Okuduğum ilk Ahmet Altan kitabı. Kısa zamanda okunabilecek, yer yer güzel betimlemelere ve diyaloglara sahip. Özellikle üniversite hocalarının ders anlatım tarzları son derece ilginç. Kitabın adını ilk kez Mrs. Kedi'den duymuştum. Hemen baştan söyleyeyim, Mrs. Kedi'nin Hayat Hanım ile Hayati Bey adlı öyküsü çok daha güzeldi. Altan'ın Hayat Hanım'ını pek beğenemedim. Nedenlerini anlatacağım:
Ailesi çiftçilikle geçinen bir gencin yaşadığı dramatik bir olayla başlıyor roman. Rusya'ya ihracatın durması sebebiyle tonlarca domatesi tarlada kalan Fazıl'ın ailesi ekonomik çöküş yaşıyor ve çektiği sıkıntıya dayanamayan baba kalp krizinden ölüyor. Önceleri rahat bir hayat süren delikanlı, ilk kez yoksullukla tanışıyor, okuduğu üniversitenin edebiyat bölümünü bitirebilmek için artık çalışıp para kazanmak zorunda. Yine benzer şekilde varsıllıktan yoksulluğa düşen bir genç kızımız var, adı Sıla. Sıla'nın babası başarılı bir işadamı, siyasal bir nedenden ötürü, (muhtemelen yakınlarının Fetö'yle bağlantılı olması gerekçesiyle) devletin malum kişi ve kurumları hapisten azat edilmesine karşılık adamcağızın fabrikalarına çöküyor. İki gencin yolları çalgılı çengili kadın programı yapan bir tv stüdyosunda kesişiyor. İkisi de yetmiş lira yevmiye karşılığında seyirci koltuğunda oturup pistte göbek atıp gerdan kıran dekolte giyimli hatunları alkışlıyorlar. Tesadüf bu ya Sıla da başka bir üniversitede edebiyat bölümü öğrencisi.
Önce gençlerin şu edebiyat bölümü öğrenciliğinden başlayayım. Fazıl'ın iki değerli hocası var. Romanda değinilmiyor ancak delikanlı muhtemelen İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde. Zira eşimin bana anlattığına göre ülkemizdeki üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde yabancı yazarlara hiç yer verilmiyormuş. Fakat o da ne, Fazıl'ın hocası Prof. Dr. Nermin Hanım, Faulkner (A.B.D.), Proust (Fransız), Henry James (A.B.D, Büyük Britanya), Flaubert (Fransız) hepsini birbiri ardına sıralıyor. Ülkemiz sınırları içindeki üniversitelerde tüm dünya edebiyatını müfredatına alan bir bölüm var mı, bilmiyorum. Ayrıca romanda anlatıldığı gibi, ülkemizde ezbercilikten uzak, Avrupai tarzda eğitim veren bir eğitim kurumu olduğunu da hiç sanmıyorum. Geçelim.
Peki Hayat Hanım romanın neresinde? Hayat Hanım, aynı tv stüdyosunda bal rengi dekolte elbisesiyle raks eden bir hatun. Romana bir ad verilecekse bu, onun adı olmamalıydı bence. Zira eserde Hayat Hanım, Sıla ile birlikte ikinci plâna itilmiş. Romanın baş kahramanı Fazıl görünüyor ve buna göre kitabın adı "Fazıl" olsaydı bana daha makul gelirdi. Hayat Hanım, bir gün stüdyodan çıkarken, Fazıl'ın yanından geçiyor, tam merdivenlerden çıkarken her nedense aniden geri dönüyor ve delikanlıyı heykelli meyhaneye götürüp karnını doyuruyor. Yani demek istediğim, kurguda derinlik yok. Bunun gibi pek çok soru cevapsız kalıyor. Yazarın anlattığına göre Hayat Hanım, hoşlandığı şeye hemen sahip olabilen, sahip olduğu bir şeyi anında gözden çıkarabilme iradesine sahip, yarınını hiç mi hiç düşünmeyen, günlük yaşayan güzel, olgun ve de dolgun bir kadın. Fakat kapalı bir kutu kendileri. Geçmişine dair hiçbir şey anlatılmıyor. Evi var, arabası var, istediğini alabilecek kadar parası da var. Fakat bu değirmenin suyu nereden geliyor bilen yok. Bir ara mafya kılıklı biri ile karşılaşıp stüdyoda selamlaşıyorlar. O mafya reisi dostu mu? Aralarındaki ilişki nedir? Eski bir ilişki olduğunu anlıyoruz ama böyle bir kadını üniversite öğrencisi genç bir çocuğa bırakırlar mı? Yoksa Hayat Hanım, reisin gözünü mü korkutmuş?
Bir de Fazıl kardeşimizin yoksulluğa düşünce arkadaş çevresinden tamamen uzaklaştığından bahsediliyor. Hiçbir arkadaşının gözüne bu haliyle görünmek istemiyor. Fakat ne yaman bir çelişkidir ki, para karşılığında katıldığı kadın programında kameraların seyircileri yakın çekime almalarını bildiği halde tv'de arkadaşlarına görünmekten çekinmiyor!
Hayat Hanım, edebiyattan hiç hoşlanmayan bir tip fakat gece gündüz belgesel izliyor! İzlediği belgeselleri hafızasına öyle bir kazıyor ki, insan hayretler içinde kalıyor. Hayat hanımın Fazıl ile sürdürdüğü dostluğun bir ayağı izlediği belgeselleri anlatmak diğeri ise Fazıl'ın seks ihtiyacını gidermek!
Romanda olaylar genellikle birkaç mekânda geçiyor. Fazıl'ın konakladığı, her cins insanı misafir eden bir han, heykelli meyhane ve üniversite. Rusya'nın domates alımını durdurması ve devletin, çiftçinin zararını karşılamaması, Sıla'nın babasının fabrikasına çökmeleri dışında güncel olaylarda iktidar baskısına üstünkörü değiniliyor. Bir bakıyorsunuz üniversite öğrencileri iktidarı eleştiren pankart taşıdıkları için yaka paça polis tarafından göz altına alınmak isteniyor, sonra kahraman hocamız Nermin, polisin önüne çıkıp racon kesiyor ve görevimizi yapıyoruz diyen polislere benim görevim de çocukları korumak diyor. Polisler korkuyor, acaba Nermin Hoca'nın bir dayısı var mı diye. Bırakıp gidiyorlar. Ama Fazıl biliyor ki iki gün sonra gelip hocalarını göz altına alacaklar. Oradan geçiyor handa kalan şair lâkaplı muhalif gazeteciye, adam polis baskınında kendini bilmem kaçıncı kattan atıyor. Yetmedi, LGBT olayına parmak basmadan olmaz, handa kalan, 44 ayakkabı numaralı travesti Gülsüm'ü eli sopalı yobazlar darp edip kan revan içinde bırakıyorlar. Ve tabii ülkeden kaçış, ülkede gelecek görmeyen Sıla, kapağı yurt dışına atmakta buluyor çareyi. Stüdyoda tanışıp derin edebi sohbetler yaptığı delikanlı Fazıl'ı da götürmek istiyor yanında ama bizim Fazıl, fıstık gibi kızı bırakıp Hayat Hanım'ı tercih ediyor. Aşık mı oldu bu çocuk, yaşlı şuh kadına derken tam o esnada Hayat Hanım arazi oluyor. Bunun sebebi birlikte gördüğü Sıla'ya duyduğu kıskançlık mı yoksa bu beraberliğin sonunda delikanlının geleceğine ipotek koymasından dolayı duyduğu vicdan azabı mı, belirsiz. Sorgusuz sualsiz Fazıl'a tahsis ettiği arabasıyla Sıla'yı gezdirdiğini gören Hayat Hanım o kadar iyi bir insan ki, delikanlı Sıla'yla beraber yurt dışına gidebilsin diye 100.000 TL ateşliyor. Şimdi gel de işin içinden çık. Hayat Hanım, Fazıl'a aşık mı? Aşıksa Sıla'yla birlikte onu yurt dışına göndermesi hayatın doğal akışına uygun mu? Hoş, bu durum benim aşk tarifime uyuyor biraz. Fakat son kertede buharlaşıp yok olmasının sebebi ne peki?
Kısaca kurguyu zayıf buldum Hayat Hanım'da. Siyasi mesajların altı doldurulabilirdi. Konunun ele alınış tarzını basit bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca romanın üç karakteri, Fazıl, Hayat Hanım ve Sıla libidosu ne kadar yüksek varlıklar, bir an boş kalsalar hemen seks geliyor akıllarına.
Diğer taraftan Ahmet Altan'ın sosyal içerikli böyle bir roman yazmasını yadırgadım. Bir zamanlar Habertürk tv kanalında tartışma programlarını izlerdim. Altan, Nagehan Alçı'yla birlikte Fetö'ye övgüler düzüp iktidarın tutumuna alkış tutarlardı. Ergenekon, Balyoz gibi uydurma davalarda Ordunun Atatürkçü çizgiden saptırılıp tarikatların ocağı haline getirilmesinde büyük rol oynadılar. Büyük bir olasılıkla A.B.D yeşil kuşak projesi kapsamında fonlandığını düşünüyorum. Bu sebeple, şimdi kalkıp iktidarın şirketlere çökmesinden yakınmasını, adaletsiz uygulamaları dile getirmesini samimi bulmadığımı söylemeliyim. Başladığım gibi bitireyim Mrs. Kedi'nin Hayat Hanım'ı çok daha gerçekçi ve güzeldi.
İnsanın iç dünyasını ve anlam arayışını başarılı bir şekilde edebiyata aktaran Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881), Ruslar dışında herkesten nefret eden aşırı milliyetçi, muhafazakar bir Rus yazarıdır. Realizm akımının güçlü temsilcilerinden biri olan yazar, Ecinniler adıyla dilimize çevrilen kitabında, 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'da filizlenen ateizm, nihilizm* ve sosyalizm ideolojilerinin Rusya ve Rus insanı üzerindeki etkilerini ele alıp eleştirmekte. Dostoyevski'nin gerçek hayatta yaşadıklarının, karşılaştığı olayların ve kişilerin, Ecinniler romanında konu, olay ve karakterlere esin kaynağı olduğunu görüyoruz. Zamanın Rusya'sında, nihilist ve yasadışı Halkın İntikamı adlı gizli örgüt üyesi olan Nechayev'in, devrimci arkadaşları ile birlikte davalarına ihanet ettiği gerekçesiyle, 21 Kasım 1869'da, öğrenci Ivanov'u dövüp boğduktan sonra cesedini buz tutmuş bir gölün deliğine sakladığı, gerçekte yaşanmış bir olaydır. Dostoyevski, bu olaydan etkilenerek Ecinniler romanında, Nechayev'i, Pyotr Stepanoviç Verhovenski karakteriyle, Ivanov'u ise Ivan Şatov karakteriyle konu etmiştir. Diğer bir örnekte yazar, romanında yer alan Karmazinov karakteriyle, bir türlü anlaşamadığı ünlü nihilist Rus yazar Ivan Turgenyev'i işaret eder. Yazar, Karmazinov'u küçümseyerek, kendisinden birçok kentlinin saygı gösterdiği sözde büyük yazar olarak bahsetmektedir romanında. Bazılarına göre ise, Dostoyevski, Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" adlı eserine, Ecinniler romanıyla cevap vermiştir.
Rus edebiyatını severim. Bu nedenle Ecinniler romanına seveceğimden emin olarak başladım. Karakterlerin büyük kısmının üç isimli olması ve konuya biraz geç adapte olmamdan dolayı biraz zorlandığımı söyleyebilirim. Ne var ki yazarın karakter tahlilleri ve anlatım tarzına diyecek yoktu. Sonraları karakterleri tanımaya başladığımda olayların akışına kendimi kaptırdım. Dostoyevski, Sibirya sürgününden sonra kaleme aldığı bu ilk kitabında Rus toplumundaki dönüşümü, sınıfsal farklılıkları, toplumun Batı'dan, özellikle Fransız kültür ve ideolojilerinden etkilenmelerini, Çarlık Rusya'sı ile ona başkaldıran devrimciler arasında süregelen muhafazakarlık ve din temelli ayrışmaları ustaca kaleme almış. Özellikle ikinci cildi çok daha heyecanla okudum.
"Siz halkı hiç umursamadığınız gibi onu küçük de gördünüz, iğrendiniz halktan. Halk deyince anladığınız Fransız halkıydı çünkü, onun da yalnızca Paris'te yaşayanları; Rus halkı da onlar gibi olmadığı için utandınız. Gerçeğin ta kendisidir bu! Halkı olmayanın Tanrı'sı da yoktur oysa! İnanın bana, halkını anlamayan, halkıyla ilişkilerini kesen biri yavaş yavaş anayurduna inancını da yitirir ve sonunda ya ateist ya da boş vermişin teki olur çıkar. Gerçeği kanıtlanmış bir olgudur bu!"
Benim açımdan romanın en öğretici yanı Sosyalizm ve Ateizm ideolojilerinin Çarlık Rusya'sına Avrupa'dan sirayet etmesiydi. İtiraf edeyim ki, ben bu ideolojilerin esasen Rusya'da doğduğunu düşünüyordum. Roman'da olaylar belli bir eğitim seviyesine sahip, en az bir yabancı dil bilen, entelektüel bir çevrede geçiyor. Karakterlerin hemen hepsi orta halli ya da varlıklı kişiler. Bazıları zaman içinde ekonomik çöküş yaşadıkları için sıkıntıya düşseler de aynı çevrenin içindeler. Sık sık bir araya gelip fikir tartışmaları yapıyor, dans partilerine katılıyorlar. Yazar ilk olarak üniversitelerde ders veren Stepan Trofimoviç Verhovenski ile eski bir generalin nüfuzlu dul karısı Varvara Petrovna Stavrogina arasında yirmi yıl sürecek garip bir ilişkiyle başlıyor kitabına. Bir sonraki aşamada Varvara Petrovna'nın oğlu Pyotr Stepanoviç Verhovenski ile Stepan Trofimoviç'in oğlu ve romanın ana karakteri Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin çıkıyor sahneye. Nikolay Vsevolodoviç, çelişkiler, bunalımlar ve vicdan azabı içinde bir kişi. Pyotr Stepanoviç ise, Rus devrimine gönülden bağlı, Avrupa'dan gelen emirleri harfiyen uygulayan, gözünü daldan, budaktan esirgemeyen, ütopik bir hayalin peşinde biri. Yan karakterlerde son derece güçlü; İvan Şatov, kendisini kanatları altına alan Varvara Petrovna'nın eski serflerinden birinin oğlu. Dostoyevski kendine has düşüncelerini aktarma fırsatını buluyor bu karakter üzerinden. Aleksey Niliç Kirilov, ateizmle inanç arasında gidip gelen, iyi yürekli, yardımsever ve dürüst bir genç, Şatov'un yakın arkadaşı bir üniversite öğrencisi. Yazarın intihar düşüncesini ele aldığı bu karakter, intiharı, korkuyu öldürerek özgür kalmak ve nihayetinde Tanrı olmak fikrine dayandırmakta. Kirilov bir yerde şunu söylemektedir:
"En büyük özgürlüğü isteyen herkes, kendi kendini öldürmek zorundadır... Bundan öte özgürlük yoktur... Kendini öldürebilen kişi Tanrı'dır."
Romanda ele alınan inanç ve felsefe konuları epey ilgimi çekti. Yer yer dönemin yazarlarına filozoflarına atıfta bulunulurken bazen İncil'den yapılan alıntılarla Rus toplumundaki huzursuzluğun temel kaynağını inancın zayıflamasına bağlanıyor.
"Yakınlarda, 2.000 kadar domuzdan oluşan bir sürü otluyordu. Yasaya göre domuz kirli sayılan bir hayvandı, bu yüzden Yahudiler domuz besleyemezdi. Cinler şöyle dedi: "Bizi şu domuzlara gönder de onların içine girelim." İsa izin verdi, cinler de 2.000 domuzun içine girdi. Domuzların hepsi çılgınca kaçışarak uçurumdan atladı ve gölde boğuldu." (İncil - Markos 5:12)
Önceleri tanrıtanımaz olmasına rağmen nihilizm ve ateizm gibi akımların karşısında olan Stepan Trofimoviç Verhovenski, Rus halkının bire bir bu durumda olduğunu söyleyen ve vatandaşların beyinlerine giren yabancı ideolojileri, cinlerin domuzların içine girmesine benzetiyor.
"Biliyor musunuz, burada sanki bizim Rusya'mız anlatılıyor! Hasta adamdan çıkıp, domuzların içine giren şu cinler... Ve büyük Rusya'mız, aziz, sevimli Rusya'mız, hasta Rusya'mız... Ve yüzyıllar boyu onda biriken irin, cerahat, kokuşmuş yaralar, büyüklü küçüklü her türden cin, şeytan... Ama yüce bir düşünce, yüce bir irade, cin tutmuş adamı nasıl sağalttıysa Rusya'yı da sağaltacak ve yüzeyi tutmuş görünen bütün o cinler, irin, pislik, adilik, Rusya'nın içinden çıkıp domuzların içine girmeyi kendiliğinden isteyecektir. Belki de çoktan girdiler bile! Biziz bunlar."
Esasen romanın adıyla özdeşleşen konu da bu öyküden kaynaklanıyor. Diğer taraftan karakterlerin birbirleriyle ilginç diyaloglarına da şahit oluyoruz. Onlardan bir tanesi Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin ile Aleksey Niliç Kirilov arasında geçmekte.
"Stavrogin: Apokalips'te** melek, artık zaman diye bir şeyin olmayacağını söyler.
Kirilov: Doğru, yerinde bir saptama. Tüm insanlık mutluluğa kavuştuğunda zaman artık olmayacak, çünkü gerekmeyecek. Çok yerinde bir düşünce.
Stavrogin: Zamanı nereye saklayacaklar peki?
Kirilov: Hiçbir yere, nesne değil ki zaman, bir düşünce, zihinde yok olup gidecek."
Romanın çevirisini başarılı buldum. İkinci çevirmen, Engin Özden hakkında pek bilgiye rastlamadım, muhtemelen yayınevi sahibidir kendisi, benim de ismin çıksın diye rica etmiş olmalı. Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu İsmail Yerguz ise en az 150 kitap kazandırmış dilimize. Rusça bildiğini sanmıyorum. Ecinni romanını sanırım Fransızcasından çevirmiştir. Bir de şu meşhur roman karakterimiz Stepan Trofimoviç Verhovenski, tam bir Fransızca hayranı, bütün diyaloglarında Rusçadan fazla Fransızca anlatıyor meramını. İşin ilginci çevresindeki insanlar da bu dili gayet iyi biliyorlar ve onun ne dediğini anlıyorlar.
Dostoyevski'nin Ecinniler romanı gelmiş geçmiş en iyi siyasi roman olarak biliniyor. Bunun sebebi konunun bugün bile güncelliğini koruması. Sözgelimi ülkemizde cumhuriyetçilerle Osmanlıcılar arasında bitmeyen ideolojik kavganın bir benzerini Ecinniler'de görüyoruz. Bugün Abdülhamit hayranlarının, beyinleri Atatürkçü fikirlerle dolmuş cumhuriyet tutkunlarını, içlerine cin girmiş domuz gibi gördüklerini düşünüyorum. Muhafazakar ve dindar bir yazar olarak Dostoyevski, devrimci mücadeleyi devlete karşı bir eylem olarak görmekte. Dönemin yöneticileri, ilk baskıya verildiğinde kitabın içindeki bir bölümün çıkartılmasını istemiş, daha sonraki basımlarda bu bölümün gerçek yeri belli olmadığı için kitabın sonuna eklenmiştir.
Ecinniler'i okurken ilk başlarda zorlanmış olsam da biraz vaktimi alan fakat çok şey öğrendiğim, aynı zamanda okurken de büyük zevk aldığım bir kitap oldu. Şu an edindiğim bilgilerle kitabı baştan bir kez daha okumak hissi var içimde. Özellikle klasik Rus edebiyatı severlere şiddetle tavsiye edebileceğim bir eser.
* Nihilizm: Kelime anlamı hiççiliktir. Bu görüşü savunan kişilere nihilist denir. Nihilistler, ahlâk, erdem, sorumluluk gibi tüm toplumsal değerleri reddederler. Onlara göre insanın var olması tamamen tesadüfidir ve herhangi bir dayanağı yoktur.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri bu hafta 3. yılını doldurmuş bulunuyor. Söz konusu etkinliği başlatan, Edischar ve Taha Akkurt başta olmak üzere organizasyon liderliğini başarıyla sürdüren sevgili DeepTone'a, tartışmalara soruları ve yorumlarıyla destek veren tüm blog dostlarına teşekkürlerimi sunuyorum. Haftanın konusu benden geliyor:
Bu kez güncel bir olaydan yola çıkıp sorumu soracağım. Erzincan İliç'teki altın madeni işletmesinde patlayan bir borudan çevreye siyanür sızdığı ve bu nedenle Çevre Bakanlığınca ilgili kuruluşa en üst sınırdan ceza kesildiği, ardından da olayla ilgili adli soruşturma başlatıldığı, haberlere konu oldu. Haberin ilginç yanı şu; çevreye büyük zarar veren şirket faaliyetlerine karşı eylem yapan Bergama köylülerinin aksine burada şirkete en büyük desteğin tesise yakın bölgede yaşayan köylülerden gelmesi! Erzincan, İliç ilçesine bağlı Çöpler Köyünün hazin bir öyküsü var. Yıllar önce köyleri Keban Baraj gölünün suları altında kaldığı için aşiret mensuplarına devlet tarafından Çöpler Köyünde arazi ve yerleşim hakkı verilmiş. Taşındıkları arazide, altın madeni yataklarının bulunması üzerine aynı aşiret mensupları aileleriyle birlikte ikinci kez yerlerinden olmuşlar. Şirket tarafından arazilerine büyük paralar ödenip ailelerine dubleks evler verilmesinin yanı sıra tesiste yüksek ücretlerle kendilerine iş bulan köylüler, şirketin hiçbir taşeronluk işini dışarıdan birilerine kaptırmamış ve bu yoldan büyük bir rant elde etmişler. Bilim insanları siyanürle kirlenmenin sadece köye değil nehir yatakları vasıtasıyla çok daha geniş bölgelere, Basra Körfezine bile ulaşabileceğinden, hatta bütün dünyayı zehirleme olasılığından bahsediyorlar. Daha önce hayvancılıkla uğraşıp kıt kanaat geçimini sağlayan köylüler şirketin sağladığı imkânlarla ihya olmuş durumda. Bu yüzden soruna dikkat çekmeye çalışan çevre örgütlerini tesise yaklaştırmıyorlar.
"Çevreyi kirleten, doğayı tahrip eden ve canlıların yaşamını tehlikeye sokan işletmelerin faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsunuz?"
"İnsanlar yaşadıkları çevreden sorumludurlar. Tüm canlıların yaşam alanı olan çevrenin temiz tutulması, fauna ve floranın korunması, işletmelerin çevre bilincini geliştirmeleri için her türlü tedbiri almaları, hükümetlerin de bu konuda gerekli yasaları çıkarıp, denetleme görevini yerine getirmeleri gerekir." diyerek işin içinden sıyrılmak ve çevre konusunda ucuz hamaset yapmak bence doğru değil. Bu yüzden sizlere çevrenin öneminden bahsederek görev ve sorumlulukları vatandaşa, kurum ve kuruluşlara ve devlete pay etmeyeceğim. Alman filozofu Goethe'nin (1749-1832), "Herkes kendi kapısının önünü süpürse dünya tertemiz bir yer olur." söyleminin özellikle ülkemiz için pek de geçerli olmadığını ve çözüm eylemini bireyselliğin dışına almak istiyorum.
Sanayileşmeyle birlikte en önemli küresel sorunlarından biri haline gelen çevre tahribi, insan aktivitelerinin biyolojik ve fiziksel çevre üzerindeki zararlı etkilerinin sonucunda ormanların yok edilmesi, su kaynaklarının yitirilmesi, denizlerin, hava ve toprağın kirletilmesi şeklinde kendini gösterir.
Geçenlerde izlediğim bir youtube kanalında bana hayli ilginç gelen sorulara gençler içtenlikle cevap veriyorlardı. O sorulardan bir tanesi, "Size bir milyon dolar verilecek ve bunun karşılığında dünyanın herhangi bir yerinde, hiç görmediğiniz, bilmediğiniz, tanımadığınız bir insan öldürülecek." Gençlerin neredeyse tamamı teklifi kabul edebileceklerini söylediler. Öyle ki, içlerinden bazıları dünyada nasıl olsa birileri ölüyor diyerek böyle bir teklife çok daha uygun bedelle rıza gösterebileceklerini ifade ettiler. İkinci aşamada soru biraz değişti. "Eğer öldürülecek kişi tanıdığınız bir kişi olsaydı, kararınız nasıl olurdu?" Bu soru karşısında ilk tepkileri görülmeye değerdi. Bir an ne yapacaklarını bilemediler ama biraz düşününce hepsi teklifi reddetti. Gençlerin aynı eyleme, farklı şartlar altında vermiş olduğu samimi tepkiler insan doğasını ne güzel açıklıyor!
İnsan bencil bir varlık, bunu değişmez bir gerçek olarak kabul etmemiz gerekir. Bazı insanlar verdikleri kararın neye mal olacağından bile habersizdirler. Eğer kendine fiziksel ve ruhsal açıdan zararı yoksa küçük bir çıkar uğruna yapamayacağı şey yoktur. İşte tam bu noktada "vicdan" dediğimiz önemli bir özelliğimiz devreye girer. "Vicdan" istisnai durumlar dışında insanlar arasında maddi değeri olan bir varlıktır. Öyle ki, kendisine fiziksel ve ruhsal zarar vermesi halinde bile çıkar uğruna bazı insanlar "vicdan" larını satabilir. Sözgelimi tetikçiler bu sınıfa girer. "Vicdan" işin büyüklüğüne, kişinin ihtiyaç durumuna, sosyal statüsüne, karakter yapısına bağlı olarak satılabilen bir değerdir. Tapu memuru 100 TL karşılığında, devletin bakanı 100.000 TL'ye satar devleti. Bu bedel aynı zamanda kişinin "vicdan" ın bedelidir. Herkesin, her işin bir bedeli vardır. Çok istisnai durumlarda "vicdan" bedeline paha biçilemez. Paha biçilmez "vicdan" sahipleri erdemli insan olma özelliğine ulaşmış kişilerdir ve genel olarak bu tür insanları karar verici mercilere getirmez toplum.
Devletin vicdanı olmaz, olamaz. Devleti yöneten kişiler vicdani sorumluluklarını yerine getirmedikleri ölçüde çevre sorunlarını ve ülkenin diğer sorunlarını çözemezler. En sağlam yasalar çıkarılsa dahi çevreyi korumak mümkün değildir. Gerekli yasaları düzenlemek, işletmeleri proje aşamasında ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporlarıyla ve uygulama aşamasında sıkı denetimleriyle kontrol altında tutmak devletin asli görevidir. Bunun dışında, çevrenin korunmasına yönelik bireysel eylemlerin, soruna çözüm getireceğine asla inanmıyorum.
Bu bağlamda Erzincan'daki altın işletmesi örneğinde, gerek şirket sahipleri ve yöneticilerinin, gerekse çıkar karşılığı çevreye zarar vermesine göz yuman köylülerin yukarıda açıklamaya çalıştığım insani "vicdan" özelliklerinden medet ummanın boşuna bir çaba olduğunu düşünüyorum. Bu konuda kimin haklı olduğu, kimin doğruyu söylediği anlamsız bir tartışmadır. Şirket gerekli önlemleri aldığını iddia edecek, yoksul köylü çaresizliğinden dem vuracak, çevreciler sonuç getirmeyen bir mücadelenin içinde yer alacaklar. Sonuçta birçok işletme çevreye zarar vermeye devam edecek, sorun asla çözülmeyecektir. Bu konuda tek çözüm devletin liyakatli kadroları iş başına getirmesidir. Aksi takdirde çıkar uğruna ormanlarımız yanacak, havayı, suyu ve toprağı kirletmeye devam edeceğiz.
O geceyi unutamam. Tek kelimeyle müthişti! Böyle bir olayı insanın içinde saklaması ne zormuş meğer. Her şeyi paylaştığım eşim dahi beni anlamamış, delirdiğimi sanmıştı. Onunla konuşmamın üzerinden tam bir hafta geçti. Normal olduğuna inandırmak için kendini, en yakınına dahi rol yapmak zorunda kalıyor bazen insan. Bu nedenle onun yeniden gelmesini hem istiyor, hem istemiyordum.
Dün gece bir benzerini yaşadım. Eşim hastanede yatan annesinin yanında refakatçi kalmıştı. Gelmesi için bundan daha iyi bir zaman bulamazdım. Balkonda sigaramı yakmış onu düşünüyordum yine. Geçen sefer bir ara heyecanlanıp ne soracağımı unutmuştum. Bu yüzden kafamdan geçen soruları bir deftere not alsaydım diye düşünüyordum, tam o sırada kapı çaldı. Eyvah dedim, yine o!
Hemen koşup açtım kapıyı. O da ne? Otuz yaşlarında bir afet. Elim ayağım kesildi, nutkum tutuldu, bir şey diyemedim. Uzun bir süre menekşe gözlerine bakıp kaldım öylece. Gelen yine o muydu yoksa. Beni şaşırtmak, yoksa denemek mi istiyordu? Belki tanımadığım komşulardan biriydi. Ama bu kadar güzel bir kadın yeryüzüne ait olamazdı. Gökten inmiş bir melekti sanki! Belki de bir hayal. O olsa, aklımdan geçen bütün bu düşünceleri anlar, çoktan harekete geçerdi. Kendimi toparlayıp sordum:
"Buyurun, kimi aramıştınız?"
"Sizi." dedi. "Siz osunuz, tahmin etmiştim zaten." dedim, kibirlenerek. Tam içeri davet etmeye hazırlanıyordum ki aldığım cevap karşısında şok oldum. "Ben o değilim," dedi. "Peki, kimsiniz o zaman?" diye sordum. "Beni o gönderdi." dedi. "Kendisinin işi mi çıktı?" diye soracaktım az kalsın, haddimi aşmamak için zor tuttum kendimi. "Böyle kapının önünde mi konuşacağız?" diye sordu. "Buyurun," diyerek kendisini salona aldım. Daha yer göstermeden gidip doğruca geçen hafta oturduğu aynı yere oturdu. Ben de karşısına, koltuğuma geçtim. İnanılmaz bir fiziği vardı. Karşımda bacak bacak üstüne attı. Hayatımda bu kadar güzel bir kadın görmemiştim.
Geçen hafta sonu onunla sohbet ederken anlaşamadığımız bazı mühim konular çıkıyordu ortaya. Sözgelimi onun adalet sistemini aklım almamış, vicdanım kabul etmemişti. Özellikle mi seçmişti bu kadını? Bir erkeği en inanılmaz olaylara ikna etmek için bundan etkili bir yol olamazdı. O bir değil, bin dese inanırdım. Bütün savunma sistemim çökmüştü, geçen hafta onun karşısında bile bu kadar zayıf ve çaresiz hissetmemiştim kendimi.
"Doğru değil bu düşündüklerin," dedi. "Seni ikna etmeye göndermedi beni."
"Peki ne için gönderdi?"
"Hile yaptı!" dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Kim?" dedim. "O" dedi. İlk şoku atlattıktan sonra, düşünmeye başladım. O hile yapar mıydı? Kısa bir süre sonra aklım başıma geldi. Yapar ya, dedim kendi kendime. Ondan her şey beklenir. Adil olan, hile yapmaz. Adalet kim, o kim!
Gözleri, ateş saçıyordu. Kimdi bu kadın? "Kim, kime hile yaptı, ne hilesi?" diye sordum merakla.
"Bana hile yaptı o, anlaşmamızı bozdu," dedi. "Seninle konuşmaması gerekiyordu. Ne o, ne ben göstermeyecektik kendimizi. Özellikle de o, hiç karışmayacaktı işlerinize. Kendi özgür iradenizle doğruyu bulacağınızı sanıyordu. Bense bunun imkânsız olduğunu söylemiştim ona."
"Durun bir dakika, kafam karıştı, peki siz kimsiniz?" diye sordum.
"Karısıyım onun." dedi. "Onun karısı ha, vay canına!" dedim kendimi tutamayarak. Bana aldırmadan anlatmaya devam etti. "Yasak ayvayı da bana o yedirdi." dedi. Sinirlendiğini fark ettim. "Beni aranıza gönderdi. Yapılan bütün kötülükleri üstüme yıktı, bütün iyiliklere sahip çıktı."
"Size bunu yaptıysa bize neler yapmaz..." dedim.
"Anlaşmayı bozup seninle konuşunca bana da bu hakkı ver dedim. Mecburen kabul etmek zorunda kaldı. Anladınız mı şimdi size gelmemin nedenimi?"
"Evet, anlıyorum." dedim. "Aranız pek iyi değil sanırım".
"Eh, işte bilirsin," dedi. "Karı koca arasında olan şeyler..."
"Neyse, o zaman ben hiç aranıza girmeyeyim, yarın iyi olursunuz, kabak başıma patlar." dedim.
Birden aklıma geldi. "Ayva demiştiniz. Bizim bildiğimiz, yasak meyve ayva değil, elma. Hem onu Adem yedirmiş Havva'ya. Halbuki siz, onun size yedirdiğini söylediniz az önce.
"Adem, Havva, elma ve bunun gibi şeylerin hepsi uydurma. Bana yedirdiği ayvaydı, eminim."
"Zorla mı?" diye sordum. "Hayır, bana zorla bir şey yaptıramaz. Kandırdı beni."
"Mağdursunuz yani. Onun mağdurusunuz siz de, bizler gibi."
"Erkek milleti işte!" dedi efkârlanarak. "Onun karısı bile olsan ezilmekten kurtulamıyorsun."
Bir erkek olarak alınmıştım bu lâfına, ama sonra düşünüp hak verdim. En çok merak ettiğim soruya geldi sıra.
"Adalet konusunda siz de onun gibi mi düşünüyorsunuz?"
"Asla," dedi. "Çocuk ruhlu biri o. Bir gün canı sıkılmıştı. Çamurları karıştırıp bir heykel yaptı. Sonra can verdi ona. Yaşaması için ortam sağladı. Aklına gelen ben dahil herkese bazı görevler verdi. Ortamın işlemesi için denge dediği bir şey icat etti. Sonunda hep beraber o sistemin içine düştük. Bağlandık birbirimize. İş kontrolden çıktı, bunun sonunun nereye varacağını ne siz, ne ben, ne de o biliyor artık."
"Peki sana verdiği görev ne?"
"Bir çoğunuz söylediklerime inanmayacak. Sinsice kendilerini kandırdığımı sanıyorlar. Ama sen akıllı birine benziyorsun. Açık konuşacağım seninle."
"Yanlış anlamayın ama ondan daha güvenilir geliyorsunuz bana," dedim. "En azından adalet konusunda onunla hemfikir olmadığınızı ifade ettiniz. Bu bile size güvenmem için yeterli bir sebep."
"Şeytan benim adım." Bir anda ürperdim. Tansiyonum düştü, bayılacak gibi oldum. Sonra yavaş yavaş toparladım kendimi. Rengimin yerine geldiğini görünce kaldığı yerden devam etti anlatmaya. "Gördün mü," dedi. "Adımı duyduğunda bile ne hale geldin. Beni size hep böyle anlattı o, ne kadar düzenbaz, ne kadar iki yüzlü olduğumu. Bana kesinlikle inanmamanızı istedi. Hatta dediklerimi yaparsanız en ağır biçimde cezalandırmakla tehdit etti sizi. Bütün kötülüklerin başı olduğuma inandırdı hepinizi. Bana verdiği görev buydu aslında. Benim görevim, sizi ayartıp ona karşı gelmenizi sağlamaktı. Çok güveniyordu kendine. Ama sizin halinizi görünce isyan ettim sonunda. Baktı ki istediklerini yapmıyorum, tüm kötülükleri de aldı kendi üstüne. Çünkü denge dediği lanet olası şey bunu gerektiriyordu."
Duyduklarıma inanamıyordum. Acaba şeytanın bir oyunu muydu bu? Hangisi doğru söylüyordu, o mu yoksa bu mu? Bir imkânım olsa da yüzleştirebilseydim onları. Fakat kafam allak bulak olmuştu. Eğer dedikleri doğruysa onu bırakıp şeytanın tarafına geçmek daha mantıklı geliyordu.
"Peki, siz ne yapıyorsunuz şimdi?"
"Sizin gibi düşünen insanlara gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. Hakkımda söylenenlerin doğru olmadığını..."
"Anladığım kadarıyla denge bozulmadıkça adalet tecelli etmeyecek."
"Ne yazık ki, doğru bu dediğin. Bu yüzden dengeyi bozmaya çalışıyorum ben de."
"Bunu yapacağına inanıyor musun?" diye sordum, heyecanlanmıştım. Bu yüzden sonradan fark ettim, siz yerine sen diye hitap ettiğimi. Ama ağzımdan çıkmıştı bir kere. Fakat o, hiç umursamış görünmüyordu.
"İnanıyorum ama önce sizlerin, hepinizin bana inanması lâzım."
"Denge bozulursa, kendisiyle birlikte hepimizin yok olacağını söylemişti geçen hafta!." dedim.
Kibarca gülümsedi şeytan. "Bak bunu hep yapıyor, yine kandırmış sizi. Denge bozulduğunda sizlere bir şey olmaz. O ve ben yok oluruz sadece."
Neşeyle gözlerim ışıldadı. Ayağa fırladım, ellerimi havaya kaldırıp bağırdım. "O zaman adalet gelir!"
"Evet," dedi. "Ben kendimi seve seve feda ederim sizin için. Ama o hâlâ zevk peşinde, eğleniyor sizlerle, aynı bir çocuğun oyuncaklarıyla oynaması gibi..."
Aklımdan gölge gibi bir düşünce seli geçti. Söyledikleri doğru muydu? Şeytan bu kadar iyi biri olabilir miydi? Yıllarca şeytanı kötüleyen o, kandırmış mıydı bizleri? Bütün kötülüklerin asıl sebebi o muydu yoksa?
"Ölüm," dedim. "Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?"
"Onun plânının bir parçası," dedi. "Dengeyi sağlamak için mecburdu buna."
Denge, denge; sihirli kelime! Bıkmıştım artık bu sözcükten. Cevabı olmayan soruların bir kaçış yolu muydu bu? Denge bozulacak, adalet yerini bulacak! O zaman ölümsüzlük bizim olacak! Fantastik bir kurgu filminin içine düşmüştüm sanki. "Gölgelerin gücü adına!" Aklım iyice karışmıştı. Karşımda oturan güzel kadın zihnimin bana bir oyunu muydu? Anlattıklarından etkilenmiştim. Özellikle bizlere kendini feda edecek kadar şefkat göstermesi sadece kadına mahsus bir özellik olmalıydı.
"Ondan nefret ediyorum artık," dedim. "Ama sizin gibi iyi birini kaybetmek istemem."
Menekşe gözlerinden iki inci tanesi düştü. "Biliyorum o sizi çok üzdü. Çektiğiniz onca acıya, kedere son vermenin tek yolu var. Şayet bana inanırsanız, ancak ben halledebilirim bu işi."
"Nasıl?" diye sordum merakla. "Onu öldürebilirim!" dedi. Gözlerinden ateşler saçıyordu.
"Korkmuyor musunuz ondan? Şu konuştuklarımızı bile duyuyordur şimdi."
"Duyduğuna en ufak bir şüphem yok ama korkmuyorum. Bana bir şey yapamaz. Onun tek güvendiği sizlersiniz. Eğer ondan desteğinizi çekerseniz işimi kolaylaştırırsınız. Aksi halde üstesinden gelmem çok zor."
"Ya sonra," dedim. "Siz mi alacaksınız onun yerini?"
"Bu soruyu sormanız gerçekten üzdü beni. Demek ki hâlâ içiniz rahat değil. Ya da kendimi size tam anlatamadım. Eğer onu öldürürsem bu sadece benim değil sizin de başarınız olacak. Daha sonra boynumu uzatacağım önünüze. Beni de öldürün şimdi diyeceğim, kurtulmanız için... Size tuhaf geliyor ama sizin ne ona ne de bana ihtiyacınız var."
"Ben şahsen kıyamam size," dedim. "Sizi gerçekten tanıyan biri yapmaz böyle bir şey."
"Yapmak zorundasınız." dedi.
"Peki şu meşhur "denge" kavramınız ne olacak. Sizler ölünce denge bozulmayacak mı?" diye sordum. Aklıma onunla geçen hafta yaptığım ilk konuşma geldi. "Bir tozun yerini değiştirmek bile dengenin bozulması için yeterli demişti bana."
"Bazen doğru söylediği oluyor işte. Sistemin bir parçasıyız biz de sizler gibi. Biz olmayınca elbette denge bozulacak. Adalet temelinde yeni bir denge kurulacak. Ve o zaman bize gerek kalmayacak!"
Kulağa hoş geliyordu sözleri, ama o günleri göremeyecektik. Eski birer dostmuş gibi birbirimizin yüzünü seyre daldık uzun bir süre. Bana acıyan gözlerle bakıyordu, bense ona ne kadar haksızlık ettiğimizi düşünüyordum. Sorular sorulmuş, cevaplar alınmıştı. Artık veda vakti gelmişti. Ayağa kalktı.
"Bana bir daha gelir mi dersiniz?" diye sordum onu kastederek. "Bilemem," dedi.
"Ya siz, siz yine geleceksiniz değil mi?" Yalvarır gibi çıkmıştı sesim ağzımdan. Gelmesini çok istiyordum.
"O izin verirse," dedi. "Fakat o gelirse benim gelmeme de itiraz edemez." Şuh bir göz attı, içimin yağları eridi. Kapıya kadar geçirdim. "Hoşça kal," dedi ayrılırken, gülümsedi. Salona dönüp attım kendimi koltuğa. Göğsüm sıkıştı, kalbim yerinden fırlayıp peşinden koşmak istiyordu adeta. Telefonun sesiyle kendime geldim. Arayan eşimdi. On kere aradım, niye cevap vermiyorsun diye çıkışıyordu. Sessiz modunda kalmış olmalı dedim. Madem sessiz modunda, şimdi nasıl duydun zil sesini? Öyle ya. Çok zekidir benim eşim. Şu bir gerçek ki, en ufak bir ses gelmemişti kulağıma. "Soluk soluğa geliyor sesin, dışarıda mıydın?" diye sordu. Ne diyeceğimi bilemedim.
Alt güvertede denizden esen tatlı rüzgârın keyfini çıkaran üçüncü sınıf yolcuları arasında kendine güzel bir yer bulan Haro, güneşi sırtına almış, arkasına geçtiği genç kızın saçına çift örgü yapıyordu. Ona özenen birkaç kadın, yanlarına çektikleri kızlarının saçlarını taramaya başladılar. Kimileri hünerli parmaklarıyla çocukların saç diplerini karıştırıyor, bitlenip bitlenmediklerini kontrol ediyorlardı. Biraz ötede yere bağdaş kuran Niki, arada bir Haro'ya gülümseyerek can sıkıntısını bastırmaya çalışıyordu.
"Ne arıyorsun?" Haro, çantasının içinde sürekli bir şeyler arayan arkadaşına seslendi. Niki, ona cevap vermeye fırsat bulamadan Norman'ın sesi duyuldu. Genç kız, hemen toparlandı.
"Kalimera!" Merdivenlerden aşağı indikten sonra güverteyi dolduran denkler arasında güçlükle ilerleyen Norman, Haro'nun yanına ulaşmıştı nihayet. "Kalimera." deyip gülümsedi Haro. Genç adam, doğruca Niki'nin olduğu yere yöneldi. Uzun kollu gri gömleğin üstüne koyu renkli kolsuz bir ceket giymişti. Niki, ayağa kalktı, heyecanın gizlemeye çalışarak gülümsüyordu. O da Haro'nun ardından belli belirsiz "Kalimera" diyerek gazeteciyi selâmladı.
Genç adam, ceketine gizlediği mavi kapaklı ince bir kitap uzattı Niki'ye. "Yunanistan'ı ziyaret etmeyi plânladığım sırada satın almıştım bunu..." dedi. "Hem İngilizce hem de Yunanca yazılmış." Niki gözlerini dikmiş Norman'a bakıyordu. Norman, devam etti anlatmaya. "Canın sıkıldığında okursun. Bunu sana vermek istiyorum." Niki, tepki vermeksizin, adeta büyülenmiş gibi Norman'dan alamıyordu gözlerini.
Haro, "Ne diyor?" diye seslendi uzaktan. Gazetecinin Niki'yle ne konuştuğunu merak ediyordu.
"Şey,... " dedi. Niki, gözlerini Norman'dan ayırmadan Haro'ya vereceği cevabı düşünüyordu. "Acıktığını söyledi. Yemek vakti gelmiş!" Norman'ı gülümsetti bu sözler.
Haro, telaşla ayaklandı ve arkadaşını kolundan çekip kaldırdı. "Hadi Antigone, gidelim." Niki'nin yanından geçerlerken hayranlıkla gülümsedi. "İngilizceyi ne kadar güzel konuşuyorsunuz..." İki genç kız yemek salonuna doğru koşmaya başlayınca Niki seslendi arkalarından. "Durun, beni bekleyin."
"Teşekkür ederim," dedi, Niki nihayet. Norman'ın uzattığı kitabı eline aldı. Eğilip çantasından üzerinde siyah taneleri olan bir zeytin dalı çıkarıp genç adama uzattı. "Bu benim adamdan." Norman memnuniyetle hediyeyi kabul etti. "Siyah zeytin."
"Detroit" dedi Norman, daldaki zeytinlerden birini koparıp ağzına atarken keyfi yerine gelmişti. "Ama babam İrlanda'da dünyaya gelmiş."
"O zaman gerçek bir Amerikalı değilsiniz." dedi heyecanlanarak. Gözleri parlamıştı Niki'nin. "Sizin anneniz de sipariş gelin miydi yoksa?"
"Hayır," dedi Norman, başını sağa sola salladı, gülümsedi. "Babam onunla ilk kez bir balıkhanede karşılaşmış. Orada çalışan kadınlardan biriymiş annem. Tezgâhın üzerinde, hep birlikte halibut temizliyorlarmış. Büyük, yassı bir balık çeşidi yani. Onun dalgalı kızıl saçlarını görür görmez aşık olmuş. Benim fotoğrafçı olmamın bir nedeni de bu zaten. Çiğ balık kokusuna dayanamadım." Norman, ağzına bir zeytin daha atıp kendisini ilgiyle dinleyen Niki'ye gülümsedi.
İkisi de gözlerini birbirinden alamıyordu. Norman içini çekti. "Keşke yaşadığım yerleri sana da gösterebilseydim."
***
İkinci el gelinliklerin prova, onarım ve düzeltme işlerinden sonra (Karabulat'ın acentesi marifetiyle gemiye alınan Rus kızlarının dışında) bütün gelin adaylarının fotoğrafları çekilmişti. Dikiş makinesi, yeniden yukarı taşındığı için ihtiyaç oldukça Niki üst güverte salonuna çıkıyor, birinci sınıfta seyahat eden yolcuların gösterişli elbiselerini elden geçirip istenilen değişiklikleri yapıyordu. Yine öyle bir gün makinesinin başında, makası almak için dikiş kutusunu açtığında üzerinde "Niki" yazılı bir zarf buldu. Zarfın içinden antik çağlardan kalma Efesli tanrıça Artemis'e ait bir heykel başı fotoğrafı çıktı. Fotoğrafın dikiş kutusuna kimin tarafından konulduğunu tahmin etmek Niki için hiç de zor olmamıştı. Norman, uzun zaman önce Efes'i gezerken çekmişti bu fotoğrafı. Niki, elini fotoğrafın üzerinde gezdirirken tanrıçanın gözlerinden saçlarına varıncaya kadar sanatsal detaylara hayran kaldı. Yaşamı boyunca hiçbir heykele bu kadar incelikle bakmadığını fark etmişti. Ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz diye sorduğunda, Norman'ın verdiği cevabı hatırladı. "Başkalarının gözden kaçırdığı, önemsiz küçük şeyler..." demişti. Dediğinden bir şey anlamamıştı o zaman. Genç adamın sanata karşı duyarlılığını ve önemsiz, küçük şeyler derken nelerden bahsettiğini daha yeni kavramaya başlıyordu Niki.
Fotoğrafı zarfa koyarken derinlerden gelen müzik sesine kulak verdi. Alt güvertede, udunu kucağına almış yanık sesiyle şarkı söylüyordu, Haro. Gözlerini açık denizin en uzak noktasına dikmiş, saçları rüzgârla savrulurken kendinden geçmişti genç kız.
"Acı benim yolculuğum, bilmem bu yolun sonu nereye varacak.
Bana yaşamaktan bahsediyordun, ona elveda dedim çoktan.
Duygularımı asla bilemeyeceksin, sana sevgimden başka verecek bir şeyim yok.
Acılarınla suladın beni hayat, kalmadı hiç umudum."
O sırada salona giren Emine Bacı Niki'nin yanına geldi. Pencerenin perdesini aralayıp alt güvertede şarkı söyleyen Haro'yu seyretmeye koyuldu. Genç kızın dokunaklı sesinden etkilenmişti. "Bu şarkı bana hiç yabancı gelmiyor." dedi.
Bol dökümlü rengârenk elbisesiyle son derece rüküş görünüyordu, Emine. Bu yetmezmiş gibi ne kadar kolyesi varsa hepsini boynuna asmış, başına da saçlarının yarısını örten tuhaf, taca benzeyen bir şapka geçirmişti. Derinden bir iç geçirdikten sonra Niki'ye döndü. "16 yaşına gelinceye kadar devamlı dans edip şarkı söyledim." dedi. Elindeki yelpazeyi kapattı ve canı sıkkın bir ifadeyle kollarını açtı. "Sonra..." Başını salladı, sıradan bir şey söylercesine "Her şey bitti bir anda..." Niki, sessizce falcı kadını dinliyordu. Emine, genç kıza gülümseyip dikiş makinesinin önündeki koltuğa oturdu.
"Biliyorsun..." dedi. Sonra heyecanlı bir şekilde yeşil gözlerini açarak bir sır verir gibi Niki'ye doğru uzattı başını. "El falına bakıyorum. Şimdiye kadar en az 50.000 kişinin elini inceledim. Ellerine bakarak insanları iyi tanıdığımı düşünüyorum. Aldatan kimselerin eli kuru olur. Meselâ, bakanların eli soğuktur. Diplomatların elini soracak olursan onlarınki..." Kısa bir süre düşündükten sonra kaybettiği bir şeyi yeniden bulmuş gibi dikiş makinesinin üzerindeki kumaşı işaret etti. "İşte evet, aynı keten gibidir." Ciddi bir ifadeyle Niki'nin yüzüne baktı.
"Hadi uzat bana avucunu, senin de falına bakayım." Niki, tepki vermeksizin hafifçe gülümsüyordu yine. Emine, genç kızın umursamaz haline hayli şaşırmıştı. Hayatında ilk kez biri tarafından geri çevriliyordu. "Geleceğini öğrenmek istemez misin?" diye sordu. Niki kadının ısrarından sıkılmaya başlamıştı ama Emine Bacı da teslim olacağa hiç benzemiyordu. "Elin senin kısmetini söyleyecek, merak etmiyor musun?" Genç kızdan ses çıkmayınca yerinden kalkıp kırıtarak kulağına eğildi, "Bedava bakacağım, merak etme." dedi, falcıdan çok büyücüyü andıran iri yeşil gözlerini açarak gülümsedi.
Gelin fotoğraflarını çeken Amerikalı gazeteciye büyük yardımı dokunmuştu Nikolas'ın. Bu süre içinde yakışıklı denizci boş kaldıkça Olga'yla sürekli göz temasında bulunuyor, genç kıza ilgi duyduğunu önüne çıkan her fırsatta hissettiriyordu. Aralarındaki tek sorun aynı dili konuşmamalarıydı. Fakat bu eksikliği sorun etmiyor, içlerinden geçeni bakışlarıyla birbirlerine kolaylıkla aktarabiliyorlardı. Nikolas arada bir mutfaktan aşırdığı bir meyve getirip heyecanla genç kıza uzatırdı bazen. Teşekkür etmesini beceremese de çocuksu gülümsemesiyle delikanlıyı mutlu ettiğinin farkındaydı Olga. Yanlarında kimse yoksa göz göze gelip uzun süre ellerini birbirinden ayırmıyorlardı. Fotoğraf çekimleri tamamlandıktan sonra işleri biraz zora girmişti. Bir gün, alt güverteye inen Nikolas, genç kızı kolundan tuttuğu gibi geminin ambar bölümüne götürdü. İlk kez genç kızın yüzünü okşamıştı orada. Büyük çuvallar, ahşap kasalar ve eşyaların arasında baş başa kalmak ikisinin de hoşuna gidiyordu. Ambarın deniz tarafı demir korkuluklarla kapatılmıştı. Başını korkuluklardan dışarı uzatıyordu bazen Olga, rüzgârla dalgalanan kızıl saçları ve devamlı gülümseyen masum yüzüyle Nikolas'ın yüreğini hoplatıyordu. Bu mekân, sonraki günlerde Olga'yla Nikolas'ın buluşma yeri haline geldi.
Yine başka bir gün, kırmızı bir elmayla çıkmıştı genç kızın karşısına, Nikolas. Elindeki elmayı genç kıza uzatırken başıyla buluşma yerini işaret etmiş, daha sonra içi su dolu kovayla süpürgesini alıp merdivenlerden yukarı çıkmıştı. Olga neşeyle elmayı dişlerken ambara doğru ilerlemeye başladı. Etrafı kontrol ettikten sonra ambar kapısından içeri sokuldu. Ürkek adımlarla eşyaların arasında ilerlerken gözü denizciyi arıyordu. Sessizliği yırtan azgın bir köpek havlamasıyla sıçradı yerinden. Hemen koşup deniz tarafındaki çuvallardan birinin arkasına gizlendi. Siyah bir köpek merdivenden inmiş kuyruğunu sallıyordu. Denizci kıyafetli biri gelmişti köpeğin peşinden. Olga'nın beklediği denizci değildi bu. Adam elindeki kovadan bir tabağa boşalttığı mamayı köpeğin önüne koyup işine geri döndü. Köpeğin korkusundan yerinden ayrılamıyordu genç kız. Yaklaşık yarım saat sonra merdivenlerden gelen ayak seslerini işitti. Neyse ki gelen Nikolas'tı bu kez. Olga diye seslendi denizci, kısık sesle. Genç kız hemen saklandığı yerden fırlayıp denizciye sarıldı. Birlikte deniz tarafındaki korkuluğun dibinde yere çöktüler. Sessizce bakışmaya başladılar. Nikolas kolunu genç kızın boynuna attı, ilk kez bu kadar yakınlaşmıştı ona, onun kızıl, dalgalı saçlarını okşarken nefesleri birbirine karışıyordu. Olga, mutluluğuna diyecek yoktu.
***
Özel olarak dizayn edilmiş kaptan kamarası, işlemeli kadife perdeleri, ve maun mobilyalarıyla göz kamaştıran bir görünüme sahipti. Kaptanın pek de hoşlanmadığı ağır bir misafiri vardı yanında. Norman'a karşı ilk raundu galip bitirmesine karşılık Karabulat, hayli gergin görünüyordu. Masanın kenarına oturmuş, kaptanı yanına çekmek için şekilden şekile giriyordu.
"Peki, Yelena konusunda ne düşünüyorsun dostum? Şu bizim Rus kızından bahsediyorum." Karabulat, gözlerini kır sakalını okşayan kaptana dikmiş ondan gelecek cevabı bekliyordu.
"Şu an bu konuları konuşacak durumda değilim!" deyip kestirip attı, kaptan. Sıkıntıyla gözlerini yere indirirken ayağa kalktı. Elindeki usturayla aynanın karşısına geçip sakalını düzeltmeye başladı. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra dönüp Karabulat'a umursamaz bir şekilde gülümsedi. "Türk mühendise hediye olarak gönderebilirsin onu."
"Kaptan Marinos, biliyorsun... Onların inançları farklı, bu yüzden ikisini bir araya getirmek doğru olmaz dostum."
Kaptan cevap vermeden arkasını döndü. Karabulat, düşünceli görünüyordu, derin bir nefes alarak iç geçirdi.
"Tanrıya şükür, elime birinci kalite parçalar düştü yine..." Sallanarak ayağa kalktı ve kaptana yaklaştı. "Sanırım 1917 yılıydı... 11 kişilik bir grup... iri göğüsleri vardı hepsinin..." Elini cebine atıp lakayt bir şekilde anlatmaya devam etti. "1919 yılındakilerin hepsi de mavi gözlüydü, onları daha da çekici hale getiren küçük benleri vardı yüzlerinde..."1920 yılında ise insanı azdıran kocaman kalçalarıyla çıkmışlardı karşıma..." El hareketleriyle konuşmasını desteklerken geçmiş maceralarını hatırlayıp heyecanlanıyor, zaman zaman nefesi kesiliyordu Karabulat'ın. Kaptan'ı güldürüyordu onun bu hali.
"Şimdi,..." dedi Karabulat, bir nefes aldı. "Bakirelerim var..." Gözlerini şehvetle açıp sözcüklerin üzerine basa basa konuşurken ağzından sular saçıyordu. Sinsice kaptana eğilip gülümsedi, "Garanti belgeli hem de..." Gevrek gevrek güldü. Bir yandan aynanın karşısında saçını taramaya çalışan Kaptan, Karabulat'ın yüzüne bakmaksızın sessizce gülümsüyordu.
"Olga Kratingova, 16 yaşında..." Ceketinin cebinden çıkardığı mühürlü bir kâğıdı okumaya başladı, Karabulat. "Taganrok'ta yaşıyor, anatomik olarak bakire... Nisan 1922..." Kaptanın yüzü asıldı bir anda. Karabulut ona aldırmadan zevkten kendini kaybetmiş bir halde soluk soluğa anlatmaya devam ediyordu. "Düşünebiliyor musun dostum, küçücük... Altından bir kâse..."
"Benim yetmiş kadınım var gemide... Hepsini toplayıp Oklahoma'ya atacaklar... Fakat onların içinde altı tanesi var ki, gerçekten özel ilgiyi hak ediyor..." Karabulat, ipin ucunu kaçırmıştı, hiç niyeti yoktu susmaya. Kaptan ise iyice sıkılmıştı bu sohbetten, suratını asarak susmasını bekliyordu kart horozun.
"Her neyse,.." dedi kaptan bu uygunsuz konuşmayı sonlandırmak niyetiyle. Karabulat'a gözlerini dikti. "Fotoğrafçının üzerine fazla gitme! Ona bulaşma!"
***
Norman içeri girdiğinde, güvertenin geniş salonu sıradan günlerden birini yaşıyordu. Bardan içkilerini alan yolcular birbirinden güzel şapkaları ve gösterişli kıyafetleriyle masaları doldurmuş, sohbet ediyorlardı. Amerikalı gazeteci, gelin fotoğraflarını çektikten sonra ödünç aldığı fotoğraf makinesini kaptana geri vermeyi geciktirmişti. Eski alışkanlığıyla ilginç bulduğu anları yakalayıp büyük bir hazla deklanşöre basıyordu. Yardımcısı yakışıklı Nikolas da peşini bırakmıyordu gazetecinin.
"Al bunları Nikolas, hemen laboratuvara götür." dedi, Norman. Sırtındaki çantaları omuzunun üstünden indirip denizciye uzattı. Salonun bir köşesinde makinesinin başında dikiş diken Niki'yi görünce heyecanlandı.
"Niki," diye seslendi yakışıklı denizci Nikolas, uzaktan. "Kaptanın ceketini unutma!"
Norman doğruca Niki'nin yanına geldi. Karşısına geçip fotoğraf makinesini ayarlamaya çalışırken, genç kız kendisine tuhaf bir şekilde bakıyordu. "Sakin ol," dedi. "Makinede film falan yok. Sadece buradan yüzünü görmek istiyorum." Niki, mahcup bir şekilde elini yüzüne kapatıp gülümsedi.
Gazeteci devamlı yer değiştirerek uygun bir enstantane yakalamak için gözünü objektiften ayırmazken Niki, dikiş makinesinin pedalını çevirip işine devam etti.
Niki'nin yanına iyice yaklaşmıştı, Norman. "Üzerimdeki bütün düğmeleri kopartacağım," dedi. "Sırf onları ellerinle yerlerine dikerken seni izlemek için..."
"O zaman iki katı ücret ödersin." dedi Niki, ciddiliğini bozmadan. Norman, gülümsedi.
"Niki Douka," dedi. "Hadi bana biraz kendinden bahset."
"Anlatmaya değecek bir şeyim yok Mr. Norman Harris." Konuşma tarzlarından dolayı gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.
SevgiliDeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu yine sevgili DeepTone/Sade ve Derin belirledi:
"Şehirlerde trafik yükünü azaltmanın yolları neler olabilir?"
Ülkemizde trafiğe kayıtlı araçların yarıdan fazlası otomobil! Otomobil gerçekten ihtiyaç mı? Cevabım net, evet. İnanması güç ama trafikteki araç sayısı, gelişmişliğin ve refahın göstergesi. Dünyada her bin kişiye düşen araç sayısı bakımından ülkemiz, 233 araçla 60. sırada yer alıyor. Bizim üstümüzde A.B.D başta olmak üzere Kanada, Japonya ve diğer gelişmiş Avrupa ülkeleri var. Üstelik bu ülkelerin hemen hepsi yıllardan beri raylı sistemlerle donatılmış. Hal böyleyken araç sayısını kısıtlayıp halkı toplu taşımaya özendirmek, bedeni saran bir hastalığın herhangi bir yerine pansuman tedavisi yapmak gibidir, sorunu ortadan kaldırmaz.
Şehir plânlaması diye bir şey var. Nüfus artış hızını dikkate alarak yerleşim yerlerinin önceden plânlaması, buna uygun alt yapı projelerinin geliştirilmesi lâzım. Şehrin her tarafını rant devşirmek için plânsız bir şekilde AVM, konut ve sanayi tesisleriyle doldurursak mevcut alt yapı doğal olarak ihtiyacı karşılayamaz. Nüfus arttıkça yeni yolların, alt ve üst geçitlerin, köprülerin, köprülü kavşakların yapılması, bazen de mevcut yollara ilave şeritler ilave edilmesi gerekir. Nereye yapacağız bütün bunları? Yapılmış binaları, tesisleri kamulaştırarak yer açmak çözüm değil. Sözde her şehrin kendine has plânlaması var ama siyasi nedenlerle, çıkar uğruna sürekli değişime uğruyor.
Onca alt yapı projesi; yol, köprü, tünel inşa edildiği halde trafik sorunu, neden şehirlerin en büyük kâbusu olmaya devam ediyor? Belli ki çarpık şehirleşme yüzünden ihtiyaca cevap verebilecek projeler üretilmemiş.
Mühendislik 101: İyi bir proje: 1. Amacına hizmet etmeli, 2. Sağlam ve dayanıklı olmalı, 3.Ekonomik olmalı, 4. Çevreye en az zarar vermeli, 5. Estetik olmalı.
Peki, bu kriterler, hakkını vererek uygulanmış mı / uygulanıyor mu ülkemizde? Hayır. Biz Türkler, öyle nereye, ne için, ne büyüklükte, nasıl bir proje yapmamız gerekir olayına pek kafa yormayız. Elimizdeki şehir plânlarımızı da kafamız estiği gibi değiştiririz. Siyasiler propaganda yapmak için gerekli gereksiz, plânsız, programsız projeler üretirler. Amaç, şehir plânına uygun, düzgün trafik akışı sağlayabilecek, sağlam, ekonomik, çevreye duyarlı yol projelerini hayata geçirmek değil, yandaş müteahhitleri haksız kazançlarla ihya edip kendi paylarına düşeni almak sadece. Giderler, olmadık yerlere AVM'ler, çok katlı konut projeleri, sanayi bölgeleri tesis ederler ama alt yapısı kaldıracak mı, trafik yükü artacak mı diye düşünmezler. Liyakatin yerlerde süründüğü bizim gibi geri kalmış ülkelerde (gelişmekte olan ülke sıfatı artık gerçeği yansıtmıyor) şehir plâncılarının, meslek örgütlerinin görüşleri alınmadığı gibi bakanlık, belediye, Kara Yolları gibi kurumlara, proje ve uygulama aşamalarında denetim görevini de yaptırmazlar. Bu kurumlarda çalışanların çoğu liyakatten yoksun kişiler olup, iktidarın kulu, kölesidirler. Aralarında helal süt emmiş olanlar asla karar verici makamlara getirilmezler.
Büyük şehirlerde trafik sıkışıklığı nedeniyle boşa harcanan akaryakıt ve zamandan kaynaklı maliyetler hiç de azımsanacak boyutta değil. Yapılan bir araştırmanın sonucuna göre, söz konusu maddi kayıpların sadece A.B.D' de, 150 milyar Amerikan Doları sınırına dayandığı söyleniyor. Ne yazık ki, işin bu yönünü kendisine dert eden kimse yok ülkemizde.
Şehirlerde trafik yükünü azaltmanın tek yolu var bence. Şehri komple yıkıp liyakatli kişi ve kurumlarca, akıllı bir şehir plânlamasına dahilinde, mühendislik kurallarına uygun şekilde yeniden kurmak! Zira, bazı tedbirler ilk bakışta kısmi ve geçici bir rahatlama sağlayacak gibi görünseler de kangrene dönüşmüş trafik sorununa kalıcı çözüm getiremezler. Şehri komple yıkıp yeniden yapamayacağımıza göre ömrümüz yollarda geçecek. Hem zamanımız hem de paramız boşa gidecek. Gittikçe artan araç sayısına bakılırsa öyle bir an gelecek ki, eskiden hava kirliliği nedeniyle gündemimize giren, bir gün tek, ertesi gün çift sayılı plâkaların trafiğe çıkma uygulaması başlayacak. Geri kalmış ülkelerin kaderi...
Özellikle şehrin sorunlu bölgelerinde, trafik yoğunluğunun artmasına sebep olabilecek, başta AVM ve konut projeleri olmak üzere her türlü bina ve tesise bakanlık ve belediyeler tarafından inşaat ruhsatı verilmediği takdirde, trafik yükünü azaltamasak da artmasına engel olabiliriz belki.
Masalar, sandalyeler, konuşma seslerinin uğultuya dönüştüğü salonun uzak bir köşesine yığılmıştı. Üçüncü sınıf yolculara ait yemekhane, olağanüstü günlerinden birini yaşıyordu. İkinci el gelinliklerini giymiş yüzlerce kadın ve genç kızla dolan salon, beyaz lalelerden oluşan büyük bir çiçek bahçesine dönmüştü. Ürkek bakışlarla çevreyi süzen gelin adaylarından bir kısmının başlarında, duvak niyetine kullandıkları basit, birer tülbent parçası vardı. Bazıları ise, dantel işlemeli tül duvaklarını, ince beyaz kurdeleden saç bantları ya da beyaz çiçekli taçlarla süslemişti. Yüzlerce gelinin bir araya toplandığı, insanı hayrete düşüren, sıra dışı bir görüntü çıkmıştı ortaya.
Yanındaki iki denizciyle birlikte merdivenlerden inen Norman, birinci sınıfta görmeye alıştığımız şık kıyafetinden hayli farklıydı bu kez. Boynundaki kravatı atmıştı, ayağına eski bir kot pantolon geçirmiş, üstüne de krem rengi gömlek ve kahverengi ütüsüz bir ceket giymişti. Bunun sebebi, çalışırken rahat hareket edeceğini düşünmesinin yanı sıra, fotoğraflarını çekecek gelin adaylarına onlardan biriymiş gibi görünmek istemesiydi. Ancak salona adımını atar atmaz yanıldığını anladı. Hiç beklemediği bir durumla karşılaşmıştı; pırıl pırıl gelinlikleri içinde yüzlerce genç kız ona bakıyordu. Masalsı bu güzellik karşısında büyülenmiş, ağzı açık kalmıştı. Gözleri, salonu dolduran birbirinden güzel sipariş gelinlere dalmıştı, hayranlıkla seyrediyordu karşısındaki bu muhteşem manzarayı. Savaşın acılarıyla yoğrulmuş, Rusya'nın, Ege adalarının, Trakya'nın ve Anadolu'nun bağrından kopan yüzlerce Rus, Rum, Ermeni, Türk genç kızı rızaları olmadan, hiç görmedikleri, huyunu suyunu bilmedikleri adamlarla hayatlarını birleştireceklerdi! Hepsinin gözlerinde türlü yaşam hikâyelerinin izleri okunuyordu. Norman'ın görmek, okumak, anlamak istediği gözlerdi bunlar. Kimi umutlu, kimi neşeli, kimi endişeli, kimi hüzünlü, kimi acılı gözler... Her biri ailelerine destek olmak için yaşamak, başlarına gelecek sıkıntılara katlanmak zorundaydılar. Çoğu fakir, bir lokma ekmeğe muhtaç, öksüz, yetim, kimsesiz... Seçilmiş, saf, temiz ve güzel kızlar, genç kadınlar... İçlerinden bazıları sıla hasretine, geminin pis ve sağlıksız koşullarına dayanamayıp hayatını kaybedecek, Amerika'yı göremeden okyanusun derin sularına kurban verilecekti. Kimini karşılayan bile olmayacak ya da resmindeki gibi güzel değilmişsin denilerek ortada bırakılacaklardı. Bütün bu düşünceler film şeridi gibi birbiri ardına gözlerinin önünden geçti Norman'ın. Bulunduğu yere çakılmış, gelin adaylarını büyük bir hazla, saygıyla ve hayranlıkla izliyordu.
"Muhteşem..." dedi. Gözleri dolmuştu. "Yaz mevsiminde yağan kar taneleri gibi..."
Salondaki uğultu kesilmiş, gelin adaylarının meraklı bakışları, genç gazeteci üzerinde toplanmıştı. Norman, her bir gelinin yüz ifadesine bakıp farklı anlamlar çıkarmaya verdi kendini. Bir ara Olga'ya ilişti gözü. Genç kız, henüz 15 yaşındaydı, içlerinde en küçük olanı oydu. Üzerinde ne bir gelinlik, ne de başında duvağa benzer bir şey vardı. Sadece siyah partal bir ceket giymişti üzerine. Belli ki yolculuğa en hazırlıksız çıkanıydı o. Birkaç adım ilerleyip gelin kalabalığının arasına sokuldu. Daha yakından görmek, onları teker teker tanımak istiyordu. Göz göze geldiklerinde utanıp yavaşça başlarını önüne eğiyordu kızlar. Onar, on beşerli gruplar halinde kümelenmiş gelin adayları arasında dolaşıyordu. Rumların bulunduğu gruba geldiğinde gülümseyerek, "Kalimera" dedi sıcak bir ses tonuyla. Kızlar, hep bir ağızdan "Kalimera" diyerek aldılar selâmını Norman'ın. Biraz ötede, kendisini meraklı gözlerle izleyen gruba yöneldi. İçlerinden biri başına ay yıldızlı bir taç takmıştı. Henüz on yedisinde, açık kahverengi gözlü masum görünüşlü bir kızdı. Norman, gruptaki kızları uzun uzun süzdükten sonra, "Gun aydin" dedi bozuk Türkçesiyle. Kızlar hep bir ağızdan "Günaydın" diyerek karşılık verdiler. Tam o sırada arka taraftan birinin sesi duyuldu.
"Fatma, benim en büyük yardımcım." Norman, arkasına dönüp sesin geldiği yere baktığında Niki'yi gördü. "O olmasaydı, onca gelinliği yetiştirmezdim tek başına." diyerek yanına geldi genç kız.
Norman, "Nereliymiş Fatma?" diye sordu Niki'ye.
"Asıl memleketi Salihli'ymiş. Ailesinin durumu son derece iyiymiş önceleri. Ancak savaşta babasını kaybedince reji yönetimi bütün topraklarına el koyup birikmiş borçlarına saymış. Annesi bu duruma fazla dayanamamış, kocasından hemen sonra vefat etmiş. Yanına sığındığı öz amcası, başlık parası için Fatma'yı iki köy ötede, bir ağaya vermek istemiş. Baskılardan bunalan Fatma, sonunda gördüğü eziyete dayanamamış ve köyünü bırakıp kaçmış."
"Nereye kaçmış?" Niki'nin anlattıkları Norman'ın ilgisini çekmişti.
"Aslında kaçamamış, köy çıkışında heyecana kapılıp düşmüş ve ayağını incitmiş."
"Eee, geri dönmemiş mi köye?"
"Hayır, kader yüzüne gülmüş, Ohannes Amcası yetişmiş imdadına. Ohannes, Bornovalı bir incir ve üzüm tüccarıymış. Reji yönetimi ile arası iyiymiş. Köylüden topladığı iyi kalite üzüm ve incirleri Avrupa'ya satıyormuş. Ohannes, daha önce amcasının evinde birkaç kez görmüş Fatma'yı. Bu yüzden tanımış tabi hemen. Olan biteni öğrenince onu yanına alıp İzmir'e götürmüş.
"Bütün bunları o mu anlattı sana?"
"Fatma Rumca bilmiyor, ben komşularımızdan biraz Türkçe öğrenmiştim ama konuşabilecek kadar değil." Niki, Fatma'nın yanında sürekli gülümseyen Rum kızını işaret etti. "Fatma'nın hikâyesini Eleni anlattı bana. Eleni, İzmirli, hem Rumcayı hem de Türkçe'yi ana dili gibi konuşabiliyor."
"Peki sonra?"
"Ohannes, sadece üzüm tüccarlığı yapmıyormuş. Güzel kızları toplayıp onları Amerika'ya gönderen bir ajansın sahibiymiş aynı zamanda." Niki, Fatma'nın yanındaki genç kızları gösterdi. "Bütün bu kızlarla Ohannes'in köşkünde tanışmış Fatma." Her birini eliyle işaret edip göstererek isimlerini saymaya başladı. "Gülsüm, Makbule, Rita, Natali, Marian, Eleni, Azniv... Hepsi de Ohannes'in Amerika'ya gönderdiği sipariş gelinler..."
"Vay canına!" diyerek şaşkınlığını gösterdi, Norman.
Biraz daha ilerledi gelinlerin arasında. "Good morning" dedi, herkese. "Maalesef Rusça bilmiyorum." derken gülümsedi. Kendini tanıttıktan sonra sakin bir şekilde yapacaklarını anlatmaya başladı.
"Adım Norman Harris. Öncelikle fotoğraflarınızı çekmeme izin vererek beni onurlandırdığınız için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Hepiniz... Gerçekten... İnanılmaz derecede güzel görünüyorsunuz. Gelinliklerinizi giyip süslenmişsiniz. Fakat bu iş biraz zaman alacak..." Arkada kalan genç denizciyi gösterdi Norman, "Şurada kapının yanında duran delikanlı, Nikolas, benim yardımcım... Güzel gelinliklerinizle beraber sizin fotoğraflarınızı çekerken bana yardım edecek." Norman, gelinlerin başlarına taktıkları yapma çiçeklerle bezenmiş taçlara baktı, hayranlıkla. "Harika... Başınızdaki çiçekli duvaklar çok hoşuma gitti benim de. Muhteşem görünüyorlar... Hepinizin farklı ülkelerden geldiğini biliyorum. Sizlerin ayrı ayrı fotoğraflarınızı çekmeye çalışacağım..." Elinde küçük bir tepsiyle yanına gelen Niki'yi görünce konuşması kesildi gazetecinin. Diğerleri gibi gelinliğini giymemiş, kuzguni siyah saçlarını gösterişsiz siyah elbisesinin üzerine salmıştı. Niki, tepsinin üzerindeki küçük cam sürahiden özenle ince bir bardağa boşalttığı içkiyi Norman'a uzattı.
"Size iyi şanslar dilerim, efendim."
Norman, Niki'ye gülümsedi. Onun bu nazik davranışından etkilenmişti. Niki, de ona gülümseyerek karşılık verdi ve bakışını yere indirdi. Norman, gözlerini Niki'den ayırmaksızın içkisinden küçük bir yudum aldı.
"Teşekkür ederim," dedi. "İyi dileklerinize ihtiyacım var. Eğer Nikola'yla iletişim sorunu yaşarsam, sizin İngilizcenize de ihtiyacım olabilir." Biraz geri çekilen Norman, Niki'yi tepeden aşağı süzdü. "Neden siyahlar giymişsin?" Niki, Norman'a baktı.
"Çünkü fotoğraf çektirmeyeceğim." Dönüp giderken Norman seslendi arkasından.
"Niki, Lütfen, gitme hemen, ilk senin fotoğrafını çekmek istiyorum." Yalvarırcasına gözlerinin içine bakıyordu genç kızın. "Bana şans getirmesi için." Niki sessizliğini korudu, ona cevap vermeden ayrıldı.
"Nikola, hadi başlıyoruz." Norman, kaptandan aldığı fotoğraf makinesini tripoda sabitlemeye çalışan denizciye seslendi. Niki'nin inadını bir türlü kıramamıştı. Denizcilerden bir diğeri, eline aldığı ayaklı projektörün yerini değiştirip duruyor, gazeteciye bakıp ondan gelecek talimatı bekliyordu. Salonun bir köşesi kamera, tripod, yansıtıcı, fon perdesi, ışık ve kablolarla kusursuz bir stüdyo haline gelmişti. Norman'ın yüzü gülüyordu, hazırlıklar kısa zamanda tamamlanmış, denizciler üstlendikleri görevi layıkıyla yerine getirmişti. "Gençler, hazır mıyız?" diye son bir kez seslendi, neşeyle.
Norman'ın peşini bırakmayan Karabulat, tam o sırada merdivenlerden aşağı iniyordu. Başında beyaz fötr şapkası, beyaz takım elbise ve koyu gri kravatıyla şıklığına diyecek yoktu. Ancak bu görünümüyle bağdaşmayan çikletini yine ihmal etmemişti. Bu özelliğini bilmeyen yabancı biri, onu geviş getiren bir hayvana benzetirdi şüphesiz. Stüdyoya çevrilen alanda hazırlıklarla ilgilendiği izlenimi yaratmaya çalışan Karabulat, gözlerini birbirinden güzel gelinlerin üzerinde gezdirirken farkında olmadan yüzünde oluşan sinsi ifade, gerçek niyetini ele veriyordu. Salonun uzak bir köşesinde kümelenen grubun içinde masum bir şekilde gülümseyen küçük Olga'yı görür görmez içi ferahlamıştı. Fakat pek uzun sürmedi bu durum. Zira Norman'ın kendine yardımcı seçtiği yakışıklı genç denizci, Nikola da her fırsatta Olga'yı kesiyordu. Genç kızın gülümsemesinin nedenini anlamıştı Karabulat, bir anda suratı asıldı, keyfi kaçtı. Hırsla salonu terk ederek merdivenlere yöneldi.
Norman makinenin başına geçti, eliyle işaret ettiği güzel bir Rum kızının yanına gelmesini istedi.
"İlk olarak senden başlayalım mı? Ne dersin?" Genç kız ürkek adımlarla yaklaştı. Heyecandan ne yapacağını bilmez halde gazetecinin karşısına geçti. Norman, kıza durması gereken yeri gösterdikten sonra "O halde çekime başlıyoruz." dedi. Arkada ayakta sıralarını bekleyen diğer gelinlere seslendi. "Şimdi hepiniz oturun lütfen, bulunduğunuz yere çökün hadi." Yüzlerce gelin eteklerini toplayıp salonun zeminine çömeldiler. Norman genç kıza yakından bakıp saçlarını, duvağını düzeltti. "Evet, bu şekilde daha güzel duracak." Eliyle makineyi işaret etti. "Şimdi şuraya, merceğe doğru bakmanı istiyorum. Dediğimi anlayabiliyor musun?" Kız başını sallayarak anladığını gösterdi.
Nikola, elindeki deftere kızın ismini kaydettikten sonra yüksek sesle okudu. "Aikaterini, 23 yaşında..."
"Ne kadar güzel adın varmış!" dedi, Norman. Son hazırlıklar tamamladı. "İşte şimdi başlıyoruz. Tamam, böyle kal, kıpırdama, bu şekilde çok güzel çıkacak resmin." dedi. Gözünü makinenin vizörüne dayadı. Bu esnada projektör ayağını iki eliyle sabitleyen Nikola, büyülenmiş gibi gözlerini alamıyordu Olga'dan. Olga da sessizce gülümsüyordu ona. Nikola ile Olga arasındaki bu sessiz mesajlaşma birinin daha dikkatinden kaçmamıştı. Gelinliği ve taçlı duvağıyla sırasını bekleyen Haro, Niki'nin kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Niki, Haro'ya anlamlı bir bakış atarak göz kırptı. Norman Aikaterini'ye bakıp sağ elinin baş ve işaret parmaklarını açarak çenesinin altına götürdü. "Hadi biraz gülümse şimdi." dedi. Önce anlamadı genç kız, gözlerini açtı. Daha sonra Norman'ın şekilden şekile girdiğini görünce içten gelen bir gülümsemeyle aydınlandı yüzü. "Tamam," dedi Norman, eliyle işaret ederek. "Böyle kal, sakın bozma." Deklanşörün cızırtılı sesi duyuldu, ardından patlayan flaş salonu aydınlattı. "Sıradaki!" diye seslendi Norman. Nikola gözlerini Olga'dan ayırıp telaşla yeni gelinin adını not aldı ve arkasından herkesin duyabileceği bir sesle duyurdu. "Angeliki, 19 yaşında..."
***
Norman, odasına girdiğinde, gemi fotoğrafçısı şişko Yorgo, masasının başına oturmuş, önceden tab ettiği fotoğrafların kenarlarını kesmekle meşguldü.
"Bitirebildin mi?" diye sordu, Norman.
"Evet," dedi Yorgo, kendinden emin bir şekilde. Basılmış portre fotoğraflardan birini gösterdi gazeteciye. "Beğendiniz mi?"
"Harika," dedi Norman. Fotoğrafların bir kısmını çantasının içine koyup "Görüşmek üzere," dedi ve odadan ayrıldı.
"Görüşürüz," dedi, Yorgo. Masasından kalktı, bir zarfın içine koyduğu negatifleri evrak dolabının çekmecesine koyduğu sırada kapıdan içeri Karabulat girdi. "Selâm Yorgo!" dedi heyecanla. Yorgo, dönüp başını çevirdi, masasına geçip yerine oturdu. "Hoş geldin."
Karabulat, masanın üzerindeki fotoğraf yığınını karıştırmaya başladı. "Şu utangaç gelinlere göz atmamda mahsur var mı?"
Yorgo, yanında yılışıp duran adama dikti gözlerini. "Bunun için ödeme yapmanıza gerek yok, istediğiniz kadar bakabilirsiniz."
"Pekâlâ, ama ben yine de size hizmetinizin karşılığını ödemek istiyorum Yorgo." Karabulat, elini pantolonunun cebine attı ve bir tomar para çıkardı. "Mmm. Sizden istediğim sadece birkaç negatif." İkna edici yumuşak bir ses tonuyla fotoğrafçıya yaklaştı. "Amerikalıya onları kaybettiğini söylersin olur biter." Para tomarından birkaç banknotu ayırıp masa lambasının altına iliştirdi.
"Üzgünüm," dedi Yorgo. "Ancak, isteğinizi yerine getirmem ne yazık ki mümkün değil. Amerikalı onların hepsini dolabında saklıyor.
Böyle bir cevabı beklemeyen Karabulat, büyük bir öfkeyle lambanın altına bıraktığı paraları çekip geri aldı. "Kahretsin.." diyerek odayı terk etti.
Norman, o günkü çekim işini bitirdikten sonra aşırı derecede yorulmasına rağmen kendini hayli mutlu hissediyordu. Odasına gidip duşunu aldı, üstünü değiştirdi. Yemek için güverteye çıkarken arkasından seslenen Karabulat'ı fark edince durup bekledi.
"Yelena Missin," dedi Karabulat. "Bizim Rus kızlarından biri. Bana onun fotoğrafını verin, lütfen." Yoluna devam eden Norman'a ayak uydururken anlatmaya devam etti. "Onun sağdıcıyım ve kendisi benim korumam altında. Müstakbel kocası çok iyi bir adam..."
"Endişelenmenize gerek yok Mr. Karabulat. Bedenini teşhir eden bir fotoğrafını çekmedim. Korkmasına hiç gerek yok."
"Bırakın profil fotoğrafını, onun yüzünü, hatta yüzünün yarısını bile çekmenize müsaade etmiyorum. Şimdi uzatmayın da, onun fotoğraflarını lütfen verin bana."
Keyfi kaçan Norman, durup içini çekti. "Baskılar tamamlandıktan sonra en kısa zamanda size veririm." demek zorunda kaldı.
Karabulat pes etmiyordu. "Sizin onları tab ettiğinizi biliyorum."
"Fakat bizzat kendisi kabul etti fotoğrafının çekilmesini..." dedi Norman, Karabulat'ın salvolarını son bir kez savuşturma umuduyla.
"Biliyorsunuz, Mr. Harris," dedi Karabulut. "Bu kızlara hiçbir koşulda hayır dememeleri öğretilmiş."
Norman başını salladı. "Pekâlâ, onunla bir daha konuşurum."
Karabulat adeta yapışmıştı Amerikalıya. "Onun ne dediği önemli değil. Demem o ki, acentemizin bir çalışma prensibi var. Onunla bir sözleşme imzaladık." Yeniden yürümeye başladılar.
Norman sinirleniyordu. Karabulut'un karşısına geçti. "Şunu bilin ki, benim de bazı prensiplerim var."
Karabulat bir netice alamayacağını nihayet anlamıştı. Sıkıntıyla iç geçirdi. "Pekâlâ," dedi. "Birbirimizin kalbini kırmaya gerek yok. Gemide bu konularla uğraşan birileri vardır mutlaka." Tehditkâr bir şekilde kaşlarını kaldırdı ve bir şey söylemeden arkasını dönüp gitti. Norman, canı sıkıntısıyla olduğu yerde donup kaldı kısa bir süre.
***
Aradan birkaç gün geçmişti. Üst güvertede, gemi mürettebatından bazı üst düzey görevlilerle sohbet eden Norman, çekmiş olduğu fotoğrafları gösterdi kaptana. Kaptan kendi fotoğraflarını hayranlıkla incelerken Norman'a iltifat yağdırıyordu. "Olduğumdan on yaş daha genç görünüyorum." Keyifle gevrek gevrek güldü. Fotoğraflar arasından kendine ait olanları alıp yanındaki bıyıklı ikinci kaptana uzattı. "Bunları şişko Yorgo'ya göster. fotoğraf nasıl çekilir görsün" dedi. "Onları sağlam bir yerde muhafaza etsin." Adam memnuniyetle başını salladı. "Peki kaptan, derhal kendisine teslim edeceğim." İkinci kaptan, fotoğrafları alıp yanlarından ayrıldı.
Norman, gelin adaylarının fotoğraflarını gururla kaptana göstermeye devam ediyordu. Kaptan, fotoğraflara gülümseyerek birer birer bakarken birden duraksadı. Başını kaldırıp Norman'a baktı, gülümseyen yüzü sıkıntılı bir hal almıştı.
"Norman, Ruslardan uzak dur, dostum." Yüzünün ifadesine bakılırsa kaptanın bu sözü, tavsiyeden çok tehdit içeriyordu.
"Bu yasağı koyan onların koruması mı?" diye sordu Norman.
Gayet sert bir şekilde, gözlerini dikerek cevapladı soruyu kaptan, "Ben yasaklıyorum."
"Bunun nedenini söyler misiniz?"
"Para!"
"Ne parası?"
"Mr. Karabulat nevi'ne münhasır bir şahsiyet. Ancak kendisi, Interocean Denizcilik İşletmesinin en sadık müşterisi. Tam on bir yıldır sorunsuz bir işbirliğimiz var. Onun acentesi kanalıyla gelenler dışındaki kadınlar ve kızlarla yetinmek zorundasın. Onlar sana yeter de artar bile."
Kaptan sözlerini bitirdikten sonra arkasını dönüp uzaklaştı. İşlerin bu hale geleceği aklının ucundan geçmemişti Norman'ın. Can sıkıntısıyla bir sigara yaktı. İçinin ateşiyle birlikte dumanı denize doğru üfledi. Karabulat, savaşı kazanmış görünüyordu.