KATEGORİLER

7 Kasım 2021 Pazar

BEN, KİRKE - MADELINE MILLER

 

Kitabın Adı: BEN, KİRKE

Yazar: Madeline MILLER

Sayfa Sayısı: 404


Yayınevi: İthaki Yayınları 

Çeviren: Seda Çıngay Mellor 

Türü: Mitolojik, fantastik roman

Mitolojiye fazla aşina olmadığımdan ötürü Madeline Miller'in kitabını okumaya başlarken tereddüt etmiştim. Homeros'un destanlarından yola çıkıp güzel bir kurgu oluşturan yazarın dilini çok beğendim. Kurduğu kısa cümlelerle okuru sıkmadan, Yunan mitolojisinin karmaşık halini anlaşılır bir hale getirerek Titanların, Olympos'un Tanrı ve Tanrıçalarının, Nympha'ların dünyasına sürüklüyor bizi yazar. Özellikle yazım dilindeki ustalık takdire şayan. "Ben, Kirke", okunması kolay, oldukça sürükleyici bir roman.

Kirke, ilk kuşak Yunan Tanrılarından güneş Tanrısı Helios'un bir Nympha olan Perseis'ten doğan dört çocuğundan biri. Nymphalar diğer bir deyişle periler, Tanrıların yanı sıra ölümlülerle de evlilik yapabiliyor. Nymphalar da ölümlü ancak Tanrıların sonsuz hayat sağlayan "Ambrosia" adı verilen nektarı içtikleri için yüzlerce yıl yaşayabiliyorlar. Kirke de bir Nympha olarak doğuyor ancak bu perilerin Tanrı ve Tanrıçalardan farkı, onlar gibi sıra dışı büyük güçleri bulunmaması ve insana benzer özelliklere sahip olmaları. Kirke'nin doğumundan itibaren sesinin güzel olmaması ve sarı gözleri nedeniyle özellikle annesi Perseis tarafından horlanıyor, dışlanıyor. Titan Tanrısı Prometheus, Olympos Tanrılarının en büyüğü Zeus'un gözüne girmeyi başaran ama ilâhların yaptığı zulme baş kaldırmasının yanı sıra ilk insanı balçıktan yaratarak ona ateşi öğreten merhametli bir Tanrı. Elbette bu durum Zeus'un ve Helios'un hoşuna gitmiyor ona cezalar verip ağır işkence uyguluyorlar. Ölümsüz olduğu için her türlü işkenceye dayanabilen Prometheus'a Kirke elini uzatıyor. Bu durum Tanrılar tarafından hoş karşılanmıyor, Kirke, ceza olarak ıssız bir adaya, Aiaie'ye sürgüne gönderiliyor. Yıllar sonra adaya gelen bir balıkçıya aşık oluyor Kirke. Ancak balıkçı, başka bir periye gönlünü kaptırıyor. Bu arada adada kaldığı süre boyunca Kirke, otlardan türlü sihirler, büyüler yapmayı öğrenmiştir. Tabiatı değişerek dik kafalı, kendine güvenen ve cesur bir cadı olarak nam salmıştır. Sevgilisini elinden alan Nympha'ya büyü yapıp onu altı kafalı bir deniz canavarına dönüştürür.

Kirke, o dönemde bile erkek egemenliğine baş kaldıran, kadının kendi gücüne güvenerek pek çok zorluğun üstesinden geleceğini gösteren romanın baş kahramanıdır. Bütün romanı baştan sona onun ağzından dinliyoruz. Bu arada Athena, Hermes gibi Tanrılarla mücadelesine tanık oluyor, Truva savaşında olan bitenden haberdar oluyoruz. Satır aralarında güzel mesajlar var. Çeviri muhteşem, adeta orijinal dilinden yazılmış bir roman okuyor hissine kapılıyorsunuz. On on beş kadar harf hatası var ama affedilmeyecek cinsten değil. Kitabın arkasında mitolojik kahramanlar, Titan, Olympos Tanrıları, ölümlüler ve canavarlar hakkında kısa bilgiler var. Ben bunu romanı bitirdikten sonra fark ettim ama böylesi daha iyi oldu. Kahramanlara ait bilgileri sonradan okuyunca daha anlaşılır oldu benim için. 

"Görünenlerin pürüzsüz, tanıdık yüzü altında, dünyayı ikiye ayırmak üzere bekleyen bir başka yüz var."

43 yaşındaki Amerikalı yazar Madeline Miller'in mitoloji üzerine başka bir kitabı daha varmış, "Akhilleus'un Şarkısı" Yazar, Latince ve Yunanca öğretmeni. Son on beş yılını mitolojik araştırmalara vermiş. Kitabın bir başka özelliği mitolojiye karşı soğukluğu gidermesi ve bu yönde ilgiyi arttırması. Mitolojiye merak salanlar için güzel bir başlangıç. Fantastik konulara pek yüz vermeyen bir insan olarak, beni bile cezbettiğini söyleyebilirim. Başta mitolojiye ilgisi duyanlar olmak üzere herkesin okumasını rahatlıkla tavsiye edebileceğim bir kitap Ben, Kirke.     

3 Kasım 2021 Çarşamba

DENİZ FENERİ - VIRGINIA WOOLF

Kitabın Adı: Deniz Feneri

Yazar: Virginia WOOLF 

Sayfa Sayısı: 215

Yayınevi: Türkiye İş bankası Kültür Yayınları 

Çeviren: Sevda Çalışkan

Türü: Roman

Virginia Woolf bağımlılık yapan bir yazar. Bu kez onun Deniz Feneri romanını okuduktan sonra bir an ne yazacağımı bilemedim. Kitabın ilk sayfalarını çevirmeye başladıktan sonra karşıma çıkan kim olduğu belirsiz çok sayıda karakterin iç monologları, her biri en az yarım sayfa süren ve öznesini aramaktan bitap düştüğüm uzun cümleler, olayı kavramaya çalışırken yapılan derin betimlemeler içinde boğulup kaldım. Bir şey kaçırmamak için her cümleyi baştan alıp en az iki kez okuyordum. Bununla birlikte uzun cümleler son derece sağlamdı, en ufak bir hata bulamadım. O zaman hata bendeydi, iyice konsantre olmadan kitabı anlamam mümkün görünmüyordu. Yaklaşık otuz sayfa ilerledikten sonra olayların içine girmeye başladım. Sonrası su gibi aktı, bazılarının yaşadığı kitabın bittiğine üzüldüm duygusunu sanırım ilk kez ben de yaşadım. 

Deniz Feneri, İş Bankası Modern Klasikler Dizisinden sıra dışı bir roman. Her zaman olduğu gibi kitabı okuduktan sonra yorumlara baktım. Dünyada okunması en zor on roman arasında yer alıyormuş. Bazı okurlar bir şey anlamadıklarını söyleyip henüz yarısına gelmeden ellerinden bırakmışlar kitabı. Woolf'un ortaya koyduğu bu eser bilinç akışı tekniğine verilecek en güzel örneklerden biri. Ayrıca kendi yaşamından kesitler sunması bakımından biyografik özelliğe sahip. Bir yorumda romanın neredeyse tamamını oluşturan duygu ve düşüncelerin hem birinci kişi ağzından hem de anlatıcı tarafından dile getirilmesinin bilinç akışı tekniğine aykırı olduğu, bu durumun romanı daha da anlaşılmaz kıldığı ileri sürülmüş. Gerçekten de yazar karakterler arasında ani geçişler yaparak iç monolog, iç diyalogların yanı sıra kendi duygu ve düşüncelerini sıkıcı bir tekdüzelikle okura aktarmaya çalışıyor. Akıştan kopmamak için nefes alacak bir kapı bırakmamış. Özellikle ilk bölümde geçen olayları, kişileri algılamak zor. Bu yüzden son derece ağır ilerleniyor. Kesin olan bir şey var ki, kitabı anlayabilmek için boş bir kafa şart. Hatta kitabın yarısına geldikten sonra yüksek sesle okumaya başladım, bu tarz işimi epey kolaylaştırdı. Ağzımdan dökülen kelimeler daha şiirsel, sanki daha kolay kavranır bir hâl aldı. Virginia Woolf aslında tam bir kelime cambazı. Ona olan büyük hayranlığım kurmuş olduğu cümlelerde gizli.

"Oturma odasında, yemek odasında veya merdivenlerde tek bir kıpırtı yoktu. Yalnızca paslı menteşelerin ve rutubetli şişmiş ahşap kaplamaların arasından, rüzgârdan kopup gelen bazı esintiler, (ne de olsa ev harap haldeydi) gizlice köşeleri dönüp içeri girmeyi göze almışlardı. Oturma odasına girdiklerinde, sanki merakla etrafına bakınıyor, duvardan ayrılmış aşağı sarkan duvar kâğıdıyla oynayıp daha ne kadar böyle asılı kalacağını ne zaman düşeceğini soruyor gibiydiler. Sonra yavaşça duvarları yalayarak, düşünceli düşünceli geçtiler, sanki duvar kâğıdındaki kırmızı sarı güllere solup solmayacaklarını sorar, çöp sepetindeki yırtılmış mektupları, çiçekleri, şimdi hepsi onlar için açık duran kitapları sorgular (yavaşça, çünkü önlerinde bol zaman vardı) ve onlara dost musunuz, düşman mı, daha ne kadar dayanacaksınız, diye sorar gibiydiler.

Bakar mısınız "bazı esintiler" ne haltlar karıştırmış? İnanılmaz bir şölen bu. Hayır, esintilerin macerası burada bitmiyor. Yukarıda alıntıladığım paragrafın iki katı uzunluğunda devam eden yeni bir paragrafta aynı "esinti" hız kesmeden yoluna devam ediyor. Bu romanın en anlaşılır paragraflarından biri. Çevirmen Sevda Çalışkan hanımefendiyi sabrından ötürü özellikle kutlamak gerek. Unutmadan çeviriyi gayet başarılı bulduğumu söylemeliyim. 

İnsan ilişkileri, kadının aile içinde ve toplumdaki yerinin ele alındığı romanın aslında son derece basit bir konusu var. İskoçya açıklarında, küçük bir adadaki yazlık evlerinde misafirleriyle birlikte ikamet eden sekiz çocuklu Ramsay ailesinin bir günlük yaşam kesiti (Pencere), kitabın birinci bölümde anlatılıyor. Ardından gelen ikinci bölümde (Zaman Geçer) on yılın özeti ve son bölümde (Fener) de Deniz Fenerine yelkenliyle yapılan yolculuktan bahsediliyor. Mr. ve Mrs. Ramsay, ufak çocukları James ve Mrs. Ramsay'in evlendirmek için baskılarına inatla direnen, bir bakıma Virginia Wolf'un kendi kişiliğini canlandırmış olduğu, ressam Lily Briscoe, romanın başlıca karakterleri. İlk bölümde evin iç mekanları ve çevresinde ev sahipleri ile misafirlerin iç monologları yer alıyor. İkinci bölümde on yıl boyunca meydana gelen evlilikler, ayrılıklar ve ölümlerden bahsedilirken, ilgisizlikten dolayı harap olmuş evin onarılarak hayata tutunmuş bazılarının geçmiş günlere dönme arzusu işleniyor. Son bölümde ise maziyi düşünen ve artık her şeyin değiştiğinin bilincine varan Lily ve diğer kahramanlar kendilerini sorgulayıp hüzne kapılıyorlar. Yazlık evlerinin salon penceresinden annesiyle birlikte önlerinde uzanan koyu seyrederken tam karşılarında görünen Deniz Fenerine gitmek için can atan küçük James, babası Mrs. Ramsay tarafından kabaca geri çevriliyor. Annesi, o dönemin aile yapısı gereği saygısızlık olmasın diye kocasına karşı gelecek gücü kendinde bulamıyor. Aradan on yıl geçtikten sonra Mr. Ramsay, artık bir delikanlı olan oğlunun arzusunu yerine getirmek istese de derenin altından çok sular geçmiştir. Derinden bağlı olduğu annesinin ölümünden sonra James'in hevesi kaçmıştır artık. 

Virginia Woolf okumaya bu kitapla başlamak bazıları için riskli görülebilir. Bununla birlikte onun tarzını seven kişiler için "Deniz Feneri" unutulmayacak, tekrar tekrar büyük bir keyifle okunacak lezzette bir roman.    

2 Kasım 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 115

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Günümüzde insan yaşamı gittikçe uzamaya başladı. Sizce, bunu nelere borçluyuz?" 

Mevcut istatistiklere bakıldığında dünyada ortalama yaşam süresinin 20. yüzyılın başından itibaren lineer bir hızla arttığını görüyoruz. 1900 yılında 40 yılın altında beklenen yaşam süresi  günümüzde neredeyse iki katına çıkmış! Bu durumu tıbbın gelişmesine paralel olarak bebek ölümlerinin önüne geçilmesine, salgın hastalıklar nedeniyle kitlesel can kayıplarının azalmasına, teşhis ve tedavi yöntemlerindeki ilerlemelere borçluyuz sanırım.

Aslında teknolojik ve bilimsel gelişmelerin insan yaşam süresi üzerinde hem olumlu, hem de olumsuz etkileri olduğunu düşünüyorum. İnsanlık tarihi boyunca yaşamı tehdit eden ve kitlesel ölümlere yol açan pek çok hastalığın aşılarla önü alınmıştır. İçme sularının klorlanması ve çevre temizliğine dikkat edilmesi bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemiştir. Tıp dünyasındaki ilerlemeler insanların ortalama yaşam süresinin uzamasında etkili olmuştur. Diğer taraftan, insan nüfusunun artmasıyla birlikte gıda üretimini arttırmak ve maliyetleri aşağı çekmek için GDO'lu ürünlerin, raf ömürlerini arttırmak için yoğun bir şekilde sağlığa zararlı kimyasal madde kullanımının, başta kanser olmak üzere muhtelif hastalıklara ve erken yaşta ölümlere neden olduğu bir gerçek.

Yaşam süresinin insandan insana değiştiği ve birçok faktöre bağlı olduğu bilimsel açıdan kanıtlanmıştır. Bunlar arasında genetik faktörler, cinsiyet, eğitim durumu, bölgesel ve ekonomik seviye farklılıkları sayılabilir. İnsanın maruz kaldığı olumlu ya da olumsuz koşullarla birlikte ortalama yaşam süresinin arttığı yadsınamaz.

Çocukluğumdan hatırlıyorum, 55-60 yaşına gelen insanları ihtiyarlamış, sanki yaşamlarının son evrelerindeymiş gibi görürdük. Nitekim o yaşlardan sonra birer birer aramızdan ayrılırlardı. Şimdi aynı yaşları neredeyse orta yaşlı olarak kabul ediyoruz. Çevre kirliliğinin, GDO'lu gıdaların, tarım ilâçlarının kanser başta olmak üzere erken ölümlere neden olduğu söylenirken yaşam süresinin özellikle son yüz yılda ciddi oranda artması oldukça şaşırtıcı geliyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, ortalama yaşam süresi uzamış görünse de sağlıklı yaşam süresini kısalttığına inanıyorum. Dünyanın en büyük üçüncü sektörü olan ilâç sanayi, faydasının yanında belki çok daha fazla zarar veriyor insanlara. Kullanılan her ilâcın birçok yan etkisi bulunuyor. Gerekli gereksiz ilâç kullanımı insanı bir hastalıktan diğerine sürüklüyor. Böbreğinden rahatsız olan aldığı ilâçla iyileşiyor ancak aynı ilâç midesine zarar veriyor. Bu kez mide ilâcı alıyor, o da başka bir organına dokunuyor. Bu süreçte yaşamımızda en önemli yere oturttuğumuz sağlık, en büyük ticaret sektörlerinden biri haline geliyor ve bu işten tek kazanan küresel sermaye oluyor. Gelişmiş toplumların, uygulanan sağlık politikaları sayesinde, eğitim ve sağlık hizmetlerinin daha kaliteli olduğunu, yanlış ve gereksiz ilâç kullanımından kaçındıklarını, bunun sonucunda daha sağlıklı, daha uzun ve daha kaliteli bir yaşam sürdüklerini biliyoruz.   

Yukarıda belirttiğim üzere bilim ve teknolojinin yaşam süresi üzerinde hangi ölçüde etkili olduğunu kesin olarak belirlemek hayli güç. Zira yaşam süresini etkileyen faktörler, kişiden kişiye değişiyor. Sözgelimi anneannem yoğun sigara dumanı altında yaşadığı küçücük bir odada yüz yaşını gördü. Buzdolabı yiyecekleri koruyup bozulmalarını önlerken caddelerde daha fazla egzoz gazına maruz kalıyoruz. Sularımız klorlanıyor, bulaşıcı hastalıklardan korunup en kritik tıbbi operasyonlarla hayatlarımıza geri dönerken sağlığımızı tehdit eden radyasyona maruz kalıyoruz. Sağlıklı gıdaya ulaşmamız gittikçe zorlaşıyor. Adaletsiz gelir dağılımı, yaşam için gerekli ürünlerin geniş halk kesimlerine ulaşmasını neredeyse imkânsız hale getiriyor. Nüfusun en az % seksenini oluşturan halk artık daha sağlıksız besleniyor. Bütün bu olumsuzluklara karşın ortalama yaşam süresinin artması hayli ilginç değil mi?

Kaç yıl yaşadığımızın önemi yok aslında. Uzayan, sadece yaşlılık dönemi; hastalıklarla, eski gücünü kaybetmiş bedenimizle geçen, büyük ihtimalle başkalarının desteği ile sürdürebileceğimiz yıllar... Düşünün ki, yüz yaşına kadar geldiniz ve kırk yılınız yaşlılığın getirdiği olumsuzluklarla geçecek. Yaşamın uzamasına sevinmeli miyiz, pek emin değilim.

27 Ekim 2021 Çarşamba

BALON ÇOBANI - ÇAĞDAŞ BALIBEY

Kitabın Adı: Balon Çobanı

Yazar: Çağdaş BALIBEY

Sayfa Sayısı: 172

Yayınevi: Beyaz Fil Yayınları 

Türü: Roman

Okuduğum kitap hakkında değerlendirme yapmazdan önce başka okurların yorumlarına bakarım. Bazı yorumlarda belirtilen görüşlere katılır bazılarına katılmam. Okuduğum kitaplara ilişkin blogumda yaptığım değerlendirme, eserin üzerimde bıraktığı kişisel izlenimdir. Birçok yönden değerlendirmeye aldığım eserler hakkında, zihnimde oluşan duygu düşünceye göre yeri gelir onları göklere çıkarır, bazen de yerin dibine sokarım. Ancak genel olarak bu uç noktalardan uzak olur değerlendirmelerim. Zira kitap yazmaya cesaret eden bir insan belli bir seviyeyi yakalamış durumdadır en azından. Böyle bir yazarın kaleminden çıkan  eserin iyi taraflarından söz ederken beğenmediğim yönlerini belirtirim. Bu kadar uzun bir girizgâh yapmamın nedeni var. Okuduğunuz bir kitabı beğenmediğinizde, yazarın ricasıyla veya ona yaranmak için ya da yapılan olumlu yorumlardan etkilenerek  eseri eleştireceğiniz yerde onu ve yazarını yüceltir misiniz? Çağdaş Balıbey'in Balon Çobanı adlı romanını okuduktan sonra hayal kırıklığına uğradığımı gizleyemem. Sıradan bir roman olabilirdi ancak vasatın çok altında kaldığını gördüm. Beni esas şaşırtan husus, onlarca yorumun kitabı göklere çıkarması. Kitapla ilgili tek olumsuz eleştiriyi bu satırlarda okuyacaksınız muhtemelen.

Yazarın doğru dürüst bir biyografisi yok. LinkedIn'de ulaştım bazı bilgilere. Çağdaş Balıbey, kitabın basıldığı yayınevi Beyaz Fil Yayınlarının sahiplerinden ve aynı zamanda Genel Yayın Yönetmeni. Yazarın daha önce kaleme aldığı "Sıfır Noktası" adlı bir romanında zombileri konu ediyor. Absürtlükleri seven bir yazar olduğu belli.    

Romanın kahramanlarından biri Suriyeli Abdad, gençlik yıllarında ABD güdümündeki orduların safında Irak topraklarına giriyor ve içi dolar dolu bir çantayla memleketine dönüyor. Yıllar sonra Suriye iç savaşı ve Işid mezalimi konu ediliyor. Savaşın vahşeti içinde Abdad'ın karısı Minel ve kızı Afra dışında ailesinden geriye kimse kalmıyor. Romanın diğer yüzünde Işidli bir militana ağabeyi tarafından imam nikahı ile verilen on altı yaşındaki Afra'dan dramı ve onun doğurduğu bebeğin yaşam öyküsü dillendiriliyor. Öyle ki, romanın ana kahramanı sayılabilecek bu şahsiyetin, henüz sperm halindeyken yumurtaya doğru gidiş yolculuğu, cenin haline gelişi, anasından doğumu, mülteci kampında çöp konteynerleri yanına bırakılması ve bir Türk askeri tarafından bulunup Türkiye'ye getirilmesi, oradan Mersin'de bir çocuk yurdunda iki yaşına kadar yaşadıkları bizzat kendisi tarafından dillendiriliyor.

Evet, konu ilginç, aynı konu nitelikli bir yazarın elinden güzel bir romana da dönüşebilirdi belki. Maalesef yazarı son derece yetersiz buldum. Her şeyden önce olaylar son derece abartılı, şiddet içeren anlatımlar gerçek dışı. Romanda şiddet unsuruna yer verilebilir ancak kitapta anlatılan şekilde değil. Hakan Günday'ın romanlarında geçen şiddet sahnelerinden sonra son derece basit kalıyor yazarın anlatımı. İfade tarzı da kalemi eline alan yazar sanıyor kendini, dedirtiyor. Edebi niteliği olmadığı gibi siyasi açıdan tarafsız değil. Aile içindeki vahşet Işid'e katılıp beyni yıkanan ağabeyin kardeşlerini ve babasını vahşice öldürmesinde inandırıcılıktan uzak kurgular, Abdad'ın daha önce evinde sakladığı cephanelikten aldığı silah ve mühimmatla yüzlerce teröristi öldürmesi gibi olaylardaki gerçek üstü kahramanlıklar sinir bozucu. Yazarın bir an önce yazarlık sevdasından vazgeçip genel yayın yönetmenliği görevine dönmesinin isabetli olacağını düşünürken, Balon Çobanı, okuduğum kitaplar arasında kötü yazılmış bir roman olarak yer edecek aklımda.

26 Ekim 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 114

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Sağ ve sol beyin durumuz nasıl?"

Sonucu az çok tahmin ediyordum ama  durumumu pekiştirmek amacıyla bir test yapmaktan kendimi alamadım. Mentalup.net sitesinde yer alan testteki sorulara verdiğim cevaplara göre çıkan sonuç beni yanıltmadı. % 75 sol, % 25 sağ beyin lobumu kullanıyormuşum. Çıkan bu sonuca sevindiğimi söyleyebilirim. 

Sevgili Deep, beyin loblarının taşıdığı özelliklere dair detaylı bilgi vermiş. Önce onun verdiği bilgileri alıp kendimi tahlil etmek istedim. Bu şekilde hem zaman kazanacak hem de yeniden araştırma zahmetinden kurtulmuş olacaktım. Fakat dayanamadım, sol lobum yine rahat durmadı, konuya ilişkin kendi üzerimde testler yaptım, yazılar okudum, TEDx konuşmaları izledim, Youtube kanallarından pek çok kişinin görüşüne başvurdum. Yaygın görüşe göre beyin loblarını dengeli kullananlar daha başarılı oluyormuş. Londra Üniversitesi Kognitif Bilim Enstitüsünden Prof. Sophie Scott  bu yaygın kanının efsane olduğunu ortaya çıkarmış. İngiltere'de yapılan son araştırmalar her insanın beynin iki lobunu aynı anda kullandığını, bu nedenle sağ lob, sol lob ayrımı üzerine dillendirilen söylemler artık nihayet bulmuş. Bütün olay, beynimizin her iki lobunu birbirine bağlayan ve aralarında bilgi iletişimini sağlayan "Corpus callosum" da bitiyormuş aslında.  200 milyondan fazla sinir lifinden oluşan bu yapı, adeta bir orkestra şefi gibi beyin lobları arasındaki uyumu sağlıyormuş.

Doğuştan Corpus Callosum'u bulunmayan bazı insanların yaşamlarına devam edebilmeleri son derece ilginç. Bazı durumlarda ise tedavi amacıyla beynin iki lobu arasında yer alan bu bağlantı kesilip (Bölünmüş Beyin) loblar birbirinden tamamen ayrılıyormuş. Çağımızda bilim pek çok bilinmeyeni açığa kavuşturduğu halde beynin işleyişi henüz tam olarak çözülmüş değil.

Bu minvalde daha zayıf olduğuna kanaat getirdiğimiz sağ ya da sol lobumuzu güçlendirmek  ve daha dengeli bir beyne sahip olabilmek için yapılan önerilerin işe yaramayacağı kanaatindeyim. Doğuştan itibaren loblarımızın arasında bağdaş kurmuş oturan orkestra şefimizin, elindeki batonuyla loblarımızı dürterek yerine göre analitik düşünmemizi sağladığına ya da duygularımızı harekete geçirdiğine inanıyorum. Bununla ilgili harika bir animasyonu buradan izleyebilirsiniz.

Beynimizin sağ ve sol lobları, birbirinden farklı özelliklere sahip. Bu durum hepimizde aynı, kimsenin eksiklik hissetmesine gerek yok yani. Orkestra şefimizin hangi lobumuza daha hoşgörülü davranacağında, hangi lobumuza sert çıkacağında, kişisel özelliklerimiz ve karakterimiz belirleyici. Ben istisnai durumların dışında burç özelliklerinin yanı sıra orkestra şefinin karakter yapımıza göre alacağı tutumun da insan yapısı üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum.

Bu arada sevgili Deep'in yazısında yönelttiği, "İnsan mı beyni yönetir, beyin mi insanı yönetir?" sorusunu hayli ilginç bulduğumu belirtmek isterim. İlk anda insanı yöneten organın Corpus Callosum, yani orkestra şefimiz olduğu geliyor aklıma. Hemen arkasından "beynini kullan", "kafanı işlet" gibi aşina olduğumuz sözleri hatırlıyorum. Sanki başka bir irade merkezimiz var da, beynimize talimat veriyor yanılgısına düşüyoruz. Bu doğru değil. Yani insanın beynini yönetmesi imkânı yok, tek yönetici orkestra şefi. Fakat beynimizin tam ortasına kurulmuş bu şef çok tuhaf. Doğuştan genlerimizle gelen özelliklerimizin yanı sıra çevremizden de etkileniyor! Bazen sol lobu unutup sağ lobun cazibesine kaptırıyor kendini. Sonra başına gelmedik iş kalmıyor tabii.

Testlerin güvenirliği tartışmaya açık ama uyguladığım testten, burcumun özellikleri gibi uyumlu bir sonuç  çıktı. Orkestra şefim % 75 oranında sol beyin lobuma ağırlık veriyor. Test yapmadan da ben kendime aynı oranı verirdim muhtemelen. % 25 lik sağ lobumun etkisi ressam ya da müzisyen olmama yetmemiş ama olsun varsın. Bence ideal bir karışım. Orkestra şefimle gurur duyuyorum.

24 Ekim 2021 Pazar

AŞK ve GURUR - JANE AUSTEN

Kitabın Adı: Aşk ve Gurur

Yazar: Jane AUSTEN

Sayfa Sayısı: 460

Yayınevi: Bilge Yayıncılık - E Yayınları 

Çeviren: Nihal Yeğinobalı

Türü: Roman

Konusunu aşk olarak bildiğim böyle bir kitabı hem de 1986 baskısından okuyacağım aklıma gelmezdi doğrusu. Şimdiye dek Jane Austen'ın (1775-1817) herhangi bir kitabını okuma fırsatım olmamıştı. Gördüğüm yazım hatalarına, eskimiş bir Türkçe kullanılmasına, yer yer yanlış sözcük seçimlerine rağmen kitaba bayıldım. Yazarın en meşhur kitabı olan Aşk ve Gurur romanının gördüğü değeri sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum. Aynı kitap Hasan Ali Yücel Klasikler serisinden Gurur ve Önyargı adıyla yayımlanmış.

19. Yüzyıl Londra'sında taşralı Bennet ailesinin kızı Elizabeth Bennett ile varlıklı ve soylu bir centilmen olan Fitzwilliam Darcy arasındaki ilişki romanın ana konusunu oluşturmakta. Gündelik yaşamında şahsiyetinden ödün vermeyen Miss Bennett, varlıklı ve soylu olması nedeniyle kibirlenen Darcy'yi dize getiriyor. Yazarın roman kurgusunda yaptığı karakter analizlerine hayran kalmamak elde değil. Yazar, romanda yer alan bütün karakterleri zihinlere öyle bir yerleştiriyor ki, okur, adeta onları kendisinden biri gibi görüyor, olaylar karşısında nasıl tepki vereceklerini en ince ayrıntısına kadar bilecek seviyeye geliyor. Genellikle karşılıklı konuşma şeklinde ilerleyen romanda yapılan ince espriler, mizahi yergiler, abartılı nezaket gösterileri tam bir zeka ürünü. Elizabeth'in annesi, tuhaf bir kişiliğe sahip olan Mrs. Bennett'in tek arzusu beş kızına varlıklı ve soylu birer koca bulup onların güzel birer evlilik yapmaları. Bu arzusuna erişmek için evine davet ettiği centilmenlere aşırı ilgi gösteren Mrs. Bennett, komşularına her fırsatta caka satarken, bol bol dedikodu yapıyor. Yazarın ifade tarzı, kıvrak zekasıyla yaptığı karakter analizleri kişi ve mekanlar üzerindeki betimlemelerin eksikliğini hissettirmiyor. Severek okuduğum bu romanı henüz okumayanlar için öneririm.

23 Ekim 2021 Cumartesi

AMOR FATI

Doğuştan itibaren alnımıza koyu harflerle yazıldığı ruhlarımıza işlenmiş, özgür irademizle değiştiremeyeceğimiz, her birimiz için özel olarak belirlenmiş bir yaşamı simgeleyen kader, ya da diğer bir deyişle yazgı, TDK'ya göre, genellikle kaçınılmaz kötü talih, alın yazısı, ezelî takdir, mukadderat, takdir-i ilahî sözcükleriyle tanımlanmaktadır. İslâm tarihinde kaderin belirleyicisi olarak birbirine zıt iki görüş bilinmektedir. Bunlardan ilki, Kaderilik, özgür iradeyi savunurken, insanın irade ve kudret sahibi, yükümlülüğü olan bir yaratık olduğunu ve insanların Allah'ın müdahalesi olmaksızın fiillerini bizzat kendi güç ve iradelerine bağlı olarak meydana getirdiğini savunur. Bunun tam aksi görüşe sahip Cebriyye mezhebi, kişinin kader ve fiilleri konusunda söz sahibi olmadığını, özgür irade diye bir şeyin olmadığını ve her türlü fiili yaratan ve yaptıranın Allah'ın bizzat kendisi olduğunu ileri sürer. 

İslâm Rönesans'ının fitilini ateşleyen, Kaderilik mezhebi kurucularından Ma'bed el-Cühenî, "La kader, el-umru Unufun" yani, kader diye bir şey yoktur, olaylar kendiliğinden meydana gelir diyerek kaderin ilâhî bir güç tarafından belirlendiği fikrine karşı gelen ilk kişi olarak tarihe geçmiştir. Emevîler döneminde Vali Haccac tarafından yapılan tüm eziyetlere sabırla göğüs gererek düşüncesinden geri adım atmayan Ma'bed el Cühenî, 702 yılında işkenceyle katledilmiştir. 

Her iki anlayışın arasında sıkışıp kalan ve modern dünyada da hayli kabul gören diğer bir görüş Latince eski bir deyim olan "Astra inclinant, sed non obligant." sözüne karşılık gelir. (Yıldızlar bizi eğer ama bağlayıcı değildir.) Bu söz, kaderin bize belli ölçüde rehberlik etmesine rağmen özgür iradenin var olduğunu, nihayetinde kendi eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu anlatır.

Türkçede aynı anlama gelen kader, yazgı, alın yazısı gibi sözcüklerin İngilizcede iki farklı karşılığı bulunmakta. Hemen hemen bütün yabancı dillerde birbirleriyle karıştırılan iki sözcükten "Fate", önceden kesin olarak belirlenmiş gelecek bir yaşamın karşılığı iken, "Destiny" hayattaki seçimlerimize bağlı olarak değişen bir gelecek anlamına gelir. Diğer bir deyişle "Fate" bireyin aldığı her kararın onu mevcut senaryosuna götürdüğü şimdiki zamanla ilgiliyken, "Destiny", önceden bilinemeyen ve sadece bireyin alacağı kararlarla belirlenemeyen bir gelecek senaryosudur.

Yukarıdaki tanımlardan anlaşılacağı üzere bizim dini ve kültürel bağlarımız sebebiyle algıladığımız "kader" sözcüğünün İngilizce karşılığı "Fate" tir. Dilimizde "Destiny" sözcüğünün yerini tutacak bir sözcüğe henüz rastlamış değilim. Bu durum bizim gibi Şark toplumlarında gayet anlaşılabilir. Zira tüm beceriksizlik, ilgisizlik, dikkatsizlikleri sonucu karşılaşılan felâketlere "Takdir-i İlâhi" diyerek mağdur insanların ağızlarına bir parmak bal çalan yöneticiler için kadere sığınmak muhteşem bir kaçış yolu olmuş ve olmaya devam etmekte.

Bana göre kader; önceden kesin olarak bilinemeyen, özgür irademiz dışında meydana gelen ve kökleri geçmişe dayalı sonsuz sayıda tesadüfün bir araya gelip geleceğimizi belirleyen olaylar silsilesidir.

Bugüne kadar kaderimizin önceden belirlendiğine ya da belirlenmediğine dair felsefi ve teolojik alanda birçok görüş ileri sürüldü. Astrologlar, falcılar kader, kısmet, gelecek hakkında türlü ahkâmlar kestiler. Ben geleceğin bir güç tarafından kesin olarak belirlendiği ya da önceden bilindiği inancında değilim. Bilimsel tahminlerde bulunabilir, söz gelimi jeolojik yapısı itibarıyla falanca bölgede deprem bekleniyor diyebilirsiniz ancak depremin büyüklüğü, yeri ve zamanı hakkında asla kesin bir şey söylenemez, söylenemeyecektir. Çünkü deprem olayı suyun belli basınç altında 100 derecede kaynaması gibi sadece birkaç nedene bağlı bir özelliğe sahip değildir. Ayrıca bilim dahil her şey değişime açık olduğu için kesinlik özelliğine sahip değildir.

Kişisel gelişim uzmanları verdikleri saçma sapan telkinlerle insanların hayatlarını değiştirebilecekleri iddiasındalar. Onların yaptıkları tek şey insanların psikolojilerine etki edebilir ancak kaderleri üzerindeki etkisi ihmal edilebilecek kadar azdır. Özgür iradenin, kader üzerinde ön aldığı tek durum vardır; intihar etmek! Evet, insan özgür iradesini kullanarak istediği zaman kendi canına kıyabilir. Bunun dışında özgür iradeden bahsedilemez. Söz gelimi öğretmen olmak istediniz, şartlar buna elverdi, istediğiniz mesleğe kavuştunuz diyelim. Düşünün bakalım sizi öğretmen olmaya iten şey neydi. Örnek aldığınız ve hayranlığını kazanmış o öğretmen karşınıza çıkmasaydı, okuduğunuz bir kitap ya da bir yakınınızdan etkilemeseydiniz yine aynı mesleği tercih eder miydiniz? O öğretmenden ders almanız, o kitabı okumanız ya da yakınınız olan kişinin size yaptığı o konuşma, hepsi birer tesadüf değil mi? Ya onların uygun mekân ve zamanda karşınıza çıkması olasılığını bir düşünün. Ortaokula giderken sokağımızda, beyaz Peugeot'sundan inen beyaz takım elbiseli o yakışıklı mühendisi görmeseydim mühendis olmayı aklıma koyar mıydım? O beyefendinin orada olma olasılığı, benim ona hangi duygular içinde hayranlık beslemem, yıllar sonra atacağım adımları belirleyen nedenlerden sadece birkaçı değil mi? 

İnsanın kaderini ana rahmine düştüğü andan itibaren tüm geçmiş yaşamını kuşatan tesadüfler belirler. Yaşamın ta kendisi olan bu tesadüfler zinciri, bazen mutluluk, bazen de üzüntü, acı verir. Mutluluk, üzüntü ve acı geçici ve döngüseldir. İnsanın huzur bulması bu gerçeği kabul etmesiyle mümkündür. AMOR FATI, Friedrich Nietzsche'nin eserlerinde sıklıkla geçen, "Kaderini Sev" şeklinde dilimize çevrilen Latince bir deyim. Kaderini sev, belki bu başına geleceklerin en iyisidir. 

Devamlı bir arayış, bir hedef peşindeyiz. Hedefimize ulaşınca mutlu oluruz ama bu mutluluk çok kısa sürer. Daha büyük hedefler koyarız önümüze. Devamlı onlara ulaşmaya çalışırız. Bazen işler istediğimiz gibi gitmez. Hayal kırıklığına uğrar üzülürüz. Üzülmenin hiç bir anlamı yok, kim bilebilir ki bu durum bizi mutluluğa götürecek yeni bir kapı aralamasın. Yaptığımız şeyler, aldığımız kararlar özgür irademizden bağımsızdır. Bu nedenle, herhangi olumsuz bir durumla karşılaştığımızda kendimizi suçlamamıza bir neden olmadığı gibi istediğimize kavuşmamız halinde aşırı böbürlenmemiz de gerekmez. Bu ilk akla gelen şekliyle kaderimize razı olmak durumu asla değil. Zira kaderin bize nasıl bir senaryo çizdiğini kimse bilemez. Kaderimizle savaşacağımız yerde onunla iyi geçinelim, rakip değil dost olalım onunla. Mutlu bir yaşam için karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmek, kaçırdıklarımıza ise hayrımıza olacağı ihtimalini dikkate alarak kafayı takmamak, acılarımızı, üzüntülerimizi yaşamın birer gerçeği olarak kabul etmek, bunların geçici olduğunu bilerek sabırla geçmesini beklemek ve sorunsuz yaşadığımız her anın tadını çıkarmak hayat felsefemiz olmalıdır. Unutmayın ki geçmiş ve gelecek bir hayal, anı yaşamak ise bir gerçek. Hayallere takılıp gerçeği gözden kaçırmayalım.