KATEGORİLER

11 Haziran 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 39/2

Şans yüzüme gülmüştü. Muhafız timi beni hücreme götürürken, mahkûmlar alkışlamaya başladılar, metal kaşıklarla tenekeden kahve kupalarına vuruyorlardı. Koğuşta futbol maçları ya da diğer spor karşılaşmalarındaki zaferleri kutlayamazdık. Sadece, içimizden birinin hayatta kalmayı başarması halinde tezahürat yapılıyordu.

Beni, infaz günüm belirlenmeden önce kaldığım B-Bloktaki hücreme geri getirdiler. Lila, yine güvenlik ekibindeydi ve yanında yeni göreve başlayan iki kişi daha vardı. Sargent, koridorun karşısında, aynı hücresinde kalmaya devam ediyordu.

“Aramıza yeniden  hoş geldin, Inocente.” dedi. "Sana avukatının bitirim olduğunu söylemiştim."

Hücrem boştu. Lila'ya eşyalarımı ne zaman alacağımı sordum. Yeni gardiyanlardan biri,

“Ölmediğine şükredeceğin yerde hala durmadan bir şeyler istiyorsun.” dedi.

Sargent hücresinde gülmeye başladı. Kapım kapandıktan ve Lila kelepçelerimi geri aldıktan sonra, kâğıttan bir uçurtma notu sekerek ayağımın dibine düştü. Sargent, kâğıdın içine dört tane beyaz hap sıkıştırmıştı. “Çok para harcamak, beni hiç bu kadar mutlu etmemişti.” yazdığı notunun sonuna gülen bir suratla imzasını atmıştı.

Gece yarısıydı. Ölümümün üzerinden altı saat geçmiş olabilirdi. Kırk saattir uyumamıştım ama en ufak bir yorgunluk hissetmiyordum. Bir saat yoga yaptım, sonra karşı hücreye doğru fısıldadım,

“Sağ ol, Sargent.”

“Rica ederim.” dedikten sonra devam etti.

“Gece yarısı oldu, Inocente, hadi artık yat da biraz uyu.”

Haplardan ikisini yuttum, sabah beşe çeyrek kala kahvaltı tepsisi gelene kadar gözümü kırpmadım. Sonra üzerime bir ağırlık çöktü, bir takım sayıların okunduğu cızırtılı diyafon sesleri rüyalarıma karıştı. Rüyamda babamla uçağa binmiş memlekete geri dönüyordum. Gardiyanlar saat sekizde yanıma gelene kadar uyanmadım.

Üçü de oradaydı. Luther bana gülümsüyordu. Gardiyanlar dışında kimseye dokunmadan beş yıldan fazla bir zaman geçirmiştim. Benim için çok önemli bir gündü bu. Hepsine sarılmak istedim. Bana bandana'nın Pennsylvania'daki bir laboratuvara gönderildiğini ve iki haftadan kısa bir sürede sonuçların alınacağını söylediler. Hepsi ayağa kalktı ve elleriyle cama dokundular. Eğildim ve camın arkasından ellerini öptüm.

2.019. Gün: Avukatlarım bu kez zamanlama konusunda yanılmışlardı. Görünen o ki, hiç kimse, idam cezasına çarptırılmış mahkûmları kurtarmak için acele etmiyordu. Laboratuvar sonuçlarının çıkması altı aydan fazla bir zaman aldı. Bazı bulgular elde edilmişti. Teknisyenler, kumaş üzerindeki kurumuş terden iyi korunmuş DNA'yı çıkardılar ve parmak izine benzer, ancak ondan milyar kat daha güvenilir tam bir genetik görüntü elde ettiler. Avukatlarım, çıkan sonuçları, daha önce suçlu bulunan veya suçlanan diğer şüphelilerin DNA veri tabanı kayıtlarına göre gözden geçirdiler. Sonuçlar, Tieresse öldürüldükten üç ay sonra, Houston'ın kuzeyindeki bir banliyöde, bir fahişeyi öldürmekten suçlu bulunan biriyle eşleşti. Katil, kadını beyzbol sopasıyla öldürmüştü. Wichita Şelaleleri yakınlarında bir hapishanede ömür boyu hapis cezasını çekiyordu.

Avukatlarım bunun üzerine şamdanın üzerinde yeniden DNA testi yapılmasını istedi. Yeni atanan savcı bu talebe karşı çıkmadı. Tieresse’nin cinayetinden bu yana geçen yıllar içinde, teknoloji çok daha iyi duruma gelmişti. Yeni teknikler sayesinde kimyagerler, bir parça deri hücresinden genetik profil oluşturabiliyorlardı. Analistler silah üzerinde dört farklı profil buldular. Biri Tieresse'ye, biri bana aitti. Profillerinden birinin temizlikçi kadına ait olması sürpriz değildi. Dördüncü profil ise, bandana üzerindeki DNA ile eşleşti.

Luther Wichita Şelalelerine gitti ve mahkûmla videoya kaydettiği bir röportaj yaptı. Lucas Gleason adında, orta yaşlı, beyaz bir adam. Çökmüş avurtlara ve solgun bir cilde sahip. Luther'e sirozu olduğunu ve bir ay içinde ölümünün beklendiğini söylemiş.

Tieresse'yi öldürdüğünü itiraf etmişti.

Yaptığı bir soygun nedeniyle on yıllık hapis cezasına çarptırılmış ve Tieresse cinayetinden sekiz ay önce şartlı tahliye edilmiş. Daha sonra Houston'a taşınmış. Şehir merkezinin doğu yakasında, sanayi bölgesindeki bir mahallede bulduğu bir pansiyonda, tek kişilik bir oda için haftada altmış dolar kira ödüyormuş. Sabahları bir taqueria'* da, öğleden sonra şık bir otelin otoparkında, araba yıkama işinde çalışıyormuş. Karımı da ilk kez o otelde görmüş.

Orası, vakfın öğle yemeklerini düzenlendiği ve Tieresse’nin rutin olarak katıldığı bir yerdi. Gleason, Luther'e anlatmaya devam etmiş.

Arabasını vale standında bırakan Tieresse’in elindeki yüzüğü fark etmiş. Oturduğu yerin adresini öğrenmek için arabanın plakasını not etmiş.

Luther’e, “Yüzük sahteydi. Sana onun tüm yüzük ve kolyelerinin sahte olduğunu söylemiştim.” dedim.

Luther, “Gleason'un kuyumcu gözü olduğunu sanmıyorum.” dedi.

Gleason'a daha sonra ne olduğunu sormuş.

Eve gidip zili çalmış ama kimse cevap vermemiş. Bir kez daha çalmış. Kimsenin evde olmayabileceğini düşünmüş. Ön kapı açıkmış, oradan içeri girmiş. İçeride hiçbir şey gözüne yeterince süslü gelmediği için, bir an yanlış eve girmiş olabileceğini geçirmiş aklından. Ancak dolabı açtıktan hemen sonra içi elmas kolyelerle dolu olduğunu düşündüğü bir sürü kutuyla karşılaşmış. Artık doğru yerde bulunduğuna kanaat getirmiş. Mücevherleri cebine doldurmuş ve dışarı çıkmış. Fakat yolunu şaşırıp yanlış yöne dönmüş ve karşısına bir çalışma masası çıkmış.

“Sağa döneceğine sola dönmüş.” dedim. Luther bana baktı ve sonra kaldığı yerden devam etti.

Gleason, daha sonra salona girmiş ve masanın çekmecesini açmak için bir an duraksamış. Başını kaldırdığında, Tieresse’yi karşısında görmüş. Saçları havluyla sarılmış, üzerinde bornoz varmış. Duştan yeni çıkmış. Gleason etrafı karıştırırken muhtemelen sesleri duymuş olabilirmiş. Tieresse, onun kim olduğunu sorunca yerinden sıçramış. Panikleyip onu öldürmüş.

Luther ona saatin kaç olduğunu sormuş. Hatırlamadığını söylemiş. Luther ısrarla bir kez daha sormuş. Bu kez Gleason,

“Dinle, dostum, kaybedecek hiçbir şeyim yok. Eğer bilseydim, sana söylerdim. Tek bildiğim, oraya vardığımda hava kararmıştı ve oradan ayrılırken zifiri karanlıktı. Bunu hatırlıyorum çünkü ilk başta hiç ışık olmadan içeriyi görebiliyordum ama dönüş yolumda birkaç kez tökezlemiştim. Yakayı ele vereceğimi hiç düşünmemiştim, en azından bugüne kadar.” demiş.

Luther, Gleason'a bu işi nasıl yaptığını sormuş.

“Kadını öldürdüğümü artık bildiğini sanıyordum.” demiş.

Luther ona beş fotoğraf göstermiş: tahta bir tokmak, şömine demiri, kristal kâğıt ağırlığı, beysbol sopası ve şamdan.

“Bunlardan herhangi birini kullandın mı?” diye sormuş.

Gleason, “Evet,” demiş, parmağını cinayet silahının üzerine koymuş.

*taqueria : küçük Meksika lokantası

II. BÖLÜMÜN SONU

(Devam edecek)

10 Haziran 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 38/2


“Bu çiçekleri buraya siz mi dikiyorsunuz?” diye sordum. Bana cevap vermeye gerek duyan olmadı. Öndeki muhafız, elektronik olmayan, üstünde telli bir emniyet camlı ağır kapıyı açmak için anahtarını kullandı. Koğuştaki hücremle aşağı yukarı aynı büyüklükte, düşey çelik çubukların yanı sıra dört yanı kümes teliyle kapatılmış bir hücreye geldik.

Hücrenin kapısı açıktı. Sağ tarafta duvara cıvatalı bir karyola ve yanında paslanmaz çelik tuvalet ve lavabo vardı. Kelepçelerimi çözdükten sonra dışarı çıkıp kapıyı kapattılar. Gardiyanlardan biri, anahtarıyla kapıyı kilitledi ve sürgü çubuğunu sağdan sola çekerek çentiğine oturttu.

Kendi aralarında sessizce konuştular, durmaksızın dönüp dönüp bana bakıyorlardı. Üç adım attım ve geri dönüp üç adım daha attım. Derin nefes aldım. Sargent’ın haykırışı beynimde yankılanıyordu. “Onların gözlerine bak, Inocente.” Bunu yapabileceğimden emin değildim.

Kimsenin ziyaret etmesini beklemiyordum, ancak saat dörtte hapishane müdürüyle birlikte Luther geldi. Yanlarında bir de gardiyan vardı. Luther bana Eyalet Mahkemesi kararının bir kopyasını verdi. Kaybetmiştim. İkiye karşı bir oyla! Mahkeme iki nedenden dolayı son dakikada DNA testi yaptırma talebimin uygun olmadığına karar vermişti. Birincisi, yargıçlar, geçen altı yıl boyunca, bandananın sonradan oraya konulmadığını ya da bir başkasıyla karıştırılmadığını kanıtlayamayacağımı, ikinci olarak ise, bu durumun yine de önemli olmadığını, çünkü suçluluğumu kanıtlayan çok fazla neden bulunduğunu belirtmişlerdi. Karar metni, “Soğukkanlı katilin söz konusu talebi, adaleti yanıltmak ve dikkatleri başka taraflara çekmek amacıyla tezgâhlanan son dakika çırpınışlarından başka bir şey değildir.” cümlesiyle sona ermişti.

Karara muhalefet eden tek yargıç kuşkucu biriydi. Sonradan masumiyetleri anlaşılan birçok insanın idamdan son anda kurtulduğuna dikkat çekmişti. Muhalefet şerhinde “Ceza adalet sistemimizin yanılmaz olduğunu varsaymak aşırı bir kibirliliktir ve insan hayatı söz konusu olduğunda - muhtemelen masum bir insan yaşamı - bu iğrenç bir hale dönüşür. Bay Zhettah suçluysa, ölüm cezasını daha sonra yerine getirmek için bolca zamanı olacaktır; ama eğer öyle değilse, mazur görülemeyecek ya da geri alınamayacak basit bir cinayet işleyeceğiz.” diyordu.

Luther, “Federal Mahkemeye yeni bir itiraz dilekçesi verdik.” dedi.

“Bana söz ver.” dedim. “Ne olursa olsun, bandana testi yaptırılacak.”

Luther, “İnfazı durdurmaya çalışacağız.” dedi.

“Bana söz ver.” dedim.

“Söz veriyorum.” dedi.

Bir infaz memuru yemek tepsisini getirdi. Kapıdaki gardiyan saatine baktı ve memura geç kaldığını söyledi. İnfaz memuru omuz silkti ve

“Bana söylediklerinde hemen koşup geldim.” dedi.

Onlara aç olmadığımı söyledim. Gardiyan, memura tepsiyi alıp götürmesini söyledi. Memur bana uzunca bir süre baktı, yalvardığını düşündüm, sonra tepsiyi tekerlekli servis arabasına koyup uzaklaştı. Luther kenarda sessizce duruyordu. Elini aramızdaki kümes teline koydu ve sonra dönüp gitti. Onun arkasından bir papaz yanıma gelerek kendini tanıttı.

“Efendim, sizi kırmak istemem, ama hayır, teşekkür ederim.” dedim.

O da geldiği yöne dönmeden önce bana acıyarak baktı. Saat beşte hapishane müdürü içeri girdi ve sakinleştirici isteyip istemediğimi sordu. Ona hayır dedim. Buna rağmen bir süre sonra gardiyanlardan biri vasıtasıyla plastik bir hap kutusu bıraktı.

Hücremin karşısındaki gri duvarda, saatin ikinci kolu, her seferinde bir çentik ileriye doğru tıkladığında, dakikalar görünmez bir şekilde kayıyordu. Müdür beni saat altıya kadar infaz odasına götüreceklerini söylemişti ama saat 6:05'te olduğu halde hala hücremdeydim. Tuşları olmayan kırmızı bir telefon, kapının yanındaki kirli plastik sandalyenin üstünde duruyordu. Saat 6:07'de çaldığında yerimden zıpladım. Telefonu muhafızlardan biri cevapladı, adını söyledi, sonra sessizce,

“Bir dakika lütfen.” dedi. Kalbim olması gerekenden on kat daha hızlı atıyordu. Kulaklarım ıslık sesleriyle çınlıyordu. Muhafız, telefonu tam da bu amaçla kesilmiş olduğu anlaşılan kümes telindeki delikten içeri uzattı. Ahizeyi terleyen elimden az kalsın kaydırıyordum.

Olvido, “Öleceğiniz gece bu gece olmayacak. Federal Bölge Hâkimi, size süre verdi ve Temyiz Mahkemesi de bunu onayladı. Başsavcı bana, Yargıtay'a itiraz etmeyeceğini söyledi. Birazdan seni koğuştaki hücrene geri götürecekler. Yarın seni görmeye geleceğim.” dedi.

Ölmeyi beklediğiniz bir anda, eğer beklentiniz gerçekleşmezse küçük bazı şeyleri yapmayı unutabilirsiniz. Bu yüzden önemli olan şeylerin listesini yapmıştım. Güle güle de, teşekkür et, masum olduğumu hatırlat, hazır mıyız de. Onlara, masum bir adamı öldüreceklerini söylemek, Sargent'ın fikriydi. Benim açımdan en önemli kısım ise teşekkür etmekti. Olvido'ya kendisinin ve diğer ekip arkadaşlarının benim için yaptığı ya da yapmaya çalıştığı her şey için teşekkür etmek isterdim fakat oldukça gergin bir durumda olduğumu biliyordum. Ölüm bana yaklaştıkça daha unutkan, daha sessiz, belki de hem unutkan, hem sessiz bir hale geleceğimden endişelenmiştim. Bu yüzden, son başarısızlığına rağmen, ona kısa bir teşekkür yazısı yazmış, önceki günden itibaren ezberlemeye başlayarak yüksek sesle okumuş ve ezberimi tecrübe etmiştim. Yargıtay’ın itiraz dilekçemizi reddettiğini bildirmek için beni yanına çağırdığında, Olvido'ya teşekkürümü ezberimden okumayı planlamıştım fakat beni dinlerken ağlamasından endişe ediyordum.

O gece saat sekizde hücreme dönerken, hayatımı kurtardığı için Olvido’ya teşekkür edip etmediğimi hatırlayamadım. Onunla ne konuştuğumuzu bile tam olarak hatırlayamıyordum.

Beni tekerlekli sedyeyle taşımayı planlayan üç gardiyandan birinin avluya açılan kapının kilidini açmasını bekledik ve sonra bu kez tersi yöne doğru, rotamızı geri çevirdik. “Bu yoldan ne sıklıkta yürüyorsunuz?” diye sordum. Kimse cevap vermedi. Çiçekleri görebilmek için hava iyice kararmıştı. Hapishane girişine vardığımızda Müdür orada bizi bekliyordu.

“Mahkûm, soğukkanlılığınız ve iyi halinizden dolayı size teşekkür ederim.” dedi. 

Sonra tekrar, konuşmayan üç gardiyan eşliğinde başka bir minibüse bindirildim, bu sefer minibüs pencereliydi. Yüksek meşe ağaçları arasından geçerek geniş bir meydanı çektik. Saat geç olmasına rağmen, bir çift yürüyüşe çıkmıştı ve adam önündeki bebek arabasını itiyordu. Ceviz ve meşe karışımı bir koku aldım. Midem guruldadı. Dumanı tüten döş ve kaburga etlerinin pişirildiği bir mangaldan ne kadar uzakta olduğumuzu merak ettim. Yarım düzine üniversite öğrencisi, sokak lambaları ile aydınlatılmış bir futbol sahasında frizbi oynuyorlardı. Ölüm cezası protestocuları, iktidar ve muhalefet yanlıları, hepsi evlerine dönmüştü, elle çizilmiş sloganları olan poster panoları aniden esen bir rüzgâra kapılıp kaldırımdan havaya uçtu. Yukarıya baktım, ince sirrus bulutuna rağmen venüs, mars ve hilal formundaki ayı birbirine bağlayan üçgeni gördüm. Ayı, beş yıldan beri ilk kez görüyordum. Bir saat sonra hücreme geri dönmüştüm.

(Devam edecek)

9 Haziran 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 42

Son olarak Kedi Mırıltısı başkanlığında yürütülen Ağaç Ev Sohbetlerinin bu haftaki konusu Azbakan Firarisi' nden. Tartışmaya açılan konuda sorular şöyle;


Eğer bir zaman makinen olsaydı ve istediğin zamana gidebilseydin neyi değiştirirdin? İyi veya kötü sonuçlar doğurabileceğini bile bile yapabilir miydin?


Elbette, böyle bir varsayım beynimi yakabilir. İstediğim zamana gidebileceğim, bu yetmezmiş gibi, bir de istediğim şeyi değiştirebileceğim, öyle mi?

Yahu böyle bir şey insanın aklına düşse düpedüz şirke girer, kader mefhumunu yerle bir eder. Ne diyim şimdi bilmem ki? E, madem sohbetimizin konusu olmuş, çalıştıralım madem saksıyı.

Yapacağımız zaman yolculuğunun bir misyonu olacak sorudan anladığım kadarıyla. Yani, son model bir makineyle yapılacak turistik bir yolculuktan bahsetmiyoruz. Bu görevi bize kim verdi, rüyamızda mı tebliğ edildi, vahiy mi geldi, bilmiyoruz. Neyse, bunu da geçelim.

Bu ahval ve şerait dahilinde, bulunduğum zamandan ileri bir tarihi, yani geleceği varış noktası seçmezdim sanırım. Zira kimse takmazdı beni muhtemelen. Ateşin keşfedilmediği çağlarda yaşayan birini alıp şimdiki zamana getirdiğinde nasıl feleğini şaşırırsa benim de gelecek zamana gitme durumumda aynı şey olurdu.

O halde, geçmişe bir yolculuk görünürdü bana. Emir büyük yerden madem, yerine getirmek gerek. Üstelik böyle bir görev herkese nasip olmaz. Öncelikle Sümerlilerden başlayıp Lidyalılardan çıkardım. Sizler değil misiniz ilk parayı bulan? Elimde cep telefonumu görünce hepsinin dizleri titrer önümde secdeye kapanırlardı.  

"Kalkın bre densizler, para da neymiş, bundan sonra her kim parayı ağzına ala, tiz kellesi vurula" derdim. Yüzyıllar boyunca paranın ayıp ve günâh olarak algılanmasını sağlardım. 

Sonra günümüze dönerken iki bin yıl kadar önce mola verirdim. Havarilerle birlikte Hz. İsa Aleyhisselâm hazretlerinin son yemeğine katılır, onun on üçüncü havarisi olurdum. Hz. İsa'ya derdim ki,

"Size saygısızlık etmek istemezdim efendim ama birileri sizi kandırmış, ne yazık ki, siz de, farkında olmadan binlerce yıl boyunca insanları kandırmış olacaksınız."

Hz. İsa, şaşırıp kalırdı sözlerime.

"E, anlat bakalım işin iç yüzünü de neymiş öğrenelim" derdi muhtemelen. Ben de ona gerçekleri anlatırdım,

"Ya Isa Alehisselâm efendimiz, siz aslında Tanrı'nın oğlu falan değilsiniz. Anneniz Aziz Meryem, gizli saklı bir işler çevirmiş, Tanrı'yı kullanıyor. Şimdi bu kutsal masada ve diğer havarilerin önünde sizi daha fazla zora sokmak istemem. Yani, demek istediğim, Tanrı o işlerle ilgilenmez" derdim.

Herkesin şaşkın bakışları altında Hz. İsa'ya dönüp, havarilerinin kaleme aldıkları muhtelif İncil'lerde, masal anlatmalarını bırakıp hak, hukuk, adalet, eşitlik kavramlarını yüceltmelerini, savaşa ve kan dökülmesine, insanların din, dil ve ırkına göre muamele yapılmasına karşı olduğunuzu bildirmelerini özellikle isterdim.

Misyonumu tamamlayıp eve geri dönerken parayı gözden düşürmekle iyi bir şey yaptığımı ancak insanın doğası gereği birbirlerini sömürecek daha başka şeytani araçlar bulabileceğinden işkillenir, fakat yine de doğru karar verdiğimi düşünürdüm. Hz. İsa ile yaptığım muhabbetin ise tamamen hayırlara vesile olacağından yana zerre kadar kuşkum olmazdı.


MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 37/2

Ertesi sabah, erken saatlerde, gardiyanlar bana bir telefon geldiğini bildirmek için yanıma geldiklerinde, Hapishane Müdürünün bıraktığı formu doldurmakla meşguldüm. 

Olvido, Yargıtay'dan henüz bir haber çıkmadığını söyledi. Yüksek Mahkeme kararları sadece çarşamba günleri açıklanıyordu ama o, infaz tarihimi dikkate alacaklarını ve bu yüzden açıklamayı daha erken bir tarihe çekebileceklerini ümit etmişti. Hukuk bürosu olarak Federal Mahkemeye yeniden itiraz etmeye hazır olduklarını fakat önceki müracaatlarımız hala bekletilirken bunu bir kez daha yapmanın hiçbir anlamı olmayacağını anlattı.

“Hala bekletilmesi ne anlama geliyor?” diye sordum.

Olvido, “İtirazlarımızın dikkate alınmadığı anlamına geliyor.”

“İtirazları değerlendirilirken idam cezasına çarptırılan birini tanıyorum.” dedim.

Olvido, “ O farklı bir durumdur.” dedi.

“İlk duruşmada avukatım bana muhtemelen mahkûm olmayacağımı ve kesinlikle ölüm cezasına çarptırılmayacağını söylemişti.” dedim.

“Jürilerin neye karar vereceğini tahmin etmek zor. Fakat karar, yargının işi.” dedi.

“Bu doğru, ancak hâkimlerin olayı değerlendirme şekli ve yorumları sizinkinden ya da benimkinden farklı olabilir.” dedim.

Artık konuyu sulandırmaya başlamıştım ancak bu kez bana cevap vermedi. Belki de beni duymazdan geldi.

“Haber geldiğinde seni ararım.” dedi.

Gardiyanlar saat başı beni kontrol ediyorlardı. Bazen servis penceresinin kapağını kaldırıp “Bir şeye ihtiyacın var mı?” deyip yokluyorlar, bazen de kapımın arkasından onların fısıltılarını duyuyordum.

Tieresse’nin Vakfı, otoriter ülkelerdeki siyasi muhaliflerin psikolojisi üzerine çalışma yürüten bazı araştırmacıları finanse etmişti. Bazı erkeklerin ve kadınların kaderlerine nasıl boyun eğmediklerini anlamaya çalışmışlardı. Üzerinde inceleme yaptığı kişilerden biri Sharansky adında bir Rus fizikçiydi. Yıllarca Sovyet tarzı bir çalışma kampında bulunmuştu, ağır çalışmaya mahkûm edilmişti. Sibirya'da bile insanları örgütlemekten geri durmadı. Sonunda, Başkan Reagan'ın baskısına boyun eğen Ruslar onu serbest bıraktılar. KGB onu Doğu ve Batı Berlin'i birbirine bağlayan bir köprüye götürdü ve doğruca karşı tarafa yürümesi ve geriye bakmaması doğrultusunda talimat verdi. Sharansky Batı Berlin'e doğru zigzaglar çizerek yürüdü. Tieresse, onunla birkaç ay sonra İsrail'de tanışmıştı. Bana o anı şöyle anlattığını hatırlıyorum.

“Tanıştığımda, onun heybetli biri olmasını bekliyordum. Bunun yerine, kel bir ektomorf*’un elini sıktım. Elli beş kilo bile değildi. Onu ayakta tutan şeyin ne olduğunu sordum. Bana kötülüğün olduğu her yerde akla gelen ilk şeyin direniş olduğunu söylemişti.

Ertesi gün beni götürmeye geldiklerinde onlara direnemeyeceğimi biliyordum. Kaderimi bilmezden gelip ölüme doğru yürüyecektim. Sharansky'den dokuz kilo fazlam vardı ama onun yaşama azminin dokuzda birine bile sahip değildim. İnsan kendini dahi yapamaz derler, cesur yapamayacağı gibi.

Bazıları bu son dönemimde uyuyup uyumadığımı bilmek isteyecektir. Hayır uyumadım. Çarşamba sabahı saat sekizde hücre kapım açıldığında meditasyon yapmaya çalışıyordum. Yüzbaşı, telsiz telefon ahizesini bana uzattı. Olvido, Federal Mahkemeye bir dilekçe sunduklarını söyledi ve Teksas Mahkemesinden öğlene kadar bir karar çıkmazsa yanımda olacaktı.

***

Babam yaşasaydı, başıma gelenlerin Amerika'da imkânsız olduğunu söylerdi. Yedi yıl öncesine kadar kesinlikle onun haklı olduğunu söyleyebilirdim. Saat ona yaklaşırken, gardiyanlar toparlanmam gerektiğini söylediler. Bir saat içinde yola çıkacaktık.

***

Hücremden çıkarken diğer kapıların arkasından bazı sesler duydum. Bunlar, biz mahkûmların tek protesto yöntemi olan gürültü ve nara atma sesleriydi, komşularım bana veda ediyordu. Beni eski hücremin önünden geçirerek ölüme giden yolda B-Blok içinde yürüttüler. Onca gürültü arasında Sargent’ın sesini fark ettim.

Illegitimi non carborundum.**” diye bağırıyordu.

“Anlamı ne onun?” diye sordum.

“O. çocuklarının gözlerinin içine bak, Inocente. Gözlerinin içine bak.” diyordu.

Yaklaşık altı yıl önce geldiğim kapıdan çıkardılar beni. Bulutlu gökyüzünü görebiliyordum. Karla karışık yağmur altında yürürken, muhafızlardan biri, nazik bir şekilde, sırtıma sarı bir yağmurluk geçirdi. McKenzie de oradaydı, ancak infazın gerçekleşeceği Duvarlar Birimi'ne gelmeyecekti. Son kez ismimi yanlış telaffuz etti ve ruhuma iyi davranması için Tanrı'ya dua edeceğini söyledi.

Önümüzde beklemekte olan bir minibüsün sürücü koltuğunda bir muhafız ve yanındaki koltukta silahlı başka bir güvenlik görevlisi vardı. Solumdaki muhafız, kafamı aşağı doğru eğdi ve beni arkaya koltuğa, aracın diğer koltuklarına dik döşenmiş bir tezgâhın bulunduğu kısma doğru yönlendirdi. Belimi çevreleyen deri kemeri bağlamak için bir çift kelepçe kullandı. Sonra geri çekildi ve başka bir muhafız içeri girdi. Şoföre, “Haydi gidelim.” dedi.


Ayrıldığımız ve gitmekte olduğumuz hapishanedelerdeki güvenlik görevlilerine, çift yönlü bir telsiz aracılığıyla, hızımız ve konumumuz hakkında rapor verilmesi dışında yol boyunca hiç kimse ağzını açmadı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum, Yeni hapishaneye vardığımızda, binanın cephesinde bulunan bir saat, bire yirmi dakika kaldığını gösteriyordu. Bir buçuk saat panelvan minibüsün içinde bekletildim.

Hapishane Müdürü ile birlikte dört gardiyan bizi girişte karşıladı. Beni kendi kelepçeleriyle zincirlediler, daha sonra üzerimdekileri çıkarıp beni getiren gardiyanlara teslim ettiler. Yeni müdür kendini tanıttı ve prosedürü anlattı. Duş alabilecek ve üstümü değiştirebilecektim. 

“Hayır, teşekkür ederim.” dedim.

Saat üçte akşam yemeği verileceğini söyledi. 

“İstemem, teşekkürler.” dedim.

Müdür bana yine de getireceklerini, istersem yiyebileceğimi, istemezsem yemeyebileceğimi söyledi. Manevi bakımdan yardım alabileceğim birinin olup olmadığını sordu.

“Hayır, yok.” dedim.

Onlardan birini isteyip istemediğimi sordu.

“Hayır, istemiyorum.” dedim.

Eğer fikrimi değiştirecek olursam kendilerine haber vermemi söyledi.

Jüri, yıllar önce ölüme mahkûm etmişti beni nasıl olsa, artık benim için hiçbir şeyin önemi yoktu. Zaten “suçlu” kelimesini ilk duyduğumdan beri her şey beyaz bir uğultudan ibaretti.

Müdür yanımızdayken, “Ekip!” dediğinde görevliler işareti anlamış ve derhal harekete geçmişlerdi. Bu, beni bağlamaları anlamına geliyordu. İntravenöz iğneleri damarlarıma sokmak için, bedenimi, deri kayışlarla tekerlekli sedyeye  sıkı bir şekilde bağladılar. Seslerin kesildiğini fark ettiğimde, müdür yanımızdan ayrılmıştı.

Gardiyanlardan biri öne geçip yol gösteriyordu. Biri arkamdan sedyeyi iterken diğer ikisi de sağımda ve solumda bana eşlik ediyordu. Duvar kenarlarında mavi ve sarı kış hercai menekşeleri bulunan bakımlı küçük bir avlu içinden geçtik.

*ektomorf : zayıf, bir türlü kilo alamayan kişilerin vücut tipine verilen ad. 
**Illegitimi non carborundum : Latince, Aşağılıkların seni ezmesine izin verme 

(Devam edecek)

8 Haziran 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 36/2


Hücreme geri döndüğümde, o gün yaşadıklarımı hatırladım. Ölüm hücresindeki mahkûmların bazıları, her hafta avukatlarına mektup yazarak davaya ilişkin hangi konuların ele alınması gerektiğini ve nasıl gündeme getirilmesi hususunda öneri ve tekliflerini sunarlar. Avukatları kendilerini dinlemediği takdirde deliye dönerlerdi. Ben onlar gibi değildim. Çünkü daha önce dersimi öğrenmiştim. İşin uzmanlarına güvenmek zorundasınız. Bütün avukatlarıma, muhtemelen onların duymak istediklerinden daha fazla, masum olduğumu söyledim. Tieresse, hayatta tanıdığım en zeki kişiydi ve ben en azından bunun farkına varabilecek bir zekâya sahiptim. Hukuki konularda, avukatlarıma pratik tavsiyelerde bulunmak bir kere bile aklımın ucundan geçmemiştir.


Sargent, Águila idam edildiğinde, davasının Yargıtay'da hala devam ettiğini söylemişti. Ona, bunun mümkün olamayacağını söyledim. Mahkeme bitene kadar kimseyi öldüremezler. Sargent sözlerime güldü. Bana cevap veremeden duramadı.

“Allah iyiliğini versin, Inocente, bu işlerde nelerin döndüğünü anlayabilmen için, bunca zaman burada kalman yetmedi mi?”

“Yasalar ve hukuk söz konusu olduğunda, ne alengirli işlerin çevrildiğini gerçekten de bilmiyordum. Aslında, onları bildiğimi hala söyleyemem. Ancak gelişen olaylara bakılırsa önümüzdeki yedi ay boyunca umursamazlığımı askıya almalıydım.


Beni görmeye geldikten iki gün sonra, yani planlanan infazımdan beş gün önce, avukatlarım, mahkemeden infazın bir süreliğine ertelenmesini ve bandanada DNA testi yaptırılmasını talep eden bir itirazda bulundu. Duruşmaya Reinhardt da katıldı. Bölge Savcısı, bunun bir infaz geciktirme taktiği olduğunu söyledi. Hâkime, bandana üzerinde DNA olduğuna dair bir kanıt olmadığını ve olsa bile bunun hiçbir anlamı olmadığını, çünkü cinayet mahallinde olduğuma dair yeterli kanıtların ellerinde mevcut olduğunu söyledi. Fakat duruşma hâkimi, Savcının bu görüşüne katılmamıştı. Bölge Savcısına sordu:

“Bandana üzerinde, cinayet silahında bulunan DNA ile eşleşen bir DNA varsa, bu durum kurbanı öldüren kişinin bandana takan biri olduğunu göstermez mi?”

Hâkim, Savcıdan herhangi bir cevap gelmesini beklemedi. Yürütmeyi durdurduğunu ve Adli Tıp tarafından bandana üzerinde inceleme yapılması için emir vereceğini söyledi. Hâkim, tokmağı vurduğu anda Reinhardt'ın yanında duran Savcı, aceleyle mahkeme salonundan çıktı ve bir saat sonra Bölge Savcılığına temyiz başvurusunda bulundu.

Olvido, haberi vermek üzere öğleden sonra beni ilk çağırdığında günlerden perşembeydi. Planlanan infaz tarihim ise ertesi haftanın çarşamba günüydü. Neredeyse idam edilmeme bir hafta vardı, bu yüzden ona sormuştum. Neden hiçbirinizin aklına bandanadaki DNA’yı tespit ettirmek gelmedi?

Olvido, “Biz bunu teklif ettik ama kanıtlar önce Bölge Savcısı tarafından kontrol edilmişti ve mahkeme kararına kadar bandananın alınmasına müsaade edilmedi. Bu arada duruşma sırasında dikkat ettiniz mi, eşinizin oğlu sizinle pek ilgilenmiyormuş gibi görünüyordu.”

Sargent, bana uçurtma göndermek için McKenzie'ye rüşvet vermiş olmalı, çünkü hücreme geri döndüğümde, yastığımın altında sıkıca katlanmış üçgen bir kâğıt parçasının ucunu gördüm. Sargent bana bir şeyler yazmıştı.

“Söylentilere göre senin tarafta bir şeyler kaynıyor.”

Neler olduğunu kısaca özetledim ve katladığım kâğıt parçasını akşama, yemek tepsime bıraktım. Sargent cevap yazdı,

“Sana bir faydası olur mu pek emin değilim ama senin için dua ettiğimi biliyorsun, Inocente.” Yazısının sonunda sıkılmış bir yumruk ikonu resmi vardı.


Pazartesi günü, ölüme gitmeme iki gün kala, hapishane müdürü yanıma uygulama prosedürünü okumaya geldi. Ranzamda otururken gelip benim önümde dikildi. Haki  pantolon, açık yakalı mavi bir gömlek, dirsekleri yamalı bronz renkli kadife bir ceket ve süet bot giyiyordu. Elinde bir tek piposu eksikti. Sanki üniversite profesörlerine benziyordu.

Bana adımla hitap etti. İdam günü öğlen vaktine kadar olağan ziyaretlerimi yapabileceğimi söyledi. Ona hiçbir ziyaretim olmayacağını söyledim. Kapının önünde bekleyen Yüzbaşı’ya baktı. Onun orada beklediğini ilk kez fark etmiştim. Müdür beni bu durumda diğer birime saat ona varmadan götürebileceklerini söyledi. Evet, aynen böyle dedi, diğer birim! Kendimi bir anda başka bir uzay ve zamanın içinde buldum. 

La Ventana'yı açmazdan bir ay kadar önceydi. Kuzey Çin'deki küçük bir köydeydim ve yerel pazarlardan birinde alışveriş yapıyordum. Çince bir kelime dahi bilmiyorum. Tanıştığım satıcılar ise İngilizce bilmiyorlardı. Ne satın aldığım, acı veya tatlı olup olmadığı, pişirilip pişirilmemesi gerektiği ya da çiğ yememin hastalanmama veya ölmeme neden olup olmayacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama heyecan vericiydi, çünkü yarın, anlatacağım bir hikâye ile eve gideceğimi biliyordum.

Biri beni omuzlarımdan sarsmaya başladı. Hücreme geri dönmüştüm. Müdür bana sesleniyordu,

“Rafael, Bay Zhettah, her şey yolunda mı?”

Kendime gelmeye başlamıştım, düşünmeye çalışıyordum. Gerçekten, bu soru bana mı sorulmuştu? Başımı salladım ve,

“Evet, efendim.” dedim.  Yüzbaşının hareket etmediğini, hala orada ayakta dikilip ellerini arkasına bağladığını fark ettim. Elinde göz yaşartıcı aerosol tutup tutmadığını merak ettim. Bir punduna getirip müdürü rehin alsaydım bana ne yaparlardı?

Hapishane Müdürü, diğer mahkûmlara kişisel eşyalarımı bırakmam için form doldurmam gerektiğini söyleyip bu konuda hazırlığım olup olmadığını sordu. Oralı olmadım. Sonra bana dönüp, eğer varsa, cenaze merasimime kimlerin katılabileceğini sordu. Açık kapıdan soğuk bir hava sütunu vurdu yüzüme, bir hava kompresörünün darbeleri vücudumu titretmeye başladı.

Bana bakıyordu, benden cevap bekliyordu. Bedenimin ne olacağını önceden hiç düşünmemiştim, buna ilişkin ritüellere gerçekten inanmıyordum ama farklı bir nedenden dolayı hapishaneye gömülmek istemedim. Vücudumu bir tıp fakültesine bırakıp bırakamayacağımı sordum. Başını sallayan Yüzbaşı’ya baktım.

“Avukatımla görüşüp bununla ilgilenmesini isteyeceğim.” dedim.

Eğer istersem bir papaz gönderebileceğini ve diğer birim personelinden sakinleştirici alabileceğimi söyledi. Herhangi bir sorum olup olmadığını sordu, hayır demeden başımı salladım. Kapıya doğru yarım adım attı ve bana ayağa kalkmam için yer açtı. Elini sıkmam gerekip gerekmediği konusunda kararsız kaldım.

“Bir şeye ihtiyacın olursa lütfen bana haber ver,” dedi ve sonra gitti.

Hücremde etrafıma bakındım. Águila'nın bana bıraktığı satranç takımım vardı ama onu oynamasını bilen hiç kimseyi tanımıyordum. Shakspeare sonelerini ve Rilke’in Şiir kitabını Sargent'a vermeyi düşündüm, bir ihtimal onlar zaten kendisinde de vardı, belki de onların hepsini ezberlemişti. Onunla yarışırken beni kum torbasına çevirmişti. Güldüm. Bir yıl boyunca her gece ağladığını duyduğum Kamboçyalı bir adamın yanında kalmıştım. McKenzie ona "Mao Başkan" diyordu. Bir gün onai

“Mao Çinliydi.” demiştim. McKenzie,

“Sana ne oluyor, Za-Heater?” diye bana karşılık vermişti.

Onun tek kelime İngilizce konuştuğunu duymadığım halde radyomu ve yemek ısıtıcımı Mao’ya bırakmaya karar verdim. Yasal eşyalarımı ve lambamı kimin isteyebileceğini düşünüp kafa patlatırken kapımın altından başka bir soğuk hava dalgası patladı. Birden midem bulandı, koştum, tuvaletin önünde diz çöküp istifra ettim. "Burası neden bu kadar soğuk?" diye sordum. Kimse cevap vermedi. Fakat birkaç dakika sonra Gardiyan Johnson servis penceresinin kapağını kaldırdı ve bana, plastik bir bardakla çay uzattı.

“Teşekkürler, bayan” dedim.

“Hoş geldin oğlum.” dedi bana. Dışarıda sis vardı - çevre ışıklarının etrafında haleler gördüğümü söyleyebilirdim – ve hücrelerde sıra dışı bir sessizlik. Sağ tarafta, kapımın hemen dışında, bir floresan ışığı cızırdadı ve ampulü çatladı. Anında deliksiz bir uykuya daldım. Görevlilerden biri hücreme yemek tepsimi bırakırken kısa süreliğine uyanır gibi oldum ama yeniden derin bir uykuya daldığımdan dolayı yemekle ilgilenmedim.

(Devam edecek)

7 Haziran 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 35/2


Olvido, ele geçen kanıtların benim durumumla bir ilgisi olduğunu düşünmek için ellerinde hiçbir sebep bulunmadığını söyledi. Ancak gazete ve TV muhabirlerinin benimle temasa geçmek isteyebileceklerini göz ardı etmemem gerektiğini hatırlattı. Çünkü Cole, davamın ilk soruşturmasını yürüten ekibin başındaydı ve idamıma iki haftadan daha az bir süre kalmıştı.

“Sana işine yarayacak bir haber getiremediğim için özür dilerim. Aslında biraz daha bilgi topladıktan sonra gelecektim fakat bazı TV ekiplerinin seni ziyaret edip boş yere umutlarını yükseltmesini istemedim.” dedi.

“Medyayla konuşmuyorum.” dedim.

“Biliyorum,” dedi. “Demek istediğim; insanların sayılı günleri kaldığı zaman muhabirler hayli acımasız olabilirler.”

Birbirimize hoşça kal dedik ve telefonu bana veren aynı gardiyan elimdeki ahizeyi geri aldı. Büyük ihtimalle hayal kuruyordum, sanki bana sempati ile bakıyor gibiydi. Avukatla yaptığım konuşmayı duyup duymadığını merak ettim. Sonra, beni infaz odasına götürecek gardiyanların ve beni elektrikli sandalyeye bağlayacak diğerlerinin de bana sempati ile bakıp bakmayacağını, çelik gibi soğukkanlı olmanın bu işler için bir ön koşul olup olmadığını düşündüm.

Hücreme döndüğümde, yüzümü ve boynumu lavaboda yıkadım. Temiz bir gömlek giydim ve ranzama uzandım. Altı adet patates cipsi yedim. Akşam yemeğimle gelen buzlu çayı içmeye çalıştım, tadı bana çok şekerli geldi, bu yüzden buzu kurtarmak için çayı parmaklarımın arasından lavaboya döktüm ve içi buz dolu plastik bardağı musluktan suyla doldurdum. Şafak vaktinden önce bir gardiyan hayatta olduğumdan emin olmak için servis penceresinin kapağını açtı. Başımı kaldırdım ve ona “Sadece uyuyordum” dedim. Ranzamın üzerinde yuvarlanarak dizlerimi göğsüme çektim, öğleden sonraya kadar o şekilde uyudum.

Eğer zihnimi toplamaya imkânım olsaydı, son yedi yıl boyunca beni şaşırtan her şeyi yazmak için günlük tutardım, Tieresse'in  ilk elini sıktığım günden başlayarak bana hayal kadar uzak gelen aşkımı ve sonunda nikâh masasında, kalemi elime aldığım andaki duygularımı yazardım. İdam edileceğim güne yedi gün kala, hukuk ekibim yeniden ortaya çıktı.

Olvido, “Cinayeti araştırırken Tieresse'nin evinin arka bahçesinde, polisin bir bandana bulduğunu biliyor muydun? diye sordu.

“Hayır.” dedim.

“Biz de bilmiyorduk. Kanıt olarak kaydedilmemiş. Polis raporuna dosyalama hatası olarak geçmiş.”

“E, ne var bunda şimdi?” dedim.

Olvido, “Evde veya restoranda hiç bandana taktın mı?”

Sorusunun retorik olup olmadığından emin değildim.

“Bandana mı? Kovboy gibi mi yani? Sen ciddi misin?”

Luther, “Tieresse’nin bahçesinde bulunan bandana dedektifin garajındaki kolilerden birinden çıkmış. Onu Pisarro bulmuş. Dün kendisiyle konuştuk. Adli Tıp’a verileceğini düşünüyor. Anlaşılan, o hala kanıt torbasında. Mührü henüz açılmamış ve DNA için hiç test yapılmamış.

Belki de yemek yemediğimden dolayı hiç olmadığım kadar ağır hareket ediyordum. Karşımdaki avukatların üçü de sanki lotoda kendilerine büyük ikramiye çıkmış gibi seviniyorlardı ama ben bunun neden bu kadar önemli olduğunu anlayamıyordum. Laura bana dönüp,

“Bandana'da DNA varsa ve cinayet silahındaki bilinmeyen DNA ile eşleşirse, buradan çıkıyorsun demektir.” dedi.

Kalbim deli gibi atmaya başladı. Bana prosedürü açıkladılar. Avukatlarım, duruşmayı yürüten hâkimden bandana testi yapılmasını isteyecekler, herhangi bir nedenden dolayı bunu reddederse, eyalet mahkemesine itiraz edeceklerdi. Yine bir engel çıkarsa bu sefer federal mahkemeye gidilecekti. Kendi kendime düşündüm, Kazanma ihtimali düşük olduğunda onlardan hep bu sözleri işitirdim.

“Fazla umutlanmak istemiyorum.” dedim.

Buraya geldiğimden beri, Teksas eyaletinde 115 idam cezası uygulanmıştı. Çoğunun hakkında fazla bilgim yoktu ama 13 tanesini tanıyordum. Onların 12'si ilçe hapishanesinde tanıdığım mahkûmlar kadar korkunç değildi. Bütün bu yerlerin benim açımdan bir anlamı yoktu. İyimserliğimi koruyabilmek için, daha önce hiç görmediğim bir mantık ya da rasyonellik keşfetmem gerekiyordu.

Olvido, “Ben de umutlanmak istemiyorum, ama bu, davanızı üzerimize aldığımızdan bu yana içimizde parlayan en büyük ümit ışığı. Haberleşeceğiz.” dedi.

Onlar gitmek üzere ayağa kalkmadan sol elimi cama dayadım ve “Sonuç ne olursa olsun, yaptıklarınız için teşekkür ederim.” dedim.

Olvido, “Henüz bize teşekkür etmen için erkan.” derken gülümsüyordu.

Tieresse'nin kanser hastası olduğunu daha önce söyleyecektim. Birkaç ay boyunca benden bunu saklamıştı. Düğünden birkaç hafta önce bir sır sakladığını itiraf etti. Korkunç bir şey duymak için kendimi hazırlamıştım. Benden sakladığı sır melanom*du. Karaciğerine ve akciğerlerine metastaz yapmıştı. Ancak, bir yıl kadar önce, Houston'daki doktor tanıdıkları, nüfuzlarını kullanarak Atlanta'daki bir kanser hastanesinin sonlandırdığı bir immünoterapi tedavisi için randevu aldılar. Enjeksiyon için haftada iki kez Atlanta'ya uçtu. Sekiz aylık seanstan sonra kanser tamamen ortadan kalkmıştı. Tedaviye çok iyi cevap vermişti, ancak doktorlar iyileştiğini söylemek için acele etmiyor, tedbiri elden bırakmıyordu. Kanserin yeniden nüksedebileceğini söylüyorlardı. Onkologların dünyanın en büyük kötümserleri olmaları için ellerinde her zaman iyi nedenleri vardır. Tieresse, bunu bilmemi istemişti.

“Neden bunu benden saklama ihtiyacı hissettin?” diye sormuştum.

“Eğer hasta olduğumu bilseydin, anlaşamadığımız takdirde, beni terk ettiğini düşünecektin. Vicdan azabı çekmemek için benimle birlikte olmanı istemiyordum.” dedi.

“Annemdeki Yahudi suçluluk geni bana geçmedi. Şartlar ne olursa olsun seninle kalırdım çünkü sen benim hayat arkadaşımsın.” dedim.

“Tamam, vaquero**.” dedi.  “Her neyse, şimdi artık biliyorsun.”

Ertesi sabah, önümde uzun bir soru listesi vardı. Tedavinin ne kadar süreceğini, aşıların nasıl uygulandığını, hangi laboratuvarların bu işi yaptıklarını, bir dozda kaç miligram aldığını, altıncı ay, bir yıl ve beş yıl hayatta kalma olasılıklarını sürekli olarak sordum. Bana sabırla gülümsüyordu ve sorduğum her soruya yanıt olarak, bilgisinin olmadığını söylerdi. Şaşırıp kalmıştım. Bu inanılmaz kadın, bana beş yıl önce Des Moines' in bir alt mahallesindeki evinin çatısını shingle kaplatmak için ne kadar ve ne tür çivi kullanıldığını söyleyebilirdi, fakat hastalığı ve tedavisi hakkında sorduğum soruların hiçbirine cevap veremiyordu. Hayal kırıklığına uğramış ve hayrete düşmüştüm.

Kızgınken ona Reesa derdim.

“Reesa,” dedim, “Bu senin hayatın.”

Amor”demişti, “Onlara ölmeye hazır olmadığımı, beni kurtarmak için ellerinden geleni yapmalarını söyledim ve onların bütün tavsiyelerine uydum. T hücreleri ve proteinleriyle ilgili ben ne bilebilirim ki? Onlar uzman. Hayatımı önlerine koydum. Umursamaz biri değilim. Sadece sınırlarımın farkındayım.”

Yanıma yaklaştı ve beni öptü. Az önceki öfkem şaşkınlığa dönüşmüştü.


*melanom: Deri kanseri
**vaquero: İspanyolca, kovboy
***Amor : İspanyolca, aşkım

(Devam edecek)

6 Haziran 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 34/2


Yeni yerim için, iki farklı şey söyleniyordu: Bazıları, orada bizim için özel ilgi gösterildiğine inanıyorlardı, çünkü artık kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Diğerleri ise, özel ilgi göstermelerindeki asıl sebebin, bir çılgınlık yapıp, devletten önce kendimizi öldürmemize mani olmak olduğunu söylüyorlardı. Sebebi her ne olursa olsun, Lila ve McKenzie beni yeni hücreme götürmeye geldiklerinde, alışılmışın dışında, sakin davrandılar.

Sargent, “Dinle, Inocente,” dedi. “Beraberlik durumunda ölen kazanır ama sana birkaç önerim olacak, bunları duymak ister misin? dedi.

“Biliyorum, hermano*, sen kazandın.” dedim. 


İntihar hücreleri, standart ölüm hücreleriyle hemen hemen aynı büyüklükte, ancak onlar faklı bir yerde ler. Bu hücreler, iki muhafızın aynı anda yedi ekranlık bir paneli izlediği büyük bir odaya bitişik. Altı ekrandan herbiri on beş saniyede bir, 360 derece dönebilen  kameraları yansıtmakta: Bunlar, duşta, dinlenme salonunda, koridorda, ziyaret kabininde, bina dışında ve çatıda bulunuyor. Bu kameralarla mahkûm hücrelerinin içi hariç, bütün alanlar sürekli olarak izleniyor. Yedinci ekran, hücrenin tavanına gömülü küçük bir kameradan aldığı kesintisiz görüntüleri, yani mahkumların bu dünyada yaşayacakları en son yeri göstermekte. Yemeğinizi, uyumanızı ve tuvaleti kullanmanızı takip ediyorlar. Dişlerinizi fırçalamanızı ve tıraş olmanızı izliyorlar, işiniz bittiğinde bir muhafız gelip diş fırçanıza ve tıraş bıçağınıza el koyuyor. Sürekli izleniyorsunuz.

Sargent, ortaokulu bitirememişti ama gün aşırı bir kitap okurdu. Bir yıl kadar önce Fransız aydınlarına âşık olmuş. Bu aydınlara entelektüel diyorlar, demişti. Fransa'da halk, onlara büyük saygı gösteriyormuş. Bir gün bana René Girard adında, Fransız bir filozofun kitabından bahsetmişti. Artık Fransa’da ölüm cezasının kaldırıldığını hatırlatarak Girard'ın insanların idam edilmesi olayını kurban törenlerine benzettiğini söylemişti

Sargent'a onun gibi bir dahi olmadığımı ama Girard'ın söylediklerinin deli saçması olduğunu söyledim. Bir süre sonra, hapishane yetkililerinin, intihar etme olasılığım karşısında panik halinde kafa yormaya başladıklarını gördüğümde, Girard’ın demek istediğini tam manasıyla anlamıştım. Bana önemli bir şey öğrettiği için Sargent’a teşekkür etmek isterdim fakat artık o çok uzaklardaydı ve bir not uçurmak için gardiyanlara güvenemezdim.


Yeni konserve açacağımın bende kalmasına izin verdiler ama yemek ısıtıcımı alıp götürdüler. Plastik bir kaşıkla fasulye konservesi yedim. Bir kutu pötibör bisküvi satın almıştım ancak yerken tıkandım ve bu yüzden onları atmak zorunda kaldım. Bir çikolata parçasını dişlerimin arasında kırdım, daha sonra emerek ağzımda erittim.


Artık hücremden dışarı çıkmama ve açık havada egzersiz yapmama izin verilmiyordu. Duş günlerimde, güvenlik görevlileri bir metre ötemde bekliyor, sadece dört dakikalığına duşun altında kalmama izin veriyorlardı. Görüşmelerin yapıldığı bölümde defalarca karşılaştığım bir papaz, hücreme gelip kendisiyle sohbet etmek isteyip istemediğimi soruyordu. Her seferinde ona "Hayır, teşekkür ederim" diyordum. Eskisiye nazaran çok daha fazla uyuyordum, öyle ki, bazen günde on sekiz saati uyuyarak geçiriyordum. Yanımda hala pilli bir radyom vardı, ama hiçbir şovu izleyecek dermanım yoktu. Burada canımın sıkılmamasının tek nedeni, müthiş derece korkuyor olmamdı. Eğer önceden izlediğim o videodaki rehin Amerikalı ben olsaydım, muhtemelen çığlık çığlığa feryat ettiğimi duyardınız.


Daha fazla sone ezberlemeye çalışarak zamanımı geçirmeye çalıştım ancak Sargent ile rekabet etmeksizin ezberleme sürem üç kat artmıştı. Beynim beni aldatıyordu adeta, Tieresse ile yüksek sesle konuşmaya başladım.

Eğer bu dizeleri okuyorsan, hatırlama onları bir daha,

Bunu yazıyor ellerim, seni çok sevdiğim için,

Tatlı hayallerimin içinde, unutulmaya mahkûmum ben.

Eğer beni düşünüyorsan hala, acı vermeli bu sana.

Ortak avukatımız Olvido'dan aldığım bilgilerle, Sargent'a, onu sevindirecek iyi haberler içeren bir mektup yazdım. Birer mektup da bana karşı nazik ve iyi davranan iki gardiyana gönderdim. Reinhardt'a tam dört kez mektup yazmıştım ama her birini daha sonra yırttım. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Muhtemelen yazdıklarımı beğenmedim, çünkü onları okuyup okumayacağından emin olamamıştım. Beşinci denememde üç aşağı beş yukarı meramımı anlattığımı düşünüyordum. Bana inanmasını istediğim tek kişinin Reinhardt olduğunu, bir gün gerçeğin ortaya çıkacağını umduğumu yazdım. Gerçekler tam olarak su yüzüne çıkana dek, aklına gelen şeyleri ve hakkımda neler hissettiğini anlayabilirdim çünkü onun yerinde olsaydım ben de aynı şeyleri düşünürdüm.


Birkaç konuda bir şeyler yazıp avukatım Olvido’ya gönderdim ve Reinhardt'a yazdığım mektubu ona teslim etmesini rica ettim. Ayrıca mali durumum hakkında detaylı bilgiler verdim ve davamı üstlenen avukatlarıma on milyon dolar dağıtması için onu yetkilendirdim. Öldükten sonra kızına verilmek üzere Sargent’a beş milyon dolar ayırmasını, geri kalan paramı, yasal yardım kuruluşları ve kamu avukatlık büroları** arasında dağıtmasını rica ettim. Mektubumun son kısmını şöyle bağladım; yaşama şansı başkalarının elinde olan bir insan için paranın ne ehemmiyeti var.

Ona ve diğer avukatlarıma ne kadar minnettar olduğumu belirttim. Mektubu imzaladıktan sonra, buraya geldiğimden bu yana üçüncü kez ağladım.


Hücremde raptiye bulundurmak yasaktı, bu yüzden ranzamın üzerindeki duvara her biri on sayfalık üç deste kâğıt parçasını asmak için bant kullandım. Her gün 30'dan başlayarak geriye doğru birer tane çekip kopardım.

13. günde, gardiyanlar telefonla arandığımı söyleyip beni götürmeye geldiler. Arayan avukatlarımdan biri olmalıydı, çünkü sadece onlarla telefonda konuşmama izin veriliyordu. Beni müdürün odasından daha küçük bir odaya götürdüler. Katlanır tip küçük bir masa ve zeytin yeşili, çevirmeli bir telefon cihazı dışında oda boştu. Biz içeri girer girmez telefon çaldı ve gardiyanlardan biri cevap verdi. Kendini tanıttıktan sonra ahizeyi bana doğru uzattı.

Avukatım Olvido, hal hatır sorma faslına hiç girmedi. Bana, bazı hukuk bürolarına, Bölge Savcılığından bir mektup geldiğini söyledi. Mektup, davası, belli bir cinayet dedektifi tarafından soruşturulmuş bulunan sanıkların vekaletini üstlenmiş avukatların hepsine gönderilmişti. Konunun beni ilgilendiren yönü, bahsi geçen cinayet dedektifinin, kötü polis, Dedektif Cole olmasıydı. Mektupta anlatıldığına göre, adı geçen dedektif, soruşturmasını yürüttüğü birçok vakanın fiziksel kanıtlarını garajındaki kolilerin içinde saklamıştı. Bölge Savcılığından gelen ve “Burada bulunan kanıtlardan herhangi birinin, yasalara aykırı olarak savunma avukatlarından gizlenip gizlenmediği veya davalardan herhangi birini etkileyip etkilemeyeceği bilinmemektedir” sözleriyle devam eden mektup, “Savunma avukatlarına önemle bildirilir” şeklinde sona ermekteydi.

Dedektif Cole’un sıra dışı alışkanlıkları, elli altıncı doğum gününe üç gün kala, geçirdiği kalp krizi nedeniyle ölümünden sonra ortaya çıkmıştı. İkinci karısı, çocuklarına daha yakın olsun diye Kuzey Carolina'ya taşınmaya karar vermişti. Eşyalarını toplarken, daha önce hiç görmediği bir koliyi açmış, içinde kan lekeli bir çekiç, mühürlü plastik bir poşette cinsel saldırı kiti ve ikinci el eşya satan bir mağazanın sıradan giysilerini bulmuştu. Paniklemişti ve dedektifin eski ortağı Detective Pisarro'yu aradı. Pisarro, gördükleriyle ilgili hiçbir fikri olmadığını söyledi ve hemen Emniyet Müdürünü ve Bölge Savcısını aradı. Aynı gün, öğleden sonra, polis memurları, laboratuvar teknisyenleri ve savcı olay mahallinin çevresini emniyet şeridiyle çevirdikten sonra eski dedektifin garaj olarak kullandığı bodrum katında bulunan her şeyi titizlikle elden geçirdiler. On bir koli dolusu kanıt toplandı. Akşam üzeri, son araç yola çıktığında, beş yerel haber kanalı evin önüne gelmiş, uydu üzerinden canlı yayına başlamıştı.

*hermano : erkek kardeş, birader
**kamu avukatlık büroları: durumu müsait olmayan insanlara ücretsiz avukatlık hizmeti veren kuruluşlar

(Devam edecek)