Kitabın Adı: Mutlu Olma Sanatı
Yazar: Arthur Schopenhauer
Sayfa Sayısı: 53
Yayınevi: Can Yayınları
Çeviren: Şebnem Sunar
Kitabın Adı: Mutlu Olma Sanatı
Yazar: Arthur Schopenhauer
Sayfa Sayısı: 53
Yayınevi: Can Yayınları
Çeviren: Şebnem Sunar
Kitabın Adı: Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar
Yazar: Jean Oscar WILDE
Sayfa Sayısı: 62
Yayınevi: Can Yayınları
Çeviren: Özlem Alkan K
Oscar Wilde (1854-1900) Dublin doğumlu şair, yazar ve eleştirmen. Daha önce Dorian Gray'in Portresi adındaki tek romanını okuduğum, katı ahlâk kurallarının, tabuların egemen olduğu Victoria döneminde sıra dışı hayatıyla çağının çok ilerisinde düşünen Oscar Wilde, şiir, masal, öykü kitaplarının yanı sıra aynı zamanda bir oyun yazarı, eleştirmen ve estetik kuramcısıydı. Toplum yaşamını, sanatı, aşkı, kadın erkek ilişkilerini ve insan doğasını farklı açılardan olağan üstü bir ustalıkla ele aldığı aforizmalarının (özlü, çarpıcı ve aykırı sözler) derlendiği "Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar" adlı kitabı bir oturuşta okunabilecek cinsten. Önce yazarın ne demek istediğini anlamaya çalışıyorsunuz fakat sarf ettiği sözler üzerinde kısa bir süre düşündüğünüzde çoğu zaman yazara hak veriyorsunuz. Bu özlü, çarpıcı, ironik ve mizah içeren alegorik (bir düşünceyi, davranışı ya da eylemi, daha kolay kavratabilmek için onu, yerini tutabilecek simgelerle, simgesel sözlerle, benzetmelerle göz önünde canlandırma işi) sözleri okuduğunuzda yaşamın bir parçası, toplum, bir arkadaşınız, eşiniz ya da geçmişinizde tecrübe ettiğiniz bir olay canlanıveriyor gözünüzde. Çeviriyi başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Kitabın adını veren "Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar" cümlesiyle yazarın ne demek istediğini tam olarak henüz çözmüş değilim ama Wilde, burada sıkıcı insanlara gün boyu tahammül etmenin güçlüğünden dem vuruyor olmalı. Aforizmaların her biri deneme yazmak için güzel bir esin kaynağı aynı zamanda. Wilde'ın aforizmalarından hoşuma giden birkaç örnek vereyim:
"Bana göre, sabah erkenden kahvaltısını edip şehre gidip treni yakalayan, ticaret aleminin tozlu, kasvetli atmosferinde kalan, akşam evine dönüp yemeğini yedikten sonra uykuya dalan işadamının hayatı bir kadırga kölesininkinden beterdir - zincirleri demir değil altındandır, o kadar."
"Hayat ciddiye alınmayacak kadar önemlidir."
"Çok çalışmayı, yapacak daha iyi bir işi olmayan insanların sığınağı olarak görürüm."
"Dua asla karşılık bulmamalıdır; Eğer bulursa dua olmaktan çıkar, muhabere olur."
"Tehlikeli olmayan bir fikir, fikir olarak nitelendirilmeyi bile hak etmez."
"Kamuoyu ancak fikirlerin olmadığı yerde var olur."
"Yoksulların gerçek trajedisi nefislerinden feragat etmek dışında hiçbir şeye güçlerinin yetmemesidir. Güzel nesneler gibi güzel günahlar da zenginlerin ayrıcalığıdır."
"Mutlu yaşamak için talihsizlikler gerekir."
"Aşk bütünüyle trajedidir."
İnternette Oscar Wilde'ın aforizmalarına kolaylıkla ulaşmak mümkün fakat okuduğum kitap onun düşünce dünyasını keşfetmek için pratik bir yol oldu benim için.
"Takıntılı olduğunuz şeyler var mı?"
Takıntı denilince bir inanç gereği ya da hiçbir mantığı olmadığı halde yapılması veya yapılmaması halinde endişe ve huzursuzluk yaratan huy ya da davranış biçimlerini anlıyorum ben. Araştırmalara göre kadınlarda erkeklere nazaran çok daha sık görülürmüş. Diğer taraftan takıntılarla baş edememe durumunun, bilimsel açıdan asla bir kişilik zayıflığı ya da irade noksanlığı çerçevesinde ele alınmaması gerektiğini ifade eden uzmanlar, bu rahatsızlığın aslında hassas ve zeki insanların başına geldiğini belirtiyorlar. Aristo mantığından hareketle, bu saptama kadınların erkeklere göre daha hassas ve zeki olduğunu bir kez daha kanıtlamış oluyor.
Bana gelince doğal olarak! fazla takıntıları olan biri değilim. Fakat en çok görülen takıntı türlerinden biri olan kapıların açık kalmış olabileceğinden kuşku duyma durumunun bir benzeri bende var. Ne zaman arabadan inip kumandayla arabamı kilitlesem içimde bir huzursuzluk peydahlanmakta. Çoğu kez gayrı ihtiyari yaptığım kapı kapatma eylemini kafama fena takarım. Eğer şanslıysam arabadan on on beş adım uzaklaştıktan sonra aklıma düşer ama çoğu zaman eve çıktıktan sonra işkillenmeye başlarım. Kendimi rahatlatmak için üşenmeden tekrar arabamın yanına gider kilitleyip kilitlemediğimi kontrol ederim. Bugüne kadar yüzlerce kez maruz kaldığım bu durumda sadece bir kez arabamın kilitlenmemiş olduğunu gördüm.
Bana epey rahatsızlık veren bu huyumu aşmak için biraz araştırma yaptım. Obsesyon OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) olarak olarak adlandırılan söz konusu davranış türüne halk dilinde vesvese dendiğini biliyordum. Vesvesenin nedeni Şeytan, ondan kurtulmanın üç yolu varmış: Birincisi istiğfar, yani tövbe etmek, ikincisi istiaze, yani Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak, sonuncusu da sık sık eûzü besmele okumak.
Bu iş canımı sıkıyor, bir an önce takıntımdan kurtulmak istiyordum. İlk aklıma gelen, vesveseme neden olan Şeytan'ı ortadan kaldırmak olmuştu. Eğer bunu başarabilirsem vesvese olayı dünyadan silinebilecekti ve ben insanlığa büyük bir fayda sağlayacaktım. Her şeyi göz almıştım ama Şeytan denilen şey gözle görülür, elle tutulur bir şey olmadığı için plânımı gerçekleştiremedim tabiatıyla. Bu yüzden alimlerimizin tavsiyesine uyup en azından kendimi Şeytan'dan kurtarma cihetine gittim. Bana göre yaşadığım süre içinde hiç günah işlemediğim için tövbe, istiğfar etmemin anlamı yoktu. İlahi kattan bakıldığında ise biriken günahlarım için kırk yıl tövbe etsem yine de vesveseden kurtulmaya yetmeyecekti. İkinci olarak Şeytan'ın şerrinden kaçınmam gerekiyordu. Kendisiyle hiç tanışma fırsatım olmamıştı. Onun çok kurnaz ve zeki biri olduğunu biliyordum. Ne kadar gayret göstersem de bir şekilde beni oyuna getirebilirdi. Zira yeri göğü yaratan Tanrı'ya sığınan nice softa insanlar gördüm, Şeytan hepsinin ruhunu teslim almıştı. Buna karşılık hiçbirinin cennete kabul edilecek miyim yoksa nar-ı cehennemde yanacak mıyım diye vesvese ettiklerine rastlamadım. Sonunda takıntının Şeytan'ın bir işi olmadığına karar verecektim ki hadi sonuncu yolu da deneyim aklımda kalmasın dedim. En kolayı buydu. Elime tespihi aldım, 99 kez eûzü besmele çektim. Aklıma yarım saat önce kapının önüne bıraktığım arabam geldi. Acaba kapısını kilitlemiş miydim? Çaresiz giyinip aşağı indim. Kapıları kontrol ettim. Her zaman olduğu gibi yine kilitli buldum ve eve geri döndüm.
Gerçekten işe yaramıştı sanki. Son üç gündür arabamı kilitleme takıntımın ortadan kalktığını fark ettim. Bu üçüncü yol sayesinde artık vesvese etmiyordum. Ne var ki yeni bir durum çıkmıştı ortaya. Eûzü besmelemi çekip tespihi elimden bırakır bırakmaz garip bir huzursuzluk çöküyordu üzerime. Acaba tam 99 kez besmele çekmiş miydim? Ya el alışkanlığıyla tespih tanelerinden birini atlamışsam! Hadi sil baştan, yeniden tespihimi elime alıp çekiyordum. Bir süre sonra kafam çalıştı, fazla besmele göz çıkarmaz deyip on kez daha ilave ettim. Bu durum aşağı inip arabamı kontrol etmekten daha fazla zamanımı almaya başlamıştı. Lakin ana sorun çözülmüştü, artık arabamın kilitli olup olmadığına takılmıyordum.
Yazar: Jean Christophe GRANGE
Sayfa Sayısı: 519
Yayınevi: Doğan Kitap
Çeviren: Tankut GÖKÇE
Şeytan Yemini, müptelâsı olmadığım polisiye türünde bir kitap. Daha önce yazarın Kongo'ya Ağıt romanını okuduğumu hatırlıyorum. Kongo'ya Ağıt konusu itibarıyla daha çok hoşuma gitmişti. Grange bu kitabında fantastik öğelere yer veriyor. Konuya geçmeden önce genel olarak çeviriyi başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Yazım hataları oldukça az okuru rahatsız etmiyor.
Romanın baş kahramanı Mathieu Durey (Mat) Paris emniyetinde cinayet masası amiri. Birlikte çalıştığı Luc Soubeyras aynı zamanda Mat'ın çocukluk arkadaşı. Luc'un beklenmeyen intihar girişiminden sonra bu durumu kabullenemeyen Mat, arkadaşının takip ettiği cinayet dosyasının izini sürmeye başlar. Onun esas amacı Luc'u intihara sürükleyen nedeni ortaya çıkarmaktır. Çetrefilli bir işin içine girmiştir. Takip ettiği cinayet ile benzer özellikte farklı ülkelerde bir takım seri cinayetler meydana gelmiştir. Bütün cinayetlerin işlenme şekilleri bir takım satanist öğeler barındırdığı için kahramanımız etraflı bir araştırmaya girişmiş, takım arkadaşlarından aldığı destekle katillerin izini sürmeye başlamıştır. İtalya, İsviçre ve Fransa arasında mekik dokumaktadır. Mesleğine canından çok değer veren Mat, bitmek bilmeyen takip esnasında hayati tehlikelere maruz kalır. Birbiri ardına işlenen cinayetleri konusu nedeniyle Vatikan dahil kiliseler de takip etmektedir. Çünkü konu Şeytan ve Tanrı arasında amansız bir savaşa dönüşmüştür. Tam sonuca ulaştığını sandığı bir yerde olaylar onu başka mecralara sürükler. Kitabın sonunda katilin pek uzağında olmayan biri olduğunu keşfeder.
Roman kurgusunda mantığa ters gelen fantastik öğeleri başarılı bir şekilde saklamasını bilen yazar bu tür kitapları okumayı sevenlerin gönlünü fethedebilir. Kitapta çok sayıda mekan ve kişinin yer alması kısa sürede okunmasını zorunlu kılıyor. Sürükleyici bir roman olan Şeytan Yemini merak duygusunu harekete geçirdiği için elden düşürülemeyecek bir kitap zaten. Adli tıp konularında yabancısı olduğumuz teknik bilgiler mevcut. Yazar kurguyu yaparken bu konularda destek aldığı belli. Fakat yine de akılda kalıcı bir kitap değil. Vakit geçirmek amacıyla zevkle okunabilecek cinsten. Tipik bir Grange romanı diyebiliriz.
"Sevgi elde edilir mi, kullanılır mı, paylaşılır mı?"
Sevgi kavramının insan ruhunda oluşturduğu duyguyu bir kaç sözcükle izah etmenin imkânı yoktur. Sözlükler sevgiyi ilgi, bağlılık, derin ve yakınlık gibi soyut sözcüklerle tanımlamaya çalışmış olmakla birlikte söz konusu kavramın çeşitliği ve her insanda farklı bir şekilde karşılık bulması konuya derinlik kazandırmaktadır.
Sevginin bir üst basamağı olarak nitelendirilen aşkı uzun zamandan beri patolojik bir durum olarak görmekteyim. Sevgi insan ile herhangi bir nesne arasında zuhur eden ve büyük ölçüde menfaate dayalı eylemsel yönü ağır basan ancak bir miktar da duygusallık içeren bir ilişki iken aşk, tek taraflı, güçlü duygu yönü kuvvetli bir kapılış, kayboluştur. Diğer taraftan aşkın tarifine en yakın gördüğüm annenin evlâdına olan ilgisi içgüdüsel olması bakımından konumuzun tamamen dışındadır. Mecnunun Leylâ'ya, Tahir'in Zühre'ye olan bağlılığı aşka örnek verilebilir. Aşkta sahiplenme yoktur, kişi kendini hiç yerine koyarken karşı tarafı zirveye çıkartır, kılına zarar gelmesin diye canını verir seve seve. Platonik kaldığı sürece sonsuz, vuslat olması durumunda zaman içinde sevgiye bazen de nefrete dönüşebilir.
Sevgiye geleceğim ama aşk mevzuundan kopamıyorum bir türlü. Günümüzde kelimeler anlamını yitirdi. "Aşk" sözcüğünü dilimizden düşürmüyoruz. Gerçek aşk nedir bilir misiniz? Sevdiğiniz sizi bir başkasıyla aldatsa bile ona hesap sormak aklınıza gelmez. Hatayı hep kendinizde ararsınız. Kahrolursunuz, seni başkasına yâr etmem deyip şiddete baş vurmak, öldürmek şöyle dursun bu ayrılığa tahammül edemediğiniz takdirde ancak kendi canınıza kıyarsınız. Bence Ümit Besen'in "Nikâh Masası" şarkısı aşkı en güzel anlatan şarkılardan biri. "Nikahına beni çağır sevgilim, istersen şahidin olurum senin" diyor, var mı bunun üzerine söylenebilecek bir söz.
Sevgi aşkın yanında son derece sönük kalıyor. Diğer pek çok sözcük gibi sevgi sözcüğü de anlamını yitirmiş ne yazık ki. Sevgide karşılıklı menfaat ilişkisi vardır. Beni sevmeyen birini niye seveyim ki? Ya da sevmediğim birinden beni sevmesini nasıl bekleyebilirim? Öyle değil mi? Sadece insan ilişkilerinde değil. Hayvan sevgisi diyoruz, evimizde kedi, köpek besliyoruz. Çünkü onlar bize arkadaşlık ediyor, varlığından hoşnut kalıyoruz. Doğa sevgisi diyoruz, yeşile, akarsulara, denize, yıldızlara hayranız, cıvıl cıvıl kuş sesleri bizi mutlu ediyor. Diğer taraftan doğayı sevmediğimiz, onu korumadığımız takdirde o da bizi sevmeyecek, gelecek nesillere kötü bir miras bırakacağız endişesi var aklı başındaki insanlarımızda. Kitap okumayı seviyoruz meselâ, çünkü bizi bilgilendiriyor, yeni şeyler öğreniyor, hoşça vakit geçiriyoruz. Bir tür alış veriş bunların hepsi. Ailemizi severiz, korur bizi, dara düştüğümüzde en yakın can simidimizdir. Fakat en basit bir miras davasında kanlı bıçaklı oluruz. Menfaatlerimiz çakışmıştır. Bu yüzden sevgide denge şarttır. Alışverişte terazinin ibresi şaşmaya görsün, anında sevgimiz azalır. Yazmayı sevmek de aynı. Yazmayı seviyorum, kelimeler kağıttan ya da ekrandan fırlayıp sırtımdaki yükü mü alıyorlar? Tabi ki hayır. Peki yazmaktan kazancım ne? Ya da yazmaktan ne elde ediyorum. Fikirlerimi paylaşıyorum, içimi döküyorum, yazdıklarımın okunmasından hoşlanıyorum, bu iletişim tarzını seviyorum deyip uzatabilirim uzatabildiğim kadar. Şimdi diyeceksiniz ki madem bu sevgi dediğin karşılıklı menfaat ilişkisi, peki o zaman senin yazdığın yazıya ya da okuduğun kitaba ne gibi bir faydan var? Güzel bir soru. Bana Nazım Hikmet'in dizelerinde hayat bulan "Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?" sorusunu hatırlattı. Size garip gelebilir ama elmanın da seni sevmesi şart. Sen elma ağacına bakacaksın, gübresini, çapasını, suyunu eksik etmeyeceksin yani ona bağlanacaksın, ilgileneceksin ki seni sevsin ve sevdiğin elmayı sana versin. Kitap okumayı, yazmayı seveceksin ki kitaplar da seni sevsin, çoğalsın, yasaklanmasın, sansüre uğramasın, yakılmasın, ışıl ışıl bilgi dağıtarak insanlığı aydınlığa çıkarsın.
Bu uzun girizgâhtan sonra sevginin benim gözümde ne menem bir şey olduğunu anlatabildim sanırım. Konumuza dönebiliriz o zaman. Sevgi elde edilebilir mi? Karşımızdaki kişinin ya da bir canlının, bir nesnenin sevgisini elde etmek mümkün mü? İnsan ilişkilerinde bu mümkün. Fakat çoğu zaman bu durum aldatma, kandırmaca olarak zuhur eder. Bir tür algı yaratma, hipnotize etme durumunda sevgi elde edilebilir. Politikacı çıkıp "Ben milletimin hizmetkârıyım" diyebilir meselâ. Yığınlar da bu yalana inanabilir. Sevginin elde edilmesi bir fetih, bir aldatma olayını çağrıştırıyor bende. Bu gerçek bir sevgi değildir. Çünkü böyle bir sevgi gösterisinde karşılıklı menfaatten bahsedilemez. Bir taraf aldatır, diğer taraf aldanır. Bir süre sonra gerçek ortaya çıkar ve sevginin yerini nefret alır. İnsan dışındaki canlı ve cansız varlıklarda bu tür sevgiyi elde etmek mümkün değildir. Çünkü onları insanlar kadar aldatmanız mümkün değil.
Peki sevgi kazanılır mı? Evet. Birinin sevgisini kazanmak için bazı temel kaideleri yerine getirmek gerekir. Karşınızdaki kişiye güven vereceksiniz, dürüst olacaksınız, dara düştüğünde yanına ilk koşan siz olacaksınız, maddi ya da manevi verecek bir şeyleriniz olacak, yani karşınızdakini size hayran bırakacak bilgi, kültür birikimine sahip olacaksınız... Köpeğinize bile mama verdiğinizde kuyruğunu sallayarak sevgisini kazanabilirsiniz. Nesneler için böyle bir şey söz konusu değil elbette. Elmas yüzüğünüzü sevebilirsiniz ama ona ne kadar ihtimam gösterirseniz gösterin sizi sevmesini beklemeyin.
Sevgi kullanılır mı? Kullanılmaması gerekir. Sevgiyi kullananlar yok mu? Elbette pek çok insan bu yola başvurmaktadır. Kullanılan sevgi, gerçek sevgi değil, aldatmacadır sadece. Türlü yalan dolan, kandırmacalarla elde edilen ve yukarıda da temas ettiğim bağlılık, ilgi duyma davranışı benim sevgi tanımıma uymaz.
Sevgi paylaşılan bir eylem midir? Sevgi duygudan öte bir eylemdir. Sevdiğim blog yazılarını okuyorsam bu salt bir eylemdir. Onlar da benim yazılarımı severek okuyorlarsa yapılan karşılıklı eylem aynı zamanda bir paylaşımdır. Sözgelimi sevdiğim bir blog arkadaşımın yazısına iliştirdiği müzik benim de duygularımı harekete geçirmiş olabilir. Bu ise duygusal bir paylaşımdır. Boşuna dememişler, "Sevgi paylaştıkça çoğalır, acılar paylaştıkça azalır." diye.
"Beş yıl önceki yaşantınız nasıldı? On yıl sonrası için hayalleriniz, beklentileriniz ve yaşama dair hedefleriniz nelerdir?"
Beş yıl önce neredeydim, neler yaşadım sorularının cevabı benim açımdan hayli kolay. Kolay olmasının sebebi de o sıralar tutmuş olduğum günlükler. Evet, bundan tam beş yıl önce en büyük hayallerimden birini gerçekleştirdim. Tire'nin Kaplan Köyünde, 2015 yılı sonuna doğru başladığım inşaat işlerini tamamlayıp 14 Ağustos 2016 Pazar günü Taş Ev Restaurant'ı eşimle birlikte işletmeye başlamıştık. İnşaat safhası dahil olmak üzere işletmeye aldığımız günden kapanışa kadar aksatmadan tuttuğum günlükleri her okuduğumda, yüzümde bir gülümseme belirir. O günler, hayatım boyunca unutamayacağım türlü anılarla, dolu dolu geçmiştir. Bir yandan devam eden inşaat, diğer yandan ceviz, kestane, zeytin ve diğer meyvelerin hasat işleri, geniş arazinin tamamına damlama su hatlarının çekilmesi, eşimin zoruyla çıktığım pazar alışverişlerinde zorlukla taşıdığım poşetlerin haricinde en ufak bir yük taşımadığım halde kapasitemi test edercesine sırtlandığım koca koca ceviz ve kestane çuvalları gözümün önünden adeta bir film şeridi gibi geçiyor şimdi.
Beş yıl önce neler yaşamadım ki! Esnafla, işçilerle boğuşurken, büyük çaplı alışverişler, hastalıklarla mücadele ederken aile boyu gezmelerimiz, okumalarım, yazmalarım... Hayatımın en özel ve en güzel günlerini geçirdiğim Kaplan Köyünde daha önce hiç tanımadığım kırsal hayatın içinde bulmuştum kendimi. Yeni insanlar tanıdım, onlarla yaptığım sohbetleri blogumda paylaştım. Başlangıçta günlük tutmamın amacı, dışarıdan bakıldığında son derece cazip gelen restaurant işletme fikrine ilgi duyanlar için rehberlik etmekti. Kim bilir belki de tuttuğum bu günlükleri günün birinde kitap haline getirebilirdim. Evet dostlar, beş yıl önce Ankara'dan temelli yerleşmek üzere geldiğimiz Tire'de eşimin dedesine ait metruk Rum evini yıktıktan sonra Taş Ev Restaurant olarak yeniden inşa etmiş ve akabinde işletmeye almıştık. O yıl boyunca çoğu günlük tarzında olmak üzere toplam 422 yazı yazmışım. Şantiyeler ve şehir merkezi arasında geçen uzun ve yorucu profesyonel meslek hayatımdan sonra köpekleri, tavuklarıyla, meyvesi, sebzesiyle, suyu ve toprağıyla değişik ve güzel bir deneyim olmuştu benim için kırsal yaşam.
İlk soruyu kolay cevaplandırırken o günleri yeniden yaşamak duygulandırdı beni fakat ikinci soruya cevap bulmak benim açımdan hayli zor. Yarına çıkıp çıkmayacağımızın belirsiz olduğu bir düzende genlerimin bana verdiği yetkiye dayanarak on yıl sonrasını göreceğime inanıyorum. Ne var ki, bundan sonra, okulumu bitirip mesleğimde yükseleceğim, akademik kariyer yapacağım, müzikle ya da başka bir sanat dalıyla uğraşacağım türünden ulvi hedefler peşinde koşacak yaşları çoktan geride bıraktım. Ülkenin ve dünyanın sorunları ile ilgileniyorum ancak sevgili Deep'e verdiğim sözü tutarak bu yazımda siyaset konularına hiç girmeyeceğim. Bundan böyle hayat felsefem beklentilerimi asgari düzeyde tutarken daha az acı çekip daha fazla mutlu olmak. On yıl sonrası için hayalim entelektüel birikim bakımından iyi bir seviyeye gelmek ve bir ya da daha fazla sayıda kitap yayımlamak. Bunlardan ilki hayalden öte kesin hedefim diyebilirim, ikicisi ise eğer kendimi yeterli bulup hazır hissettiğim takdirde olabilecek bir şey.
Pelin Dilara Çolak, genç bir kız, henüz otuzunda bile değil. Onun bu genç yaşına rağmen felsefe, bilim, kültür ve sanat konusunda edindiği birikimlerini içtenlikle paylaşma hevesi, düzgün diksiyonu, analitik düşünce tarzı beni kendisine hayran bıraktı. Felsefeyi insana sevdiren harika bir youtube kanalı var. Sempatik anlatımıyla milyonlarca kişi videolarını izlemiş bugüne kadar.
Felsefe Yunanca sevgi anlamına gelen "Philia" ve bilgelik anlamına gelen "Sophia" sözcüklerinin birleşmesinden türemiş, insanı akla gelen her konuda düşünmeye sevk eden ve aklı önceleyen bir kavram. Dilara, "Dilozof" adını verdiği Youtube kanalında antik çağdan günümüze dek yaşamış ünlü filozofları ve onların felsefi düşüncelerine ilişkin bilgiler veriyor. Ayrıca hafıza ve zekasına hayran olduğum Prof. Dr. Celâl Şengör ile yaptığı, felsefenin doğuşu ve gelişimi konulu ve yaklaşık bir saat kadar süren röportajını zevkle izledim. Felsefe Tarihi Serisi başlığı altında topladığı 32 bölümlük video dizisinde Dilara, akıllara takılan konularda farklı felsefi görüşlere yer vererek yaptığı gerçekçi değerlendirmelerin yanı sıra kitap önerileriyle insanın ufkunu açıyor.
Felsefe konusunda henüz yolun başında olmama rağmen "preliminary" seviyesinde edindiğim bilgilerin yaşama dair düşüncelerimi gözden geçirmemi sağladığını söyleyebilirim.