KATEGORİLER

13 Ekim 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 60

Sevgili Deeptone'un düzenlediği Ağaç Ev Sohbetlerinin 60. Hafta konusunu Bigudili Anne Blogger hazırlamış ve görüşlerini kendi sayfasında gayet güzel bir şekilde paylaşmış. Arkadaşımız, sorusunu sormadan önce Franz Kafka'dan bir alıntı yapmış: "Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında." demiş üstat. Yazarı çok sever, sayarım ve onun bu sözünü içimde özümsediğimi düşünüyorum. Bakış açım bu olduğu için soru oldukça ilginç bir hal alıyor nazarımda. Sorumuz şu: 

ÖLMEDEN ÖNCE YAPILACAK ÜÇ ŞEY?

İnsanın gençliğinde hayalleri geniş ve istekleri büyük oluyor. Bunlara erişmek için bir ömür boyu çaba gösteriyor ve belli ölçüde başarıyor da. Yıllar geçtikçe ya büyük ölçüde hedeflerimize ulaşmış oluyoruz ya da yavaş yavaş yaşam umutlarımızı tüketiyoruz...

Masmavi bir denizin kıyısında ince beyaz bir kumsala açılan bir villa. Rengarenk çiçeklerle bezenmiş bahçeye bakan verandaya kurulmuş üzerinde türlü yiyecek ve içeceklerle dolu geniş bir masa. Hemen yan tarafta insanın içini ferahlatan hafif bir rüzgarın etkisiyle güneş ışınlarının oynaştığı pırıl pırıl bir havuz. Ruhu dinlendiren hafif bir müziğe karışan çocuk sesleri... Kim istemez? 

Fakat bu konuda çoğu insandan biraz farklı düşünüyorum. Çocukluğumdan beri birçok hedefim vardı. Önce okulumu bitirmek, sonra iyi bir meslek sahibi olmak, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak... Kısaca her insan gibi ben de normal bir insandan beklenen ne ise onları yaptım. Hiçbir suça karışmadım, başarılı bir meslek hayatım oldu ve son hedefim olan emekliliği hak ettim. Farklı olan yönüm, bundan sonra hayatın akışına kendimi bırakmak! Yani bir hedefin peşinde koşmamak. Önüme çıkanlarla yetinmek. Bugüne kadar pek çok kez üzüldüm, sevindim. Hayat her zaman kendi bildiği gibi devam ettiğini gördüm. 

Belki tatmin, belki de doyumsuzluk bu. Kendimi hala tanımakla meşgulüm. O herkesin hayallerini süsleyen deniz kıyısındaki villam olmasa da olur. Hani olsa kaç gün mutlu edebilir ki beni. O deniz, beyaz kumsal, verandada ailece yenilen muhteşem yemek. Bahçıvanlar, garsonlar, hizmetçiler... Ondan sonra güzel bir yatım olsun açılayım engin denizlere diye geçmez mi aklımdan? Ya da başka hayaller, arzular... İnsanoğlu hayatı boyunca hep fazlasını ister. Bu yüzden fazla bir çaba içine girmeden bıraktım kendimi yaşamın kollarına...

Son bir haftadır blog dünyasından ayrı kaldım. Sağlığımı merak edenlerin içi rahat olsun, gayet iyiyim. Ancak yukarıda bahsettiğim hayatın akışı beni alıp belki hayalini dahi kuramadığım yerlere sürükleyecek. Uzunca bir süre ara verdiğim meslek hayatıma dönebilirim mesela. Aldığım bir iş teklifinde işler yolunda giderse rüzgar beni Endonezya'ya hem de Bali'ye yakın bir yere savurabilir. Eşim zaten hareketli bir hayatı seviyor, o şimdiden işin olması için dua etmeye başladı bile. Dediğim gibi denizin kıyısında güzel bir villa, verandada yiyeceğimiz enfes yemekler, içkiler neden hayal olarak kalsın ki. Bu işle ilgili olarak İstanbul'a gidip geldim, biraz da evde çalışmam gerekti. Bu yüzden blog dostlarından ayrı kalmak zorunda kaldım. Ama yine de aramızda sağlam bir köprü oluşturan Ağaç Ev Sohbetlerinden kopamazdım.

Konumuza dönecek olursak; kendi açımdan bakacak olursam ölmeden yapılmasını düşündüğüm şeyleri sıralamayacağımı anlamışsınızdır. Özel bir hedef ortaya koymaksızın sadece önüme gelen fırsatları değerlendirmeyi tercih ediyorum. Yani bugüne değin belli ölçülerde hedeflerimi tutturduğumu kabul ediyorum. Ölmeden yapmak istediklerim arasında, belki de en sonuncusu, hayalini kurduğum, nezih bir restaurant işletme fikriydi. Evet, bunu da gerçekleştirdim ve gerçekten büyük bir zevk aldım. Mekanıma gelen nice kalbur üstü misafirlerimin içi gidiyordu hem de. Ah biz de emekli olup şöyle bir işletme sahibi olsak diyenler çoktu. Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil ne yazık ki. Hele insanlarla uğraşmak belki hayatın en zor tarafı. Ancak, yaşamımızda insan faktörünü dışarıda bırakan bir seçenek muhtemelen bu dünyayı terk eyledikten sonra karşımıza çıkacak.

Evet, ölmeden önce mutlaka yapmak istediğim tek şey yok kafamda, o zaman konuyu başka bir açıdan alayım ben. Ölüm yaşamın doğal bir parçası, doğum gibi. Doğarken elimize verilen bir sınav kağıdı hayat. Vade geldiğinde sınav süresi bitmiştir artık. Biri çıkıp "Hadi, kalemlerinizi bırakın ve kağıtlarınızı kürsüye bırakın." diyecek. Geriye bırakacağım çok fazla izim yok, olacağını da pek sanmıyorum. Yani kağıdım boş! Her ne kadar bu yaşamımı iyi değerlendirmediğim duygusu uyandırsa da bende, en fazla bırakılan iz, bilemediniz birkaç bin yıl kalıyor bu dünyada. İz bırakınca ne faydası oluyor, o da ayrı bir konu, ancak...

Bir şey var ki, yıllardır aklımdan atamıyorum. Milenyumu gördüğüm, yakın geçmişimde büyük savaşların ve akabinde büyük teknolojik gelişmelerin yaşandığı şanslı bir döneme şahitlik ettim ve bu ortamda hayatımı sürdürmeye devam ediyorum. Ne kadar uzun bir zaman geçmesi gerektiğini bilmiyorum ancak hayatın anlamının çözüldüğü bir dönemde yaşamak isterdim. Ölmeden önce öğrenmemin mümkün olamayacağını bilsem de istediğim tek şey hayatın anlamının çözüldüğünü görmek olurdu sanırım. Biliyorum, imkansızı istemek biraz zamanımı alacak...    

6 Ekim 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 59


Deeptone'un organizatörlüğü altında devam eden Ağaç Ev Sohbetleri'nin 59. Hafta konusu da Andromeda'dan. Geçen hafta mevsimlerle olan benzerliklerimizi masaya yatırmıştık. Bu kez kendimizi müzikte ve şarkılarda arayacağız. Haftanın konusu şöyle:

"Bir şarkı olsaydınız, hangi şarkı olurdunuz?"

Açık söylemek gerekirse nasıl bir şarkı olabileceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ama eğer beni en çok etkileyen şarkının hangisi olduğunu sorsaydınız düşünmeden Indila'nın söylediği 'Derniere Danse' derdim. Herhangi bir hatırası ya da aklımda kalan bir öyküsü yok bu şarkının fakat sanırım en çok dinlediğim ve youtube üzerinden izlediğim bir parçaydı. Müziği, sözleri ve kısa film tarzındaki klibi beni alıp başka alemlere sürükler. 

Hayır, sadece o değil, onunla atbaşı giden bir başkası var. Yann Tiersen'in Amelie film müziği, "La Valse D'Amelie".   

Bu iki müzik parçası benim için sevmekten öte. Kendimi bulurum içlerinde, hayallere dalarım. Her ikisini de belki yüzlerce kez dinledim, eğer bir şarkı olsaydım, bunlardan biri olmak isterdim. Başka söze ne hacet. Nedeni yok bu seçimlerimin, öyle işte...


3 Ekim 2020 Cumartesi

ÇÖL ÇİÇEĞİ 11


BİRAZ DAHA...

Uzun zaman oldu belki, belki de olmadı...

Kendi başıma sahilde oturup dalgaları dinlemek huzur veriyor

Yargılamıyorum artık, ne kendimi, ne başka birini

Her şey tam da olması gerektiği gibi, böyle olmalıymış, oldu

Şu an bunu yaşamalıymışım, yaşıyorum

Ama biliyorum yalnız değilim, 

Bir yerlerde benim gibi birileri var, bu da geçecek.

Ve yeni bir acı daha gelecek

Ama olsun, olması gerektiği gibi

Belki de sessiz bir kabulleniş benimki

Dupduru, yepyeni bir ben gelecek, az kaldı

Biraz daha dayan Çöl Çiçeği, biraz daha...

 Çöl Çiçeği

ÇÖL ÇİÇEĞİ 10

 


ARTIK GELME...

Gelmesini istediğim o, artık gelmesin, gelmemeli

Gelmesi bana sadece acı ve ıstırap

Bu sevgi, bu aşk, evlilik benim sonum olacak

Ve ben bunları artık istemiyorum, gelmesin

Gelmemeli, bazı şeyler olmasa da olur...

Artık daha mutlu, daha güçlü, daha dik durmak istiyorum.

Zarar göre göre bitmek istemiyorum,

Anlamayan bir kalpte yaşamak istemiyorum

Gelmesin, en güzeli...

Yoksa bu ilişki ölümüm olacak,

Katilim olacak, o gelmesin...

Çöl Çiçeği

2 Ekim 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 9

Aylar sonra gördü onu. Son görüşmelerinde, "Anlatacağım çok şeyler var." demişti. "Gidelim  bir yerlerde oturalım, yiyelim, içelim hem de sana her şeyi anlatayım." 

"Pandemi var, sonra" demişti, Sahra Çalısı.

2 Temmuz'un ertesi günü yazdığı mesajda "İçimdeki kangreni attım, beni zehirleyen sudan kurtuldum." demişti. Sahra Sulh Hukuk Mahkemesinin güzel hakimi tek celsede bitirmişti işi. Sahra Çalısı merak ediyordu, gerçekten bitti mi diye.

Çölün yavan suyunun aklı başına geç gelmiş, o zalim başını duvarlara vuruyordu. Yine rahat durmadı, çölün yasasını bilmesine rağmen Çöl Çiçeğini aramaya devam etti. Çöl Çiçeğinin "Ne istiyorsun benden? Her şey bitti, sen karar verdin, kendi yolunu seçtin artık." demeleri, sakinleştirmeye yetmemişti suyu. Bir daha aradı, bir daha, bir daha...

Bilseydi bunları Sahra Çalısı, birkaç sözü olurdu elbette Çöl Çiçeğine. Anlam veremedi bir türlü olanlara. Çölün yavan suyu bir deli. Ya Çöl Çiçeğine ne demeli. Niye çıkarsın telefonlarına, onca yaşanandan sonra? Hem bunun böyle olmasını sen mi istedin?

Telefon konuşmalarıyla kalsa iyi. Kapısına dayandı yavan su, Çöl Çiçeği'nin. Çöl Çiçeği bir içim su. "Bu kadar açılıp saçılmazdın sen, ne oldu sana. Git, üzerine düzgün bir şeyler giy." dedi, çölün yavan suyu.

"Bana karışmaya ne hakkın var, söyle. Ben kuşlar gibi hürüm, artık." dedi, Çöl Çiçeği. Onun bütün yalvarışlarına, yakarışlarına aldırış etmedi. Pişmanlık sözlerini hiç umursamadı. Tuhaf bir zevk alıyordu. Hatta hızını alamayıp bir tokat patlattı suyun yüzüne. Su dalgalandı.

"Demedim mi ben sana Sahra Çalısı," dedi, "O bana gelecek, yalvaracak, ayaklarıma kapanacak." Dediği çıkmıştı ve bu durum onu huzura erdirmişti.

Sahra Çalısı, "Niçin telefonlarına cevap veriyorsun hala, niçin kalkıp görüşüyorsun?" diye sordu. "Onun yalvarıp yakarması, onu aşağılamam hoşuma gidiyor." diye cevap verdi, Çöl Çiçeği. Son bir aydır aramaları kesilmişti, suyun. Sahra Çalısı'na öyle dedi. Sahra Çalısı inanır göründü, buna.

Ancak Çöl Çiçeğini çok rahatlamış görmüştü bu kez Sahra Çalısı, kendine güveni gelmişti. "Kendime yeni sular bulacağım, hayatımı yaşayacağım." diyordu. "Ne idim, ne oldum." dedi. Telefonuna kaydettiği birkaç şiir çıkarıp Sahra Çalısı'na okudu.

Ben cellâdıma âşık olmuşum...

 İnsan hiç cellâdını sever mi?

Göğsümdeki ağrı her geçen gün şiddetini arttırıyor.

Kıvranmalarım, gizli ağlayışlarım, haykırışlarım, sessiz çığlıklarım...

Bitiyorum galiba, bu defa sessizce ölüyorum...

İçimdeki o tarifsiz duygu canımı öylesine yakıyor ki,

Nefesim kesiliyor ama bu durumu kimseye açamıyorum.

Güçlü gibi gözükürken bir yerlerde, bitiyorum.

Kimsenin fark etmesi umurumda değil...

Cellâdım görse, bir o fark etse...

Sanki bir o kurtarabilir beni, bir tek o.


Sahra Çalısı şaşırdı, gözlerini açtı. "Sen ne zaman yazdın bunları?" diye sordu. Bilmesine imkân yoktu Çöl Çiçeği'nin, bunun bir "Stockholm Sendromu" olduğunu. 

"Mahkemeden önceydi," dedi, "hani benim ateşler içinde yandığım, seninle acılarımı paylaştığım yaz günlerinde yazmıştım bunları." Sahra Çalısı, rahat bir nefes aldı. 

TEŞEKKÜR...


Evet, 25 Temmuz'da başladığım maraton sona erdi. "Masum Bir Adamın İtirafları" adlı ilk çevirimin ardından ikinci roman çevirimi 85 bölümde tamamlamış oldum. Aslında kitabın tamamının çevirisi yaklaşık otuz beş günümü aldı. Geriye sadece editörlük kısmı kalmıştı.  Onu da bölümleri yayınlamadan önce peyderpey yaptım. Şimdi, "Anadolu'nun Hayaletleri" gibi bir romanı dilimize kazandırmış olmanın huzurunu yaşıyorum. Büyük bir keyifle yaptığım bu çevirinin nihayet bulmasına üzüldüğümü söyleyebilirim. Oysa insan başladığı bir işi sonuçlandırdığında bir huzur, bir rahatlama hisseder genellikle. Ben bu romanın içine öyle girdim, karakter ve olaylarla öyle bütünleştim ki, bitmesini hiç istemedim. 

Öncelikle her bölümü dikkatle takip eden ve yeri geldiğinde samimi eleştirilerde bulunan üç blogger dostuma (alfabetik sırayla) Deeptone/Sade ve Derin, Manxcat/Kuyruksuz Kedi, Sadece C./Denize Bakan Ev'e sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca Yankım ve Gölgem ve isimlerini sayamadığım diğer blogger dostlarımın katkıları için kendilerine minnettarım. Eşimin bilgi ve tecrübesiyle yaptığı katkılar, adını zikrettiğim ya da etmediğim diğer arkadaşlardan aldığım cesaretlendirici sözler motivasyonumu arttırdı. Hepsine ayrı ayrı teşekkürü borç bilirim.

Her bölümün altında yapılan yorumlar benim için çok değerliydi. Yorumlarda roman karakterleri ve olaylar hakkındaki görüşlerimizi uzun uzun paylaştık ve keyifli tartışmalar yaptık.

Ben bu çeviri işini sevdim. Eşimle bu konuda her fırsatta tartışıyoruz. Eşim, çevirmenliğin yazarlığın yanında fazla bir değerinin olmadığını düşünüyor. Değerin ölçüsü nedir bu konuda emin değilim. Evet, çok ünlü yazarlar var herkesçe bilinen. Ancak kaç çevirmen tanıyoruz. Ünlü olmak mı amacım, para kazanmak mı? İkisi de değil. Benim için önemli ve değerli olan şey, yaptığım işten zevk almam ve inandığım işi yapmamdı. Çevirmenlik kolay değil. Dil bilen herkesin bu işi yapabileceğini sanmıyorum. Nasıl ki müzik iyi bir kulak ister, bence çeviri işi de öyle. Cümleler okurun kulağını tırmalamadan su gibi akıp gitmeli, yazarın verdiği detayı en ince ayrıntısına kadar yansıtmalıdır. Bana göre çeviri işi, en az yazmak kadar önemli ve değerli. En uygun kelimeyi bulmak, onu yerli yerinde kullanmak, bir ressamın fırçasını kullanması kadar sanatsal bir iştir. Hayır, ben kendimden bahsetmiyorum, daha gidilecek çok yolumun olduğunu biliyor, istediğim yere varmak için ömrümün yetip yetemeyeceğinden bile emin değilim. Cümle içinde kelimeleri dans ettirmek harika bir duygu. Aynı kelimelerle noktalama işaretlerinin de yardımıyla değişik anlamlar çıkartmak mümkün. Yazının aslını okuduğunuzda yazarın ne demek istediğini tam olarak algılamış olsanız bile kullandığı sözcüklerin sözlük karşılıklarıyla okura aktarmanız neredeyse imkansız. Yabancı dilde bazı sözcüklerin yüze yakın farklı anlamı var. Gafil avlanmamak için konuyu çok iyi kavramanız şart. Aksi takdirde gülünç duruma düşebilirsiniz. Gerçek okurun dikkatinden hiçbir şey kaçmıyor. Yazdığınız bir yazıyı beş yüz sefer okusanız bile en basit hatayı gözden kaçırmanız mümkün. Çünkü belli bir noktadan sonra beyniniz artık o yanlışı size göstermiyor. Kelime tekrarlarından, birbirinin ardına aynı yüklemleri kullanmaktan mümkün olduğunca kaçındım. Bu esnada bir şey fark ettim. İngilizce kelime hazinesi Türkçeye göre çok daha geniş! Türetme konusunda oldukça büyük imkanlara sahip bir dilimiz var, bu açıdan bakıldığında sorun yok ama bizim yan sözcüklerle tarif etmekte zorlandığımız eylem ve tanımlamalar, İngilizcede çoğu kez tek kelimede karşılığını bulabiliyor. Türkçeye ortalama bir Türk vatandaşından daha hakim olduğumu iddia edebilirim ama yine de emin olamıyorum. Belki de benim Türk dili hakkında öğrenmem gereken daha çok şey var. Dikkatimi çeken diğer bir husus, İngilizcede "ve" bağlacının aşırı derecede kullanımı. Çeviri yaparken mümkün olduğunca bu bağlacı daha az kullanmaya çalıştım. Çeviri ile tercüme arasındaki farkı pek çoğumuz algılamaz. Tercüme konuşmaların bir başka dile aktarılmasıyken çeviri yazılı kaynakların başka bir dile aktarılmasıdır. Konuşma dilinde bunun gibi anlamını bilmeden pek çok sözcüğü karıştırabiliyor ve bunu hiç önemsemiyoruz. Ancak yazım dilinde bu konu hayli önem kazanıyor. Biri görmezse öbürü fark edebiliyor. Bu yüzden çeviri insanın dilleri doğru anlamasına ve kullanmasına da yardımcı oluyor.

Anadolu'nun Hayaletleri, bize nefretin en yalın halini, savaşın kötü yanlarını, aile bağlarını, sevgiyi, dostluğu, aşkı, merhameti, kısaca iyiyi ve kötüyü en gerçekçi biçimde gösterdi. Yeri geldi acıdık, öfkelendik, yeri geldi umutlandık, üzüldük. Her bölümde ayrı bir duygunun heyecanına kapıldık. Hiç beklemediğim kadar tarafsız bir şekilde gerçekleri ortaya koyan ve insanlığın bazı yüce değerlerini öne çıkaran bir eserdi bu okuyup çevirdiğim. Evet, nefretin sadece acı ve üzüntü getirdiğini affetmenin ise insana mutluluk verdiğini bir kez daha görmüş olduk.

Yeni bir çeviri için beni böylesine etkileyebilecek başka bir roman bulabilecek miyim, bilmiyorum. 1915 yılında Ermeni ve Müslüman olmayan diğer halkların yaşadıklarıyla yüzleşmekten niçin kaçıyoruz? O büyük acıları çekenler de çektirenler de çoktan toprak olmuşlar. Niçin tarihten ders almak, hatalarımızı görmek yerine tarihi keyfimize göre eğip büküyoruz? Bir yandan çeviri yaparken diğer yandan bu konularda araştırmalarım devam etti. Yabancı haber kanallarının röportajlarını ve belgeselleri izledim. Onların arasında, Hrant Dink suikastını yapan Ogün Samast'ın ailesiyle yabancı bir medya grubunun yaptığı bir söyleşi vardı. Yoksul bir ailenin çocuğu olduğu belli, annesi ve babası suçu neyse çeksin ama ona bunu azmettirenler de cezasız kalmasın, diyorlardı. "Hrant'ı niçin öldürdün" sorusuna Samast'ın verdiği cevap, "O bir Türk düşmanıydı, bu yüzden öldürdüm." olmuş. Peki Hırant'ın hiçbir yazısını okudun mu, ya da onu dinledin mi diye sorulduğunda, "Hayır." demiş. Onu bu işe azmettiren Yasin Hayal ile birlikte Ogün Samast'ın avukatlığını üstlenen bir şahısın sözleri tüylerimi diken diken etmişti. "Hrant öldürüldüğünde ayakkabısını altı delikti, siz onun öldürüldüğüne üzülmediniz mi?" sorusu karşısında, "Üzüldüm desem, size yalan söylemiş olurum." diyebiliyordu. Evet bunu söyleyen barolarımızda kayıtlı bir avukat. Şimdi bu dava da diğer suçlarla birlikte günah keçisi ilan edilen Fetö'ye mal edildi ve asıl aktörler kendini gizlemeyi başardı, ne yazık ki!

Şimdi bu ülkede Anadolu'nun Hayaletleri roman çevirimi kitap olarak basabilecek bir yayınevi bulabilecek miyim, o da meçhul. Ben de şimşekleri üzerime çeker miyim? Bana da Ermeni dostu, Türk düşmanı derler mi? Bilmezler ki kötüler ve iyiler her milletin içinde var. İyiyi kötüyü ayırmak toplumu birbirine düşürmekten insanların arasına nefret tohumları ekmekten daha mı zor? Neyse, bakalım gelecek bize ne gösterecek.

Sözlerimi bitirmeden önce, Anadolu'nun Hayaletleri roman çevirimin seksen beş bölümünü de üç gün daha yayında bırakmayı düşünüyorum. Daha sonra yayından kaldıracağım. Arzu eden arkadaşlara daha sonra hepsini ayrıca göndermeye çalışırım. Kalın sağlıcakla,         

29 Eylül 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 58


Sevgili
Deeptone'nun hamiliğinde devam eden Ağaç Ev Sohbetlerinin 58. hafta konusunu Andremoda önermiş. Bu hafta yine kısa bir soru üzerindeki kişisel düşüncelerimizi paylaşacağız. Soru şöyle;

"Hangi mevsimin insanısınız, neden?"

İlk bakışta soru hangi mevsimden hoşlandığımız şeklinde algılanıyor ve bunun nedenlerinin açıklanması isteniyor gibi gelse de, sanırım esasen sorulan, karakter özelliklerimiz. Hepimizin bildiği mevsimsel özellikleri gözümüzün önüne getirmeden önce bizim yaz mevsimi olarak bildiğimiz Temmuz ve Ağustos aylarında, Brezilya'nın Rio de Janeiro şehrinin kışı yaşadığını, yılbaşında bizim kar yağmasını beklediğimiz havalarda orada yaşayanların 40 derece sıcaklığın altında kavrulduklarını unutmayalım. Singapur gibi bazı ülkelerde ise bütün yıl boyunca hava sıcaklıkları 25 ile 35 derece arasına sıkışmış olup mevsimsel farklar sadece muson yağmurlarıyla sınırlanmakta. O zaman gelin biz dört mevsimi bütün özellikleriyle yaşadığımız ülkemiz coğrafyasındaki haliyle düşünelim.

Yaz havaların sıcak, gündüzlerin uzun, yağışların az olduğu ve deniz sezonunun açıldığı bir mevsim. Tatilin ve eğlencenin bol olduğu, dolayısıyla daha az kazanılıp daha çok harcandığı bir zaman dilimi. Öyle fazla sıcak bir insan olarak görmem kendimi, insanları iyice tanımadan önce yakınlık göstermem. Gündüzlerden daha çok geceleri severim. Yaz gecelerinin iyice kısalmış olması pek işime gelmez. Denizin kenarında yiyip içmek ve denizi seyretmek dışında plajda, güneşin altında ıstakoza dönmek yada denize girip yüzmek pek ilgimi çekmez. Turizm sektörü dışında genel olarak verimsiz bir mevsimdir. Bu yüzden yaz mevsiminin insanı olarak göremem kendimi.

Sonbahar deyince aklıma sararıp dökülen yapraklar, serinleyen havalar ve melankolik bir atmosfer gelir. O sıcağın bunaltıcı havasından sonra rahat bir nefes alırız. Şu sıralar neredeyse ekim ayına gelmemize rağmen hala yazın sıcaklarından kurtulamasak da bu mevsim genelde serin kabul edilir. Çalışanlar işlerine öğrenciler okullarına kavuşurlar. Değişken bir havası vardır sonbaharın, ilkbahar gibi kararsızdır yani. Ben grilikten kaçarım, nadiren o zona girsem de hemen çıkmaya çalışırım. Hüzün, yaprak dökümü, melankolik haller benim karakterimle pek uyuşmaz. Yaza tercih ederim ama ben sonbahar insanı da değilim sanırım.

Kış, serttir, soğuktur. Yağışlıdır, geceleri uzundur. Sıcak bir kişi olduğumu söyleyemesem de soğuk da sayılmam aslında ama soğuğu severim. Kolay kolay üşümem, bazen üşümek hoşuma bile gider. Geceler... En sevdiğim uzun gecelerin mevsimidir kış. Kar yağar bu mevsimde pek çok bölgemizde. İzmir'den çıkana kadar görmediğim karı, sonraki yıllarda bolca gördüm. Kar yağınca doğa üzerine beyaz bir gelinlik giyer. Muhteşem bir manzara çıkar ortaya. Sadece yerlerin buz tutup yürümenin zorlaşması ve karın erimesiyle birlikte cadde ve sokakların çamurla kaplanması bana göre belki de tek kusuru bu mevsimin. Öyle görünüyor ki kış mevsimi bana epey uyan bir mevsim.

Gelelim ilkbahara mevsimine. Ağaçlar çiçek açar, doğa yeniden uyanmaya başlar. Sonbahar mevsiminin tam aksine hüzün yerine bir umut kaplar insanın içini. Doğanın uyanışı neşelendirir. Ben de bu mevsimin Nisan ayında doğmuşum. Bana bu mevsimin başı sanki yeni bir yılın başlangıcı gibi gelir. Yılbaşı neden Ocak ayının başında olsun ki. Mart ayının başında olsa daha isabetli olmaz mı? Jesus çok mu bozulur bu işe? Nisan yağmurları vardır. Altında yürümeye bayılırım. Sevmediğim yönü var mı? Kararsızlığı aynı sonbahar gibi. Bir bakarsın güneş açar, bir bakmışsın sağanağa tutulmuşsun. Fakat her ikisi de çok çabuk döner kararlarından. Yok ben öyle kararsız biri değilim, belki biraz uzun düşünür öyle veririm kararımı ama kararsızlık dönemim oldukça kısadır. Kararımdan da kolay kolay dönmem. Umudumu kolay kaybetmem, karamsarlığım pek yoktur. Yeni bir işe başlarken neşeyle, hevesle ve umutla girişirim. Ama bu olmadı deyip hemen elimden bırakmam. Bu nedenle bazı yapısal özelliklerim ilkbahara uyar, bazıları ise uymaz. 

Sonuç olarak tek mevsimin insanı değilim sanırım. Fakat beni yine de mevsimlere göre tasnif etmek isterseniz, % 50 kış ve % 50 ilkbahar mevsimlerinden oluşan melez bir karışım çıkar ortaya ancak.

* Bu konu üzerinde sohbete katılmak hususunda kendinizi, düşünce ve duygularınızı serbest bırakın. Bu sohbetler kendimizi, başkalarına anlatmaktan ziyade kendimizi tanımaya yarıyor. Ağaç Ev Sohbetlerine katılmak için henüz giriş kartı sorulmamaktadır.