İş dediğin konsantrasyon ister, en küçük hatayı affetmez, başka şeye yer yoktur kafanda. Ne bir hobi, ne ailen, ne de dostların… Varsa yoksa her şey işinle ilgilidir; işinle ilgili haberler, dergiler, gazeteler, yazışmalar, iş yemekleri, iş toplantıları, iş seyahatleri, iş telefonları, iş görüşmeleri, iş arkadaşları, iş, iş, iş... Bütün bunların arasında yaşadığını unutursun. Yetmezmiş gibi bir de patronun kaprislerini, haklı haksız laflarını çekmek zorundasın. Keyifli zamanlarında bilmem kaçıncı kez tekrarladığı anılarını, bu duruma gelene kadar ne badireler atlattığını sabırla dinlemek yine işinin asli gereğidir. Yüzüne hayranlık maskesi takar, salak bir ifadeyle saatlerce anlattıklarına kulak verir, bayat esprilerine gülmek zorunda kalırsın.
Bak işte, yine farkında olmadan dönüp dolaşıp işlerine kaymıştı aklı. Zavallı Esther, hastane odalarında kıvranırken, hâlâ işini düşünüyordu. Öfkeye kapıldı, elindeki bira şişesini bir hamlede dikerek son damlasına kadar ağzına boşalttı.
Televizyonda, pıtrak gibi çoğalan dizilerden birine takıldı gözü. Kanalı değiştirdi, bir başka dizi çıktı karşısına. Kafasını bir türlü toparlayamıyordu. Ekranda görünen hiçbir şeyin anlamı yoktu. Yarın sabah Esther’in yanına gidip kapısının önünde beklemek ağırına gidiyordu. Onca insanın içinde görmek istemediği tek kişinin kendisi olması ne kadar tuhaftı. Şimdiye kadar en küçük bir gönül kırgınlığı yaşanmamıştı aralarında oysa. Belki de yanılıyordu. Yoksa kırmış mıydı sevdiğini? İçine atmış olabilir miydi Esther, kırgınlığını? Öyle ya, niye "Onu görmek istemiyorum, o getirdi beni buraya." demişti. "Buraya?" Ama onu hastaneye getiren kendisi değildi ki. Biraz düşününce aklına geleni mırıldandı. "Yoksa?" Evet, üç yıl önce Berlin’den alıp getirmişti onu memleketine. Hiç aklına gelmemişti bu durumdan şikâyetçi olabileceği. Bugüne kadar yaşamına dair en ufak bir olumsuzluk hissettirmemişti. Özellikle ilk zamanlar çok mutlu görünüyordu. Birlikte sinemaya, tiyatroya, konsere gidiyorlar, arkadaşlarıyla buluşup eğleniyorlardı. Evet, son zamanlarda onu ihmal ettiği doğruydu. Ama artık dilimizi de öğrendiğine göre kendi başının çaresine bakabilirdi. Belli bir arkadaş çevresi de vardı artık nasıl olsa. Özellikle Selma ile iyi anlaştığını, birlikte gezip dolaştıklarını, hoşça vakit geçirdiklerini biliyordu. Hatta bir ara resim kurslarına yazılmış ama hemen bıkıp vazgeçmişti. Evet, işlerinin yoğunluğu sebebiyle son zamanlarda birbirlerini daha az görüyorlardı. Eskiden olduğu gibi birlikte dışarı çıkıp yemek yemeye, konsere ya da bir arkadaş ziyaretine gitmeye zaman bulamıyorlardı. Zaten ayın yarısı yurt içi ve yurt dışı seyahatlerinde geçiyordu. Eve geç geliyor, iş yerine zamanında varmak için evden erken çıkmak zorunda kalıyordu. Uzun zamandır evde yemek bile yemez olmuştu…
Esther’in eli ayağı plastik bantlarla yatağa bağlı hali geldi gözlerinin önüne. Büyük bir acıma ve suçluluk duygusu kapladı içini. "Ne yaptım ben?" dedi, "Nasıl bu kadar körelmiş kalbim?" Gözleri doldu. İşinden başını kaldırıp karısına gününün nasıl geçtiğini sormayalı nice zaman olmuştu. Oysa o, her gece geç saatlere kadar gözünü kırpmadan dönmesini beklemiş, eve geldiğinde gün boyu işiyle ilgili canını sıkan konuları sabırla dinlemiş, tatlı sözlerle gönlünü almıştı.
Sabah olunca önce Hasan'ın fikrini alıp Cevdet Bey’e Sofia konusunda cevap vermesi gerekiyordu. Aslında Hasan’dan çok Selma’nın yardımına ihtiyacı olduğunu düşündü. Onun, söylediklerinden çok daha fazlasını bildiğinden adı gibi emindi. Zsofia konusunda doktorun dediği kafasına yatıyordu. Kendisinden nefret eden ve kimsenin anlamadığı bir dilde konuşan karısıyla iletişim kurmanın başka ne yolu olabilirdi ki.
Göz
kapakları ağırlaştı, yatağa gidecek gücü kendinde bulamadı, koltuğa sızıp kaldı öylece.
Timur henüz uyanmamıştı. Selma, Cafer Efendinin kapıya bıraktığı dumanı tütmekte olan taş fırın ekmeğinden kopardığı küçük bir parçanın üzerine bıçağının ucuyla tereyağı sürdü. Burnuna yanaştırıp erimekte olan yağın kokusunu çekti içine. Kocasının gün geçtikçe irileşen göbeğine yandan bir bakış attı.
- Böyle devam edersen sonunu iyi görmüyorum. Hasan,
omzunu silkti.
- Bu da yenmez mi şimdi ama? Elindeki ekmeği koklayarak çayından bir yudum çekti. Akşamdan beri Esther’i konuşuyorlardı.
- Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil, dedi Hasan. Para, mal, mülk, makam hepsi boş.
Gece boyunca Selma’yı sıkıştırmış, yengesinin neden psikiyatr kliniğine gittiğini öğrenmeye çalışmıştı. "Ben de bir şey bilmiyorum." demişti Selma. Hiç kimseye açıklamadığı bir geçmişi olduğunu tahmin ettiğini söylemişti sadece. Ailesiyle ilgili bir problemi olmalıydı. Hafızasına kazınmış, kötü bir iz… Ama bu konuda Esther'in ağzından bir şey duymadığına dair yemin etmişti.
- Başkana çıkıp bir gün daha izin isteyeceğim. Ağabeyimi
yalnız bırakmam doğru olmaz. Selma, boşalan bardaklara çay doldurdu.
- Evet, dedi Selma. Onları yalnız bırakamayız. Kemal’in durumunu
hiç iyi görmüyorum. Esther ona bağırdığında yüzündeki ifadeyi
görmeliydin.
- Şimdi aklıma ne geldi bak, dedi Hasan. Onlara yemeğe gittiğimiz akşamı
hatırlıyor musun? Jale’nin anlattıklarını... Selma gözlerini boşluğa dikerek o
akşamı hatırlamaya çalıştı.
- Hmm, eveet, dedi uzatarak. Ne düşündüğünü tahmin ediyorum.
Şu reenkarnasyon muhabbeti…
- Aynen, dedi, Hasan. Gülüp dalga geçmiştik kızla. Şimdi
başımıza geldi, bak görüyor musun? Neydi adı? Prenses Nora mı? Vay anasını... Birden
gülme krizine girdi.
- Hiç de gülünecek bir durum yok, Hasan dedi, Selma. Ama o
da kendini gülmemek için zor tutuyordu. Hasan, karısına aldırmadan konuşurken kesik kesik
gülmeye devam ediyordu.
- Ya, diyorum ki, şimdi ağabeyim veliaht prens, dolayısıyla ben de prens
oluyorum, öyle mi?
- Kes artık şunu, dedi Selma, sert bir şekilde. Nesi var
bunun gülünecek. İnsanlara nasıl yardım edebiliriz diye düşüneceğimiz yerde oturmuş dalga geçiyoruz. Ağabeyinin neler çektiğini bilmiyor musun? Hasan ciddileşti birden,
- Yok ya, dalga geçmiyorum, bakma sen güldüğüme. Şu Jale’yi çağırsana, konuşalım bakalım. Yengemin yaşadıklarıyla Jale'nin anlattıkları arasında bir ilişki olabileceğini düşünüyorum gerçekten. Komik ama gerçek bir durum var ortada. Kadın bir anda Macarca konuşmaya başlıyor. İnanılır gibi değil. Böyle bir şeyin olabileceğine inanıyor muydun? Metafizikle ilgilendiğini biliyoruz Jale'nin. Buna benzer olaylar olmuştur belki de, bizim duymadığımız. Bunu bilse bilse Jale bilir. Onu dinlemekle bir şey kaybetmeyiz. Bakalım ne diyecek, nasıl rahibe olmuş?
Selma, kocasının gerçek niyetinden emin olamamıştı.
- Ciddi misin? diye sordu, yüzüne dikkatle bakarak.
- Evet, dedi, Hasan. Belki reenkarnasyonda zaman geçişleri konusunda söyleyecekleri vardır. Bildiğim kadarıyla o bu konuda pek çok seminere katıldı, bir sürü kitap okudu.
Hasan gülmemek için kendini kasarken Selma kocasını anlamakta güçlük çekiyordu.
- Arıyorum bak, dedi. Telefonuna uzandı, keyifsizce.
- Ara bence, ne kaybederiz ki, dedi Hasan. Ama tembihle de millete yaymasın hemen.
Selma olan biteni bir çırpıda anlattı telefonda. Daha lafını bitirmemişti ki Jale heyecana kapılıp bir çığlık attı.
- Demedim mi ben size, gördünüz mü, demek ki hayal görmüyormuşum. İnsanın sonsuza dek tek bir yaşam sürmesi size de saçma gelmiyor mu? Ruhlarımız kim bilir kaç beden değiştirdi şimdiye kadar. Ama pek az insanın bundan haberi oluyor işte. Selma, lâfı sakız gibi uzatan Jale’yi dikkatle dinliyordu.
- İşin yoksa hadi gel bize, birlikte Esther’in yanına
gideriz.
- Aşk olsun, bundan önemli iş mi olur hiç. Bekleyin beni giyinip geliyorum hemen, dedi Jale.
Telefon konuşmasının bitmesini bekleyen Hasan, saatine bakıp birden hareketlendi.
- Eyvah, geç kaldım, belediyeye uğradıktan sonra ağabeyimi arar birlikte Esther'in yanına gideriz. Sen Jale’yi bekleyeceksin sanırım, onun arabasıyla gelirsiniz o zaman. Hadi ben kaçtım, hastanede görüşürüz, geç kalmayın.
Yirmi dakika sonra kapının zili Timur’u uyandırmaya yetmişti. Jale’nin bu
kadar çabuk gelebileceğini tahmin etmiyordu Selma.
- Uçarak mı geldin, vallahi bravo! Daha mutfağı bile
toplamaya fırsat bulamadım.
- Bilirsin Esther Abla’nın yaşadığına benzer hikâyeleri çok merak ederim. Bu yüzden arabama atladığım gibi koştum geldim. Reenkarnasyon benim ilgi alanım tatlım. Hadi bana bir an önce anlat Prenses Nora'yı. Ayy, çok heyecanlı...
Jale'nin uçuk kaçık, neşeli tavrını görünce onu çağırdığına, çağıracağına pişman
olmuştu Selma.
- Dur hele bir otur, konuşuruz. dedi. Dağınıklığına
bakmazsan mutfağa geçelim, hem Timur’un kahvaltısını hazırlarım o esnada. Selma, Jale’nin buna aldırmayacağını biliyordu.
- Yok, canım, ben de her şeyi olduğu gibi bıraktım çıktım.
Çayın varsa bir bardak alırım, dedi, Jale.
Birlikte mutfağa geçtiler. Derin yırtmaçlı kırmızı elbisesi, yüksek ökçeli ayakkabıları ve aşırı makyajıyla yaşından fazla gösteren son derece frapan bir görünüşü vardı Jale'nin. Bu durum onun çocuksu tavırlarıyla tam bir tezat oluşturuyordu.
- Hasan çıktı mı?
- Evet, belediyeye gitti. Başkandan izin alabilirse, oradan hastaneye geçecek. Temiz bir bardak çıkarıp tezgaha bıraktı. Sen çayını koyarken ben Timur'a bir bakayım, mızmızlanıp duruyor.
Kendisinden sadece dört yaş küçük olmasına rağmen Esther’e adıyla hitap etmeyi kendine yakıştıramıyordu Jale. Sadece yaş farkından değil ona duyduğu saygı gereği “abla” demek zorunda hissediyordu kendini. İnce belli bardağa çayını doldurduktan sonra masaya oturup bacak bacak üstüne attı. Selma kucağında Timur olduğu halde mutfağa döndü ve çocuğu mama sandalyesine oturttu. Jale çocuğun oturmasına yardım etti.
- Aman da Timurcuk mu gelmiş. Nasılsın bakalım delikanlı? Annen sana şimdi mamanın yedirecek. Maşallah ne kadar uslu bir çocuk olmuşsun sen.
- Usludur benim oğlum Jale Teyzesi, mamasını yerse onu anneannesine götüreceğim biliyor musun? Selma çocuğun karşısına oturup onu yedirmeye koyulur koyulmaz Jale daha fazla kendini tutamadı.
- Esther Ablanın başına gelen aslında benim için sürpriz sayılmaz, onun aristokrat bir geçmişi olduğu her halinden belliydi. Bir süre duraksayıp düşündü. Sonra bir şey aklına gelmişçesine sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırdı. Mmm, benim rahibe olduğum yıllarda o prensesmiş demek!
Sözlerinden espri yapmadığı, dediklerine yürekten inandığı belli
oluyordu. İçinden "Çatlak bu ya," derken bir yandan da onu konuşturup eğlenmek hoşuna gidiyordu Selma'nın.
- Onu bırak da, söyle bakalım, Vatikan’a nasıl rahibe oldun sen? Alaycı bir gülümseme yayıldı yüzüne.
- Rüyamda gördüm. Ama bunun öncesi var.
- Nasıl yani? diye sordu Selma.
- Üç yıl kadar önce yakın arkadaşlarımızdan birinin evinde yemeğe davetliydik. Yemekten sonra ev sahibi olan arkadaşımız "Hadi ruh çağıralım" diye bir fikir
attı ortaya. Ayhan’la yeni nişanlıyız o zaman. Ruh çağırmanın nasıl
yapıldığına dair hiçbir fikrim yok. Ayhan, bildiğin gibi her mezarın bayat
ölüsü…
- Hazır mezarın bayat ölüsü, diye düzeltti Selma. Timur'un ağzına bir kaşık daha sokuşturdu. Jale
heyecanla anlatmaya devam etti.
- Her neyse, kaçırmaz böyle şeyleri işte, biliyorsun. Ev sahibi, Turan adında genç bir çocuk, bizim Ayhan'ın çocukluk arkadaşı, hazırlık yapmak için müsaade isteyip yan odaya geçti. İlk
seansa Turan'ın kız arkadaşı Zehra da katılmak istedi. Bir süre sonra Turan, bizi odaya çağırdı. Dört
sandalye dizilmişti karanlık odanın tam ortasında bulunan yuvarlak masanın
etrafına. Sandalyelerin arkasında duvara asılı şamdanların ve masanın üzerinde yanan küçük mumların
ışığı, Quija tahtasını görmeye ancak yetiyordu.”
- O da neymiş? diye sordu Selma.
- Quija, üzerinde harfler, rakamlar, evet, hayır ve güle güle sözcüklerinin yazılı olduğu bir tahta. Ben de ilk kez orada gördüm zaten. Kapıyı kapattıktan sonra Turan, bir şeyler söyledi. Bir çember oluşturacak şekilde birbirimizin elini tuttuk. Turan "Kimi çağıralım?" diye sorduğu anda bende korku bacayı sarmıştı. Ayhan’ın elini tüm gücümle sıkmaya başladım.
- Delisin sen, dedi Selma.
- Dur bak daha neler anlatacağım, dedi Jale, heyecanla. Ayhan, bana dönüp Jale’nin ruhunu çağıralım dedi. Yerimden sıçradım, hayır, hayır ben istemiyorum dedim. Turan bunun zaten mümkün olmayacağını, sadece ölmüş kişilerin ruhları ve cinlerle iletişim kurulabileceğini söyledi. Daha sonra bize en yakın görünmez varlığı masamıza davet etmek konusunda anlaştık. Sol ellerimiz birbirine bağlıyken sağ ellerimizin ikişer parmağını ters kapatılmış beyaz bir fincanın üzerine koyduk. Turan bir şeyler söyledi. "Ey ruh, geldiysen haber ver." gibi şeyler işte. Fincanda belli belirsiz bir titreme fark ettim. Masadaki herkes şaşırmıştı. Gözlerimizi açmış, birbirimize bakıyorduk. Turan, sanırım bir ziyaretçimiz var deyince hafiften altıma kaçırdığımı hissettim.
- Allah akıl fikir versin, hayatta istemezdim orada olmayı, dedi Selma.
- Neyse fazla uzatmayayım, Turan, kim olduğunu söyle bize dedikten hemen sonra, akıl almaz bir şekilde Quija üzerindeki fincan hareket etmeye başladı. Buna hiç kimsenin inanmasını beklemiyorum ama yeminle söylüyorum ben bunları yaşadım. Resmen parmaklarımızı sürüklüyordu fincan, harflerin arasında dolaşıyor, bazı harflerin üzerinde duraksadıktan sonra bir diğerine ilerliyordu. Selma’ya kollarını gösterdi. Bak dedi, sana anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor. Turan, harfleri yan yana getirdikten sonra "Jale" diyor, dedi. Ellerimiz korkudan zangır zangır titriyordu. Turan, "Jale kim?" diye sordu. Fincan yine harflerin üzerinde dolaşmaya başlayınca dikkatimi verip takip etmiştim bu kez. Evet, Turan’ın dediği gibi, fincan Quija tahtasının üzerinde, sırasıyla "Rahibe" sözcüğünü oluşturan harflerin üzerinde gezindi. Bu sefer "Hangi rahibe?" diye sordu Turan. Harfleri birleştirince "Rüya" sözcüğü çıktı. Ne demek istediğini o zaman anlamamıştık. Başka soruya geçmeden fincan parmaklarımızı "güle güle" yazan bölüme çekti. Turan, artık ayrılmak istiyor, seansı kapatmamız lazım, yoksa kızarlar deyince çıktık odadan. Salonda arkadaşlarla "rahibe" ve "rüya" sözcükleriyle ne anlatmak istediğini tartıştık gece boyunca. Hiçbirimiz bir anlam verememiştik bu iki sözcüğe. Sonra evlerimize döndük.
- Bekle biraz,
telefonum çalıyor, dedi, Selma. Jale’nin sözünü kesti.
Aceleyle salondaki telefonun yanına koştu. Arayan
Kemal’di.
- Hasan’a ulaşamıyorum, telefonu cevap vermiyor.
Selma telefonu kulağından ayırmadan mutfağa, Jale’nin yanına döndü.
- Başkandan izin alacaktı, sessize almış olabilir, onunla hastanede buluşuruz diye konuşmuştuk. Ben de Jale ile birlikte çıkarım birazdan.
- Ben sizi alabilirim ama önce Cevdet Bey’in yanına uğramam gerekiyor, dedi Kemal.
- İstersen önce bize uğra, birlikte gideriz doktora, yolu uzatmamış olursun. Hem sana anlatacaklarımız var.
- Tamam o zaman, yola çıktım, geliyorum dedi, Kemal.
Selma telefonu kapatıp Jale’ye döndü.
- Kemal bizi almaya gelecek, Esther’in doktoruna
birlikte gideceğiz. Bir yandan masayı toplarken hikayenin sonunu merak ediyordu. Sen anlatmaya devam
et, e ne oldu sonra? Rahibe rüyana mı girdi?
- Benim arabamla da gidebilirdik ama neyse. Evet, ne diyordum, aynen dediğin gibi oldu. Gecenin bir yarısında kan ter içinde uyandım. Normal bir rüya değildi bu. Vatikan’daki Aziz Petrus Kilisesinin baş rahibesiydim. Papa’nın evrak işlerine bakıyor, yazışmalarıyla ilgileniyordum. Gördüklerim göz kamaştırıcıydı. Yüksek kubbesi olan bir binanın içinde, heykeller, resimler ve süslemeler arasında geziniyordum. Sonra birden sessizliği yırtan bağrış ve çığlıklar yükseldi. Ben de herkesin panik içinde koştuğu tarafa yöneldim. Papa yere uzanmış yatıyordu. Herkes bir yana açılıp bana yol verdi. Kanlı bir hançer göğsüne saplanmıştı. Üzerine kapanıp bağıra çağıra ağlamaya başladım. Üzerine eğildiğimde bana "Evet kızım, sen beni kurtaracak Paula’sın." diye fısıldadı.
Selma mutfağı toplarken Jale'nin anlattıklarına daha fazla dayanamadı.
- Hayal gücün epey genişmiş. Her insanın görebileceği
bir rüya bu. Tamam, sen şimdi Timur'a göz kulak ol, ben de hemen giyinip,
makyaj yapayım, Kemal’i bekletirsek, ayıp olur.
- Dur, dur bak, dedi Jale. Selma’nın peşine takıldı. Israrla kendisini
dinlemesini istiyordu. Altı ay sonra Roma’ya gittik Ayhan’la. Otele
yerleşir yerleşmez Vatikan’ın yolunu tuttuk. Yemin ediyorum bak, rüyamda
gezdiğim, gördüğüm her yeri karşımda buldum. Ayhan’a sor istersen, rüyama giren heykellerin nerede olduğunu, hangi kapının nereye açıldığını elimle koymuş gibi biliyordum. Duvarları rüyamda gördüğüm resimlerle süslü uzun bir koridorda yürürken sağ tarafa
açılan bir hole gireceğimizi, hole açılan üç kapı olduğunu önceden Ayhan'a söylemiştim. Bütün söylediklerim çıkınca o da şaşkına döndü. O kadar
ki, holün mermer döşemesindeki haç işaretli yer süslemesi bile rüyamda papanın
katledildiği yerde gördüğüm şeklin tıpa tıp aynısıydı.
- Esther’in durumu seninkinden farklı sanırım dedi, Selma. Jale’yi sabırla dinlemiş fakat onun iddia ettiği gibi önceki hayatını Vatikan’da geçirdiğine pek aklı yatmamıştı. Bununla birlikte Jale'nin anlattıklarına kendisini inandırdığını düşünüyor, sözlerinde bir aldatma ya da abartı olmadığını düşünüyordu.
- Seninle aynı fikirde değilim, dedi Jale. Esther Abla'nın durumu da benim rüyamın gerçek olduğunu kanıtlıyor. Eğer ruhun ölmeyeceğine
inanıyorsak, onun kendine uygun başka bir bedende tekrar vücut bulacağına
şaşırmamalıyız bence. Esther Abla’nın yaşadıkları benim bu düşüncemi desteklemiyor mu?
- Bilmiyorum, dedi Selma içini çekerek. Ben Timur’u aşağı, annemlere bırakayım, Kemal gelmek üzere. Bu arada Esther'in başına gelenlerden sakın kimseye bahsetme. Yoksa Kemal öldürür bizi. Doktoru da bunu bir sır gibi saklamamızı özellikle istedi.
Giyinirken, makyaj yaparken peşini bırakmamıştı, Jale. Çocuğun elinden tutup kapıya yürüdü.
- Hadi bakalım Timur, anneanneye gidiyoruz, Jale Teyze'ne bay bay de ve biz gelene kadar uslu duracağına söz ver. Çocuk, sesini çıkarmadı.
Devam edecek
Jale sahneye girdi, şimdi olaya farklı bakış açısı getirecek. Tabii ben yine de Esther' le doktorun anlaşması diyorum bu olaya :)) Çok teşekkürler doya doya okudum valla, okuyucuları dinleyip bölümü uzun tuttuğunuz için çok teşekkür ederim. :) Müzik harikaydı, videodaki keçilere bayıldım <3
YanıtlaSilJale tam çatlak. Deep'in de favorisi o:) Rasyonel bir bakış açısıyla bu tür fantastik olayları kabullenmek zor. Bu bölümü yazarken reenkarnasyon üzerine epey araştırma yapmıştım. Yine de birebir görmeden inanamıyor insan. Bir de şöyle düşünelim. Esther gibi halim selim bir kadın böyle bir macerayı göze alabilir mi? Tamam, Cevdet Bey'e güvenmiyorum, onun da tahtası eksik ama Esther? Eğer bu bir oyunsa, Kemal'in er ya da geç bunu öğrenemeyeceğinden kim emin olabilir. Velev ki öğrendi, nasıl bakar Kemal'in yüzüne? Kemal'in tepkisi nasıl olur sizce? Neyse ileride neler olacak göreceğiz bakalım;) Ama şu kesin Esther ve Kemal arasında katıksız bir sevgi bağı var. Evet, biraz uzun tutmam gerekiyor. Bu bitsin de yeni projeler başlasın:) Müzik de keçiler de süper, haklısınız:))
SilBazen gözümüzün önünde olan şeyi göremeyiz. Girdaba kapılmış birini ordan çıkartmanın çeşitli yollarından biri olabilir bu. Kemal kendi de farketti, düşüncelerini, hayatını sadece "iş" in kapladığını. Tabii farklı bir yönü de var bu olayın, Esther' in cidden çocukken yaşadığı olaylara bir el atmak gerekiyor. Benimki bolca tahmin :)))
SilSizi yanıltmak istemem:) Doğru yoldasınız:)
SilBölüm çabuk geldi bu sefer. :) Kemal hâlâ iş konusunda düşünüp duruyor. Artık iş yükünden bıktığı çok belli.
YanıtlaSilJale' nin dahil olması güzel oldu. Anlattıkları keyifli. Ruh çağırma kısmı ilgi çekiciydi. Prenses Nora hakkında daha çok öğrenecek miyiz acaba?
Çünkü önceki bölüm çok kısa olmuştu, onu telafi edeyim dedim:) Kemal'in işi bırakıp dünyaya dönmesi lazım artık. Fakat büyük mücadele veriyor kurtulmak için. Jale öykünün eğlenceli karakteri, o da uçuşlarda:)) Evet, ruh çağırma nasıl bir şey o konuyu da araştırmıştım:) Prenses Nora, Kemal'i peşinden ne kadar koşturacak bakalım, göreceğiz:))
SilAyyy çocuğun yanında konuşmasalar bari bunları!
YanıtlaSilBende bir enişte var, küçük teyzemin eşi. Çok ilgili parapsikoloji konularıyla. Bende de sıfır inanç, çok tartışırız keyifle. Kendisi hipnoz uzmanı birkaç deneyleri var teybe aldığı. Birinde adamın biri aynen bu Esther gibi birden Arapça konuşmaya başlıyor ama normalde tek kelime bilmiyor. Eniştem bunu reenkarnasyonun kanıtı olarak anlatınca, ben de tabii bir nörobilim uzmanı olarak, enişte bunun basit bir nedeni daha olabilir, bu adamın hayatında arapça konuşan bir figür olabilir çocukluğunda dahi duymuş olsa bu dili, hipnoz sırasında korteksin üzerindeki baskı kalktığı anda hatırlayabilir diye iddia etmiştim. Zira bir arkadaşımın 0-3 yaş arası Bulgar göçmeni bir bakıcısı vardı ve arkadaşım yıllar sonra bir şekilde Bulgarca anladığını fark etmişti. Şimdi bu hikayede alakasız tabii ama aklıma geldi :)
Jalelerden her eve lazım. Gamsız baykuş.
Timur henüz iki yaşında, sanırım anlamaz konuşulanları:)
SilAslında yazdıklarınızla öykü bire bir örtüşüyor. Reenkarnasyonla alakalı olabilir ya da olmaz, tartışma konusu bu değil. Ama hipnozdan sonra bilmediği bir dili konuşmaya başlaması verdiğiniz örneklerle uyumlu. Ayrıca Esther bildiği dilleri de unutmuş görünüyor. Öyküyü okurken iyi de gerçekten insanın eşinin böyle bir durumla karşılaşması korkunç bir şey olmalı. Kemal'i düşünüyorum, gözlerim kapalı:)))
Jale mahallenin delisi ama dediğiniz gibi her eve lazım:))
neyse en eğlenceli karakter jale geldi bari uzun zaman sonra sahneye :) jale ye ayrı bir hikaye yazılmalı. şaka bir yana bu hikayeler doğru olabilir, başka vücutta tekrar doğmak olası geliyor bana da. yani herkes değil de bazı kişilerde olabiler bu. jale haklı olabilir. bu arada, quija tahtası çok kullandım, çok seansa katıldım, hiçbirinde ruh gelmedi ama, güle güle hal oldum her seferinde, seansta inanmayanlar olunca gelmiyo ruhlar :)
YanıtlaSilJale'nin dönüşüne senin adına çok sevindim ben de:)) Reenkarnasyon. yaratıcı bir varlığa inananlar için bana da mantıklı geliyor. Neden dersen, adil bir yargılama için ruhun farklı bedenlerde her türlü acı ve sevinci adil olarak tecrübe etmesi gerekir bence. Ve defalarca farklı bedenlerde dünyaya gelen ruh sonunda kemale ulaşabilir böylece.
SilRuh çağırma olayında millet gerilir, korkar ya. Sen nasıl gülebiliyorsun? Sana gelmez tabii o zaman ruh. Jale'ye her seferinde geliyor, neredeyse kendi ruhunu bile çağıracaklardı kızın:)))
Bir önceki bölüme yorum yazıp hemen arkasından bunu okuyunca karşıma "İş dediğin konsantrasyon ister, en küçük hatayı affetmez, başka şeye yer yoktur kafanda. Ne bir hobi, ne ailen, ne de dostların…" yazısının çıkması....
YanıtlaSilYok yok, adam harbi işkolik:)))
Sil