KATEGORİLER

14 Haziran 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 42/3

Kaldığım yerin yakınında bira da satan bir pizza dükkanı vardı. Saat dokuzda uyandım ve altılı paket Alman birasıyla birlikte jalapenolu pizza sipariş ettim. Bir yandan karnımı doyururken TV'de basketbol maçı izliyordum. Bir süre sonra cep telefonum çaldı.


***

DNA raporu geldikten hemen sonra, Reinhardt bana bir mektup göndermişti. Ölüm hücresine geldiğimden bu yana ondan ilk kez haber alıyordum. Mektubunda hem içten bir özür, hem de benimle teması kestiğinden dolayı büyük bir pişmanlık vardı. Mektubu Sargent'a yüksek sesle okurken kızarak ayağa fırladığını hatırlıyorum.

“Lanet olsun, Inocente, o. çocuğunun biri kalkacak, yaşlı karımı hunharca darp edip öldürecek ve ben de onu sağ bırakacağım öyle mi?” demişti. Onun sakinleştirmem gerekiyordu.

“Evet, dostum, seni çok iyi anlıyorum.” demiştim.

Sonra, Reinhardt'a bir cevap yazdım ve onu özlediğimi söyledim. Posta kodunu hatırlayamadığım halde mektubu yine postaya vermiştim.


***
Reinhardt, “Aramak için umarım çok geç kalmadım. Sana nasıl ulaşacağımı bilemiyordum. Sonunda numaranı avukatından bulabileceğimi düşündüm.” dedi. Sesi titriyordu.

“Aramana sevindim.” dedim.

Reinhardt, “Sana söylemem gereken çok şey var ama ilk önce yapılması gereken, paranı geri almanı sağlamak. Hayatını yeniden bir düzene sokman için buna ihtiyacın olacak."

Karayip bankalarındaki hesaplarımda ihtiyacımı fazlasıyla karşılayabilecek paramın olduğunu bilmemeliydi.

“Reinhardt, bu çok nazik bir davranış ama benim ihtiyacım yok, gerçekten bir şey istemiyorum.” dedim.

“Kararını daha sonra verebilirsin. Ama şimdi annemin senin için yapmamı istediği para transferini halletmem gerekecek.” dedi.

İkimiz de zaman zaman ağlayarak bir saat kadar konuştuktan sonra ertesi hafta bir araya gelmeye karar verdik. Telefonu kapatmadan önce bana, “Annem, seninle tanıştığı günden başlayarak hayatının sonuna kadar geçen süre içinde en mutlu günlerini yaşadı. Ona asla zarar veremeyeceğini tahmin etmeliydim” dedi.

Sargent'ın dediklerini hatırladım.

“Reinhardt, yerinde olsaydım, ben de senin yaptıklarının aynısını yapardım.” dedim.

Komşuların bebeği o gece sessizdi ve ertesi gün, güneş beni uyandırıncaya dek uyudum. Altı yıl boyunca iyi şeyler olmasını bekledim ancak herhangi bir plan yaparsam bunun bana uğursuzluk getireceğine inanmıştım. Artık plan yapmak için herhangi bir mazeretim yoktu. Son durumuna bakmak için bir taksi çevirip La Ventana’ya gittim. Duvarlarında sıva çatlakları ve rutubet lekeleri oluşmuştu. Elektrik sayacı hala yerinde duruyordu. Kadranındaki çubuğu örten cam çatlamış ve kirlenmişti fakat masa ve sandalyelerin çoğu yerli yerindeydi. Gözlerim Tieresse'nin elini ilk sıktığım yere takıldı. Evsiz bir kadın yanımdan geçerken kendisine birkaç kuruş verip veremeyeceğimi sordu.

Yol boyunca yürüdüm, cadde üstünde gördüğüm bir butik otele bir haftalığına giriş yaptım. Oda servisine bifteğin yanında bir şişe bourbon sipariş ettim ve yemeğimi yerken dev televizyon ekranından klasik bir film izledim. O gece, çakırkeyif halimle bir plan yaptım. Texas'a adios* demeye karar vermiştim.

Ancak ayrılmam biraz zamanımı almıştı. Dört TV kanalı, sabah şovlarına çağırdı. "First class" uçak biletimi gönderip New York'a davet ettiler ve Central Park'a bakan lüks otellerin birinde üç odalı bir süitte kaldım. NPR ve BBC kanallarıyla röportaj yaptım. Hikâyem, New York Times'ın ilk sayfasında yayınlandı. Onca şov programı arasında Times Meydanı yakınlarındaki bir tiyatronun matinesine gittim. Salon karanlıktı ve içeride aşırı gürültü vardı. Neler olduğunu anlamak için arkama dönüp durdum. Daha fazla dayanamayıp oyun bitmeden ayrıldım. Bir sokak satıcısından, horoz şeker ve dört gazete aldım ve onları şehir dışındaki bir parka kadar yanımda taşıdım. Evsiz olduğunu düşündüğüm bir adamın, obez kuşlara ekmek kırıntısı atışını izlemek üzere onun bulunduğu yerin tam karşısındaki banka oturdum. Sıcaklık 16 derece olmasına rağmen üzerinde yıpranmış eski bir palto vardı. Boynunda polyester bir şal vardı ve sol eline fırın eldiveni geçirmişti. Ayrılmadan önce ona açılmamış bir paket çikolata verdim. Bana baktı, kafası karışmıştı. Omzumun üzerinden havuza doğru bakıyordu. Anlamadığım dilde bir şeyler söyledi, sanırım bana teşekkür etmişti.

Teksas'a dönmeden bir gün önce kendime ait bir telefonumun olmadığını fark ettim. Belki de fazla ihtiyacım olmadığı için o ana kadar eksikliğini hissetmemiştim. Koreatown'da yürüyor, öğle yemeği için bir yer arıyordum. Karanfil ve güllerle süslenmiş hasır sepetlerde elma ve armutların sergilendiği bir bakkal dükkânından, bin dakika konuşma süresi ve iki yüz SMS hakkı içeren paketle birlikte Nokia marka bir telefon aldım. Ödemeyi nakit yaptım. Telefonu plastik ambalajından çıkarmaksızın dönüş uçuşumda yanıma alacağım valize koydum.

New York'tan döndükten sonra, haber değerim günden güne azaldı. Neredeyse her gün Reinhardt’la konuşuyordum. Bunun dışında sohbet ettiğim insanlar sadece garson ve kasiyerlerdi. Artık daha fazla alanım ve daha fazla özgürlüğüm vardı ama herhangi bir amacım ya da bir planım yoktu. Olvido'yu aradım, ona tekrar teşekkür ettim ve benden bir süreliğine cevap alamazsa endişelenmemesini söyledim.

"Ne kadar bir süre?" diye sordu.

“Sana haber veririm.” dedim.

Küçük bir karavan, mutfak eşyaları, kıyafetler ve bir de bisiklet aldım. Ertesi sabah erkenden, bir fincan kahve içip otelden ayrıldım ve son kez La Ventana’nın önünden geçerek aracımı Teksas'tan en hızlı çıkış yolu olan Louisiana’nın doğusuna doğru sürdüm. Sabine'i geçtikten sonra karavanımı bir mola yerine çektim. Sığır etli bir sandviç yerken bir yandan haritayı inceledim. Önce ne yapmak istediğimi, ne yapmam gerektiğini düşündüm. Direksiyona sarıldım, derin bir nefes aldım ve yüksek sesle avazım çıktığı kadar bağırdım,

“Geliyorum aşkım!”

Louisiana'dan kuzeye, oradan Arkansas'a doğru yol alırken Missouri'yi geçip sola döndüm ve oradan batıya yöneldim. Kansas'ı arkada bıraktığımda saat gece yarısını geçmişti. Geceyi, Kansas City'nin batısında,  Eyaletler Arası I-70 No’lu dinlenme tesislerinde geçirdim. Bacaklarımı uzattım, bir sandviç aldım ve yanında bir bira içtim. Daha sonra neredeyse gün ağarıncaya kadar uyudum.

Ertesi sabah, aydınlanan gökyüzünü arkamda bırakırken, Tieresse'yle birlikte yaşlanmayı planladığımız topraklara vardım. Çiftlik, altı yıllık ihmal edilmişliğin izlerini taşıyordu ancak evin kendisi, adeta bir zaman kapsülü içinde korunmuş gibiydi. Reinhardt'a bu evden bahsettiğimde, onu satışa çıkarmaya kıyamadığını söylemişti. Bunu duyduğuma çok sevindim demiştim, oraya ait olduğumu hissediyordum. Elektrik, su ve gaz tekrar bağlanıncaya kadar iki gün boyunca karavanın içinde kaldım. Çalıları ve yolları temizleyerek dışarısını düzene soktum, karavanı hangarın yanına park ettim ve daha sonra onu içeri aldım.

*adios :Elveda

(Devam Edecek)

5 yorum:

  1. Hımmmmm... Fırtına öncesi sessizlik sanki...

    YanıtlaSil
  2. oh ya ne güzeeel, bu chapter 3 şimdilik bu kitapta en sevdiğim chapter, ne güzel hayat yaşıyo yaa :) o gittiği yolları da biliyom, güneyden yukarıya kansas city de doğru, sağda missisipi nehri oluyo :) böyle devam etsin biraz bozulmasııın :) koreatown ı görmedim ama :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bedavaya Amerika turu:) Bak, beyzbol konusu yaklaşıyor, yorumlara İngilizce'sini de yazacağım sen beni düzeltirsin ok?

      Sil