Kitabın Adı: KIRK YAMA
Yazar: Bige Güven Kızılay
Sayfa Sayısı: 358
Yayınevi: Hayykitap
Kırk Yama ile tanışmam tavsiye üzerine değil tamamen tesadüf eseri. Oldukça nadir rastlanan Bige ismini görünce "Yazar, benim öğrencim olabilir." düşüncesiyle satın almıştı kitabı eşim. Birkaç sayfa okuduktan sonra okumaya değer bulmayıp bir kenara bıraktığı kitabı okumaya başladığımda eşime sonuna kadar hak verdim. Bir yandan bu kadar bozuk bir dille nasıl kitap yazılır diye söylenirken sırf gençliğimin geçtiği yılların Ankara'sını anlattığı için okumaya devam ettim. Kitabı bitirdikten sonra karışık duygular içinde buldum kendimi. Edebiyat emek, gözlem ve beceri isteyen bir sanat dalı. Şimdiye kadar okuduğum en kötü yazılmış romanlardan biri diye eleştireceğimi düşünürken ilerleyen sayfalarda ters köşe oldum. Kitabın eksileri, konunun içine girdikçe artılarıyla yer değiştirdi. Emeğe saygısızlık etmek istemem ama eleştirilecek yerlerini görmezden gelip susmanın doğru olmadığını düşünüyorum.
Dediğim gibi özellikle kitabın ilk sayfalarından başlayan anlatım bozuklukları ileriki sayfalarda bana azalmış gibi geldi. Eğer gerçekten böyle bir durum yoksa bunu iki nedene bağlıyorum. Ya yazarın bozuk ifade tarzına alıştım ya da ele aldığı konular, olayların geçtiği mekânlar, roman karakterleri, diyaloglar beni öylesine içine çekti ki, ifade bozuklukları bir zaman sonra gözüme çarpmamaya başladı. Kimdi bu yazar, bu kadar güzel bir kitabı okunmaz hale getiren? Editör elinden hiç mi geçmedi? Araştırdım tabii. Kitapta editörün ismi yok ama başka bir kaynaktan editörün İsmail Güven adında biri olduğunu öğrendim. Emin olmamakla birlikte bu kişinin yazarın eşi olabileceğini düşündüm. Kitabevi'nin de bir zamanlar bir tarikatın elinde olduğu yine keşfettiğim bilgiler arasında.
Kitap hakkında çok güzel şeyler anlatacağım ama önce birkaç olumsuz eleştirimi daha paylaşayım. Romanın ana karakterleri Efser ve Sedef adlarında iki kız çocuğu. Kitap, 1970-1990 yılları arasında yaşanan siyasal olayları, toplumun sosyokültürel ve sosyoekonomik durumlarını, arkadaşlığı ve aile yapılarını ele alırken on on bir yaşlarında iki kız çocuğunun yaz kampı sırasında başlayan aşk ilişkileri bana oldukça abartılı geldi. Oysa o yaşlarda oluşan arkadaşlıklar en azından lise dönemine kadar dostluk seviyesinde devam ettikten sonra aşka dönüşseydi daha inandırıcı olabilirdi. Küçük kahramanlarımızın ilişkiler konusunda yazarın ağzından dile getirdiği düşünceleri ve yaptıkları sohbetlerin seviyesi yaşlarının çok üzerinde. Diğer bir konu, sağ sol çatışmalarının zirve yaptığı bir dönemde birbirleriyle zıt görüşe sahip ve kültürel düzeyi tamamen farklı iki aile arasında gelişen sıcak dostluk bana pek inandırıcı gelmedi. Böyle bir durum ancak Türk filmlerinde karşımıza çıkabilir. Yazar Bige Güven Kızılay bir röportajında bu konuya değinmiş. Her zaman mutlu sonla biten Türk filmleri gibi imkânsız görünen bazı olayları hayal dünyasında hep oldurmaya çalıştığını vurgulayarak ve kitaplarını hep mutlu sonla bitirdiğini söylüyor.
Romanda ele alınan dostluk kavramına rastlamak şimdilerde neredeyse imkânsız. Efser ve Sedef'in tesadüfen başlayan arkadaşlık ilişkisi, zaman içinde bunun dostluğa dönüşmesi, ailelerinin de onları kucaklamasıyla birlikte müthiş bir duygu selinin içinde buluyor kendini okur. Çocukluk yıllarımda unutulmaya yüz tutmuş oyunları, siyah beyaz televizyonlarda bütün aileyi hipnotize olmuşçasına ekran başına bağlayan Kaçak gibi dizi filmleri, Evin erkeklerinin damlara çıkıp metal çubuklu TV antenlerini bir sağa bir sola döndürerek en iyi görüntüyü elde etme çabaları, gençliğimde gezdiğim mekânları, Kıtır Piliç'i, Flamingo Pastanesini, Kuğulu Parkı, Cambo'yu, Merkez Lokantasını, Atatürk Orman Çiftliğinin üzeri bir parmak kaymak bağlayan kırmızı kapaklı sütlerini, Atatürk Bulvarından Kızılay'a karlı yollardan yürüyüşleri, Soysal Pasajı'nı, ODTÜ'yü, kanlı 1 Mayıs'ı, 1980 darbesini yeniden hatırlamak beni derinden etkiledi. Yazar sıcak insan ilişkilerini vefayı, sabrı, fedakârlığı nakış gibi işliyor satırlarında. Böyle bir alt planda Efser ve Sedef'in aşk hikâyeleri, meslek hayalleri... Yazar olay ve karakterleri o kadar idealize etmiş ki, insan ister istemez kâh hüzünleniyor, kâh gülümsüyor. Bazen de gözleri dolup hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyor içinden. Uzun zamandan beri beni bu denli etkileyen kitap okumamıştım.
Özellikle o dönemi yaşayanlar kitapta kendilerinden çok fazla şey bulacaklar. Cümle kuruluşlarında, gereksiz sözcük kullanımları, ifade bozukluklarına rağmen okunmaya değer bir kitap. Hele bir de o yılları Ankara'da geçirmişseniz eğer, okumanızı şiddetle öneririm. Son olarak yazarın Ankara insanlarını etkileyici bir dille anlatan "Ankara Diye İnsanlar Vardır" adlı yazısını Emre Yurttakalın'ın başarılı seslendirmesiyle buradan izleyebilir, roman karakterlerine de giren Ankara insanları hakkındaki düşüncelerini öğrenebilirsiniz.