KATEGORİLER

15 Haziran 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 43

Kayıp Fısıltı / Kedi Mırıltısı tarafından organize edilen ve uzun soluklu bir etkinlik olarak devam eden Ağaç Ev Sohbetleri 43. Bölümü'nün konusu tarafımdan belirlenmiş bulunuluyor. Bu benim Ağaç Ev Sohbetlerine ikinci konu önerim. Bu kez önerimi uygun bulan Kedi Mırıltısı arkadaşımıza teşekkür ederim. 

Aşağı yukarı on aydır farklı konular hakkında düşüncelerimizi saygı çerçevesinde ve büyük bir içtenlikle sürdürdüğümüz bu platformun sizlerin de katılımıyla büyüyeceğinden eminim. Ağaç Ev Sohbetleri, birbirimizin farklı fikirlerini öğrenmemize imkan vermesinin yanı sıra kendi düşüncelerimizi gözden geçirebildiğimiz, hatta kendimizi tanımaya vesile olan bir etkinlik. Bu bakımdan şimdiye kadar katkısı olan herkese bir kez daha teşekkür ederim. Evet, bu hafta, muhtemelen çok geniş bir perspektifte ele alınacağını düşündüğüm bir konuyu tartışacağız ve farklı düşüncelerimiz olacak. İşte haftanın konusu:


Toplumsal yaşamımızı olumsuz etkileyen en önemli üç sorun,

önem sırasına göre hangileridir?

Bu sorunların üstesinden gelmek için sizce neler yapılmalıdır?   


Kanaatimce toplumumuzun en önemli sorunu, mevcut yönetim sistemimizdir. Sonsuz saygı ve sevgilerime mazhar olan eski Yunan filozofları tarafından ilk kez gündeme getirilen yönetim şekli olan demokrasi, yüzyıllar  boyunca, bilinen rejimlerin en iyisi denilmek suretiyle baş tacı edilmiş. Oysa, Platon/Eflatun (M.Ö: 428-348), neredeyse 2.400 yıl önce demokrasinin bir eğitim işi olduğunu söylemiş ve eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam ederse demagoglar türer, demagoglardan da diktatörler çıkar demişti. Yani bana göre toplumun en büyük sorunu yere göre sığdırılamayan yönetim şeklimiz, demokrasidir.  


Nitekim Adolf Hitler, binlerce yıl sonra Eflatun'un ne kadar ileri görüşlü bir insan olduğunu kanıtlamış, demokrasinin kurallarına uygun bir seçimle iktidara gelmiş ve sonra faşist bir diktatöre dönüşmüştü. Hitler'in Almanya'sı buna tek örnek değil elbette. Bugün, ABD başta olmak üzere diğer ülkelere bakıldığında, onların pek çoğunun da demokrasi görünümü altında diktatörlükle yönetilmekte olduğunu görebiliriz. Ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre bazı diktatörler doğrudan, bazıları kapitalist sermayenin kuklaları olarak karşımıza çıkarlar ve toplumları demokrasi yalanıyla kandırmaya devam ederler.

Benim böylesine önemli bir konuda sizlere alternatif  yönetim sistemi önermem çılgın bir fikir olarak gelebilir. Filozofların, siyasetçilerin, hukukçuların, anlı şanlı ekonomist ve sosyal bilimcilerin yıllarca çözemediği bir problemi çözmek sana mı düştü diyebilirsiniz. İnanın bana, eğer böyle düşünüyorsanız, size hiç gönül koymam!  Yazımı fazla uzatmamak için sorunun çözümüne ilişkin önerimi başka sayfaya taşımak zorunda kaldım, zira iki problem ve iki de çözüm önerim daha var sırasını bekleyen. Eğer merak ettiyseniz, biraz zaman ayırıp ŞURADA yazdıklarıma bir göz atmanızı öneririm.


İşte böylece ülkenin en önemli sorununu halletmiş bulunuyoruz. Gelelim ikinci büyük sorunumuza:

Bana ülkemizde amacına uygun olarak kullanılmayan ve hem kendine hem de topluma zarar veren ilk şey nedir diye sorsanız, düşünmeden "din" derdim. Herkesin inancı kendine elbette. Her koyun kendi bacağından asılır. Asılır, asılır diyoruz da öyle olmuyor işte! Diğer taraftan herkes onu kendi işine geldiği gibi kullanıyor diye dini yasaklamak da çözüm değil elbette. Yasakçılık benim anlayışıma ters. Fakat, Diyanet İşleri Başkanlığını kaldırır, onun devasa bütçesini eğitim ve sağlık bakanlıkları arasında bölüştürürdüm meselâ. Dinini yaşam biçimi olarak seçmek isteyen vatandaşlarımıza tolerans kapılarını sonuna kadar açardım. Camiler, kiliseler, havralar, cem evleri ve dahi sinagoglar gibi külli ibadethaneler, tekke ve zaviyeler hepsi sizin derdim. İstediğiniz gibi giyinin, istediğiniz şekilde orucunuzu tutun, gönlünüz ne zaman namaz kılmak ya da ayine katılmak isterse buyurun gidin, kılın, katılın derdim.

Derdim demesine amma, bundan böyle artık imamın, papazın, hahamın ve dedelerin maaşına devlet olarak karışmam,  yeni ibadethaneler, kuran kursları açmam, açık olanlarının elektrik, su ve ısıtma bedellerini karşılamam derdim. Siz her ibadethane girişine birer kumbara koyun, hizmet ettiğiniz kişiler versin bu masrafların bedelini derdim. Hatta isterseniz matbaalar kurun, inançlarınızı yaymak için kitaplar basın ve ibadethanelerinizin altında, yanında, girişinde bastırdığınız kitaplarınızı, isterseniz mumlarınızı, haçlarınızı ya da diğer hediyelik kutsal eşyalarınızı satın derdim. Ancak son bir şartım olurdu, hangi inanç sahibi olursa olsun ülke yönetimine karışan ya da inancını ticari amaçlarla kullanan cümle sahtekârları tez elden en ağır cezalara çarptırır, hesaplarını öbür dünyaya bırakmazdım.

Gelelim üçüncü ve son büyük probleme:

Eflatun'la başlamıştım. Adam sonuna kadar haklıydı, önce eğitim. Eğitim ama nasıl eğitim? Dogmatik fikirlerden uzak, bilimsel, sorgulayan ve her alanda fırsat eşitliğini, hukukun üstünlüğünü ve gelirde adaletin önemini yücelten bir eğitimden bahsediyorum. 

Evet, toplumun en büyük problemlerinden biri de eğitim. Gerçekten çok kötüyüz. Bakmayın siz söylenenlere. Şöyle bir bakın kaç tane makale yayınlamış üniversitelerimiz. Ar-Ge'ye ne pay ayırmışız, teknolojiden geçtim, üretim imkanlarımızı da yerle bir etmişiz. O canım Köy Enstitülerini kapatıp bütün okulları imam hatiplere çevirmişiz. Ve geldiğimiz nokta bu. Siz hâlâ ihalarımızla dünya liderliğine oynuyoruz, Avrupa, ABD bizi kıskanıyor diyenlerdenseniz ve Atatürk'ün ilk on yılda üretime dönük hamlelerini küçümseyip özel sektöre devlet imkânlarını peşkeş çekmekten öte hiçbir amacı olmayan, garantili bir şekilde halkı sömürmeye devam eden yol, köprü, hastane, hava alanı gibi BOT projelerinden övgüyle bahsedenlerdenseniz biliyorum ki sözlerim size işlemeyecektir. Nedir çözüm yolu peki?

İlk iki problem çözülünce eğitim de büyük ölçüde düzene girecektir zaten. Ancak tahribat o kadar büyük ki eğitimin beklenen düzeye çıkarılması için birkaç nesil geçmesi gerekir. Köy Enstitüleri modelini geliştirerek hem göç sorununun, çarpık kentleşmenin önü alınabilir, hem de üretim ve sanata gereken önemin verilmesi sağlanabilir. Eğitim sadece okulda verilen bir şey değildir. Yasakçı bir zihniyetle değil, teşvik ederek ve özendirmek suretiyle medya organlarında toplumun bilinçlenmesini sağlayacak, onlara sanatı aşılayacak programların yer alması mümkündür. Öğretmenlik meslekler arasında en önemli yere sahiptir. Öğretmenlerimizin gerekli donanıma sahip olması için müfettişlik gibi garabet bir sistem yerine daha aklı başında teşvik edici ve ödüllendirici sistemlere ihtiyaç vardır. Esasen benzer şekilde diğer bütün meslek gruplarında köklü bir eğitim revizyonuna gidilmelidir.

Eğer baştan itibaren okuyup buraya kadar geldiyseniz, size sonsuz teşekkürlerimi sunmamın yanı sıra gelecek adına hâlâ ümitlenmem için bir sebep var derim. Sizce toplumumuzun en büyük sorunları ne peki? Sizin çözüm önerileriniz neler? Sabırsızlıkla bekliyorum.

YENİ YÖNETİM SİSTEMİ (YYS)

Demokrasi adı verilen yönetim sisteminin faziletini anlata anlata bitiremez bizim siyasetçilerimiz. Kanaatim odur ki, demokrasi en berbat yönetim sistemidir. Hatta diktatörlükten bile daha kötüdür. Diktatörlükte bilirsin ki adam diktatör, astığı astık, kestiği kestik. İyisi olur, kötüsü olur şansına. Ancak demokrasi, halkın kendini yönetmesi diye insanları kandırırken her zaman güçlünün yanında olan bir idare tarzıdır. Şimdi gelin size daha iyi bir sistem önereyim:


Yeni Yönetim Sistemimde (YYS) birbirinden bağımsız üç saç ayağı, yani, yasama, yargı ve yürütme olacak. Halen pek çok ülkede yasama ve yargı gizli veya açık olarak tamamen yürütmenin emrinde. Sadece onlar mı? Böyle bir güç neleri boyunduruğu altına almaz ki! Medya organları, iktidardan nemalanan gazeteci ve yazarlar, sivil toplum örgütleri, dini kurumlar, üniversiteler, ordu, barolar ve daha niceleri. İktidarı eleştiren her kim olursa olsun, vatan hainidir, teröristtir, müfteridir, düzenbazdır, günâhkârdır. Yanlış anlaşılmasın aman, ben ülkemizdeki durumdan zinhar bahsetmiyorum, başta ABD olmak üzere bizi kıskanan cümle ülkelerden söz ediyorum!

YYS'nin ilk ayağı YASAMA: Öyle her önüne gelen ülkeyi yönetmeye soyunmayacak. Hele hele milletvekilleri parti genel başkanı tarafından asla belirlenmeyecek, çünkü parti diye bir şey olmayacak! Seçilecek kişi en az 40 en çok 60 yaşında olacak. Bu iş ne çoluk çocuğun, ne de bunakların işi. Seçileceklerin geçmişinde en ufak bir kara leke bulunmayacak. Aday adayları, seçildikleri takdirde hedeflerinin ne olduğunu, ülke sorunlarına bakış açılarını net bir şekilde açıklayacaklar. Milletvekili yerine bu kişilere bundan sonra "Halk Azaları" (HA) diyelim mesela. HA aday adayları, özgeçmişlerine bakılarak bir heyet tarafından belirlenecek.

Heyet, en kalabalık on üniversitedeki öğretim üyelerinin oyuyla seçilmiş on öğretim üyesi, yargıtay, danıştay ve anayasa mahkemesi üyelerinin oyuyla seçilmiş üç hukukçu, üç büyük meslek odasının seçilmiş başkanları, en büyük on şehrin belediye başkanları, kendi dallarında üstün başarı göstermiş bilim adamları arasından kuŕayla seçilecek on vatandaş, kendi dallarında önemli çalışmalara imza atmışlar arasında kurayla belirlenecek on sanatçı ve en büyük dört gazetenin genel yayın yönetmenlerinden oluşacak. Toplam elli kişilik heyet, kendilerine verilen süre içinde müracaat edenler arasından HA aday adaylarını seçecekler. Aday adaylarının sayısı illerin nüfus yoğunluğuna bağlı olarak her 350 bin kişiye bir aday düşecek şekilde belirlenecek. Yani ülkemiz için bu sayı yaklaşık 250 civarında olacak.

Seçim, güvenliği sağlanmış internet üzerinden ve TC kimlik numarasına göre yapılacak. Halk bütün adayların öz geçmişlerini, belirli bir siteden okuyabilecek, ülkeyi nasıl yönetmek istediklerini oradan öğrenebilecekler. Anasının ya da ninesinin yerine oy kullanmaları hiç önemli değil. Çünkü seçecekleri kişi zaten önemli bir jüri tarafından önceden seçilmişlerden biri olacak. Yani adayların arasında kötü olan biri yok. Sandığa, sokağa çıkma yasağına da gerek yok. Parti seçimi gibi olmadığı için fazla yaygara kopmayacak, çevre kirliliği de olmayacak.

84 kişilik HA meclisi belirlendikten sonra grup kendi içlerinden birini başkan seçip çalışmaya başlayacak. Halk Meclisinin görevi ülkede gerekli yasaların çıkarılmasını gereksiz olanların yürürlükten kaldırılmasını sağlamak ve devlet kurumlarındaki denetim faaliyetlerini yürütmek. Görevleri süresinde HA'larının dokunulmazlığı olacak. Yargıya ve yürütmeye karışamayacaklar ve onlar dahil hiçbir kurumdan talimat alamayacaklar. Her kurumdan bilgi isteyebilme yetkisi bulunacak. Yapacakları denetim faaliyetleri esnasında yasalara aykırı gördükleri işleri yapan, devleti zarara sokan devlet memurları ve yürütme de dahil olmak üzere devlet yönetimine seçilmiş kişileri, haklarında işlem yapılması için yargıya gönderebilecekler. Sanırım yasamayı hallettik.

YÜRÜTME: Tamamen özerk bir yapıya dönüştürülecek, halkın oyuyla seçim yapılmayacak ve sadece liyakata önem verilecek. Yani bugün tıp fakültesini bitirmiş ve devlet görevine atanmış bir doktor, kendi branşında yeterli başarıyı gösterip azimle ülkesinin ve halkının yararına çalıştığı takdirde, yarın, sağlık bakanı olabileceğinden hiçbir kuşkusu olmayacak. Benzer şekilde yeni mezun bir ziraat mühendisi tarım bakanı, inşaat mühendisi bayındırlık bakanı, ekonomi ya da işletme bölümü mezunu bir genç, geleceğin maliye bakanı olacağının hayalini kurabilecek. Bakanların seçimi, bağlı bulundukları kurumların genel müdürleri arasında yapılacak oylama sonucunda tespit edilecek. Eğer seçilen kişi görevden affını isterse ikinci en yüksek oyu alan kişi bakan olarak seçilecek. Bakanlık sayısı Halk Azaları Meclisi (HAM) tarafından belirlenecek. Başbakanın kim olacağına, kendi aralarında yapacakları gizli oylamaya göre bakanlar kurulu karar verecek. Başbakan ve bakanlar, HAM ve Cumhur Başkanı/Devlet Başkanı tarafından onaylanmalarına müteakip görevlerine başlayacaklar. Görevlerindeki başarısız olmaları ya da suça karışmaları durumunda HAM tarafından görevden el çektirilebilecek, gerekirse yargıyı göreve çağırabilecekler.

YARGI: Yürütmeye benzer şekilde, özerk, bağımsız ve liyakat esasına göre çalışacak. HA, Başbakan, Bakanlar ve Cumhurbaşkanı asla yargıya müdahale edemeyecekler. Her türlü mahkeme başkanları, yargıçları ve cumhuriyet savcıları mensubu bulundukları kurumun içinden seçilecek. Görevlendirmeler, gizli oylamada en yüksek oyu alan kişi esasına göre yapılacak.

CUMHUR/DEVLET BAŞKANI: HA seçimi sırasında HA adayları arasında en yüksek oyu alan kişi devleti temsil edecek. Yasama, yürütme ve yargının ahenkle çalışmasını sağlayacak. Herhangi bir sorumluluğu bulunmayacak. Vatana ihanet suçu dışında görevi süresinde yargılanmayacak. Devlet işlerinin takibi, denetlenmesi için kısıtlı bir uzman kadrosuna sahip olacak. Suça karıştığından şüphe ettiği HA, bakanlar kurulu ve yargı mensupları hakkında soruşturma yapılabilmesi için Halk Meclisine teklif getirebilecek. Kurumlar içinden seçilen bakanlar kurulu, başbakan ve yargı mensuplarının göreve başlayabilmesi için onay verecek.

YYS hayırlı olsun!



14 Haziran 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 42/3

Kaldığım yerin yakınında bira da satan bir pizza dükkanı vardı. Saat dokuzda uyandım ve altılı paket Alman birasıyla birlikte jalapenolu pizza sipariş ettim. Bir yandan karnımı doyururken TV'de basketbol maçı izliyordum. Bir süre sonra cep telefonum çaldı.


***

DNA raporu geldikten hemen sonra, Reinhardt bana bir mektup göndermişti. Ölüm hücresine geldiğimden bu yana ondan ilk kez haber alıyordum. Mektubunda hem içten bir özür, hem de benimle teması kestiğinden dolayı büyük bir pişmanlık vardı. Mektubu Sargent'a yüksek sesle okurken kızarak ayağa fırladığını hatırlıyorum.

“Lanet olsun, Inocente, o. çocuğunun biri kalkacak, yaşlı karımı hunharca darp edip öldürecek ve ben de onu sağ bırakacağım öyle mi?” demişti. Onun sakinleştirmem gerekiyordu.

“Evet, dostum, seni çok iyi anlıyorum.” demiştim.

Sonra, Reinhardt'a bir cevap yazdım ve onu özlediğimi söyledim. Posta kodunu hatırlayamadığım halde mektubu yine postaya vermiştim.


***
Reinhardt, “Aramak için umarım çok geç kalmadım. Sana nasıl ulaşacağımı bilemiyordum. Sonunda numaranı avukatından bulabileceğimi düşündüm.” dedi. Sesi titriyordu.

“Aramana sevindim.” dedim.

Reinhardt, “Sana söylemem gereken çok şey var ama ilk önce yapılması gereken, paranı geri almanı sağlamak. Hayatını yeniden bir düzene sokman için buna ihtiyacın olacak."

Karayip bankalarındaki hesaplarımda ihtiyacımı fazlasıyla karşılayabilecek paramın olduğunu bilmemeliydi.

“Reinhardt, bu çok nazik bir davranış ama benim ihtiyacım yok, gerçekten bir şey istemiyorum.” dedim.

“Kararını daha sonra verebilirsin. Ama şimdi annemin senin için yapmamı istediği para transferini halletmem gerekecek.” dedi.

İkimiz de zaman zaman ağlayarak bir saat kadar konuştuktan sonra ertesi hafta bir araya gelmeye karar verdik. Telefonu kapatmadan önce bana, “Annem, seninle tanıştığı günden başlayarak hayatının sonuna kadar geçen süre içinde en mutlu günlerini yaşadı. Ona asla zarar veremeyeceğini tahmin etmeliydim” dedi.

Sargent'ın dediklerini hatırladım.

“Reinhardt, yerinde olsaydım, ben de senin yaptıklarının aynısını yapardım.” dedim.

Komşuların bebeği o gece sessizdi ve ertesi gün, güneş beni uyandırıncaya dek uyudum. Altı yıl boyunca iyi şeyler olmasını bekledim ancak herhangi bir plan yaparsam bunun bana uğursuzluk getireceğine inanmıştım. Artık plan yapmak için herhangi bir mazeretim yoktu. Son durumuna bakmak için bir taksi çevirip La Ventana’ya gittim. Duvarlarında sıva çatlakları ve rutubet lekeleri oluşmuştu. Elektrik sayacı hala yerinde duruyordu. Kadranındaki çubuğu örten cam çatlamış ve kirlenmişti fakat masa ve sandalyelerin çoğu yerli yerindeydi. Gözlerim Tieresse'nin elini ilk sıktığım yere takıldı. Evsiz bir kadın yanımdan geçerken kendisine birkaç kuruş verip veremeyeceğimi sordu.

Yol boyunca yürüdüm, cadde üstünde gördüğüm bir butik otele bir haftalığına giriş yaptım. Oda servisine bifteğin yanında bir şişe bourbon sipariş ettim ve yemeğimi yerken dev televizyon ekranından klasik bir film izledim. O gece, çakırkeyif halimle bir plan yaptım. Texas'a adios* demeye karar vermiştim.

Ancak ayrılmam biraz zamanımı almıştı. Dört TV kanalı, sabah şovlarına çağırdı. "First class" uçak biletimi gönderip New York'a davet ettiler ve Central Park'a bakan lüks otellerin birinde üç odalı bir süitte kaldım. NPR ve BBC kanallarıyla röportaj yaptım. Hikâyem, New York Times'ın ilk sayfasında yayınlandı. Onca şov programı arasında Times Meydanı yakınlarındaki bir tiyatronun matinesine gittim. Salon karanlıktı ve içeride aşırı gürültü vardı. Neler olduğunu anlamak için arkama dönüp durdum. Daha fazla dayanamayıp oyun bitmeden ayrıldım. Bir sokak satıcısından, horoz şeker ve dört gazete aldım ve onları şehir dışındaki bir parka kadar yanımda taşıdım. Evsiz olduğunu düşündüğüm bir adamın, obez kuşlara ekmek kırıntısı atışını izlemek üzere onun bulunduğu yerin tam karşısındaki banka oturdum. Sıcaklık 16 derece olmasına rağmen üzerinde yıpranmış eski bir palto vardı. Boynunda polyester bir şal vardı ve sol eline fırın eldiveni geçirmişti. Ayrılmadan önce ona açılmamış bir paket çikolata verdim. Bana baktı, kafası karışmıştı. Omzumun üzerinden havuza doğru bakıyordu. Anlamadığım dilde bir şeyler söyledi, sanırım bana teşekkür etmişti.

Teksas'a dönmeden bir gün önce kendime ait bir telefonumun olmadığını fark ettim. Belki de fazla ihtiyacım olmadığı için o ana kadar eksikliğini hissetmemiştim. Koreatown'da yürüyor, öğle yemeği için bir yer arıyordum. Karanfil ve güllerle süslenmiş hasır sepetlerde elma ve armutların sergilendiği bir bakkal dükkânından, bin dakika konuşma süresi ve iki yüz SMS hakkı içeren paketle birlikte Nokia marka bir telefon aldım. Ödemeyi nakit yaptım. Telefonu plastik ambalajından çıkarmaksızın dönüş uçuşumda yanıma alacağım valize koydum.

New York'tan döndükten sonra, haber değerim günden güne azaldı. Neredeyse her gün Reinhardt’la konuşuyordum. Bunun dışında sohbet ettiğim insanlar sadece garson ve kasiyerlerdi. Artık daha fazla alanım ve daha fazla özgürlüğüm vardı ama herhangi bir amacım ya da bir planım yoktu. Olvido'yu aradım, ona tekrar teşekkür ettim ve benden bir süreliğine cevap alamazsa endişelenmemesini söyledim.

"Ne kadar bir süre?" diye sordu.

“Sana haber veririm.” dedim.

Küçük bir karavan, mutfak eşyaları, kıyafetler ve bir de bisiklet aldım. Ertesi sabah erkenden, bir fincan kahve içip otelden ayrıldım ve son kez La Ventana’nın önünden geçerek aracımı Teksas'tan en hızlı çıkış yolu olan Louisiana’nın doğusuna doğru sürdüm. Sabine'i geçtikten sonra karavanımı bir mola yerine çektim. Sığır etli bir sandviç yerken bir yandan haritayı inceledim. Önce ne yapmak istediğimi, ne yapmam gerektiğini düşündüm. Direksiyona sarıldım, derin bir nefes aldım ve yüksek sesle avazım çıktığı kadar bağırdım,

“Geliyorum aşkım!”

Louisiana'dan kuzeye, oradan Arkansas'a doğru yol alırken Missouri'yi geçip sola döndüm ve oradan batıya yöneldim. Kansas'ı arkada bıraktığımda saat gece yarısını geçmişti. Geceyi, Kansas City'nin batısında,  Eyaletler Arası I-70 No’lu dinlenme tesislerinde geçirdim. Bacaklarımı uzattım, bir sandviç aldım ve yanında bir bira içtim. Daha sonra neredeyse gün ağarıncaya kadar uyudum.

Ertesi sabah, aydınlanan gökyüzünü arkamda bırakırken, Tieresse'yle birlikte yaşlanmayı planladığımız topraklara vardım. Çiftlik, altı yıllık ihmal edilmişliğin izlerini taşıyordu ancak evin kendisi, adeta bir zaman kapsülü içinde korunmuş gibiydi. Reinhardt'a bu evden bahsettiğimde, onu satışa çıkarmaya kıyamadığını söylemişti. Bunu duyduğuma çok sevindim demiştim, oraya ait olduğumu hissediyordum. Elektrik, su ve gaz tekrar bağlanıncaya kadar iki gün boyunca karavanın içinde kaldım. Çalıları ve yolları temizleyerek dışarısını düzene soktum, karavanı hangarın yanına park ettim ve daha sonra onu içeri aldım.

*adios :Elveda

(Devam Edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 41/3


Luther bana, içinde kişisel bakım malzemeleri ve temiz kıyafetler bulunan bir spor çantası verdi ve dördümüz hep birlikte, bulunduğumuz yere yakın, hüküm giymiş mahkûmları topluma yeniden kazandırma konusunda faaliyet gösteren, kar amacı gütmeyen bir vakfın kiraladığı daireye gittik. Şehrin bir ucunda, içinde iki brülörlü bir soba ve bir çekyat bulunan tek odalı bir daireydi. Bir ay için bana tahsis edilmişti. Buzdolabı ve mutfak dolapları yiyeceklerle doldurulmuştu ve masanın üzerinde içinde nakit beş yüz dolar bulunan bir zarf vardı.

Olvido, burada kalmak zorunda olmadığımı hatırlatarak fazladan bir odasının olduğunu, orada beni, istediğim kadar misafir edebileceğini söylemişti.

Yalnız kalmayı tercih ettim. Etrafımda beni gözetleyen biri olmadan kapımı sonuna kadar açıp tuvaletimi kullanabilmeyi, gecenin bir yarısında istediğim gibi TV izlemeyi, istediğim saatte ve istediğim süre boyunca duş alabilmeyi özlemiştim. Sabaha karşı saat 3'te caddeden aşağı doğru inerek markete gitmenin ve mikrodalgada patlatmak üzere bir torba mısır almanın hayalini kuruyordum. 


“Çok teşekkür ederim Olvido, şimdilik burada idare edebilirim.” dedim. Bana sarıldılar ve sabah beni yine arayacaklarını söylediler.

Spor çantasını masanın üzerine koydum ve odanın ortasında durdum. Kollarımı iki yana açtım, artık aynı anda duvarların ikisine birden dokunamıyordum. Soğuğa rağmen pencereyi açtım, çünkü bunu yapabiliyordum. Caddede klakson sesleri yükseliyor, gecenin karanlığına karışıyordu. Karşı tarafta iki harfi yanmayan bira reklamının neon lambası bana göz kırpıyordu. Mini şort ve deri ceket giyen üç kişi - sanırım çocuktular - caddenin ortasında patenle kayarken kaldırım kenarına park etmiş  otobüsün etrafından dolaştılar. Neredeyse gece yarısı olmuştu ve en ufak bir yorgunluk hissetmiyordum.


Bazı binaların duvarları ince, elek gibidir, sesler bitişik daireden olduğu gibi duyulur. Yan dairede, Doğu Avrupa'dan, Polonyalı olduğunu düşündüğüm genç bir çiftin küçük oğlan çocuklarını avutmak için yaptıkları mücadele başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Kadın artık ninni söylemeye başlamıştı, adam da ona, sanırım bir mandolinle eşlik ediyordu. Buzdolabındaki altılı paketten iki bira kaptım ve kendimi kanepeye attım. TV’de haberleri sessiz moda getirerek gece boyunca ağlayan çocuğu dinledim. Sabaha karşı saat dörtte, pencereye doğru yaklaştım ve trafik lambası ışığının sarıdan kırmızıya değişmesini takip ettim. Sağ taraftan sadece tek araba yaklaştı. Işıkların önünde durdu, şoförün sigara içtiğini görebiliyordum. Üzerinde bir üniforma vardı, belki de işten evine dönen bir güvenlik görevlisiydi. Bakışını, benim bulunduğum pencereye doğru çevirdi. Beni fark edince başını hafifçe salladı. Yeşil ışık yanar yanmaz, egzoz borusundan çıkarttığı beyaz duman kıvrımlarını arkasında bırakarak ağır aksak ilerledi. Gökyüzü sahte şafağın ilk ışıklarıyla aydınlanırken trafik yoğunluğu artmaya başlamıştı. Tuvalete gidip yüzümü yıkadım ve sonra uzanıp derin bir uykuya daldım.

Sabah saat onda, Topluma Yeniden Kazandırma Vakfından bir gönüllü, dumanı tüten iki fincan kahve ve elinde bir şehir haritasıyla kapımı çaldı. Ona, bana tahsis ettikleri daire, malzeme ve kıyafetler için teşekkür ettim ve kısa bir zaman önce buraya yakın bir bölgede yaşadığımı hatırlattım.

“Üzgünüm, bunu bilmiyordum.” dedi. Bana şehir haritası verdiği için utanmıştı. Ona dert etmemesini söyledim ve ortamı yumuşatmak için,

“Burada insanlar hala kâğıda basılmış haritalar mı kullanıyor?” dedim. Bu işleri daha da kötüye götürmek üzereydi ki,

“Tamam, söz, artık şaka yapmayacağım.” dedim. Gülümsedi. Yeni bir ehliyet almak için beni trafik şubesine götürdü. Daha sonra, gönüllüler tarafından bağışlanan bin doları hesabıma yatırmak için bir banka şubesine gittik. Tabii ki de benim paraya  ihtiyacım yoktu ama bunu ona söylemenin nezaketsizlik olabileceğini düşündüm.

“Çok teşekkür ederim. En kısa sürede size olan borçlarımı geri ödeyeceğim.” dedim. Koluma iki kez nazikçe dokundu. Bir ay sonra, yardım vakfına on bin dolarlık bir çek gönderdim.

Önceki gece, akşam yemeğinde, Olvido bana bir zarf vermişti. Gönüllü, beni eve bıraktıktan sonra zarfı açtım. İçinde, beni ölüme gönderen on iki kişilik halk jürisi üyelerinin dokuzu tarafından kaleme alınmış mektuplar vardı. Şimdi, diğer üç kişiye ne olduğunu merak edebilirsiniz. Bunu ben de merak etmiştim. Kendime bir fincan espresso hazırlayıp mektupları okumak üzere kanepeye uzandım.

Vahim bir yanlış değerlendirmeniz sonucunda, hayatının altı yılını kaybetmesine neden olduğunuz birine ne diyebilirsiniz? Erkek ya da kadın olsun, cevaplaması neredeyse imkânsız böyle bir soruyu, cevaplamaya cesaret edebildikleri için, bu insanlara hayran kaldım. Tieresse bana, insanların dürüstlüklerinin icraatlarıyla değil çabalarıyla yargılanmaları gerektiğini söylerdi. Okuduğum mektupların her birindeki acı ve keder net bir şekilde hissediliyordu. Bu insanların kesinlikle kötü niyetli olmadıklarını düşünüyor ve iyi birini öldüren kişiye karşı antipati duymalarında haklı sebepler buluyordum. Netice itibarıyla kalemi elime aldım ve onları bağışladığıma dair her birine ayrı ayrı birer mektup yazdım. Benim asla affetmeyeceğim insanlar da vardı fakat, onlar, bir zamanlar eşimi öldürdüğüme inanan erkek ve kadınlardan oluşan, halk jüri üyeleri arasından değildi.


Mektupları katlayıp yeniden zarfın içine yerleştirdim. Minik mutfağımın marley zemininde koşuşturan küçük bir hamam böceğini izledim. Zarfı göğsüme bastırdım. Mektuplar, yalnızlığımı azaltacağı yerde, beni biraz daha yalnız hissettirdi.


Tieresse ile tanışmadan birkaç yıl önce, bir gece, yerel haberleri izliyordum. Muhabirler tecavüz nedeniyle otuz yıl hapis cezasına çarptırılmış genç bir mahkûmun hikâyesini anlatıyorlardı. Yeni bir DNA testinden sonra masumiyeti kanıtlanıncaya kadar beş yıl boyunca suçlanmaya devam edilmişti. Onun serbest bırakılmasını bekleyen büyük bir kalabalık hapishanenin önünde toplanmıştı. Tüm eşyalarını koyduğu bir koliyi kucağında taşıyarak dışarı çıktı. Üzerine bir eşofman çekmişti ve kemik gözlükleri arkasından sırıtıyordu. Sonra bir an, kalabalıkla karşılaştı, hemen koşarak annesinin, kız kardeşinin ve kız arkadaşının arasına karıştı ve gözden kayboldu. Muhabirlerden biri, oğlunun masumiyetinden hiç şüphe etmediğini söyleyen anneyle röportaj yapmıştı. Oğlunun ait olduğu yere, yani evine geri dönebilmesi için masumiyetinin ne kadar sürede kanıtlanacağı, kadının bilmek istediği tek şeydi. Ellerini bir araya getirip başını geriye doğru itmişti. Ağzından şu sözler döküldü.

“Tanrıya şükürler olsun. Bütün yücelik İsa Mesih Efendimiz'indir.” Kendinden son derece emin ve huzur içindeydi. O zaman ona gülümsediğimi hatırlıyorum.

Ölüm hücreme doğru yürüdüğümde, beni sadece gardiyanlar karşılamıştı. Houston mahkemesinden özgür biri olarak çıktığımda, yine etrafımda tanıdığım hiç kimse yoktu. Muhabirler, kameralarını sadece bana sabitlemişlerdi. Ailem ve eşim ölmüştü. Dostlarım ise hala hapisteydi. La Ventana çalışanlarından çoğu, duruşmalarıma gelip ifadelerini vermişlerdi ancak onlar benim ailem değil iş arkadaşlarımdı ve aileden farklı olarak, arkadaşlar değişebilirdi. Restoranımın kepenkleri ve üst kattaki dairemin panjurları kapalıydı. Önümüzdeki ay onları satmayı düşünüyordum. Dışarıda olduğum için mutluydum, ama eski yaşantımın bütün izleri silinmişti. Kendimi sonsuz bir boşlukta hissediyordum.

İlk günümü tamamen yürüyüşe ayırdım. Olvido bana bir cep telefonu vermişti, öğleden sonraları, sadece beni kontrol etmek için, bir kez çaldırıyordu, ondan başka arayan yoktu. Offshore bankamdaki fonlarımın yeni bir hesaba aktarılmasını sağladım. Salaş bir kafede oturup bir saat boyunca yerel gazeteleri okudum, önceki gün adliyenin önünde çektikleri çeyrek sayfa büyüklüğündeki fotoğrafımı görünce çok şaşırdım. İş yeri sahiplerinin, kim olduğum hakkında hiçbir fikirleri yok gibiydi. Ancak içkimi hazırlayan genç adam, başka bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sormak için masamın yanına geldiğinde yumruğunu benimkiyle tokuşturdu. Ona büyük bir bahşiş bıraktım ve kuzeye, Buffalo Bayou'ya doğru yürüdüm, yol üzerinde seyyar bir büfeden hamburger almak için mola verdim. Saat beşe doğru eve döndüğümde, bacaklarım o kadar ağrıyordu ki merdivenleri zor çıktım. Banyo yaparken bir kadeh şarap içtim ve küvette hemen uykuya daldım.

(Devam edecek)

12 Haziran 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 40/3


BÖLÜM III

2.029. günün şafak vaktinde hücremin önüne birkaç gardiyan geldi. İlçe hapishanesinde bir yıl, bir ay, on dokuz gün ve ölüm hücresinde beş yıl, altı ay, yirmi iki gün geçirmiştim. Yeniden geri dönmeyeceğime henüz ikna olmamıştım.

“Yanıma ne almalıyım?” diye sordum.

McKenzie, “Benimle dalga mı geçiyorsun, Za-heater? Neyin varsa, hepsini al götür. Artık taşınıyorsun buradan." dedi.

Günlüğümü, pamuklu tulumumu bir koliye yerleştirdim. Nerede yaşamaya karar verirsem vereyim, onu alıp karşımda görebileceğim bir yere asmayı planlamıştım. Böylece ömrümün geri kalan kısmında, beyaz tulumumun sırtına siyah renkte işlenmiş DR* harfleri her gün gözümün önünde olacaktı. Yemek ısıtıcısı ve radyomu Mao için ayırdım. Sargent'a ne istediğini sordum.

“Senden benim tek isteğim Inocente, bu lanet olası yeri terk ederken, arkandan sıska kıçını izlemek.” dedi. Gülümsediğini görebiliyordum. Ondan satranç setimi almasını rica ettim çünkü onu bana Águila vermişti.

“Tamam, kardeşim.” dedi. Diğer tüm eşyalarımın hepsini olduğu gibi bıraktım.

McKenzie, “Eller!” dedi.

Üç saat içinde serbest bırakılmam gerekiyordu ancak TDC**'nin bazı prosedürleri vardı. Çömeldim ve arkamı dönüp bileklerimi uzattım. Kapım açılır açılmaz kıyamet kopmuştu. Bu, büyük zaferin sesleriydi ve .dünyanın bu yüzünde zaferlerle oldukça nadir karşılaşıldığı için sesler oldukça fazla gürültülüydü. Tezahürat devam ederken Sargent'ın

“Kendine iyi bak, Inocente” dediğini duydum. Yumruğunu kapıya dayamıştı.

Sargent hakkında söylenenleri dinler veya yaptıklarını anlatan bir gazete okursanız, muhtemelen onun, soğukkanlı bir canavar olduğunu düşünürsünüz. Kafanızın karışması için sadece bir katili tanımanız yeterlidir. O, ailem ve eşim dışında tanıdığım en iyi insan, benim en iyi arkadaşımdı. Tam anlamıyla hayatımı kurtaran tek arkadaş!

“Bana güven, seni ziyaret etmek için yine geleceğim.” dedim.

Her iki yanımda bana eşlik eden iki gardiyan ve eşyalarımı sürükleyen bir görevliyle beraber, beş yıldan daha uzun bir süre önce girmiş olduğum kapıdan dışarı çıktım. Geri döndüm ve çömelip karşımdaki beton binaya baktım, daha sonra atların otladığı tarla boyunca, kulübelerinin önünde havlayan köpekleri izleyerek ilerledik. McKenzie,

“Gitmeye hazır mısın?" diye sordu.

“Evet, efendim.” dedim.

Minibüsün arka kapısı açıldı. İçeride üç polis oturuyordu. Güvenlik Timi beni arka tarafa yönlendirirken McKenzie,

“Senin yaşadıkların bizim buralarda çok sık karşılaştığımız bir şey değil. Bol şans, Za-heater.” dedi.

“Belki hiç olmayan bir şey.” dedim. Arkamda yürüyen güvenlikçi,

“Bak bu doğru.” dedi. McKenzie başını salladı. Elimi sıkmaya yeltenmedi.

Eşyalarımı taşıyan görevli, elindekileri arabaya yerleştirdi. Eğilirken yaka kartından ismini gördüm.

“Memur Mullins, yardımlarınız için teşekkür ederim.” dedim.

“İyi yolculuklar, efendim.” dedi. İki saatten kısa bir süre içinde Houston'daki adliye binasına vardık.

Benim gibi mahkûmlar başka bir insana dokunamamış olmaktan yakınırlar, sadece cinsellik üzerine konuşmayız, hatta konuşmalarımızın çoğu seksle alakalı değildir. Hiç aklınıza gelmeyen şeylerden bahsederiz: karşıdan gelen komi, yanınızdan geçerken size çarpmaması için erken davranıp omzunu nasıl kullanır ya da arkanızdaki sous şef ateşten aldığı kızgın tereyağıyla sizi haşlamamak için eliyle sırtınıza hafifçe nasıl dokunur türünden şeyler. Kalabalık bir yerde bir kadına dirseğinizi kullanarak yol açmaktan ya da yan yana bar taburesinde otururken size bir sırrını fısıldamak için, kolunu omzunuza atarak kendine doğru çeken bir arkadaşınızdan bahsederiz. Anlayacağınız benim gibiler hapishaneye girdikten sonra artık görme imkanımızın olmadığı şeyleri konuşuruz.

Ve nihayet adliyenin arka kapısında benimle buluşmayı bekleyen Olvido, Luther ve Laura'yı gördüğüm zaman, artık özgür olduğumu anlamaya başlamıştım. Onları hararetle kucaklarken nefesimin kesildiğini hissettim. Teşekkür etmeye çalıştım ama onun yerine hıçkırıklara boğuldum. Luther bana bir kot pantolon, siyah bir tişört, spor ayakkabısı ve bir çift çorap uzatırken 

“Bunlar sana biraz büyük gelebilir.” dedi.

Böylece, Buffalo Bayou üzerinde güneş doğarken, Harris County İlçe Adliye Binasının mahkûm girişi olarak kullanılan kapısının sahanlığında durdum, hapishane kıyafetimi çıkardım ve son duruşma günümden bu yana ilk kez sivil kıyafetlerime kavuştum. Yedi adet canlı yayın aracı, cadde boyunca dizilmişti. Bütün bu hazırlıklar, tahliye edildiğimin haberini yapmak içindi. Büyük yayın kuruluşlarının hepsi oradaydı ve hatta Avrupa'dan bazı kanallar da yerini almıştı. Olvido öne çıktı, yüzümü avuçlarının arasına aldı.

“Rafael,” dedi. “Masum olduğunu bildiğim insanları temsil etmekten nefret ediyorum”

O sabah, Teksas’ın idam mahkûmlarına ev sahipliği yapan ve ölüm hücreleri olarak bilinen TDC Polunsky Birimi'nin bir sakini, 0002647 numaralı mahkûm iken, öğleden sonra özgür bir insandım.

Ülkenin dört bir yanından elli kadar basın mensubu, biri Meksika, biri Kanada ve diğerleri Batı Avrupa'dan gelen beş gazetecinin doldurduğu salonda, büyük mermer bir masanın başına oturup ilk basın toplantımı yaptım. Soruların çoğu anlamsızdı.

Dışarıda olmak nasıl bir duygu? Harika.

En çok neyi özlediniz? Kelepçesiz dolaşmayı.

Avukatlarınıza ne söylemek istersiniz? Hepsine teşekkür ederim.

Bu trajediden sorumlu olan insanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu soruyu, yeni atanan Bölge Savcısına teşekkür ederek atlattım ancak Fransız aksanıyla konuşan uyanık muhabir yakamı bırakmadı ve o gün bana yöneltilen en akıllı soruyu sordu ki bu benim cevaplayamadığım tek soruydu.

"Sizce, hata yapan yetkililere ne tür bir işlem yapılması gerekir?

Bu benim aklımdan çıkaramayacağım bir soru olmuştu.

Daha sonra ilk kutlamayı bira içerek yaptım. Olvido, Luther, Laura ve ben, deniz kenarındaki açık havada bir barda oturduk. Yolun biraz aşağısındaki bira fabrikasında üretilen jalapeño birasının tadına vardım. Tekerlekli servis arabasına masada boşları toplayan, dişlerinin yarısı eksik siyahî bir adam önümüzde durdu, kafasıyla beni işaret etti ve

“Sizi tanıyorum.” dedi. “Başkan Bush’un akrabasısınız, değil mi? Bana verebilecek birkaç kuruşunuz var mı?”

Arka cebimi yokladım ama henüz ne cüzdanım ne de param vardı. Luther bana beş dolar verdi.

“Kâğıt para kabul eder misin? diye sordum. Gözleri parladı.

Parayı uzatırken,“İyi şanslar şefim.” dedim. Gülümsedi ve

“Başkan Bush’un akrabası, ha. Seni tanıdım! Şansa bak! Millet, bakın burada, kırk üç numaralı akraba!” Arabasını karşı sıradaki diğer masalara doğru sürükledi.

Olvido, akşam yemeği için ne yemek istediğimi sordu.

“Aslına bakarsanız benim istediğim, akşam yemeğini hava karardıktan sonra yemek. Elbette buna hepiniz karar vereceğiz.” dedim.

Metroya binerek doğu tarafında mağara şeklinde ve on metre tavan yüksekliğine sahip bir restorana gittik. İçeride, denemeye korktuğum yüzlerce çeşit tekila vardı. Neyse ki patron, bir tepsiye beş çeşidini koyup gönderdi.  Haberi duyan bazıları benimle göz temasına geçip başlarıyla selamladı. Birkaçı elimi sıkmak için yanıma geldi. Kahvelerimizi bitirmek üzereyken garson yanımıza geldi ve müşterilerden birinin hesabı ödediğini söyledi.

*DR (Death Row): Ölüm hücresi, idam cezasına çarptırılmış mahkûmlarının kaldığı hücrelerden oluşan hapishane koğuşu
** TDC (Texas Department of Criminal Justice): Teksas Adalet Bakanlığı)


(Devam edecek)

11 Haziran 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 39/2

Şans yüzüme gülmüştü. Muhafız timi beni hücreme götürürken, mahkûmlar alkışlamaya başladılar, metal kaşıklarla tenekeden kahve kupalarına vuruyorlardı. Koğuşta futbol maçları ya da diğer spor karşılaşmalarındaki zaferleri kutlayamazdık. Sadece, içimizden birinin hayatta kalmayı başarması halinde tezahürat yapılıyordu.

Beni, infaz günüm belirlenmeden önce kaldığım B-Bloktaki hücreme geri getirdiler. Lila, yine güvenlik ekibindeydi ve yanında yeni göreve başlayan iki kişi daha vardı. Sargent, koridorun karşısında, aynı hücresinde kalmaya devam ediyordu.

“Aramıza yeniden  hoş geldin, Inocente.” dedi. "Sana avukatının bitirim olduğunu söylemiştim."

Hücrem boştu. Lila'ya eşyalarımı ne zaman alacağımı sordum. Yeni gardiyanlardan biri,

“Ölmediğine şükredeceğin yerde hala durmadan bir şeyler istiyorsun.” dedi.

Sargent hücresinde gülmeye başladı. Kapım kapandıktan ve Lila kelepçelerimi geri aldıktan sonra, kâğıttan bir uçurtma notu sekerek ayağımın dibine düştü. Sargent, kâğıdın içine dört tane beyaz hap sıkıştırmıştı. “Çok para harcamak, beni hiç bu kadar mutlu etmemişti.” yazdığı notunun sonuna gülen bir suratla imzasını atmıştı.

Gece yarısıydı. Ölümümün üzerinden altı saat geçmiş olabilirdi. Kırk saattir uyumamıştım ama en ufak bir yorgunluk hissetmiyordum. Bir saat yoga yaptım, sonra karşı hücreye doğru fısıldadım,

“Sağ ol, Sargent.”

“Rica ederim.” dedikten sonra devam etti.

“Gece yarısı oldu, Inocente, hadi artık yat da biraz uyu.”

Haplardan ikisini yuttum, sabah beşe çeyrek kala kahvaltı tepsisi gelene kadar gözümü kırpmadım. Sonra üzerime bir ağırlık çöktü, bir takım sayıların okunduğu cızırtılı diyafon sesleri rüyalarıma karıştı. Rüyamda babamla uçağa binmiş memlekete geri dönüyordum. Gardiyanlar saat sekizde yanıma gelene kadar uyanmadım.

Üçü de oradaydı. Luther bana gülümsüyordu. Gardiyanlar dışında kimseye dokunmadan beş yıldan fazla bir zaman geçirmiştim. Benim için çok önemli bir gündü bu. Hepsine sarılmak istedim. Bana bandana'nın Pennsylvania'daki bir laboratuvara gönderildiğini ve iki haftadan kısa bir sürede sonuçların alınacağını söylediler. Hepsi ayağa kalktı ve elleriyle cama dokundular. Eğildim ve camın arkasından ellerini öptüm.

2.019. Gün: Avukatlarım bu kez zamanlama konusunda yanılmışlardı. Görünen o ki, hiç kimse, idam cezasına çarptırılmış mahkûmları kurtarmak için acele etmiyordu. Laboratuvar sonuçlarının çıkması altı aydan fazla bir zaman aldı. Bazı bulgular elde edilmişti. Teknisyenler, kumaş üzerindeki kurumuş terden iyi korunmuş DNA'yı çıkardılar ve parmak izine benzer, ancak ondan milyar kat daha güvenilir tam bir genetik görüntü elde ettiler. Avukatlarım, çıkan sonuçları, daha önce suçlu bulunan veya suçlanan diğer şüphelilerin DNA veri tabanı kayıtlarına göre gözden geçirdiler. Sonuçlar, Tieresse öldürüldükten üç ay sonra, Houston'ın kuzeyindeki bir banliyöde, bir fahişeyi öldürmekten suçlu bulunan biriyle eşleşti. Katil, kadını beyzbol sopasıyla öldürmüştü. Wichita Şelaleleri yakınlarında bir hapishanede ömür boyu hapis cezasını çekiyordu.

Avukatlarım bunun üzerine şamdanın üzerinde yeniden DNA testi yapılmasını istedi. Yeni atanan savcı bu talebe karşı çıkmadı. Tieresse’nin cinayetinden bu yana geçen yıllar içinde, teknoloji çok daha iyi duruma gelmişti. Yeni teknikler sayesinde kimyagerler, bir parça deri hücresinden genetik profil oluşturabiliyorlardı. Analistler silah üzerinde dört farklı profil buldular. Biri Tieresse'ye, biri bana aitti. Profillerinden birinin temizlikçi kadına ait olması sürpriz değildi. Dördüncü profil ise, bandana üzerindeki DNA ile eşleşti.

Luther Wichita Şelalelerine gitti ve mahkûmla videoya kaydettiği bir röportaj yaptı. Lucas Gleason adında, orta yaşlı, beyaz bir adam. Çökmüş avurtlara ve solgun bir cilde sahip. Luther'e sirozu olduğunu ve bir ay içinde ölümünün beklendiğini söylemiş.

Tieresse'yi öldürdüğünü itiraf etmişti.

Yaptığı bir soygun nedeniyle on yıllık hapis cezasına çarptırılmış ve Tieresse cinayetinden sekiz ay önce şartlı tahliye edilmiş. Daha sonra Houston'a taşınmış. Şehir merkezinin doğu yakasında, sanayi bölgesindeki bir mahallede bulduğu bir pansiyonda, tek kişilik bir oda için haftada altmış dolar kira ödüyormuş. Sabahları bir taqueria'* da, öğleden sonra şık bir otelin otoparkında, araba yıkama işinde çalışıyormuş. Karımı da ilk kez o otelde görmüş.

Orası, vakfın öğle yemeklerini düzenlendiği ve Tieresse’nin rutin olarak katıldığı bir yerdi. Gleason, Luther'e anlatmaya devam etmiş.

Arabasını vale standında bırakan Tieresse’in elindeki yüzüğü fark etmiş. Oturduğu yerin adresini öğrenmek için arabanın plakasını not etmiş.

Luther’e, “Yüzük sahteydi. Sana onun tüm yüzük ve kolyelerinin sahte olduğunu söylemiştim.” dedim.

Luther, “Gleason'un kuyumcu gözü olduğunu sanmıyorum.” dedi.

Gleason'a daha sonra ne olduğunu sormuş.

Eve gidip zili çalmış ama kimse cevap vermemiş. Bir kez daha çalmış. Kimsenin evde olmayabileceğini düşünmüş. Ön kapı açıkmış, oradan içeri girmiş. İçeride hiçbir şey gözüne yeterince süslü gelmediği için, bir an yanlış eve girmiş olabileceğini geçirmiş aklından. Ancak dolabı açtıktan hemen sonra içi elmas kolyelerle dolu olduğunu düşündüğü bir sürü kutuyla karşılaşmış. Artık doğru yerde bulunduğuna kanaat getirmiş. Mücevherleri cebine doldurmuş ve dışarı çıkmış. Fakat yolunu şaşırıp yanlış yöne dönmüş ve karşısına bir çalışma masası çıkmış.

“Sağa döneceğine sola dönmüş.” dedim. Luther bana baktı ve sonra kaldığı yerden devam etti.

Gleason, daha sonra salona girmiş ve masanın çekmecesini açmak için bir an duraksamış. Başını kaldırdığında, Tieresse’yi karşısında görmüş. Saçları havluyla sarılmış, üzerinde bornoz varmış. Duştan yeni çıkmış. Gleason etrafı karıştırırken muhtemelen sesleri duymuş olabilirmiş. Tieresse, onun kim olduğunu sorunca yerinden sıçramış. Panikleyip onu öldürmüş.

Luther ona saatin kaç olduğunu sormuş. Hatırlamadığını söylemiş. Luther ısrarla bir kez daha sormuş. Bu kez Gleason,

“Dinle, dostum, kaybedecek hiçbir şeyim yok. Eğer bilseydim, sana söylerdim. Tek bildiğim, oraya vardığımda hava kararmıştı ve oradan ayrılırken zifiri karanlıktı. Bunu hatırlıyorum çünkü ilk başta hiç ışık olmadan içeriyi görebiliyordum ama dönüş yolumda birkaç kez tökezlemiştim. Yakayı ele vereceğimi hiç düşünmemiştim, en azından bugüne kadar.” demiş.

Luther, Gleason'a bu işi nasıl yaptığını sormuş.

“Kadını öldürdüğümü artık bildiğini sanıyordum.” demiş.

Luther ona beş fotoğraf göstermiş: tahta bir tokmak, şömine demiri, kristal kâğıt ağırlığı, beysbol sopası ve şamdan.

“Bunlardan herhangi birini kullandın mı?” diye sormuş.

Gleason, “Evet,” demiş, parmağını cinayet silahının üzerine koymuş.

*taqueria : küçük Meksika lokantası

II. BÖLÜMÜN SONU

(Devam edecek)

10 Haziran 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 38/2


“Bu çiçekleri buraya siz mi dikiyorsunuz?” diye sordum. Bana cevap vermeye gerek duyan olmadı. Öndeki muhafız, elektronik olmayan, üstünde telli bir emniyet camlı ağır kapıyı açmak için anahtarını kullandı. Koğuştaki hücremle aşağı yukarı aynı büyüklükte, düşey çelik çubukların yanı sıra dört yanı kümes teliyle kapatılmış bir hücreye geldik.

Hücrenin kapısı açıktı. Sağ tarafta duvara cıvatalı bir karyola ve yanında paslanmaz çelik tuvalet ve lavabo vardı. Kelepçelerimi çözdükten sonra dışarı çıkıp kapıyı kapattılar. Gardiyanlardan biri, anahtarıyla kapıyı kilitledi ve sürgü çubuğunu sağdan sola çekerek çentiğine oturttu.

Kendi aralarında sessizce konuştular, durmaksızın dönüp dönüp bana bakıyorlardı. Üç adım attım ve geri dönüp üç adım daha attım. Derin nefes aldım. Sargent’ın haykırışı beynimde yankılanıyordu. “Onların gözlerine bak, Inocente.” Bunu yapabileceğimden emin değildim.

Kimsenin ziyaret etmesini beklemiyordum, ancak saat dörtte hapishane müdürüyle birlikte Luther geldi. Yanlarında bir de gardiyan vardı. Luther bana Eyalet Mahkemesi kararının bir kopyasını verdi. Kaybetmiştim. İkiye karşı bir oyla! Mahkeme iki nedenden dolayı son dakikada DNA testi yaptırma talebimin uygun olmadığına karar vermişti. Birincisi, yargıçlar, geçen altı yıl boyunca, bandananın sonradan oraya konulmadığını ya da bir başkasıyla karıştırılmadığını kanıtlayamayacağımı, ikinci olarak ise, bu durumun yine de önemli olmadığını, çünkü suçluluğumu kanıtlayan çok fazla neden bulunduğunu belirtmişlerdi. Karar metni, “Soğukkanlı katilin söz konusu talebi, adaleti yanıltmak ve dikkatleri başka taraflara çekmek amacıyla tezgâhlanan son dakika çırpınışlarından başka bir şey değildir.” cümlesiyle sona ermişti.

Karara muhalefet eden tek yargıç kuşkucu biriydi. Sonradan masumiyetleri anlaşılan birçok insanın idamdan son anda kurtulduğuna dikkat çekmişti. Muhalefet şerhinde “Ceza adalet sistemimizin yanılmaz olduğunu varsaymak aşırı bir kibirliliktir ve insan hayatı söz konusu olduğunda - muhtemelen masum bir insan yaşamı - bu iğrenç bir hale dönüşür. Bay Zhettah suçluysa, ölüm cezasını daha sonra yerine getirmek için bolca zamanı olacaktır; ama eğer öyle değilse, mazur görülemeyecek ya da geri alınamayacak basit bir cinayet işleyeceğiz.” diyordu.

Luther, “Federal Mahkemeye yeni bir itiraz dilekçesi verdik.” dedi.

“Bana söz ver.” dedim. “Ne olursa olsun, bandana testi yaptırılacak.”

Luther, “İnfazı durdurmaya çalışacağız.” dedi.

“Bana söz ver.” dedim.

“Söz veriyorum.” dedi.

Bir infaz memuru yemek tepsisini getirdi. Kapıdaki gardiyan saatine baktı ve memura geç kaldığını söyledi. İnfaz memuru omuz silkti ve

“Bana söylediklerinde hemen koşup geldim.” dedi.

Onlara aç olmadığımı söyledim. Gardiyan, memura tepsiyi alıp götürmesini söyledi. Memur bana uzunca bir süre baktı, yalvardığını düşündüm, sonra tepsiyi tekerlekli servis arabasına koyup uzaklaştı. Luther kenarda sessizce duruyordu. Elini aramızdaki kümes teline koydu ve sonra dönüp gitti. Onun arkasından bir papaz yanıma gelerek kendini tanıttı.

“Efendim, sizi kırmak istemem, ama hayır, teşekkür ederim.” dedim.

O da geldiği yöne dönmeden önce bana acıyarak baktı. Saat beşte hapishane müdürü içeri girdi ve sakinleştirici isteyip istemediğimi sordu. Ona hayır dedim. Buna rağmen bir süre sonra gardiyanlardan biri vasıtasıyla plastik bir hap kutusu bıraktı.

Hücremin karşısındaki gri duvarda, saatin ikinci kolu, her seferinde bir çentik ileriye doğru tıkladığında, dakikalar görünmez bir şekilde kayıyordu. Müdür beni saat altıya kadar infaz odasına götüreceklerini söylemişti ama saat 6:05'te olduğu halde hala hücremdeydim. Tuşları olmayan kırmızı bir telefon, kapının yanındaki kirli plastik sandalyenin üstünde duruyordu. Saat 6:07'de çaldığında yerimden zıpladım. Telefonu muhafızlardan biri cevapladı, adını söyledi, sonra sessizce,

“Bir dakika lütfen.” dedi. Kalbim olması gerekenden on kat daha hızlı atıyordu. Kulaklarım ıslık sesleriyle çınlıyordu. Muhafız, telefonu tam da bu amaçla kesilmiş olduğu anlaşılan kümes telindeki delikten içeri uzattı. Ahizeyi terleyen elimden az kalsın kaydırıyordum.

Olvido, “Öleceğiniz gece bu gece olmayacak. Federal Bölge Hâkimi, size süre verdi ve Temyiz Mahkemesi de bunu onayladı. Başsavcı bana, Yargıtay'a itiraz etmeyeceğini söyledi. Birazdan seni koğuştaki hücrene geri götürecekler. Yarın seni görmeye geleceğim.” dedi.

Ölmeyi beklediğiniz bir anda, eğer beklentiniz gerçekleşmezse küçük bazı şeyleri yapmayı unutabilirsiniz. Bu yüzden önemli olan şeylerin listesini yapmıştım. Güle güle de, teşekkür et, masum olduğumu hatırlat, hazır mıyız de. Onlara, masum bir adamı öldüreceklerini söylemek, Sargent'ın fikriydi. Benim açımdan en önemli kısım ise teşekkür etmekti. Olvido'ya kendisinin ve diğer ekip arkadaşlarının benim için yaptığı ya da yapmaya çalıştığı her şey için teşekkür etmek isterdim fakat oldukça gergin bir durumda olduğumu biliyordum. Ölüm bana yaklaştıkça daha unutkan, daha sessiz, belki de hem unutkan, hem sessiz bir hale geleceğimden endişelenmiştim. Bu yüzden, son başarısızlığına rağmen, ona kısa bir teşekkür yazısı yazmış, önceki günden itibaren ezberlemeye başlayarak yüksek sesle okumuş ve ezberimi tecrübe etmiştim. Yargıtay’ın itiraz dilekçemizi reddettiğini bildirmek için beni yanına çağırdığında, Olvido'ya teşekkürümü ezberimden okumayı planlamıştım fakat beni dinlerken ağlamasından endişe ediyordum.

O gece saat sekizde hücreme dönerken, hayatımı kurtardığı için Olvido’ya teşekkür edip etmediğimi hatırlayamadım. Onunla ne konuştuğumuzu bile tam olarak hatırlayamıyordum.

Beni tekerlekli sedyeyle taşımayı planlayan üç gardiyandan birinin avluya açılan kapının kilidini açmasını bekledik ve sonra bu kez tersi yöne doğru, rotamızı geri çevirdik. “Bu yoldan ne sıklıkta yürüyorsunuz?” diye sordum. Kimse cevap vermedi. Çiçekleri görebilmek için hava iyice kararmıştı. Hapishane girişine vardığımızda Müdür orada bizi bekliyordu.

“Mahkûm, soğukkanlılığınız ve iyi halinizden dolayı size teşekkür ederim.” dedi. 

Sonra tekrar, konuşmayan üç gardiyan eşliğinde başka bir minibüse bindirildim, bu sefer minibüs pencereliydi. Yüksek meşe ağaçları arasından geçerek geniş bir meydanı çektik. Saat geç olmasına rağmen, bir çift yürüyüşe çıkmıştı ve adam önündeki bebek arabasını itiyordu. Ceviz ve meşe karışımı bir koku aldım. Midem guruldadı. Dumanı tüten döş ve kaburga etlerinin pişirildiği bir mangaldan ne kadar uzakta olduğumuzu merak ettim. Yarım düzine üniversite öğrencisi, sokak lambaları ile aydınlatılmış bir futbol sahasında frizbi oynuyorlardı. Ölüm cezası protestocuları, iktidar ve muhalefet yanlıları, hepsi evlerine dönmüştü, elle çizilmiş sloganları olan poster panoları aniden esen bir rüzgâra kapılıp kaldırımdan havaya uçtu. Yukarıya baktım, ince sirrus bulutuna rağmen venüs, mars ve hilal formundaki ayı birbirine bağlayan üçgeni gördüm. Ayı, beş yıldan beri ilk kez görüyordum. Bir saat sonra hücreme geri dönmüştüm.

(Devam edecek)