğinden adı gibi emindi. Zsofia konusunda doktorun dediği kafasına yatıyordu. Kendisinden nefret eden ve kimsenin anlamadığı bir dilde konuşan karısıyla iletişim kurmanın başka ne yolu olabilirdi ki.
Göz
kapakları ağırlaştı, yatağa gidecek gücü kendinde bulamadı, koltuğa sızıp kaldı öylece.
***
Timur henüz uyanmamıştı. Selma, Cafer Efendinin kapıya bıraktığı dumanı tütmekte olan taş fırın ekmeğinden kopardığı küçük bir parçanın üzerinebıçağının ucuyla tereyağı sürdü. Burnuna yanaştırıp erimekte olan yağın kokusunu çekti içine. Kocasının
gün geçtikçe irileşen göbeğine yandan bir bakış attı.
- Böyle devam edersen sonunu iyi görmüyorum. Hasan,
omzunu silkti.
- Bu da yenmez mi şimdi ama? Elindeki ekmeği koklayarak
çayından bir yudum çekti. Akşamdan beri Esther’i konuşuyorlardı.
- Hiçbir şey
dışarıdan göründüğü gibi değil, dedi Hasan. Para, mal, mülk, makam hepsi boş.
Gece boyunca Selma’yı sıkıştırmış, yengesinin neden psikiyatr
kliniğine gittiğini öğrenmeye çalışmıştı. "Ben de bir şey bilmiyorum." demişti Selma. Hiç kimseye açıklamadığı bir geçmişi olduğunu tahmin
ettiğini söylemişti sadece. Ailesiyle ilgili bir problemi olmalıydı. Hafızasına kazınmış, kötü bir iz… Ama bu konuda Esther'in ağzından bir şey duymadığına dair yemin etmişti.
- Başkana çıkıp bir gün daha izin isteyeceğim. Ağabeyimi
yalnız bırakmam doğru olmaz. Selma, boşalan bardaklara çay doldurdu.
- Evet, dedi Selma. Onları yalnız bırakamayız. Kemal’in durumunu
hiç iyi görmüyorum. Esther ona bağırdığında yüzündeki ifadeyi
görmeliydin.
- Şimdi aklıma ne geldi bak, dedi Hasan. Onlara yemeğe gittiğimiz akşamı
hatırlıyor musun? Jale’nin anlattıklarını... Selma gözlerini boşluğa dikerek o
akşamı hatırlamaya çalıştı.
- Hmm, eveet, dedi uzatarak. Ne düşündüğünü tahmin ediyorum.
Şu reenkarnasyon muhabbeti…
- Aynen, dedi, Hasan. Gülüp dalga geçmiştik kızla. Şimdi
başımıza geldi, bak görüyor musun? Neydi adı? Prenses Nora mı? Vay anasını... Birden
gülme krizine girdi.
- Hiç de gülünecek bir durum yok, Hasan dedi, Selma. Ama o
da kendini gülmemek için zor tutuyordu. Hasan, karısına aldırmadan konuşurken kesik kesik
gülmeye devam ediyordu.
- Ya, diyorum ki, şimdi ağabeyim veliaht prens, dolayısıyla ben de prens
oluyorum, öyle mi?
- Kes artık şunu, dedi Selma, sert bir şekilde. Nesi var
bunun gülünecek. İnsanlara nasıl yardım edebiliriz diye düşüneceğimiz yerde oturmuş dalga geçiyoruz. Ağabeyinin neler çektiğini bilmiyor musun? Hasan ciddileşti birden,
- Yok ya, dalga geçmiyorum, bakma sen güldüğüme. Şu Jale’yi çağırsana, konuşalım bakalım. Yengemin yaşadıklarıyla Jale'nin anlattıkları arasında bir ilişki olabileceğini düşünüyorum gerçekten. Komik ama gerçek bir durum var ortada. Kadın bir anda Macarca konuşmaya başlıyor. İnanılır gibi değil. Böyle bir şeyin olabileceğine inanıyor muydun? Metafizikle ilgilendiğini biliyoruz Jale'nin. Buna benzer olaylar olmuştur belki de, bizim duymadığımız. Bunu bilse bilse Jale bilir. Onu dinlemekle bir şey kaybetmeyiz. Bakalım ne diyecek, nasıl
rahibe olmuş?
Selma, kocasının gerçek niyetinden emin olamamıştı.
- Ciddi misin? diye sordu, yüzüne dikkatle bakarak.
- Evet, dedi, Hasan. Belki reenkarnasyonda zaman geçişleri konusunda söyleyecekleri
vardır. Bildiğim kadarıyla o bu konuda pek çok seminere katıldı, bir sürü kitap okudu.
Hasan gülmemek için kendini kasarken Selma kocasını anlamakta güçlük çekiyordu.
- Ara bence, ne kaybederiz ki, dedi Hasan. Ama tembihle de millete yaymasın hemen.
Selma olan biteni bir çırpıda anlattı telefonda. Daha lafını bitirmemişti ki Jale heyecana kapılıp bir çığlık attı.
- Demedim mi ben size, gördünüz mü, demek ki hayal görmüyormuşum. İnsanın sonsuza dek tek bir yaşam sürmesi size de saçma gelmiyor mu? Ruhlarımız kim bilir kaç
beden değiştirdi şimdiye kadar. Ama pek az insanın bundan haberi oluyor işte. Selma, lâfı sakız gibi uzatan Jale’yi
dikkatle dinliyordu.
- İşin yoksa hadi gel bize, birlikte Esther’in yanına
gideriz.
- Aşk olsun, bundan önemli iş mi olur hiç. Bekleyin beni giyinip geliyorum hemen, dedi Jale.
Telefon konuşmasının bitmesini bekleyen Hasan, saatine
bakıp birden hareketlendi.
- Eyvah, geç kaldım, belediyeye uğradıktan sonra ağabeyimi arar birlikte Esther'in yanına gideriz.
Sen Jale’yi bekleyeceksin sanırım, onun arabasıyla gelirsiniz o zaman. Hadi ben kaçtım,
hastanede görüşürüz, geç kalmayın.
Bardağında kalan son çayı yudumlayan Hasan, aceleyle ceketini üzerine geçirdi.
Yirmi dakika sonra kapının zili Timur’u uyandırmaya yetmişti. Jale’nin bu
kadar çabuk gelebileceğini tahmin etmiyordu Selma.
- Uçarak mı geldin, vallahi bravo! Daha mutfağı bile
toplamaya fırsat bulamadım.
- BilirsinEsther Abla’nın yaşadığına benzer hikâyeleri çok merak ederim. Bu yüzden arabama atladığım gibi koştum
geldim. Reenkarnasyon benim ilgi alanım tatlım. Hadi bana bir an önce anlat Prenses Nora'yı. Ayy, çok heyecanlı...
- Dur hele bir otur, konuşuruz. dedi. Dağınıklığına
bakmazsan mutfağa geçelim, hem Timur’un kahvaltısını hazırlarım o esnada. Selma, Jale’nin buna aldırmayacağını biliyordu.
- Yok, canım, ben de her şeyi olduğu gibi bıraktım çıktım.
Çayın varsa bir bardak alırım, dedi, Jale.
Birlikte mutfağa geçtiler. Derin yırtmaçlı kırmızı elbisesi, yüksek ökçeli ayakkabıları ve aşırı makyajıyla yaşından fazla gösteren son derece frapan bir görünüşü vardı Jale'nin. Bu durum onun çocuksu tavırlarıyla tam bir tezat oluşturuyordu.
- Hasan çıktı mı?
- Evet, belediyeye gitti. Başkandan izin alabilirse, oradan hastaneye geçecek. Temiz bir bardak çıkarıp tezgaha bıraktı. Sen çayını koyarken ben Timur'a bir bakayım, mızmızlanıp duruyor.
Kendisinden sadece dört yaş küçük olmasına rağmen Esther’e
adıyla hitap etmeyi kendine yakıştıramıyordu Jale. Sadece yaş farkından değil ona duyduğu saygı gereği “abla” demek zorunda hissediyordu kendini. İnce belli bardağa çayını doldurduktan sonra masaya oturup bacak bacak üstüne attı. Selma kucağında Timur olduğu halde mutfağa döndü ve çocuğu mama sandalyesine oturttu. Jale çocuğun oturmasına yardım etti.
- Aman da Timurcuk mu gelmiş. Nasılsın bakalım delikanlı? Annen sana şimdi mamanın yedirecek. Maşallah ne kadar uslu bir çocuk olmuşsun sen.
- Usludur benim oğlum Jale Teyzesi, mamasını yerse onu anneannesine götüreceğim biliyor musun? Selma çocuğun karşısına oturup onu yedirmeye koyulur koyulmaz Jale daha fazla kendini tutamadı.
- Esther Ablanın başına gelen aslında benim için sürpriz sayılmaz, onun aristokrat bir
geçmişi olduğu her halinden belliydi. Bir süre duraksayıp düşündü. Sonra bir şey aklına gelmişçesine sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırdı. Mmm, benim rahibe olduğum yıllarda o prensesmiş demek!
Sözlerinden espri yapmadığı, dediklerine yürekten inandığı belli
oluyordu. İçinden "Çatlak bu ya," derken bir yandan da onu konuşturup eğlenmek hoşuna gidiyordu Selma'nın.
- Onu bırak da, söyle bakalım, Vatikan’a nasılrahibe
oldun sen? Alaycı bir gülümseme yayıldı yüzüne.
- Rüyamda gördüm. Ama bunun öncesi var.
- Nasıl yani? diye sordu Selma.
- Üç yıl kadar önce yakın arkadaşlarımızdan birinin evinde yemeğe davetliydik. Yemekten sonra ev sahibi olan arkadaşımız "Hadi ruh çağıralım" diye bir fikir
attı ortaya. Ayhan’la yeni nişanlıyız o zaman. Ruh çağırmanın nasıl
yapıldığına dair hiçbir fikrim yok. Ayhan, bildiğin gibi her mezarın bayat
ölüsü…
- Hazır mezarın bayat ölüsü, diye düzeltti Selma. Timur'un ağzına bir kaşık daha sokuşturdu. Jale
heyecanla anlatmaya devam etti.
- Her neyse, kaçırmaz böyle şeyleri işte, biliyorsun. Ev sahibi, Turan adında genç bir çocuk, bizim Ayhan'ın çocukluk arkadaşı, hazırlık yapmak için müsaade isteyip yan odaya geçti. İlk
seansa Turan'ın kız arkadaşı Zehra da katılmak istedi. Bir süre sonra Turan, bizi odaya çağırdı. Dört
sandalye dizilmişti karanlık odanın tam ortasında bulunan yuvarlak masanın
etrafına. Sandalyelerin arkasında duvara asılı şamdanların ve masanın üzerinde yanan küçük mumların
ışığı, Quija tahtasını görmeye ancak yetiyordu.”
- O da neymiş? diye sordu Selma.
- Quija, üzerinde harfler, rakamlar, evet, hayır ve güle
güle sözcüklerinin yazılı olduğu bir tahta. Ben de ilk kez orada gördüm zaten. Kapıyı
kapattıktan sonra Turan, bir şeyler söyledi. Bir çember oluşturacak şekilde
birbirimizin elini tuttuk. Turan "Kimi çağıralım?" diye sorduğu anda bende korku
bacayı sarmıştı. Ayhan’ın elini tüm gücümle sıkmaya başladım.
- Delisin sen, dedi Selma.
- Dur bak daha neler anlatacağım, dedi Jale, heyecanla. Ayhan,
bana dönüp Jale’nin ruhunu çağıralım dedi. Yerimden sıçradım, hayır, hayır
ben istemiyorum dedim. Turan bunun zaten mümkün olmayacağını, sadece ölmüş
kişilerin ruhları ve cinlerle iletişim kurulabileceğini söyledi. Daha sonra
bize en yakın görünmez varlığı masamıza davet etmek konusunda anlaştık. Sol
ellerimiz birbirine bağlıyken sağ ellerimizin ikişer parmağını ters kapatılmış
beyaz bir fincanın üzerine koyduk. Turan bir şeyler söyledi. "Ey ruh, geldiysen
haber ver." gibi şeyler işte. Fincanda belli belirsiz bir titreme fark ettim.
Masadaki herkes şaşırmıştı. Gözlerimizi açmış, birbirimize bakıyorduk. Turan, sanırım bir
ziyaretçimiz var deyince hafiften altıma kaçırdığımı hissettim.
- Allah akıl fikir versin, hayatta istemezdim orada olmayı, dedi Selma.
- Neyse fazla uzatmayayım, Turan, kim olduğunu söyle bize dedikten
hemen sonra, akıl almaz bir şekilde Quija üzerindeki fincan hareket etmeye
başladı. Buna hiç kimsenin inanmasını beklemiyorum ama yeminle söylüyorum ben bunları yaşadım. Resmen
parmaklarımızı sürüklüyordu fincan, harflerin arasında dolaşıyor, bazı harflerin
üzerinde duraksadıktan sonra bir diğerine ilerliyordu. Selma’ya kollarını
gösterdi. Bak dedi, sana anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor.
Turan, harfleri yan yana getirdikten sonra "Jale" diyor, dedi. Ellerimiz korkudan zangır zangır titriyordu. Turan, "Jale kim?" diye sordu.
Fincan yine harflerin üzerinde dolaşmaya başlayınca dikkatimi verip takip etmiştim bu kez. Evet, Turan’ın dediği gibi, fincan Quija tahtasının üzerinde,
sırasıyla "Rahibe" sözcüğünü oluşturan harflerin üzerinde gezindi. Bu sefer "Hangi rahibe?" diye sordu Turan. Harfleri
birleştirince "Rüya" sözcüğü çıktı. Ne demek istediğini o zaman anlamamıştık.
Başka soruya geçmeden fincan parmaklarımızı "güle güle" yazan bölüme çekti.
Turan, artık ayrılmak istiyor, seansı kapatmamız lazım, yoksa kızarlar deyince çıktık odadan. Salonda arkadaşlarla "rahibe" ve "rüya" sözcükleriyle ne
anlatmak istediğini tartıştık gece boyunca. Hiçbirimiz bir anlam verememiştik
bu iki sözcüğe. Sonra evlerimize döndük.
Aceleyle salondaki telefonun yanına koştu. Arayan
Kemal’di.
- Hasan’a ulaşamıyorum, telefonu cevap vermiyor.
Selma telefonu kulağından ayırmadan mutfağa, Jale’nin yanına döndü.
- Başkandan izin alacaktı, sessize almış olabilir, onunla hastanede buluşuruz diye konuşmuştuk. Ben de Jale ile birlikte çıkarım birazdan.
- Ben sizi alabilirim ama önce Cevdet Bey’in yanına uğramam
gerekiyor, dedi Kemal.
- İstersen önce bize uğra, birlikte gideriz doktora, yolu uzatmamış olursun. Hem sana anlatacaklarımız var.
- Tamam o zaman, yola çıktım, geliyorum dedi, Kemal.
Selma telefonu kapatıp Jale’ye döndü.
- Kemal bizi almaya gelecek, Esther’in doktoruna
birlikte gideceğiz. Bir yandan masayı toplarken hikayenin sonunu merak ediyordu. Sen anlatmaya devam
et, e ne oldu sonra? Rahibe rüyana mı girdi?
- Benim arabamla da gidebilirdik ama neyse. Evet, ne diyordum, aynen dediğin gibi oldu. Gecenin bir yarısında kan ter
içinde uyandım. Normal bir rüya değildi bu. Vatikan’daki Aziz Petrus Kilisesinin
baş rahibesiydim. Papa’nın evrak işlerine bakıyor, yazışmalarıyla
ilgileniyordum. Gördüklerim göz kamaştırıcıydı. Yüksek kubbesi olan bir binanın
içinde, heykeller, resimler ve süslemeler arasında geziniyordum. Sonra birden sessizliği
yırtan bağrış ve çığlıklar yükseldi. Ben de herkesin panik içinde koştuğu tarafa
yöneldim. Papa yere uzanmış yatıyordu. Herkes bir yana açılıp bana yol
verdi. Kanlı bir hançer göğsüne saplanmıştı. Üzerine kapanıp bağıra çağıra
ağlamaya başladım. Üzerine eğildiğimde bana "Evet kızım, sen beni kurtaracak Paula’sın." diye
fısıldadı.
Selma mutfağı toplarken Jale'nin anlattıklarına daha fazla dayanamadı.
- Hayal gücün epey genişmiş. Her insanın görebileceği
bir rüya bu. Tamam, sen şimdi Timur'a göz kulak ol, ben de hemen giyinip,
makyaj yapayım, Kemal’i bekletirsek, ayıp olur.
- Dur, dur bak, dedi Jale. Selma’nın peşine takıldı. Israrla kendisini
dinlemesini istiyordu. Altı ay sonra Roma’ya gittik Ayhan’la. Otele
yerleşir yerleşmez Vatikan’ın yolunu tuttuk. Yemin ediyorum bak, rüyamda
gezdiğim, gördüğüm her yeri karşımda buldum. Ayhan’a sor istersen, rüyama giren heykellerin nerede olduğunu, hangi kapının nereye açıldığını elimle koymuş gibi biliyordum. Duvarları rüyamda gördüğüm resimlerle süslü uzun bir koridorda yürürken sağ tarafa
açılan bir hole gireceğimizi, hole açılan üç kapı olduğunu önceden Ayhan'a söylemiştim. Bütün söylediklerim çıkınca o da şaşkına döndü. O kadar
ki, holün mermer döşemesindeki haç işaretli yer süslemesi bile rüyamda papanın
katledildiği yerde gördüğüm şeklin tıpa tıp aynısıydı.
- Esther’in durumu seninkinden farklı sanırım dedi, Selma. Jale’yi
sabırla dinlemiş fakat onun iddia ettiği gibi önceki hayatını Vatikan’da
geçirdiğine pek aklı yatmamıştı. Bununla birlikte Jale'nin anlattıklarına kendisini inandırdığını
düşünüyor, sözlerinde bir aldatma ya da abartı olmadığını düşünüyordu.
- Seninle aynı fikirde değilim, dedi Jale. Esther Abla'nın durumu da benim rüyamın gerçek olduğunu kanıtlıyor. Eğer ruhun ölmeyeceğine
inanıyorsak, onun kendine uygun başka bir bedende tekrar vücut bulacağına
şaşırmamalıyız bence. Esther Abla’nın yaşadıkları benim bu düşüncemi desteklemiyor mu?
- Bilmiyorum, dedi Selma içini çekerek. Ben Timur’u aşağı,
annemlere bırakayım, Kemal gelmek üzere. Bu arada Esther'in başına gelenlerden sakın kimseye bahsetme. Yoksa Kemal öldürür bizi. Doktoru da bunu bir sır gibi saklamamızı özellikle istedi.
Giyinirken, makyaj yaparken peşini bırakmamıştı, Jale. Çocuğun elinden tutup
kapıya yürüdü.
- Hadi bakalım Timur, anneanneye gidiyoruz, Jale Teyze'ne bay bay de ve biz gelene kadar
uslu duracağına söz ver. Çocuk, sesini çıkarmadı.
Arabasına bindiğinde aklı hâlâ Esther’deydi. Akşam karanlığına bürünmüş caddede birbiri ardına dizilen araçlar uzun kuyruklar oluşturuyordu. Telefonu çaldı.
Arayan Feridun Bey’di. Sesi dostça geldi kulağına.
- Geçmiş olsun Kemal Bey, yaramaz bir durum yoktur İnşallah.
- Sağ olun Feridun Bey, dedi. Eşim rahatsızlanmış, hastaneye yatırdık.
- Hayrola, neyi var?
Karım senin lanet olası işin yüzünden keçileri kaçırdı dememek için zor tuttu kendini.
- Önemli bir şey değil. Tansiyonu düşmüş sanırım. Doktor bunun sebebini araştırmak için bir sürü tahlil ve test yapılmasını istedi. Sonuçlar çıkana kadar kontrol altında tutulması gerekiyormuş.
- Geçmiş olsun. Doktorların eline düşmeye gör, ararlar tararlar, sonunda bir şey kondururlar insana. Sıkma canını, dediğin gibi önemli bir şey yoktur. Canı bir şeye sıkılmıştır, bir şeyi kafaya taktığımda benim de düşüyor tansiyonum. Neyse, bir şeye ihtiyacın varsa söyle. Ben şimdi muhasebeye talimat veriyorum, şoför gelip hastane masrafını kapatır.
Patronu çenesini kapatsın yeterdi, başka bir şey istemiyordu Kemal.
- Sağ olun efendim, dedi. Konuşma bitti derken, Feridun Bey devam etti.
- Ha, bak yarın gelmene gerek yok, Ümit’le konuştum sen gelene kadar işleri idare edecek. Ama perşembe günkü toplantıda mutlaka senin de bulunman
lazım, biliyorsun.
- Peki, efendim, dedi sessizce. Sinirlenerek telefonun kapat düğmesine bastı.
Kafasını boşaltmak istiyordu. Hiçbir şeyi düşünmemek… Değil
toplantıya gitmek, şirketin önünden geçmek dahi gelmiyordu içinden. “Adama
bak ya, hâlâ perşembe günü toplantıya gel diyor.” diye söylendi. Bir de laf
olsun diye “Bir şeye ihtiyacın varsa söyle” sözüne ifrit olmuştu. Yapacağınız
o kadar çok şey var ki beyefendi, diye geçirdi aklından; her şeyden önce karşınızdakinin
insan olduğunu anlamanız lazım. İnsan dediğin makine mi ki günün yirmi dört
saati çalışsın. Gece gördüğü rüyalar bile işiyle ilgiliydi. Kendisine ve ailesine
ayıracak zamanı olmaz mı hiç insanın? Bütün bunlara rağmen hiç mi hak etmez takdiri? Ne için katlanmak zorunda insan bunca eziyete? Üzerine titrediği, uğruna canını
vereceği bir insanı nasıl ihmal eder?
Zihnini kurt gibi kemiren ardı arkası kesilmez sorulara
cevap aramaktan başına ağrı girmiş, hastaneden evin önüne nasıl geldiğini
anlamamıştı. Yol boyunca Pavlov’un köpeğinden tek farkı kulakları yerine
gözlerini kullanmasıydı. Hangi yoldan
geldiğini, hangi caddelerden geçtiğini, kaç kırmızı ışıkta durduğunu hatırlamaya
çalıştı. Hiçbir şey gelmedi aklına. Sanki gizli bir el onu kliniğin önünden alıp evin önüne bırakmıştı.
Asansöre bindiğinde yine aynı düşünceler vardı kafasında. Yaşam
dediğin her şeyini feda edip Feridun Bey’i zengin etmek miydi? Hasta yatan karısını düşüneceği yerde işi düşünmekten alamıyordu
kendini hâlâ. Aklı ister istemez perşembe günü bölge müdürleri ve bayiler toplantısına gidiyor, hazırlık yapmadan insanların karşısına nasıl çıkacağını kara kara düşünüyordu. Sonra aklına Esther düşüyor, işle ilgili aklına gelen ne varsa bir anda süpürüp atıyordu. Sonunda beklenen olmuştu. Şimdi önemli olan tek şey Esther'in sağlığına kavuşmasıydı. Geç de olsa hiçbir şeyin sevgili karısının yerini alamayacağını
anlamıştı. Eve girdiğinde Selmin karşıladı Kemal’i.
- Hoş geldiniz Kemal Bey.
- Hoş bulduk, dedi Kemal. Selmin, Kemal'in eve bu kadar erken gelişine şaşırmıştı. İki günden beri Esther'i görmüyordu. Merak edip birkaç kez aramış ancak telefona cevap veren olmamıştı. Eskiden karı koca birkaç gün ortadan kaybolur, kafa dinlemek için bir yerlere giderlerdi. Ama her seferinde Esther önceden bilgi verirdi kendisine. Son zamanlarda Esther'in içine kapanık halleri, dalıp gitmeleri, Kemal'in ilgisizliği dikkatini çekiyordu Selmin'in. Kemal’in bitkin halini görünce sıra dışı bir şeyler olduğunu sezmişti ama
üzerine vazife olmayan konularda soru sormak adeti değildi. Fakat bu kez tutamadı kendini.
- Esther Hanım… dedi, devamını getirmeyi göze alamadı.
- Esther Hanım, biraz rahatsızlandı, bugün gelmeyecek, dedi Kemal. Keşke sadece bugün olsa diye geçirdi aklından.
Selmin’in
aldığı cevap daha çok merak etmesine yol açmıştı. Endişeli gözlerle baktı mutfağa
yönelen Kemal’in arkasından. Acaba aralarında tatsız bir şey mi yaşanmıştı.
- Umarım ciddi bir şey yoktur, demekle yetindi.
- Umarım, diyerek soğuk bir karşılık verdi Kemal.
- Karnınız açsa bir şeyler hazırlayayım size.
Sabahtan beri ağzına bir lokma girmemişti.
- Olur, dedi. İşiniz bittikten sonra çıkabilirsiniz.
Kemal, üzerini değiştirmek üzere yatak odasına doğru
yürüdü.
Kapı sesini duyunca Selmin’in gittiğini anladı. Hemen
mutfakta aldı soluğu. Gün boyunca ağzına bir şey koymamıştı. Özenle hazırlanmış
masanın üzerindeki sebzeli köfte tabağından yükselen leziz kokuya daha fazla
dayanamadı. Dolaptan aldığı soğuk bira şişesini dayadı ağzına. Köftenin yanına bir
tabak domatesli pilav ve bir kâse de cacık bırakmıştı masaya Selmin. Ev
yemeklerini ne kadar çok özlemişti.
Tadı damağında kalmıştı yediklerinin. Boşalan tabakları
tezgâha bıraktıktan sonra elinde bira şişesiyle geçti salona. Sehpanın
üzerinden aldığı kumandanın düğmesine basıp televizyonun karşısındaki geniş
koltuğa bıraktı kendini. Boş gözlerle ekrana bakarken karısını düşünüyor, arada sinsice aklına düşen işiyle ilgili mevzuları kafasından atmaya
çalışıyordu.
Birasından bir yudum çekti. Beyninin derin
kıvrımlarına çöreklenmiş bir sorgucu, yaşama dair sorular soruyor, cevabını beklemeden peş peşe gelen yeni sorularla benliğini sıkıştırmaya
çalışıyordu. Cevabını bilmediği sorulardı bunların çoğu. Yaşamını tıka basa dolduran,
aldığı nefesin bile ona birileri tarafından ödünç verildiğini hissettiren iğrenç bir cendereye sıkışmıştı ruhu. Zevki, kederi, sohbeti, kavgası, eğlencesi her şeyi işiyle ilgiliydi.
Karısına söylediği güzel sözleri bile kıskanacağını düşünürdü işinin. “İşkolik”
sözünden hiç alınmaz, tam aksine, bundan mutlu olurdu. Tek gayesi
vardı hayatın: Çalışmak. Başarılı olmak için hep daha çok çalışmak. Başarı, bir
dağın zirvesine benzemezdi ki hedefine ulaştığında tamam diyesin. Hayat önüne başka dağlar, başka zirveler koyardı hemen. “Hadi, hadi, biraz daha çalış, olacak.” Bir sürü
aksilik çıkar bu tehlikeli yolculukta, bazen biri gelir çelmeyi takar, tam başardım dediğin anda. Kendinle baş başa kalırsın, moralin bozulur, daha çok
çalışmak zorunda olduğuna inandırırsın kendini…
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 88. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Geçtiğimiz hafta Sessiz Gemi arkadaşımızın önermiş olduğu "ötekileştirme" konusunun devamı niteliğinde bir konu önermiş arkadaşımız. Toplumumuzda yıllardır kanayan bir yara olan "ötekileştirilme" nin bireysel etkileri üzerinde duracağız. Bir önceki Ağaç Ev Sohbetleri yazımda "ötekileştirme" fikrini yaşama geçiren iki önemli kurumdan (Siyaset-Din) bahsetmiş, söz konusu kurumların halkı sömürmek amacıyla kullanıldığını, insanlar arasında ayrımcılık yaparak baskı ve şiddete yol açtıklarını dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Bu hafta ise "ötekileştirilme" sebebiyle yaşadığımız bireysel deneyim, etkileşim ve gözlemlerle bunların sonuçlarını tartışacağız. Haftanın soruları şöyle:
"Sizi başkalarından ayıran, sizi "ötekileştiren" bir niteliğiniz var mı ya da bugüne dek kendinizi hiç "ötekileştirilmiş" hissettiniz mi? Sizi "öteki" yapan niteliğinizin aslında sizi "özel" ve "güçlü" kıldığının farkında mısınız?"
İster kabul edelim, ister etmeyelim bütün insanlar yerleşik düzene geçtiği tarihten bu yana yönetenler ve toplum tarafından az ya da çok ötekileştirilmiştir. Bu durumun aksini ihtimal dahilinde görmüyorum. Ötekileştirme, bir başka deyişle ayrımcılık, Hitler dönemi Almanya'sında Yahudi toplumuna, Amerika Birleşik Devletleri'nde zencilere yapılan uygulamalarda doruğa ulaşırken günümüzde düşüncenin özgürce ifade edilememesi, ırksal ve sınıfsal ayrımcılık, "ötekileştirme" nin görece daha hafif sonuçlarla ortaya çıkmakta. Fakat yine de savaş, göç, şiddet ve baskı gündemden düşmüyor, sürekli insanlar ölüyor, yaralanıyor.
Çocukken oturduğumuz sokağın altındaki bölgeye Kürt mahallesi denirdi. Büyüklerimiz o tarafa gitmemizi pek istemezdi ama nedenini bilmezdik, o çocuk halimizle sorup öğrenmek de aklımıza gelmezdi. Demek ki, Kürtler sakınılması gereken insanlardı! Şükürler olsun ki Kürt değildim, ötekileştirilmemiştim!
Çok çalışırsam okuyup büyük adam olacağım söylenmişti. Dediklerini yaptım ülkenin en prestijli üniversitelerinden birini kazandım. Güveneceğim, dost olabileceğim yeni arkadaşlar edinmek istiyordum. Sınıfta ders aralarında cicili bicili kıyafetleriyle bazı öğrencilerin kendi aralarında sohbet edip eğlendiklerini görünce aralarına katılabileceğimi düşünmüştüm. Yüzüme bile bakmadılar. Kendi aralarında ne güzel şakalaşıyor, eğleniyorlardı oysa. Sonra onların TED mezunu olduklarını öğrendim. Benim arkadaş çevrem ise Anadolu'dan gelen gariban insanlardan oluşmuştu. Tuhaftır, bu kendini üstün gören, başkalarını aralarına almayı kendilerine yakıştırmayan öğrencileri kendi çevremizde "kolej bebeleri" diyerek küçümsediğimizi hatırlıyorum. Çünkü üniversite, tamamen sol görüşlü öğrencilerin elindeydi, iktidardaydık! O kolej bebeleri değil, bizim gibi sıradan öğrenciler rağbet görüyordu. Şükürler olsun ki ben "kolej bebesi" değildim ve bu nedenle ötekileştirilmemiştim!
Üniversiteye gittiğim dönemde sağ-sol çatışmaları yaşanıyor, günde on-on beş genç can veriyordu. Şebeke dedikleri öğrenci kimliğimi elime aldığımda kendimle gurur duymuştum. Lakin o gurur duyduğum şebeke genellikle başımıza bela oluyordu. Ankara Bahçelievler semtine giremiyorduk. ODTÜ'lü olmak, bunu ortaya koyan kimliğimizi taşımak sağcı öğrenciler tarafından işkence edilmek ya da öldürülme riski taşıyordu. Bu yüzden çok mecbur olmadıkça Bahçelievler'e gitmedim. Nadiren gitmek zorunda kaldığımda şükürler olsun ki kimse kimliğimi sormadı, Bahçelievler durağında sağcı öğrencilerin silahla taradığı servis otobüsünde de yoktum, ötekileştirilmem şans eseribana zarar vermemişti!
Yine üniversiteye başladığım ilk zamanlar muhafazakar, dinine bağlı biriydim. Ortam ötekileştirilmem için son derece müsaitti. Herhangi bir siyasal ya da dini örgüte bağlı değildim ama fikirlerimi özgürce söyleyebiliyordum. Fikirlerin çarpıştığı toplantılarda ilk kez inancımı sorgulamaya başladım. Ötekiler haklıydı, akıl kazanmıştı. Sonuçta şükürler olsun hiçbir baskıya uğramaksızın öteki olmuş, ötekileştirilmekten kurtulmuştum!
Hiçbir parti, dernek, tarikat, kulüp üyeliğim olmadı, mecburen kayıt yaptığım meslek odası dışında. Aidiyet ötekileştirmeyi getirir. Bu yüzden yine şükürler olsun, başka topluluklar tarafından ötekileştirildiğimi söyleyemem! Devlette çalışsaydım, kariyer yapabilmek için iktidardaki siyasal partiye ya da bir cemaate, bir tarikata bağlı olmam gerekirdi. Neyse ki hep özel sektörde çalıştım, iktidar değişikliklerinde ötekileştirilmekten kurtuldum.
Ötekileştirilme bazen şansızlığın ve kötü kaderin, bazen de karşıt fikirlere sahip olmanın, karşıt grupların içinde yer almanın sonucunda kendini gösterirken ötekileştirilmeyi göze almak başlı başına cesaret işidir. Gustave Le Bon (1841-1931), "Kişinin bireysel yoldan edindiği özellikler kitle içinde silinir, dolayısıyla bireyin kendine özgü karakteri kaybolur. Bilinçdışı kendini açığa vurup heterojenite homojenite içinde eriyip gider. Diyebiliriz ki, bireyden bireye değişen ruhsal üstyapılar kaldırılıp bir kenara atılır, işlemez duruma getirilir, bireylerin tümünde homojen özellik, bilinçsiz alt yapı ise gün ışığına çıkarılır." diyerek tüm bireylerin toplum içinde farkında olmadan ötekileştirildiğini ortaya koymaktadır.
Her şeye rağmen şanslı olduğumu düşünüyorum. Amerika'da zenci, Avrupa'da göçmen, Türkiye'de Kürt, Ermeni ya da diğer milletlerden birine tabii olabilirdim, bağlı olduğum din Musevilik, Yahudilik ya da başka bir inanç sistemi olabilirdi. Bunlardan dolayı bireysel ötekileştirmeye maruz kalmadım diyebilirim. Fakat toplumun her kesimi gibi ben de toplumsal ötekileştirmelerden nasibimi aldım ve almaya devam ediyorum. Şükürler olsun ki, bir yere kadar ötekileştirilmeyi göze alacak cesareti kendimde bulabiliyorum.
Yıllar önce sağlık raporu almak için Etimesgut Devlet Hastanesine gitmiştik eşimle. Hınca hınç doluydu salon, koridorlar. Başı açık tek kadın eşimdi. Bütün gözler üzerimizde toplanmıştı. Akıllarından geçeni bilmiyordum ama sanki uzaylı görmüş gibiydiler. Utandım! Tersi bir durum da olabilirdi. Başı açık kadınların arasında türbanlı bir kadın aynı duyguları yaşayabilirdi. Yine on yıl kadar önce bir yaz günü Çeşme'de ailecek arabamızla dolaşıyorduk. Güzel bir otel gördük. Otelin havuzuna girip biraz hoşça vakit geçirmek istedik. Duvarlarla çevrilmiş otelin giriş kapısına geldiğimizde görevli yanıma yaklaştı. "Burası tesettür otel, size uygun olmayabilir." dedi. Adama teşekkür ettik, gerçekten de bize uygun bir yer olamazdı. Kırk yıl önce türban yoktu. Türk kültüründe türban yok. Daha sonra dini zorunluluktan ziyade siyasi bir simge oldu. Yalan söylememek, iyilik yapmak, yardımsever olmak, hak yememek gibi yüzlerce özelliği bir tarafa bırakıp İslam'ın tek şartı saç telini göstermemek olmuştu adeta. İnsanlar dindarlar ve dinsizler diye ikiye ayrılmıştı türban yüzünden. Oysa başı açık olup dinine yürekten bağlı birçok insan olduğu gibi başı kapalı olup her türlü dine aykırı işler çeviren insanlar vardı. Bugün tesettür iktidarda, başı açıklar ötekileştirilmekte. Yarın ötekiler iktidara gelecek, çark tersine dönecek. Siyasete alet edilen dinin insanları ötekileştirmedeki rolünü gösteren nice örnek saymak mümkün.
Şimdi sözüm ona tam kapanmaya giriyoruz pandemi nedeniyle. Hükümet karar verdi, on yedi gün boyunca içki satışı yasak! ama camiler namaz kılmak isteyene açık! Ötekileştirmeye yeni bir örnek daha. İktidar değişti diyelim. Benzer bir pandemi geldi. Bu kez içki satışlarının serbest, camilerin kapanacağını şimdiden rahatlıkla söyleyebilirim ki bu son derece normal. Pandemi camide topluca ibadet eden insanlar için tehlike yaratabilir ama alkollü içkinin pandemiyi arttırmayacağını kör cahil bilir. Siyaset ve dinin müşterek ötekileştirme operasyonu. Yarın iktidar değiştiğinde inanç özgürlüğünden bahsedenler bu örnekleri önlerinde bulacaklar. Ülkeyi bu kadar ayrımcılığa uğratan siyaset ve dinden başkası değil.
Evet, toplumsal ötekileştirmelerden rahatsızım. Bu nedenle dini siyasetten ayıran batı toplumlarına gıpta ediyorum. Atatürk cumhuriyetinde laiklik prensibi devlet yönetiminde kilit rol oynuyordu. Laikliği dinsizlikle eşdeğer gören siyaset ülkemize büyük zarar vermekte. Laiklik dinin siyasete alet edilmemesidir. Eğer din siyasete alet edilmezse büyük ölçüde inanç kaynaklı ötekileştirmenin ortadan kalkacağına inanıyorum.
Hasan, asansöre yönelen Doktorun gidişini izledi şaşkın gözlerle. Umarsızca dönüp Selma'ya baktı. Esther'i böyle bırakıp gitmeye hiçbirinin gönlü elvermemişti ama onun sağlığı için buna katlanmak zorundaydılar. Zavallı kadının odasına girilmesini dahi sakıncalı bulmuştu Doktor. Kemal, sırtını dayadığı duvarın dibine çökmüş, boş gözlerle Esther'in yattığı odanın kapısına bakıyordu.
Koridorun sonundaki pencereden içeri süzülen gün ışığı canlılığını kaybetmiş, alaca karanlık çökmeye başlamıştı. Hasan,ağabeyininyanına eğilip eliniomzuna dayadı.
- Hadi ağabey, bize gidelim, burada beklememizin bir yararı yok, yarın
sabah erkenden geliriz yine.
- Yok, siz gidin, ben burada biraz daha kalmak istiyorum, dedi
Kemal.
Hasan karısını yanına alıp ayrıldıktan kısa bir süre sonra Esther'in oda kapısı açıldı. Sesi duyar duymaz hemen toparlanıp ayağa kalktı Kemal. Heyecanla dışarı çıkan beyaz önlüklü sarışın genç kadına seslendi. Heyecandan sesi titriyordu.
- Hemşire Hanım, eşimin durumu nasıl?
- Gayet iyi merak etmeyin. Burada koridoru kapatmanız uygun değil. Beklemenize gerek yok ama kalmakta ısrar edecekseniz bekleme salonuna geçin lütfen. Hemşirenin otoriter tarzda konuşmasından rahatsız olmasına rağmen sesini çıkarmadı Kemal. Elini cebine attı. Telefonunu bulamadı. Ofisten çıkarken yanına almış olmalıydı. Muhtemelen bekleme salonunda düşürmüştü. Hızlı adımlarla koridorun başına doğru ilerledi. Salon tamamen boşalmıştı. Koltukların arasında dolaştı. Sehpaların üzerindeki broşür ve dergileri karıştırdı. Başına giren ağrı gittikçe şiddetini arttırıyordu. Danışmada oturan kadına yanaştı.
- Affedersiniz, burada cep telefonumu düşürmüş olabilirim, gördünüz mü?
Normal zamanda haddini bildirmesini bilirdi bu kendini bilmez kadına ama eline düşmüştü bir kere. Sakin olmaya çalıştı.
- Hanımefendi, şu numarayı çaldırabilirseniz... Şirkette mi bıraktım yoksa buralarda bir yerde mi düşürdüm ancak öyle anlarım.
Kadın gönülsüzce eline telefonu aldı, Kemal'in verdiği numarayı tuşladı. Kemal, kalbinin tam üzerinde bir titreşim hissetti. Göğsünü yokladıktan sonra ceketinin iç cebine attı elini.
Evet, hatırlamıştı. Telefonunu sessize almış, toplantıya giderken masada unutmuştu. Hasan aradığında ofisten çıkarken aceleyleyanına aldığı telefon yine sessiz konumda kalmıştı. Asla ceketinin iç cebine koymazdı telefonu ama telaştan ne yaptığını bilememişti anlaşılan. Uzun zamandır telefonu çalmıyordu.Onca saat aranmadığını düşünüp bunu çoktanfark etmiş olmalıydı. Esther'i gördüğü andan itibaren aklı başını terk etmişti. Arayan numaralara göz gezdirdi. Feridun Bey bile vardı arayanlar arasında. Ümit onlarca kez ulaşmaya çalışmıştı kendisine. Asansöre binip zemin düğmesine bastı. Binanın önüne çıkar çıkmaz Ümit'i aradı. Alo demeye fırsat bulmadan karşıdan geldi ses.
- Hele şükür be abi, saatlerdir cevap vermiyorsun, hepimizi meraktan öldürdün, nerelerdesin?
Bir tek Ümit'ten fırça yemediği kalmıştı. Merak ederler tabii, dedi içinden. Bensiz ne yapacaklarını bilemezler çünkü. Kesin Feridun Bey aratmış olmalı. Bir eşek bulmuş ya, kaybetmek işine gelmez tabii. Yoksa ne Esther'i düşünecek hali var, ne de benim kara kaşıma kara gözüme hayran. Kafasındaki tek soruya cevap arar bu adam sadece, ne zaman döneceğim işin başına?
- Telefonum sessizde kalmış, dedi. Ne yaptınız toplantıda? Boş bulunup işleri sorduğuna pişman olmuştu yine. Cehenneme kadar yolunuz var, dedi içinden.
- Kemal Bey, boş verin siz şimdi toplantıyı. Şoförü de almamışsınız yanınıza. Neredesiniz, Esther Hanım'ın durumu nasıl?
Bir an duraksadı. Ne cevap verecekti? Esasen Esther'e ne olduğunu, onun neden bu psikiyatri kliniğine getirildiğini kendisi de bilmiyordu. Cevdet Bey'in sözlerini hatırladı. Eğer olay ortaya çıkarsa medyanın ilgisini çekeceğinden emin olduğunu söylemişti. Gözünün önünde Esther'in perişan haldeki yatağa bağlı resimleri ve gazete manşetleri uçuşmaya başladı. "Olay, Olay. Reenkarnasyon gerçek mi? Hipnozdan uyanan genç kadın daha önce bilinmeyen bir dil konuşmaya başladı."
- Önemli bir şey yok Ümit. Evde ufak çaplı bir baygınlık geçirmiş. Bana ulaşamayınca birader de onu alıp hastaneye getirmiş. Bu akşam müşahede altında tutacaklar bakalım. Ben yarın da gelemeyebilirim. Şirket sana emanet. Şu anda başım çatlıyor, bir ağrı kesici alıp yatacağım şimdi.
- Kemal Bey, Feridun Bey sana ulaşamayınca çok kızdı bize. Gidin, ilgilenin, neredeyse bulun şu adamı, nasıl cevap vermez telefona deyip söylendi durdu. Bir şeye ihtiyacın varsa söyle, ne diyeyim şimdi ben patrona. Bari hangi hastanede yattığını söyle, çiçek gönderip bir geçmiş olsun diyelim.
- Uzatma artık Ümit. Dedim sana, önemli bir şey yok işte. Bir şeye ihtiyacım olursa ben sizi ararım. Hadi iyi akşamlar.
Telefonu yüzüne kapattı. Sokak lambalarının ışığı akşam karanlığını delmeye başladığında hafif bir ürperti hissetti, yağmur çiseliyordu. Caddenin karşı köşesindeki kafeye doğru ilerledi. Bir şeyler atıştırdıktan sonra garson kendisine kuvvetli bir ağrı kesici bulabilirdi belki.
***
Ertesi sabah kliniğin bekleme salonunda heyecan doruktaydı. Cevdet Bey, akşamın geç saatlerinde Selma’yı aramış, konsolosluk çalışanını kliniğe gelmesi için ikna ettiğini söylemişti. Kemal saatine bakıp sıkıntıyla içini çekti. Kâh oturuyor, kâh kalkıyor, zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Atıştırmalık bir şeyler ve su almak üzere Hasan’ın yanlarından ayrıldığı
sırada kliniğin sürgülü camkapısı açıldı. Cevdet Bey'in bir adım kadar gerisinde
atkuyruğu saçlarını sallayarak ona yetişmeye çalışan sarışın genç kadın, bahsettiği Macar
olmalıydı.
- Günaydın dedi, Doktor. Bu sizlere bahsettiğim hanımefendi Zsofia, sağ olsun beni kırmadı. Selma, elini uzatıp "Hoş geldiniz." dedi. Kemal de onun peşinden ayağa kalktı, başıyla selamladığı genç kadına geldiği için teşekkür etti.
- Türkçem, iyi değil çok dedi, Zsofia, bozuk şivesiyle. Umuyor ben yardım edecek size.
Cevdet Bey, kadına oturması için yer gösterdikten sonra hemen döneceğini söyleyip hastanenin doktoruyla konuşmak üzere yanlarından
ayrıldı.
Az sonra yanında genç bir doktor olduğu halde geri döndü, Cevdet Bey,
- Esther Hanım geceyi sakin geçirmiş. Herhangi bir sıkıntı
yaşanmadığını bildirdi bana Nazmi Bey. Doktor başını sallayarak Cevdet Bey'i tasdik ettikten sonra bıyık altından gülümsedi.
- Bakalım bugünü nasıl geçireceğiz.
Yanlarına gelen Hasan elindeki poşetten çıkarttığı bisküvilerden
birini açıp yanındakilere ikram etti. Selma, karşısında oturan sarışın kadını
işaret ederek,
- Sofia, Cevdet Bey’in dün bize bahsettiği hanım, dedi.
Kemal içini yakan kararsızlığın pençesinde kıvranıyordu. Ellerini kucağında kenetlemiş, mahzun gözlerle doktorlara bakarken onlardan ufak bir işaret gelmesini bekliyordu. Tam kalkmaya hazırlanıyordu ki, Cevdet Bey'in arkasını dönüp gittiğini görüncevazgeçip oturdu yerine yeniden. Esther’in kendisine gösterdiği tepkiyi hatırladı. Derin bir korkunun
izlerini taşıyan gözlerinden nefret fışkırıyordu kadının. Neydi onu bu kadar korkutan? Onu düşman gibi görmesinin sebebi ne olabilirdi? Onca insan arasında karısının yalnız kendisine gösterdiği bu korkunç davranış derinden
yaralamıştı yüreğini. Bunca nefrete yol açacak ne
yapmıştı ona? Beyninin içini kemiren düşünceler arasında ateş
basıyordu yüzünü. Geceyi bekleme salonunda geçirmiş, gözüne bir gram uyku girmemişti. Eğilip ellerinin arasına sıkıştırdığı başını
kaldırdığında herkesin Cevdet Bey'in peşine takılıp gittiğini yanında kimsenin kalmadığını fark etti.
Esther’in yattığı odanın kapısına geldiklerinde Kemal'i göremeyen Profesör, Doktor Nazmi'ye döndü.
- Kemal Bey niye gelmedi?
- Bilmiyorum ki efendim, Esther Hanım'dan çekinmiş olmalı. Siz de bir şey söylemeyince...
- Olur mu öyle şey. Git hemen çağır, gelsin, Esther Hanım yine aynı tepkiyi gösterecek mi bakalım?
- Peki, efendim, dedi genç doktor. Geri dönüp hızlı adımlarla koridor boyunca ilerleyip Kemal'in yanına geldi.
- Kemal Bey, Hocam sizi çağırıyor.
- Gerçekten mi? Şaşırdı, kulaklarına inanamadı. Heyecanla hemen fırladı yerinden. Sevinçle bağırdı. Geliyorum, geliyorum. Doktorun önünden koşmaya başladı.
Odanın içi kalabalıktı. Yatağın baş ucunda bir hemşire, onun yanında daha önce görmediği genç bir doktor dikilmiş, sessizce bekliyorlardı. Cevdet Bey'in hemen arkasında duran Hasan ve Selma'nın meraklı gözleri Esther'in üzerindeydi. Zsofia yatağın başucuna yaklaşırken hemşire geri çekilip yerini verdi ona.
Cevdet Bey ve hastanenin genç doktoru Zsofia'nın arkasında yerlerini aldılar. Hasan, Selma’nın
omzuna elini attı. Kemal ne olur ne olmaz diyerek hepsinin arkasına siper etmişti kendini. Fısıltı ve ayak sesleri Esther’i uyandırmaya
yetmişti. Genç kadının normale dönmesi için içinden dua
ediyordu herkes.
Hafiften aralandı gözleri. Işıktan rahatsız olmuştu. Göz
kapaklarını kırpıştırdı. Ellerini oynatmak istedi ama yine sıkı sıkıya bağlanmıştı yatağa. Gözleri kocaman açıldı. Başını kaldırmaya çalıştı, etrafına bakındı, neler olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi bakışları. Yüzünün şekli değişik bir hal aldı, korkuyla
yoğrulmuş büyük bir şaşkınlık içindeydi. Önce Zsofia’yı, daha sonra yatağın
etrafında dikilen insanları uzun uzun inceledi. Gözleri Kemal’e takılır takılmaz
içinde büyük bir sancı hissetti, dişlerini sıktı, gözlerini kapatıp avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Ağzından yine anlaşılmaz sözcükler saçıyordu etrafa. Zsofia ona kendi
dilinden bir şeyler söyler söylemez bağırmayı kesti, sakinleşir gibi oldu. Cevdet Bey, sevinçle,
- İnanamıyorum, dedi. Evet, söylediklerinin yüzde doksanını anlıyorum. Fakat farklı bir
lehçe konuşuyor. Niye burada olduğunu, çevresindekilerin kim olduğunu
soruyor. Bir de…
- Evet? Bir de ne? diye sordu, Cevdet Bey, merakla devam etmesini bekledi.
Zofia çekinerek Kemal’i işaret etti.
- O adam beni öldürecek, gitsin
buradan diyor!
Kemal, bir adım daha çekti kendini geriye. Hasan, endişe içinde Zsofia'ya yanaştı.
- Sorun bakalım, eşini tanımıyor mu, kim olduğunu bilmiyor mu onun?
Zsofia denileni yaptıktan sonra alaycı bir gülümseme belirdi
yüzünde. Şaşkınlığını gizlemek için başka bir yol bulamayan genç kadın eliyle ağzını kapadı.
- Kendisi Prenses Nora imiş. "Benim düşmanım o adam, beni öldürmek istiyor" diyor.
- Şaka mı bu? diye sordu Kemal, ellerini yana açarak. Esther,
onun yaklaştığını görür görmez yeniden çığlık atmaya, bağırıp çağırmaya başladı. Bütün gözler Zsofia’ya döndü.
- Peki şimdi ne diyor, neden bağırmaya başladı yine? Heyecanla sordu Zsofia'ya Hasan.
- Gitsin buradan, onu görmek istemiyorum, o kaçırdı beni
buraya. Ellerimi yatağa bağlattı, beni öldürecek diyor dedi, Zsofia. Genç kadının şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
- Hadi artık onu yalnız bırakalım, büyük bir şok geçiriyor, dedi Cevdet Bey.
Hep birlikte odadan dışarı çıkıp bekleme salonuna doğru ilerlediler.
Cevdet Bey, Kemal’e yaklaştı. Usulca kulağına eğildi.
- Sizinle biraz konuşabilir miyiz?
- Hocam isterseniz benim odama
geçelim dedi, yanlarındaki genç doktor.
Üçü birlikte odaya girip kapıyı kapattılar. Masanın başına
Cevdet Bey geçti, Kemal Bey ile hastane doktoru karşısına oturdular. İçini çektikten sonra anlatmaya başladı Cevdet Bey:
- Bakın Kemal Bey, sizi çok iyi anlıyorum. Esther Hanımın
tedavisini ben üstlendim. Şimdiye kadar böyle bir olay başımıza gelmedi. Zsofia Hanım'ın bir süre Esther'in yanında kalmasında fayda görüyorum. Aralarında bir güven oluşursa zamanla her şeyin normale döneceğine inanıyorum. Elbette Zsofia Hanım'la da bu konuyu konuşmamız gerekir. Teklifimizi kabul eder mi bilmiyorum. Ben sizi tedavi süresince yalnız bırakmayacağım, bütün randevularımı iptal ettirdim, Esther Hanım normale dönene kadar hep yanınızda olacağım. Anlaşılan o ki, eşiniz bambaşka bir dünya
yaratmış hayalinde. Onun dünyasında yer alamayan her şey kendisini olumsuz yönde etkileyebilir. Etrafında gördüğü her nesne,yeni insanlar onu şaşırtıp korkutabilir. Bu nedenle karınızı yeni şoklardan uzak tutup yumuşak bir geçiş ortamı
sağlamak gerekiyor. Zsofia'nın yardımıyla eşinize sorular sorup hafızasında onu meşgul eden şeyleri
öğrenmeye çalışacağız. Hayalini kurup içinde bulunmak istediği ortamı, insanları, arkadaşlarını... Ani
geçişlerin travmatik sonuçlar doğurabileceğinden endişeliyim. Bu
nedenle elimizden geldiği kadar Esther Hanım'ın suyuna gidip isteklerini yerine getirmek zorundayız.
Zaman içinde her şeyin normale döndüğünü göreceksiniz.
Ha, bir de şu var. Maalesef kendisine zarar vereceğinizi, ona kötülük yapacağınızı düşünüyor sizin. Zsofia, eğer bizimle çalışmayı kabul ederse, sizin ona zarar vermek gibi bir niyetiniz olmadığını telkin
edecek ona. Yani Esther Hanım'ın sizi kabul edebilmesi için biraz zamana ihtiyacı var.
Kemal sesini çıkarmadan dinledi Cevdet Bey'i. Genç Doktor girdi
araya,
- Hocam, ayrıca hanımefendinin dışarı çıkması… Ne bileyim, farklı
insanları görmesi, arabalarla, uçaklarla karşılaşması iyi olmayacaktır. Esther Hanım'ı bir süre daha kontrolümüz altında tutmamız iyi olur sanırım.
- Evet, ben de bundan bahsedecektim dedi, Profesör. Kemal’e
döndü.
- Yine de son karar sizin Kemal Bey, dedi. Elindeki kartviziti uzattı. Beni
dilediğiniz zaman arayabilirsiniz.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 87. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sessiz Gemi/Kavanozdaki Beyin belirledi. Birçok fikir üretilmesine karşın tamamen ortadan kaldırılması mümkün görünmeyen "ötekileştirme" ile yıllar boyunca dünyayı derinden etkileyen "hümanizm" konuları üzerinde düşüncelerimizi paylaşacağız. Arkadaşımız blogunda yayınladığı bir video söyleşisinden hareketle, felsefe, siyaset, din ve ahlâk bakımından insanı ilgilendiren bu iki başlık altında sonu görünmeyen bir yolculuğa çıkaracak bizleri. Bu haftaki konumuzda şu sorulara cevap arayacağız;
"Dünyayı geniş bir açıdan görebildiğinizi düşünüyor musunuz? "Ötekileştirme" kavramı size ne ifade ediyor? Hümanist olmanın tam anlamını biliyor musunuz? "Normal" kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Dünyada her şeyi bildiğini iddia etmek hiç kimsenin harcı değil. Her gün yeni şeyler öğrenip tecrübe sahibi oldukça bilgimizin ne kadar yetersiz olduğunun farkına varıyoruz. İnsan yaşamı boyunca istediği kadar gezip görse, ciltler dolusu kitap okusa bile sınırlı ömründe dünyayı ve hayatı tam olarak anlamaya yetecek seviyede bilgi ve tecrübeye ulaşamaz. Bu bilinçle, bilgimi arttıracak bütün fikirlere açık tutmaya çalışıyorum zihnimi. Sadece insan değil canlı cansız bütün kainat benim için ilham ve bilgi kaynağı. Bağnazlık derecesinde sıkı sıkıya bağlandığım bir inanç ya da ideolojim olmadığı için mümkün olduğunca geniş bir açıdan bakmaya çalışıyorum dünyaya. Yine de dünyayı görebildiğimi söylemek hem fazla iddialı hem de kibirlilik olur sanırım.
"Ötekileştirme" kendinden farklı insanları ve insan topluluklarını söz, davranış ve yaptırım yoluyla aşağılama, değersizleştirme ve düşman görme şeklinde tezahür eden ayrımcılık faaliyetidir. Ötekileştirme, insan onuruna ters bir kavram olmasına rağmen insanın doğasında var olan bir tür arıza, ahlâksızlıktır. Ötekileştirme, diğer pek çok sözcük gibi bilinçli olarak yaratılan algılarla gerçek anlamını yitirmiş aynı zamanda. Şöyle ki, ötekileştirenler ötekileştirildiğini iddia edip mağdur durumda gösteriyorlar kendilerini günümüzde. 17. yüzyılın önemli düşünürlerinden John Locke'un (1632-1704) daha önce kaleme aldığım "tabula rasa" yani "boş levha" önermesine göre insan, doğduğunda boş bir kağıttan ibaret. Çevre koşulları onun yaşamı boyunca zihnini doldurmakta. Bir başka deyişle her insan eşit doğar, farklılık olarak dile getirilen kavramların hepsi yine insan tarafından icat edilmiş ve topluma mal edilmiştir. Biyolojik bazı özellikleri dışında insan ırkının genleriyle kendinden sonraki nesillere aktardığı tek şey egoizmdir. Yani insan, dünyaya ilk adımını attığında kendi türüne karşı üstünlük taslayabilecek hiçbir özelliğe sahip değildir. Düşünme yetisine sahip tek canlı türü olan insanın fiziki durumundan ya da zeka seviyesinden doğan farklılıkları zamanla avantaja çevirmek ve bu sayede diğerlerine karşı üstünlük sağlamak insanlık onuruyla bağdaşmaz.
Ötekileştirmeyi bütün toplumlara sinsicekabul ve nüfuz ettiren iki önemli kurumdan biri siyaset, diğeri ise dindir. M.Ö 11.000 yılından itibaren insan türünün avcı/toplayıcılığı bırakıp tarım ve hayvancılığa başlayarak yerleşik düzene geçmesiyle birlikte siyaset ve din dünya sahnesinde yerini almıştır. Efendilik ve köleliğin, farklı inançların yol açtığı ayrımcılık, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte insanın doğuştan getirdiği egoizmle birleşip ötekileştirmeyi getirmiştir. Sınıfsal farklılıkların yani toplumda iktidar ve zenginliğe ulaşan insanlarla geride kalanlar arasında adaletsizliğin, eşitsizliğin insanları ne denli ötekileştirdiği hepimizin malumudur. Ayrım yapmaksızın bütün dinler bu ayrımcılığı bir kat daha pekiştirerek gerekli zemini hazırlamış, bazen doğrudan bazen de siyaset ve ticaret kanalıyla insanların ötekileştirilmesine hizmet etmişlerdir. Uyguladıkları plân ve taktikler çoğu zaman o kadar sinsicedir ki en akıllı geçinenler bile bu tuzağa düşmekte, farkında olmadan insanları ötekileştirmeye alet etmektedir. Örneğin, yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek bütün dinlerde yer alan ilahi bir emirdir. İlk bakışta saygı duyulacak ve hepimize sempatik gelen bu düşüncenin ötekileştirmeyi kurumsallaştıran bir davranış olduğunu görmekte zorlanırız. Oysa yapılması gereken, sadaka kültürünün insan onuruna yakışmayan bir gelenek olduğunu kabul ederek herkese hakkı olan emeğinin karşılığının verilmesi, adaletin ve eşitliğin sağlanarak yardıma muhtaç tek kişi kalmayacak şekilde gerekli tedbirlerin alınmasıdır.
Hümanizm, yani insancılık, ötekileştirmeye tamamen karşı fikirleri savunan, tanrı-merkezciliğin terk edildiği, etik ve adalet kavramlarına ve bütün insanların eşitliğine inanan, aklı her şeyin üstünde tutan bir ideolojidir. Kökeni antik Yunana kadar dayanan bu akım, Abbasilerde 8. YY'ın sonlarına doğru cihad anlayışının büyük ölçüde terk edildiği, bilim, sanat ve kültürün doruğa ulaştığı, Arap olmayanlarla iç içe yaşamaya başlandığı, İslamiyet'in Altın Çağı olarak bilinen bir dönemde hüküm sürmüş ve Endülüs'e kadar genişleyip Hristiyanlarda Rönesans'ın temellerini atmıştır.
Bu tanım çerçevesinde kendimi "Hümanist" ideolojiye yakın görüyorum. Ancak İslamiyet'in Altın Çağı ve Rönesans dönemlerinde bir ölçüde kendini hissettiren bu fikir akımının rasyonel düşünce çerçevesinde insanın hırs ve egoist tabiatına ters düştüğünü kabul etmek zorundayım. Bununla birlikte idealimin gerçekleşmeyeceğini bilsem de fikri temelde, hümanizmin, insan onuruna yakışan bir düşünce sistemi olduğunu savunmaya devam edeceğim. Bu yaklaşımın ötekileştirmede bir panzehir olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte;
Hümanizm prensiplerine aykırı her türlü fikir, davranış, icraatın karşısında durmamın savunduğum bu ideolojiye ters olduğunu ileri sürerek ötekileştirmeyi yaptığımı iddia edeceklerin tuzağına düşmeyeceğim. Şöyle ki her türlü fikir özgürlüğünü savunurken, eğer bu fikir, figür, davranış ve görüşler hümanizme zarar veriyor, insanları ötekileştiriyorsa buna karşı durmak gerektiğine inanıyorum. Sözgelimi doğuştan gelen özelliğinden dolayı ya da inançları gereği kadını ötekileştiren, ona erkekten farklı bir değer atfeden, ayrımcılık yapan fikir, inanış ve davranışlara itiraz etmek benim aksini düşünenleri ötekileştirdiğim manasına gelmez. Çünkü onlar bilerek ya da bilmeden kadını aşağılayan, şiddete maruz bırakan düşünce ve davranışları savunmaktadırlar.
Hümanizmi en geniş manada düşünüyorum. En azılı terörist, en acımasız katil, genelevde çalışan bir fahişe benim gözümde birer insandır. Bu insanları bu konuma getiren toplum ve çevre şartlarıdır. Onları sadece suçlamak, cezalandırmak, ayıplamak ve toplumun dışına atmak doğru bir yol değildir. Doğduğu anda birbirinin aynı olan insanların hangi olumsuz koşullar altında terörist, katil ve fahişe olduğunu düşünmek ve bu koşulları ıslah ederek ortadan kaldırmak, bir insan olarak yapmamız gerekenlerin başında gelir.
"Normal" kavramına gelince; bu da çoğunluğun ve güç sahiplerinin tanımladığı yapılması ya da yapılmaması gereken şeylerdir. Ötekileştirmenin önemli bir unsuru ve nedenlerinden biridir. Bu yüzden insanların bir kısmı "normal" görmedikleri LGBT'yi ötekileştirir. Bu yüzden kadının yeri ev, görevi çocuk bakmaktır derler. Kadın sanki insandan farklı bir türmüş gibi ötekileştirilir. Ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir kavramdır "Normal". Çünkü insanın doğasında bulunan egoizm, kendi yaptıklarını iyi başkalarınınkini kötü olarak tanımlamakta sakınca görmez. Yaptığı kötülükleri gizler, iyilikleri öne çıkarır. Suçladıkları insanların yanlış ve hatalarını kendi yaptığı zaman bundan rahatsız olmaz.
Yukarıda iki temel nedenine işaret ettiğim ötekileştirme, sömürü, şiddet, baskı, terör ve savaş gibi insan onuruna yaraşmayan, insan aklıyla bağdaşmayan eylemleri doğurmaktadır. Sonuçta küresel sermayenin hüküm sürdüğü teknoloji çağına ve insan fıtratına aykırı olması sebebiyle ötekileştirmeyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün görünmese de hümanist fikirleri tam anlamıyla iktidara taşımanın, insanları bu konularda eğiterek bilinçlendirmenin yeni bir Altın Çağ ya da Rönesans hayali kurmaya engel teşkil etmeyeceğini düşünüyorum.
Alışveriş ettikten sonra eve geri dönüyoruz birlikte. Dükkanların sıra sıra dizildiği bir çarşı içindeyiz, öğle kalabalığı başlamamış henüz, sokaklarda yürüyen insanlar seyrek. İki elim poşetlerle dolu, hele sağ elimdeki bayağı ağır, zorluyor beni. Söylenip duruyorum, bu kadar şeye ne gerek vardı diye...
Derken, geniş bir meydana açılan sokak ağzına geliyoruz. Burası kalabalık, olağan üstü bir durum göze çarpıyor. İnsanlar birbirlerinin yüzüne bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Umursamadan yoluma devam ediyorum karşı sokak boyunca. Yerler kiremit rengi parke taşlarıyla kaplı. Geri dönüp bakıyorum, sen yoksun! Geride kalmışsındır diye aldırmadan yoluma devam ediyorum. Arkamda birinin adım seslerini duyuyorum. Bu sen olmalısın. Kulağıma gelen kalın bir erkek sesi. Sen değilsin! "Görüyor musun, insanlık kalmadı, güpegündüz hırsızlık yapıyor adamlar." diye söylenip duruyor. Kim bu peşimdeki adam diyorum içimden, başımı geri çeviriyorum. Esmer, elli atmış yaşlarında, başında eski püskü şapkası olan hırpani kılıklı herifin teki! Cevap vermeden yürümeye devam ediyorum. Belli ki adam takmış kafayı, yarenlik edecek benimle. Beni izlerken lâflamaya devam ediyor. Israrla ona cevap vermiyorum.
Sokak bitiyor, dar bir geçide giriyorum. Adam hâlâ peşimde. Burası bildiğim bir yer, ana caddeye çıkmak için kestirme yol. Geçidin sonu mağaraya dönüşüyor. Hoppala, nereye geldim ben diye şaşırıyorum. Biraz gidince ileride bir mazgal görüyorum. Mazgalın üstü demir parmaklık, aşağı ışık süzülüyor. Uzun süredir beni takip eden adamın arkasından sarı saçlı, zayıf, bir genç beliriyor. Biraz rahatlıyorum, demek bu geçit, mağara ve mazgal başkaları tarafından da kullanılan bir yol. Sanki mazgalı önceden hatırlıyorum. Eskiden demir parmaklığı kilidinden kurtarıp aşağı çekince merdiven halini alırdı. Bu kez mazgala ulaşan merdiven içeride, sabit. Merdivene çıkıp kapağı kaldırıyorum ama bir terslik olduğunu fark ediyorum. Başka bir merdiven mazgala dayanmış açılmasına imkan vermiyor kapağın. Arkamdaki sarışın, genç adam mağaranın duvarına yarasa gibi tünemiş beni izliyor. Hırpani adam genç olana dönüp "Hadi, kapana kısıldı, vur şunu!" diye bağırıyor. Zaten güçlükle durduğum merdiven basamağı üzerinde dengemi kaybediyor, düşüyorum, ağır poşetler ellerimden kayıyor. Sarışın genç adam silahını doğrultup ateş ediyor, ben hırpani adamı kendime siper ediyorum. İki el silah sesi çınlıyor mağaranın duvarlarında. Hayır, vuramıyor beni, iki atışı da karavana. Derken gözlerimi açıp bilgisayarın başına koşuyorum.
Eşim ne oldu ne bu telaş diye soruyor, rüya gördüm, unutmadan yazayım hemen şunu diyorum. Bana soruyor, kimi gördün diye. Şiirsel bir cevap veriyorum: