KATEGORİLER

5 Ağustos 2020 Çarşamba

KORONA AŞKA BENZER

Ne alaka demeyin, o kadar çok ortak özelliği var ki! Bakın şimdi;

* Aşk aynı Korona gibi insanı hasta eder, bazen öldürür de!


Yapılan bilimsel araştırmalara göre aşk bir saplantı bozukluğudur. Aşka yakalanan kişinin serotonin seviyesi % 40 oranında düşer, bu da gerçeği değerlendirme duygusunu yok eder, mutlu ve canlı hissetmesine engel olur, cinselliği, iştahı ve uykuyu olumsuz etkiler. Aşk kalpte değil, beyinde oluşan bir hastalıktır. Dopamin adı verilen beyin maddesini de değişime uğratır ve insanı şizofreniye kadar götürür. Bazen intihara varan sonuçlar doğurur, aşk cinayetlerini saymıyorum bile. Korona virüse yakalanan ve hatta yakalanmaktan aşırı derecede korkan insanlar da benzer belirtiler ve sonuçlar görülür.

* Aşkın aynı Korona gibi kime, nasıl ve nerede bulaşacağı belli olmaz!


Aşk zengin-fakir, ırk, din ve yaşanılan coğrafya ayırt etmeksizin herkesin kapısını çalabilir. Korona da öyle. İster sokaktaki konteynerden çöp toplayan delikanlı, ister İngiltere veliaht prensi, aşık da olabilirler, Korona'ya da yakalanabilirler. Aşk ve Korona ne kadar tedbir alırsan al, kapıyı çalınca ev sahibine sormadan içeri dalar. Tek farkı biri beyne yerleşir, diğeri ciğerlere. Her yerde sizinle buluşabilir ikisi de; bir hastane kapısında, asansörde, bir arkadaş ziyaretinde, plajda ya da alışveriş merkezinde...

*Aşk'a ve Korona'ya karşı etkili bir tedavi ya da korunma tedbiri henüz bulunamamıştır!  


Ne yaparsanız yapın onlar gelir sizi bulur. Eğer bağışıklık sisteminiz kuvvetliyse çabuk atlatabilirsiniz. Gerekli sabrı gösterir, hayatta kalabilirseniz bir süre sonra her ikisi de peşinizi bırakır. Yine bilimsel araştırmalar en hararetli aşkın üç yıl sonra sevgiye dönüştüğünü göstermiştir. Korona da eğer dayanma gücünüz varsa belli bir süre sonra sizi terk eder. Ancak her ikisinin de bir süre sonra sizi yeniden ziyaret etmeyeceklerine dair kimse garanti veremez.

 *Aşk ve Korona dünyanın güzelliklerini keşfetmemizi sağlar. 


Aşk'ın en güzel yanıdır bu, hayaller kurarsınız. Aynı Korona'da olduğu gibi. Dersiniz ki, bundan sonra her şey daha güzel olacak. Ne kadar yanıldığınızı aşk bitince ve Korona gidince anlarsınız. Dünya eskisi gibi dönmeye devam eder. 

 *Aşk, bazen Korona gibi yakalanması zor olan bir şeydir. 


Aşkı matah bir şey zannedip peşinden koşarsınız ama o sizden hep kaçar. Siz kovaladıkça kaçar sizden aşk, bazen. Aynı Korona gibi. Şaşırır kalırsınız insanlara. AVM'ler hınca hınç doludur, plajlarda iğne atsan yere düşmez, insanlar iç içe. Pek çok insan büyük mücadele verir Korona'ya kavuşmak için. Ne maske takarlar, ne sosyal mesafeye dikkat ederler. Öyle yağma yok, Korona siz istediniz diye açmaz kollarını. Hijyene, sosyal mesafeye dikkat etmeyeni, maske takmayanı, birbirinin içine gireni bırakır, gider Kanada'nın yakışıklı başbakanını bulur. 

3 Ağustos 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 50

Ağaç Ev Sohbetleri'nde bir yılı devirmeye çok az kaldı. Taha Akkurt ve Edischar tarafından başlatılan, daha sonra Deeptone ve İrem Can 'ın destek verdiği ve son zamanlarda Kedi Mırıltısı'nın moderatörlüğünü üstlendiği güzide sohbet platformumuza en çok emeği geçen kişilerden biri olan Deeptone, bu haftanın konusunu benden istedi. Hem ona, hem de sohbete destek veren bütün blog arkadaşlarımıza teşekkür ederim. 

Bildiğiniz üzere sanal dünya insanı yalnızlaştırıyor, eski dostluklar ve komşuluklar gerilerde kaldı. Şimdi sayısal olarak çok ama nitelik bakımından az sayıda arkadaşımız var çoğumuzun. Herkes yeni tanıştığı birine şüpheyle bakıyor, güvensizlik had safhada. Bunun pek çok sebebi var elbette ama bu yaz sıcağında öyle fazla ağır konulara girip sizleri sıkmak niyetinde değilim.
Sorum şu;


"Yeni tanıştığınız biriyle gerçek bir arkadaşlık kurabilmek için aradığınız üç temel kriter nedir?"  


Ve işte bu konuda benim düşüncelerim:

1. Dış Görünüş: Kendimi bildim bileli söylenen bir söz var. "İnsanın dış güzelliği önemli değil, önemli olan iç güzelliği!" Evet, dış görünüş yanıltıcı olabilir belki ama bir insanın içini anlayabilmek çok daha zor, hatta imkansızdır. Diğer taraftan güzellik göreceli bir kavramdır. Zaten benim asıl bahsettiğim konu standart fiziksel bir güzellik de değil. Ben bir bakışta ya da iki laf ettikten sonra karşımdaki kişiye notumu veririm. Güzellik denen şey çoğu zaman bir maskedir. O maskenin altından bakarım insana. Konuşması, oturup kalkması, giyim kuşamı, alçak gönüllülüğü, kültür seviyesi, hayat görüşü, espri anlayışı ve bunun gibi pek çok özellik dışına yansır insanın. Değerlendirmem sonucunda tamam derim bazen, bu adam/kadın kafama göre. İlk sınavı geçmiştir gözümde. 

2. Samimiyet/İçtenlik: "Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol." Mevlana'ya atfedilen ama gerçekte ona ait olmayan bir deyiş. Kime ait olduğuna dair tartışmalar süredursun, bu benim çok değer verdiğim bir söz. Kendini başka türlü göstermeye çalışan, ortama göre şekilden şekile giren, yüze gülüp arkadan laf eden, yalan söylemeyi huy haline getiren insanlardan uzak dururum. Bu yüzden ikinci kriterim samimiyet, dürüstlüktür.

3. Bilgelik: Arkadaş olarak kabul edeceğim kişi, bana mutlaka yeni bir şeyler öğretmeli, ufkumu genişletmelidir. Bilgelik deyince ak sakallı, tecrübeli yaşlılar gelmesin aklınıza. Her yaşın her milletin insanı benim için birer bilgi kaynağıdır. Gerekmesi durumunda onlardan alacağım fikirler benim kararlarımda etkili olur. Hayatı sadece eğlence ve şamatadan ibaret gören ya da bir kişiye, bir görüşe, bir inanca körü körüne bağlı insanlar arkadaşım olamaz. 

Evet benim gerçek arkadaşta aradığım temel kriterler böyle. Sizlerin arkadaş seçiminde aradığınız kriterler nelerdir? Sohbete katılacak arkadaşlara şimdiden teşekkür ederim.     

28 Temmuz 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 49

Ağaç Ev Sohbetlerinin 49. bölümünün konusu yine sevgili Deeptone tarafından belirlenmiş. Şiddet içeren bir konu olmasına rağmen arkadaşımız yine konuyu tatlıya bağlamış, Zeus Dedesine selam çakmayı ihmal etmeden esprili bir yazı yazmış. Sohbet konusu şu:

Kurban Bayramı anılarınız var mı?


Olanları da silmek istiyorum desem, çok mu tepki alırım acaba. Çağımızda hayvanların törenle Tanrıya kurban edilmesi bana son derece aykırı geliyor. Eskiden sokaklar kan gölüne döner, her evin eli bıçak tutan erkekleri kasap kesilirdi. Hoş, şimdi yine aynı işi yapmak üzere belediyeler tarafından özel mezbahalar kuruluyor. Hatta Alo Kurban hatlarına para yatırıp itinayla toplu katliama devam ediliyor. 

Eşimle evliliğimizin ilk yıllarında, kurban kesme fikri konusunda epey ayrı düşmüştük. Görev icabı İzmir'de bulunduğumuz bir dönemdi. Yıllar sonra ilk kez onu kıramamış, kurbanlık almak üzere Üçkuyular'da kurulan hayvan pazarına gitmiştik. Büyük bir pazardı, epey dolaşmıştık. Sonunda uzaktan gördüğü güzel bir koçu gözüne kestirdi. İstemeye istemeye hayvanı alıp bir kasaba kestirecek, etini fakir fukaraya dağıtacaktık. Fakat o an inanılmaz bir şey oldu. Eşimin koçu işaret etmesiyle birlikte hayvan sürünün arasından sıyrılıp yanımıza geldi. Eşime öyle bir baktı ki dayanamadım. Görüyor musun dedim zavallı hayvan nasıl bakıyor, adeta canının bağışlanması için yalvarıyor sana. Şimdi sen onu alıp boğazını kestireceksin. Bir yerde, onun hayatını sadece kendi kararınla sonlandıracaksın. Buna sakın beni karıştırma. Kara gözlü akça pakça koç eşime melül melül bakmaya devam ediyordu. Şimdi sen nasıl kıyacaksın bu zavallı hayvana, dedim. 

O gün hayvan pazarından eli boş döndük. Ben son derece mutlu, eşim huzurluydu. Ve bu olaydan sonra kurban kesme olayı aramızda tartışma konusu olmaktan çıktı. Kurban bedeliyle eşimin okulundaki fakir öğrencilere dağıtmak üzere bazı yıllar gocuk aldık, bazen tanıdığımız yoksul insanlara nakdi yardımda bulunduk, bazen de güvendiğimiz kurumlara bağış yaptık. 

Hayvanları kurban etme fikrine karşı olduğum için bunu törensel bir faaliyet konusu yapmak üstelik bir de bayramını kutlamak çok acı geliyor bana. Genellikle kurban bayramı günlerini bir tatil olarak değerlendirir ve kesim yapılan ortamlardan uzaklaşırım.  

İslam ve Musevi inancına sahip olanlar Tanrı'nın kendilerine verdikleri yaşamın diyeti olarak kurban keserler. Oysa Hristiyanlık inancında bu durum farklıdır;  günaha batmış tüm insanlık için İsa'nın, kendisini kurban ettiğine inanılmaktadır. İncil'de İsa'nın on iki öğrencisiyle birlikte "Fısıh Bayramı" nedeniyle yedikleri yemek (Leonardo da Vinci'nin "Son Akşam Yemeği" adlı tablosunda canlandırılan) kurban konusuyla ilişkilendirilmektedir. Nitekim bir tür kurtuluş bayramı olarak değerlendirilen bu törende yenilen ekmek, İsa'nın etini (bedenini), şarap ise kanını simgeleyen bir rütüelin temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden şans eseri Hristiyanlık dininde kurban kesme olayı yer almamıştır.

25 Temmuz 2020 Cumartesi

YENİ BİR ROMAN ÇEVİRİSİ

"Masum Bir Adamın İtirafları" adındaki ilk roman çevirimi yaparken büyük zevk almış ve bu işi devam ettirmek konusunda kararımı vermiştim. Türkçe'ye çevrilmemiş birçok eser arasından ikinci çevirim için bu kez göz hastalıkları uzmanı Amerikalı bir doktor olan Steven E. Wilson'u seçtim. Roman, kurgusal olarak Ermeni bir ailenin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarını konu ediyor. 

Aslında tehlikeli bir konu. Fakat ben olayı özellikle farklı bir bakış açısından görmek istedim. Ermeni diasporası ve pek çok ülke yaşanan trajediyi soykırım olarak nitelerken devletimizin resmi görüşü, bunun aksini savunuyor ve yapılan eylemi tehcir olarak tanımlıyor. 

Soykırım: Siyasal, ulusal, ırksal ya da dinsel bir nedenle azınlık durumundaki bir insan topluluğunu soyca yok etmeyi amaçlayan toplu öldürme eylemi.

Tehcir: Göçe zorlama, göç ettirme, göç etmesine yol açma, sürme

Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, siyasi kararların sonucunda en büyük acıları masum insanlar çekiyor. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeni vatandaşların maruz kaldığı büyük acıların benzerleri çok. Ailesi bir Girit göçmeni olan benim ve Selanik göçmeni olan eşimin ataları da benzer sıkıntılar yaşamışlar. Onlar da mübadele denilen değişim sürecinde topraklarını terk etmek zorunda kalmışlar ve her şeylerini bırakıp yollara dökülmüşler. Hastalık, açlık, sefaletle mücadele etmişler. Bir çoğu uzun göç yollarında can vermiş, çetelerin saldırılarına uğramışlar. Aynıları Türkiye'den Yunanistan'a göç eden aileler için de geçerli. Sağ kalanlar yeni vatan topraklarında gavur diye dışlanmışlar, yoksulluk çekmişler. Bu tür büyük felakete uğrayanların hiçbirini birbirinden ayırmadım, ayırmam. En son Suriye'de ABD'nin işgal ve sömürü politikası gereği milyonlarca insanın evlerini terk etmesiyle sonuçlanan olaylar ortadayken yapılan işlemin adına soykırım ya da tehcir demenin ne anlamı olabilir. 

"Anadolu'nun Hayaletleri" kitabının tamamını henüz okumadım. İlk kitabımda olduğu gibi birkaç bölüm ileriden giderek çevirmeyi düşünüyorum. Yazarın bu üçüncü kitabı. 1996 yılında bir konferans sebebiyle bulunduğu Kudüs'te, eşiyle birlikte şehir turu atarken uğradığı Ermeni mahallesinde, darağacına asılmış bir grup Ermeni erkeği gösteren fotoğrafın altında büyük harflerle yazılı "Ermeni Soykırımını Unutma" yazısını gördükten sonra konuyu araştırmaya karar vermiş. Halep, Anadolu ve Orta Doğu'da pek çok bölgede birçok yeri gezip olaylara tanıklık etmiş birçok insanla görüşmüş, on iki yıl boyunca konuya ilişkin düzinelerce kitap okumuş. Elde ettiği bütün bu bilgilerden Uzak Doğu ülkelerine yaptığı uzun uçak seyahatleri esnasında yazmış bu kitabı. Romanın yanlı yazılmasının hiçbir önemi yok benim için. Önemli olan başkalarının olaylara bakış açısını öğrenmek. Sanırım düşünen insanlar böyle davranmak zorunda.

Konuya ilgi gösteren okurlara şimdiden teşekkür eder, yorumlarınızı beklerim.          

23 Temmuz 2020 Perşembe

YEMEK MİMİ

Konu yemek olunca Azkaban Firarisi' nin başlattığı mime katılmadan edemedim. Her ne kadar acıkan yapmasın dese de, sorular insanın iştahını kabartacak cinsten. Hadi başlayalım o zaman:

1) İlk yaptığınız yemeği hatırlıyor musunuz ?(yağda yumurta sayılmıyor)
Evet, hatırlıyorum. Hasan Paşa köftesiydi. İnternet yoktu o zamanlar tabii. Yemek kitabından bakıp yapmıştım. Fena da olmadı hani.

2) Yemekten en zevk aldığınız yemek ne?
Gerçekten birini seçersem diğerlerini gücendirecekmişim gibi bir his kapladı içimi. Enginar ve yumurtalı Avranos/sarmaşık diyeyim en azından. İkincisini Giritliler bilir daha ziyade.

3) Dünya Mutfaklarını seviyor musunuz? En sevdiğiniz hangi ülkenin mutfağı?
Sevdiklerim var, sevmediklerim var. Ama benim en çok sevdiğim İtalyan mutfağı elbette.

4) Yemeyi hiç sevmediğiniz bir yemek/yiyecek var mı? Varsa nedir?
İki yemeği ağzıma koymam. Birincisi bamya, ikincisi pırasa.

5)Dışarıdan veya dışarıda en çok hangi yemeği yiyorsunuz?
Dışarıda yemek durumunda kalırsam, ilk olarak midye dolması, daha sonra İzmir usulü kokoreç ararım.

6) En sevdiğiniz tatlı nedir?
Tiramisu, hele bir de eşim yaptıysa eğer.

7) En sevdiğiniz içecek nedir?
Zamana bağlı olarak en sevdiğim içecek değişiklik gösterir. Şu sıralar, bira ve şekersiz kola diyebilirim.

Şimdiye kadar katıldığım en basit soruları olan mim'di  bu. Katılmak isteyen herkes davetlidir.

ŞAHSİYET - DİZİ

Bunca yıldır bine yakın yazı yazdım. Ancak dizi film konusunda blogumda yer verdiğim ikinci dizi, "Şahsiyet". İlki, ünlü uyuşturucu kaçakçısı Pablo Escobar'ın hayatının konu edildiği "Narcos" adlı sekiz bölümden oluşan bir diziydi. Tamamını bir oturuşta izlemiş ve 08/01/2016 tarihinde yorumlamıştım.

Şahsiyet, senaryosunu Hakan Günday'ın yazıp baş rollerini Haluk Bilginer ve Cansu Dere'nin paylaştığı cinayet-polisiye türünde, her biri yaklaşık bir saat süren ve on iki bölümden oluşan bir dizi. Agah rolündeki Haluk Bilginer, adliyeden emekli bir memur. Alzheimer hastalığına yakalandığını öğrenince yıllardır planladığı cinayetler serisine başlar. Diğer taraftan cinayet bürosunun tek kadın polisi olan  Nevra katilin peşine düşüp olayı aydınlatmak için büyük bir çaba sarf eder. Agah'ın işlediği her cinayet sonrası Nevra'ya hitaben yazdığı notlardan sonra olay bambaşka bir boyuta bürünür. 

Severek iki gecede tamamladığım dizinin son bölümü bir buçuk saat. Agah'ta kısa bir süre önce tamamladığım çeviri romanımdaki Rafael karakterini buldum. Adaletin olmadığı, hukukun sadece kitap sayfalarında kaldığı bir dünyada intikam hırsıyla adaleti sağlayan birileri çıkıyor ve ben, yaptıkları ne olursa olsun, bu insanları seviyorum. Mesela bir çocuğa tecavüz eden caninin hapishanede diğer mahkumlar tarafından öldürülmesi yüreğimin yağlarını eritiyor. Şahsiyet dizisinde de Reyhan adındaki küçük bir kız çocuğunun Kambura adındaki hayali bir yerleşim yerinde, ahlaksız onlarca kişi tarafından tecavüze uğraması ve iki yıl sonra intihar etmesine sebep olunması, daha sonra olayın örtbas edilmesi için devlet kurumlarına nüfuz etmiş görevlerini kötüye kullanan hakimi, polisi gözler önüne seriliyor. Agah, aynı Rafael gibi adaletin olmadığı toplumda kendi yöntemleriyle adaleti  sağladığına inanan ve bunu başarmak için her şeyi göze alan bir örnek. Bu düşüncem pek çok kişiye ters gelebilir. Ama ben, bütün bu insanlara saygı duyuyorum. Çünkü görüyoruz, kadın cinayetleri, kadına şiddet tüm hızıyla devam ederken her zaman yapanın yanına kar kalıyor yaptıkları. Adalet bütün bu olan bitene ne kadar da aciz kalıyor. Her türlü ceza için olmasa bile, özellikle bilerek cana kasteden, kadına şiddet uygulayan, çocukları istismar eden canilere Rafael gibi, Agah gibi cezalandırıcılar arıyor gözlerim. 

22 Temmuz 2020 Çarşamba

KARA KUTU - SONER YALÇIN

Kitabın Adı: Kara Kutu
Yazar: Soner YALÇIN
Sayfa Sayısı: 577
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Türü: Araştırma


Kitap Hakkında: Soner Yalçın, araştırmacı kimliğiyle, bu kez sağlık sektörünü masaya yatırıyor. 19. Yüzyıldan başlayarak günümüzdeki küresel ilâç sektörünün doğuşunu, tıbbi araştırmaların nasıl çarpıtıldığını, hastaların nasıl müşteri haline getirildiğini, ilâçların olumsuz yan etkilerinin nasıl gizlendiğini, bilim adamları ve üniversitelerdeki profesörlerin ilâç firmalarıyla parasal ilişkilere nasıl girdiğini detaylı bir şekilde anlatıyor. 

Dünyanın üçüncü büyük sektörü haline gelen sağlık ve ilâç sektörünün, insan sağlığını hiçe sayan uygulamaları ve para hırsıyla yaptıkları gerçekten insanı dehşete düşürüyor. Yazar, endüstriyel tıp olarak isimlendirdiği küresel ilâç ve tıbbi cihaz üreticilerinin bağış adı altında hangi kişi ve kurumlara ne kadar rüşvet verdiklerini, milyarlarca dolar kazanan şirketler tarafından üretilen ve yeterince test edilmemiş ilâçların yan etkilerinden dolayı sakat kalan, hayatını kaybeden insanları ve ilâç şirketlerine karşı davaları ve ödenen milyonlarca dolar tazminatları konu ediyor kitabında.

Benim en çok dikkatimi çeken husus, Soner Yalçın'ın şirket ve şahıs isimlerini vererek ilâç firmalarının yaptıkları kirli işleri ortaya çıkarmasına rağmen, her şeye gücü yeten küresel güçlerin böyle bir kitabı nasıl olup da satışına izin vermiş olmaları ve söz konusu firmaların ticari itibarlarını zedelediği için yazara hiçbir tazminat davası açmamış olmaları.

Yazar, ilâcın ve tıbbın sağlık için faydalarını inkâr etmiyor ancak sektörün amacından saptırıldığını, baskıyla, rüşvetle uluslararası ve ulusal örgütleri, şahıs, kurum ve kuruluşları tahakkümü altına aldığını belirtirken sonuçta gittikçe artan gerekli/gereksiz ilâç ve tedavi paralarıyla insanların ve ülkelerin ekonomik bakımdan sömürülmesinin yanı sıra toplum sağlığının da bozulduğunu vurguluyor.

Eskiden doktorlar hastasını muayene eder, bilgi ve tecrübesiyle hastalığı teşhis eder ve buna göre ilâç tedavisine başlardı. İlaçlar tamamen doğadaki bitkilerden üretilirdi. Artık durum değişti. Doktor hastasının yüzüne bile bakmıyor, hemen git şu tahlilleri yaptır, tomografi çektir, MR çektir sonucunu getir diyorlar. Sonuca göre, ellerine verilen listeden kimyasal ilâçları reçetelerine yazıyorlar. Bütün hastalar aynı onların gözünde. Oysa her insanda o ilâçların ölüme varan farklı yan etkileri bulunuyor. İlâçların tamamına yakın bir bölümünde kanserojen petrol ürünleri kullanılıyor. Böbrek hastası ilâcını kullandığında kalp hastası oluyor. Amaç da bu zaten. Daha fazla hasta, daha fazla ilâç. 

Endüstriyel tıp yeni yeni hastalıklar üretiyor ve bu hastalıklara göre yeni ilâçlar sürüyor piyasaya. Türkiye tıbbi cihaz sayısı bakımından dünya dördüncüsüymüş! İlâç tüketimi katlanarak artıyor, petrol ithalatına ödenen paranın yarısı kadar küresel ilâç şirketlerine para ödüyormuşuz. 1950'lerden itibaren yanlış politikalarla sağlığımızı küresel güçlere teslim etmiş, yerli ve milli ilâç sanayimizi yerle bir etmişiz. 

Konu oldukça uzun. Kitabın bazı bölümlerinde ülkemizde geçmişten bu güne sağlık sistemindeki değişime tarihsel bakımdan ışık tutuluyor. Günümüzde birbiri arkasına kurulan dev şehir hastanelerinin insanları birer makine haline getirdiği, zararına aldırmaksızın gerekli gereksiz tıbbi cihazlara sokulan hastalara haddinden fazla ilâç yazıldığı anlatılıyor.

Açıkçası kitaptan etkilendim. Zaten çok zorunlu olmadan ilâç kullanan biri değildim. Artık bu konuda bir kat daha dikkatli olmam gerektiğine inandım. Doktorlara gelince; büyük bir kısmının dönen çarkın dişlisi olduğuna inanıyorum. Sağlık Bakanlığı, DSÖ ne derse onu yapıyor. Maske hasta olmayana gereksiz, bütün profesörler ağız birliği etmişlercesine maske kullanmaya gerek yok diyorlar. DSÖ, takın, gerekli diyor. Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere bütün doktorlar bir anda maskeci oluveriyorlar. DSÖ, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler hepsi küresel sermayeye hizmet ediyor. Durum böyle olunca şahsen inanabileceğim, güveneceğim doktor sayısı yüzde beşi geçmiyor.