KATEGORİLER

25 Ekim 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 218

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili DeepTone'dan.   

"Pandemiden sonra hastalıklar arttı mı?"

Bu soruya net bir cevap vermek hayli zor. ABD ve Birleşik Krallık'ta pandemi sonrası bağışıklık düzeyinde bir miktar azalma olduğu, bu nedenle otoimmün hastalıklarda artış kaydedildiği görülmüş. Diğer taraftan sağlıklı beslenen, egzersiz yapan ve düzenli uyku ile dinlenen kişilerde bu tür hastalıklara yakalanan kişi sayısının daha az olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla hastalıkların artmasında pandeminin mi, sağlıksız beslenmenin mi, yeterli egzersiz yapmamanın mı, düzenli uyku uyumamanın mı yoksa genetik faktörlerin mi etkili olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Belki de sadece bir tane değil, bunlar gibi birden fazla faktör hastalıkların artmasının sebebi olabilir. Bunu anlamanın imkânı yok gibi. 

Yeterli araştırma yapılmaksızın piyasaya sürülen pandemi ilaçları ve tedavi yöntemleri pandemiden daha fazla hasar bırakmış olabilir insanlarda. Nitekim sevdiğim bir genç arkadaşım pandemiye yakalandıktan sonra yanlış tedavi ve ilaçlardan dolayı vefat etmişti. Kullandığımız ilaçların yan etkileri sonradan ortaya çıkıyor ve ölümcül sonuçlar doğurabiliyor. 

Her olumsuzluğu fırsata dönüştüren beynelminel ilaç endüstrisi, pandemiyi bahane edip bir kez daha köşeyi döndü. Şimdi de, pandemiden sonra falanca hastalıklar arttı, bu hastalıklara karşı direncinizi takviye etmek için şu ilaçları kullanmanız sağlığınız bakımından elzemdir, diyebilirler. Bu çerçevede dev ilaç firmaları yazılı ve görsel medyayı kullanabilir, çakma istatistiki bilgiler toplayabilir, amaçlarına ulaşmak için DSÖ dahil muhtelif sağlık kurumları ve hükümet yetkililerine rüşvet verip onları kötü emellerinin aracı haline getirebilirler.

Bu yüzden sağlık konularına hep şüpheyle yaklaşırım. Toplumda algı yaratmak için muhtelif vasıtalarla halka yanlış bilgi verilebileceği düşünüldüğünde pandemiden sonra hastalıkların arttığından ya da azaldığından söz etmek hayli zor bence. Vatandaşlara pandemi nedeniyle vurulan aşıların, psikolojik açıdan halkı yatıştırmak için birer plasebodan ibaret olduğunu ya da hastalıktan koruma özelliğinden yoksun, vücuda zararı olmayan bazı maddeler içerdiğini zaman zaman düşünmüşümdür. Keşke düşündüğüm gibi olsa. Zira her ilacın etki ve yan etkileri kişiden kişiye değişmektedir. Bu yüzden aşı gibi büyük kitlelerce kullanımı olan bir tedavi yöntemi yeterince araştırılmadan her insana uygulanmamalı.      

Konunun özeti şudur: Pandemi öncesi ve sonrası dönemlerde hastalık sayılarına dair detaylı istatistiki bilgilere erişemediğimiz için bu konuda kesin bir kanaat oluşturmamız doğru olmaz. Şahsen ben söz konusu bilgiler elimde olsa dahi acaba güvenilir mi diye şüphelenir, doğruluklarından emin olmak isterim. Yine de pandemi sonrası hastalıkların arttığına ilişkin kesin bir sonuç elde edilemeyeceğini düşünmekteyim. Otoimmün hastalıklarda artış olduysa bunun gerçek nedeni pandemi değil, yetersiz ve sağlıksız beslenme olabilir bence. Meselâ hastalık artışlarının hangi grup insanlarda daha fazla olduğunu bilmek isterdim; alt gelir grubundaki insanlarda mı yoksa ekonomik bakımdan sorun yaşamayan, her türlü gıdaya ve sağlık hizmetine rahatlıkla ulaşabilen grupta mı?

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki devletlere güvenimiz kalmadı. Sadece bizim ülkeye mahsus değil bu durum, yerlisi yabancısı kapitalizme hizmet ediyor. Sade vatandaş ölümcül tiyatronun figüranı olarak yerini alıyor sahnede.  

18 Ekim 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 217

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusunu değerli hocamız Uçun Kuşlar / Makbule Abalı seçti. Arkadaşımız, önceki "Doğal Tepkilerimiz" başlıklı yazısının devamı olarak Freud'un "Yapısal Kişilik Kuramı" üzerinden birey toplum ilişkisini bilimsel temelde tartışmaya açıyor.   

"Savunma Mekanizmaları bireyler için bir ihtiyaç mıdır? Yoksa daha gerçekçi çözümler bulunabilir mi? Siz de zaman zaman kullanıyor musunuz?"

İnsan davranışının temel nedeninin libido (cinsel içgüdü) olduğunu savunan Sigmund Freud'un bu görüşü zaman içinde etkisini kaybederken bilim insanları onun ortaya koyduğu Yapısal Kişilik Kuramı temelinde yeni teoriler üretmeye devam ediyor. Soyut kavramlar üzerinde karmaşık bir hâl alan insan davranışını sınıflandırmak hayli güç. Freud'un Kişilik kuramında kişilik, Makbule Hocam'ın yazısında tarif edildiği üzere id (alt ben), ego (ben) ve süper ego (üst ben) den oluşuyor. Yazıya yaptığım yorumda id'in yani alt ben'in hayvansal dürtülerle hazları içeren, doğuştan gelen bir davranış biçimi olduğunu belirtirken tartışmalı bir kavram olan "ego" nun da aynı "id" gibi genlerle taşınan bir özellik olduğunu belirtmiştim. Oysa Freud kuramında insanda "ego" nun doğuştan değil de bazılarına göre 6 ay - 1,5 yaş, bazılarına göre ise 5,5 - 6 yaşlarında oluşmaya başladığını zaman içinde  gelişme gösterdiğini öğrendim. Değerli Hocam kibarlığından dolayı bu konuda yanıldığımı yüzüme vurmamış. Freud ile uzun yıllar birlikte çalışıp daha sonra fikir ayrılığına düşen Carl Gustav Jung'un ortaya koyduğu kişilik tanımı bana biraz daha inandırıcı geldi.

Jung'a göre "ego" bilinçtir, persona hafızalardan (hem geri çağrılan hem bastırılan), kolektif bilinç ise doğduğumuzdan beri bizimle olan bilgileri, deneyimleri oluşturur. Jung, insan ruhunu bilinç, kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı olmak üzere üç bölümden oluşan bir yapı olarak tanımlıyor.

İnsan davranışlarını farklılaştıran "ego" ve "süper ego" dur. Her insan acıkınca yemek yemek ister ancak bazı insanlar tatlı sever bazıları baharattan hoşlanır. Bir insanın tatlı sevmesi Jung'un teorisine göre doğuştan gelen kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı özelliklere bağlıdır. Bu tür kişisel özellikler zaman içinde evrimleşir. Tamamen aynı ortamda büyüyen, yaşları birbirine yakın iki çocuğun farklı davranışlar göstermesini başka türlü açıklayamayız. Kendi çocuklarımdan örnek vereyim, kızım doğuştan vegan iken oğlum etsiz sofraya oturmaz. Ne kızımızı et yememesi konusunda yönlendirdik ne de oğlumuzun sadece et yemesini istedik. 

"Süper ego"yu bazıları vicdanla eş tutar ama ben aynı fikirde değilim. Bence vicdan ego'nun bir bileşenidir. Süper ego'nun da etkisi büyüktür ancak insanın genleri yoluyla taşıdığı davranış özellikleri, yani ego'su onu iyi ya da kötü, vicdanlı ya da vicdansız yapar. Bilinç, akıl her zaman iyiye yöneltmez insanı. Bencil davranışlar, insanın türlü hileler ve entrikalarla başkalarını düşünmeksizin devamlı kendine çıkar sağlaması hem içten gelen, akılla harmanlanan motivasyonlar hem de çevre koşullarının etkisiyle ortaya çıkan özelliklerdir. İnsanın doğasında bu kötücül davranış ve düşünce biçimleri var oldukça toplumların sürekli bir huzur ve refah ortamı yaratması imkânsızdır. Özetle id olmasaydı açlıktan ölürdük, ego olmasaydı gerçek yüzümüz ortaya çıkardı (belki de hiç fena olmazdı). Süper ego olmasaydı, birbirimizi yerdik. Uzun bir girizgâhtan sonra konumuza dönelim:

"Ego" muzun kişisel savunma mekanizmaları olarak sevgili Makbule Hocamızın yazısında gayet güzel açıkladığı gerileme, yansıtma, inkâr, mantığa bürüme, kaçma, bilinç altına bastırma, yadsıma, telâfi, dönüştürme, hayal dünyasına kaçma gibi olumsuz; özdeşleşme, yüceltme ve mizah gibi olumlu davranışlara bilinçsizce az ya da çok başvurduğumuz bir gerçek. Ben bu tür savunma mekanizmalarının yine insanın doğuştan gelen özellikleri olduğunu ve aklımızı kullanarak değiştiremeyeceğimizi düşünüyorum. Bu tür davranışlar belli sınırlar dahilinde tutulabiliyorsa sorun teşkil etmeyeceğini söyleyebiliriz. İhtiyaç mıdır sorusu bir bakıma havada kalıyor bence. Çünkü yaradılıştan gelen ve ortadan kaldırmaya gücünün yetmediği bu özellikler konusunda insan söz sahibi değildir. İnsanın savunma mekanizmalarına ihtiyacı yok desem bu fikrim onları ortadan kaldırmaya ya da değiştirmeye muktedir olmayacaktır. Yukarıda bahsi geçen savunma mekanizmalarını kullandığımızı genellikle inkâr ederiz. Fakat bir süre sonra gerçeklerin farkına varıp iç dünyamızda kendimizle hesaplaşırız.

Yazımın yukarıdaki bölümünü düşünerek ve araştırarak yazdım. Şimdi bakalım fark etmeden hangi savunma mekanizmalarım çalışmış! Bu iş, bana hayli heyecanlı ve eğlenceli gelmeye başladı. 

İnkâr: İnsanın hatalı davranışlarını ve kusurlarını redderek geçici rahatlama sağlaması. Evet kısmen buna başvurmuş olabilirim. Şöyle ki, sevgili Makbule Hocamızın yazısına yaptığım yorumda ego'nun doğuştan gelen bir özellik olduğunu belirtmiştim. Daha sonra yaptığım araştırmaların neticesinde Freud'a göre ego'nun çocukluk yıllarında gelişmeye başladığını öğrendim. Demek ki yanılmış, araştırmadan fikir beyan ettiğim için hataya düşmüştüm. Sonraki aşamada kendimi temize çıkarmak için araştırmalarımı ileri safhaya taşıdım. Bana daha mantıklı görünen ego'nun doğuştan gelen bir özellik olduğuydu. Bunu öngören, beni bu konuda destekleyen başka birileri yok muydu? Jung imdadıma yetişti. Birlikte uzun yıllar çalıştığı Freud ile son dönemde fikir ayrılığına düşmüştü Jung. Ego'nun bilinç olduğunu ileri süren İsviçreli bilim adamı, insan ruhunu üç ayrı katmanda (bilinç, kişisel bilinçaltı, kolektif bilinçaltı) ele alıyordu. Bunu görünce kendimi biraz rahatlamış hissettim. Jung, ego'yu bilinçle eş değer tutuyordu. Madem bilinç dediğimiz şey, çevreyi, olan biteni sezgi ve algılarımızla kavrama ve fark etme yetisi, bu doğuştan gelen bir özellik olmalıydı. Hayvanların da alt düzeyde bilince sahip olduğunu öne süren bilim insanları olduğunu keşfettim araştırmalarım sırasında. Bu sonradan öğrenilen bir şey olamazdı.     

Ego'nun  başvurduğu savunma mekanizmalarının da genel olarak doğuştan kazanılan aygıtlar olduğu kabul ediliyordu bazı bilim insanları tarafından. Savunma mekanizmaları çevreyle uyum sağlamanın yanı sıra yetişkinlerde ruhsal sağlığın korunmasında önemli rol oynadığı ileri sürülüyordu. Karşılaşılan olumsuzluklarla baş etmede etkin rol oynayan savunma mekanizmaları; ego'nun acı veren deneyimlerle daha kolay başa çıkmasına olanak sağladığı dile getiriliyordu. 

Benim ego'yu doğuştan gelen bir özellik olarak görmemde iyilik ve kötülük kavramı etkili olmuştur. İnsanın, taşıdığı genler vasıtasıyla doğuştan iyi ya da kötü özelliklere sahip olacağı kanaatini taşıyordum. Şimdi kafam biraz daha karıştı. Ümiversitede aldığım psikoloji dersinde "Tabula Rasa" terimini ilk kez duymuştum. Bu görüşe göre, insan ilk doğduğunda yoğrulmamış bir hamur halindedir, çevre koşulları onu yoğurur, şekillendirir. Diğer bir ifadeyle insan doğuştan gelen bir kişilik özelliği taşımaz. Yani kolektif bilinç onu yönlendirerek iyi ya da kötü insan yapar. Bu durumda insanın bütün iyi ve kötü davranışlarının sebebini topluma yükleyerek bireyi tamamen aklamış olmuyor muyuz bu durumda?. Kader ve özgür irade kavramlarını çağrıştırıyor bu bende. Fakat konuyu dağıtıp içinden çıkılmaz hale getirmeyeyim. Sonuçta geldiğim noktada "ego" nun, hem doğuştan gelen hem de çevrenin etkisiyle şekillenen bir kişilik unsuru olduğuna karar veriyorum. Bilmem fark ettiniz mi? Makbule Hocamın blogunda yaptığım yorumdaki hatamı fark ettiğimde inkâr yoluna sapıp kendimi haklı çıkarmak için kaç dereden su getirdim. Rahatladım mı, evet.

Mantığa bürüme: Evet, bu yolu da kullandım. Açıklamalarıma mantıksal çözümler üreterek haklılığımı kanıtlamaya çalıştım. Bu da kullandığım ikinci savunma mekanizmasıydı. Fakat bütün bunları biliçdışı yani düşünüp taşınarak değil, fark etmeden yaptım. Rahatladım mı, evet.

Uzun bir yazı oldu, buraya kadar okuyabilenlere bir şirinlik yapayım ve aşağıya Freud ile Jung'un ilişkisini anlatan güzel bir animasyon filmini ekleyeyim. Filmin sonunda Freud'un savaşı kazandığı gibi bir izlenim edinilse de filmle ilgili yapılan pek çok yorumda insanların bu fikre katılmadıkları, Jung'un kuramının daha gerçekçi olduğu belirtiliyor. Anladığım kadarıyla kişisel özellikleri sadece libidoya bağlamak ve "çocukluğuna inelim" deyip insanın yaşam sürecinde gelişen davranış biçimlerini çocukluk döneminden başlatıp tamamen cinsellik ve çevreyle sınırlandırmak tarih oldu gibi. 



12 Ekim 2023 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 216

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili DeepTone'dan. 

"Günümüzde dünyadaki en büyük sorun nedir?"

Öyle bir sorun söylemeliyim ki, çözümü dünyayı huzura kavuştursun. Bu sorunun cevabını biliyor olsam da yerleşik düzene geçtiğinden bu yana insan türü, doğası gereği, yaşamını cehenneme çeviren sömürüyü ortadan kaldıracak bir çözüm bulamadı.

Sömürü derken bu sözcüğü biraz daha açmak gerektiğini düşünüyorum. Zira sömürü, sözlük anlamı olarak sadece istismar sınırı içinde kalmamalı, aynı zamanda adalet ve ahlâk temelinde değerlendirmelidir. Zira istismar; mevcut tanımında sömürü insan ticareti ve cinsellik konusuna hapsedilmiş görünüyor. 

İnsanlık tarihinin ilk zamanlarında karın doyurmanın yolu sadece toplayıcılık, avcılık ya da balıkçılık yapmaktan geçerdi. Bu dönemde insanların birbirini sömürmesi yok denecek kadar az olduğu söylenebilir. Hayvanları evcilleştirilip tarımı geliştirmesi sonucunda insan, yerleşik hayata geçmiş, önce takas yöntemiyle yapılan ticaret, daha sonra paranın icat edilmesiyle birlikte sömürü düzenini getirmiştir. O zamandan bu yana önemi gittikçe artan para, insan elinde en büyük güç, sömürünün ve köleliğin aracı olmuştur. Haklı ya da haksız yöntemlerle parayı eline geçiren birey ve kurumlar diğer insanların emeklerini sömürmeye devam etmekteler. Dolayısıyla dünyadaki en büyük sorun, bana göre, paranın varlığıdır. Sömürüye dayalı para kazanma hırsı, diğer insanların eziyet çekmelerine, yoksul kalmalarına ve hatta ölmelerine göz yuman ve bundan zerre kadar rahatsızlık duymayan insanlar türetmiştir. Paranın cezbedici özelliği savaşların, katliamların ve terörün başlıca nedenidir.

Adaletin olmadığı yerde haksız kazanç ve sömürü vardır. Halk özellikle cahil bırakılıp bazı enstrümanlar vasıtasıyla kandırılmaktadır. Bunların başında din ve milli duygular gelmektedir. İktidar sahipleri din ve milli duyguları sömürerek topladıkları yandaşlarına haksız menfaat sağlarlarken sınıfsal ayrımcılığı körüklemekte, zengini daha zengin fakiri daha fakir hale getirerek kendilerine karşı çıkanlara karşı şiddet uygulayıp onları özgürlüklerinden mahrum etmeye devam ediyorlar. 

Ne yapmalı?

Görünen o ki, ne yapılırsa yapılsın sömürü düzenini ortadan kaldırmak yakın gelecekte mümkün görünmüyor. Ama sömürüyü asgari düzeye indirebilmek için yapılması gerekenleri aklım erdiğince anlatmaya çalışayım: 

Öncelikle adaletsizliğin önüne geçilmeli ve iş, erbabının eline verilmeli. Yasaların düzenlenmesiyle ilgili önemli bir sorun olduğunu sanmıyorum. Önemli olan yasaların uygulanmasında kayırmacılığın, kötüye kullanımın ve yolsuzlukların önlenmesi. İşi ve makamı ne olursa olsun, yasalara aykırı davranan, yolsuzluk yapan, suç işleyen, görevini kötüye kullananlar başkalarına ibret olacak şekilde en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Toplumda düzenin sağlanması ve insanların refahı için farklı yönetim biçimleri denenmiş, bunlardan bazıları halen varlıklarını sürdürmektedir. İnsanın iş üretmede verdiği emek bir değerdir. Sorun, bu değerin farklı işlerde nasıl ve kimin tarafından belirleneceği. Sözgelimi kazma kürekle çalışan bir amelenin bir saatlik emeğinin karşılığı ile bir ressamın bir saatlik fırça sallaması ya da bir cerrahın bir saatlik mesaisi, bir öğretmenin saatlik ders ücreti aynı değerde olabilir mi? Bir bölgede köylülerin hepsi patates yetiştirirken sadece içlerinden biri soğan yetiştirdiğinde verilen emek aynı olsa dahi ortaya çıkartılan ürünün değeri aynı olabilir mi? İşte burada devletin önemli bir rol alması gerekir. Önceden ihtiyacı belirleyen devlet çiftçiye sen patates, sen soğan yetiştir demeli ki haksız kazançların önüne geçilebilsin. Ülkemizde Devlet Plânlama Teşkilâtı dahil halkın faydasına çalışan kurumlar daha verimli hale getirilip geliştirilmesi gerekirken teker teker ortadan kaldırılıyor ne yazık ki.

Eğitim ve sağlık hizmetlerinden bütün vatandaşlar eşit ve hiçbir ücret ödemeksizin faydalanabilmelidir. Eğitim kurumları liyakatli personel tarafından bilimin ışığında hizmet vermeli, hiçbir ideolojinin etkisi altına girmemelidir.

İkinci olarak dini ticaretten ve siyasetten arındırmak, cahil halkın sömürülmesine karşı atılacak en büyük adımlardan biridir. Laik bir devlette fetva veren Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum asla kabul edilemez. Dini kurumlara, ibadethanelere, her türlü cemaat ve tarikatlara devlet desteği verilemez. Bu tür kurum ve yerlerin tek geliri müritleri tarafından yapılacak bağışlardan ibaret olmalıdır. Söz konusu gelir ibadetlerin onarım, restorasyon ve dini eğitim amacı dışında kullanılmamalıdır. Herhangi bir dini kurumun siyaset ya da ticaretle bağlantısı saptandığında derhal faaliyeti yasaklanmalı ve bütün mal varlığına el konulmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığının yegâne görevi dini kurumların faaliyetlerini denetlemek, söz konusu kurumlar bünyesinde yapılagelen tacizleri ve diğer suçları önleyecek tedbirleri almak, mali gelir ve gider tablolarını takip ederek varsa uygunsuzlukları adli makamlara bildirmek, siyasi bağlantılarını ortaya çıkartmak suretiyle etki sahalarını kontrol altında tutmak olmalıdır. Özellikle İslâm dininin bu cendereye sığmayacağını biliyorum. Çünkü İslâm, insanın yaşam tarzından, şer'i hukuka kadar neredeyse her şeyine karışan, kendisinden olmayanı hasım bilen ve gerektiğinde cihat ilân edip yok etmeye çalışan bir dindir. Lâkin yukarıda bahsettiğim önlemler alındığı takdirde muhtemelen camilerin çoğu boş kalacaktır. Çünkü büyük çoğunluk inancı için bağış yapmaz, bir çıkarı yoksa dini bir cemaatin mensubu olmayı tercih etmez. Eğer din gerçekten salt bir inanç ise, bir sömürü aracı olarak kullanılması istenmiyorsa belli sınırlar içinde kalmalıdır.

Üçüncü sömürü aracı milli duygulardır. Milliyetçilik insanları fevkalâde derinden etkileyen bir zehirdir. Hiçbir milletin diğerine göre ne bir üstünlüğü ne de bir eksikliği vardır. Bayrak her milletin birer bağımsızlık sembolüdür, o kadar. Ruh hastası ya da kötü emelleri olan bir diktatör şahsi ikbali için yabancı bir ülkenin topraklarını işgal edecek ben de kalkıp onun çarpık zihniyeti ya da süper güçlerin piyonu olarak evlâdımı ölüme göndereceğim. Vatan, millet, Sakarya! Yok öyle bir şey. Bu topraklar neyimize yetmiyor? Vatan toprağı kutsalmış! Kimin toprağı? Bir avuç zengine peşkeş çekilmiş topraklar mı? Hani ormanları yakıp, kıyıları, doğal güzelliklerimizi, tarihimizi, kültürümüzü tahrip ederek turistik tesisler yapmak suretiyle servetlerine servet katanları mı koruyacağım vatan toprağı diyerek? Söz konusu durum tecelli ettiği takdirde eğer imkânım varsa malımı mülkümü satar gider kendime başka bir vatan bulurum. Kimse de kalkıp vatan, bayrak, ezan sesi kesilmesin diye beni sömürmeye, canlarımı kurban etmeye kalkmasın. Son olarak 11 Eylül ve 15 Temmuz senaryosuna benzer bir tiyatro İsrail'de sergileniyor işte. Sünni Hamas'ı destekleyen Şii İran! İran iktidarının varlık sebebi Yahudi düşmanlığı. İsrail'in bu boyutta bir saldırıya uğraması akıllara sığmıyor. Öyle dolaplar dönüyor ki sade vatandaş olarak bizlerin anlamasına imkân yok. Fakat bu olayların altında yatan yegâne sebep birilerinin iktidarlarını perçinleyerek halkı daha fazla sömürmek. Sivil halk, kadınlar, çocuklar ölüyormuş, ne gam! İktidar hırsı, dini ve milli duyguları kullanıp daha fazla para kazanmak, işte dünyanın en büyük sorunu bu, sömürü... 

6 Ekim 2023 Cuma

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 215

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili DeepTone'dan. 

"Kedi mi köpek mi?"

Yavru kedilere bayılırım. Kardeşleriyle oynaşmaları, bazen masum, bazen de cin bakışları hoşuma gider. Lâkin büyüdüklerinde her kediye cesaretle yaklaşabildiğimi söyleyemem. Yetişkin kedilerden bazıları hain bakar, hatta ne kadar iyi niyetle yaklaşırsanız yaklaşın sırtını kamburlaştırıp üzerinize her an atlayacakmış gibi pozisyon alır, tüyler ürpertici bir tıs sesi çıkartırlar. Bu yüzden büyük kedileri kucağıma alıp sevmişliğim pek yoktur. Fırsatçıdır kediler, en ufak dalgınlığınızda tezgâha sıçrayıp balığınızı, ciğerinizi kapıp kaçarlar. Bir yerde otururken gelir bazıları, ayağınıza sürtünür, tüylerini bırakır üzerinize. Bunu sizi sevdiğinden mi yoksa kendisiyle ilgilenmenizi istediğinden mi yaparlar bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, kediler sizin için bir şey yapmaz, o her zaman efendi, siz onların kölesi konumundasınız. Eğer dışarı çıkmak isterlerse ne yapar yapar bir fırsatını kollar ve biri kapıya geldiğinde çaktırmadan aradan sıvışırlar. Özgürlüğüne düşkündürler, kafeslere konmayı asla kabul etmezler. Kendileri açısından saygı duyulacak bir karakter, bu bakımdan imrenirsiniz onlara. Fakat benim kedilerde en tırstığım şey tırnaklarıdır. O sevimli pembe patilerinin arasında en büyük silâhlarını saklarlar. Çoğu zaman daha iyi can yaksınlar diye tırnaklarını halıların, koltukların ve perdelerin üzerinde törpülerler. 

Bana köpekleri sevdiren Venüs oldu. İlk geldiğinde sadece birkaç günlüktü. Kızım onu ticareti yapılan bir çiftlikten belli bir miktar para karşılığı alıp gelmiş. Bizim için sürpriz olmuştu. Elbette, parayla ev hayvanı almak yanlış bir şey ama o zaman yapılanın yanlış olduğunu bilmiyorduk. Bir süre onu bebek gibi sütle, mamalarla besledik. Golden cinsi köpeğimizin çocukluk ve gençlik yılları yaylada tam da istediği ortamda geçti. Köpekler her şeyden önce tırnaklarıyla can yakmaz. Ama o keskin dişleriyle ısırabilir diyeceksiniz. Demeyin.

Açıkçası köpeklere Venüs'ten önce yaklaşırken ben de tedirgin oluyordum. Özellikle sokakta yürürken karşılaştığınız bir köpek sürüsü hep birlikte havlayıp üzerinize doğru gelirse korkmanız gayet doğaldır. Ben bu tedirginliğimi Venüs'le attığımı söyleyebilirim. Eğer kuduz değillerse ve saldırmak için eğitim almamışlarsa köpeklerin insana zarar verme olasılığı yok denecek kadar azdır. Şöyle ki, en sert kemiği tuz buz edecek kadar güçlü bir çene yapısına sahip Venüs'ün çeneleri arasına elimi koyduğumda karşılaştığım manzarayı görmeliydiniz. İçgüdüsel olarak büyük bir iştahla elimi ısırmaya çalışırken nasıl oluyorsa bunun bana zarar vereceğinin farkına varıp beni incitmemek için muazzam bir efor sarfediyor. Çeneleri titriyor, bir yanı kopar bir parça derken diğer yanı o büyük gücü frenliyor ve asla zarar vermiyor. 

Yine de evde hayvan beslemek pek akıl kârı değil. Bir yandan tatile gideceksiniz, ya da bir iş seyahatine çıkacaksınız, yalnız bırakamıyorsunuz, bir yandan onların özgürlüklerini kısıtlamış oluyorsunuz. Hallerinden memnun gözükmelerine bakmayın, özellikle köpeklerin, en iyi mamaları verseniz, her türlü konforunu eksik etmeseniz bile bir yere bağlı olmaktan, sadece kısa bir süreliğine sizlerle birlikte yürüyüşe çıkarılmaktan hoşlandıklarını sanmıyorum.  

28 Eylül 2023 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 214

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili DeepTone'dan. 

"Bir araştırma yaparken yazılı basılı kaynaklara ve kitaplara başvurmak internete başvurmaktan daha iyi midir?"

İster yazılı basılı kaynaklardan, kitaplardan ister internet üzerinden bilgiye ulaşmak ve bu bilgiyi olduğu gibi araştırmalarda kullanmanın iyi bir yol olduğunu düşünmüyorum. Herhangi bir konuda araştırma yapacak isek, doğru yanlış demeden mümkün olduğunca fazla kaynaktan yararlanıp fikir sahibi olmamız gerekir. Topladığımız bu bilgileri, birbirleriyle kıyaslamak, yazarlarının ideolojik ve kültürel ve bilgi birikimlerini, dönemin özelliklerini dikkate aldıktan sonra aklımıza yatan kısmını doğru olarak kabul edebiliriz. Özellikle dini inançların, ideoloji ve siyasetin etkisi altında yazılan kitaplara ya da internet üzerinde yayımlanmış makalelere çok daha fazla dikkat etmemiz gerekir. 

Uzun yıllar önce oğluma sekizinci sınıf bilgi yarışmasında birincilik ödülü olarak armağan edilen, Fahrettin Erdoğan'ın (1874-1958) kaleme aldığı "Türk Ellerinde Hatıralarım" adlı biyografi ve anı kitabı kısa bir süre önce tesadüfen elime geçip okuduğum kitaplardan biriydi. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk dönem milletvekillerinden olan Erdoğan kitabında, Kurtuluş Savaşı öncesinde Bulgaristan, Romanya, Türkistan, Azerbeycan, Doğu Anadolu topraklarındaki Ermeni, Rus ve İngilizlere karşı yaptıkları mücadeleyi anlatıyor. Aşırı milliyetçi ve muhafazakar karaktere sahip biri. Aslında buna benzer kitapları, yazarına bakıp okumaktan imtina ederim. Çünkü bu kitaplarda bütün Türkler daima mazlum, cesur, cefakâr, çalışkan, vatan sevdalısı gösterilirken Ermeniler, Ruslar ve İngilizlerin hepsi zalim, cani, korkak, tecavüzcü, işkenceci olarak yansıtılır. Ayrıca yazarın kusurlu taraflarına, yapmış olduğu haksızlıklara, hatalara asla yer verilmez. Buna rağmen şu kadarını söyleyebilirim ki kitaptan edindiğim bilgilerin % 10'u bile doğru olsa çok şey öğrendiğim bir gerçek. Sözgelimi Atatürk'ün kurtuluş savaşını başlatmak üzere Samsun'a çıktığı yıllarda Doğu Anadolu'da Kars, Batum ve bazı ilçeleri içine alan "Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti" adında bir devlet kurulduğu, bir yıl kadar ömrü olan bu bağımsız cumhuriyetin İngiliz işgali ile sonlanıp bakanlarının Malta'ya sürgüne gönderildiği bugüne kadar hiçbir yerde gözüme ilişen bir bilgi değildi. Elbette bu bilgiyi farklı kaynakları teyid ettikten doğruluğunu kabul ettim. 

Özetle kaynağın ne olduğu  önemli değil bence. İlk elemede yazarın ya da yayınlayan kurumun kim olduğuna dikkat ederim. Harvard'ın bir makalesiyle Çemişkezek Üniversitesi'nin bir yayınına aynı gözle bakmam elbette. Buradan yabancı hayranı olduğum  anlamı çıkmasın. Çıksa da bence mahsuru yok ayrı. İki ülkenin eğitim düzeyindeki farkı hepimiz biliyoruz. Diğer taraftan bütün Harvard Üniversitesi yayınlarının kayıtsız şartsız gerçekleri yansıttığı iddiasında değilim.

İnternet ulaşılabilirlik bakımından büyük avantaj sağlamakta. Bilgi kirliliği sadece internette değil yazılı basında da var. Bu bakımdan kopyacılık yapmak yerine, farklı ve çok sayıda kaynaktan aklımıza uygun gelenleri dikkate alarak araştırmamızı yapmak en iyisi sanırım.             

20 Eylül 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 213

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Evet, Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili DeepTone'dan. 

"Ekonomik büyüme mi, çevre koruma mı?"

Çevre koruma deyince üç aşağı beş yukarı herkes aynı şeyi anlar. Diğer taraftan ekonomik büyümeden bahsetmeye kalkarsak konu biraz çetrefilleşiyor. Özellikle ülkemizin de içinde bulunduğu geri kalmış ve otokrat yönetimler tarafından idare edilen ülkelerin ekonomik büyümeleri hormonlu. Yani kişi başına düşen gayri safi milli hasılamız artsa da ülkemizde yaşayanların sadece küçük bir kısmı zenginleşiyor, kalan kahir ekseriyetinin fakirleştiği bu durumda ekonomik büyümenin hiçbir anlamı yok. Peki bunun çevre korumayla ne ilgisi var? Şöyle ki o parsayı toplayan küçük azınlık servetlerini artırmak için çevreye en büyük zararı vermekteler Şehirlerde rant odaklı çarpık yapılaşma, hava kirliliği, turizm bahanesiyle deniz kıyılarımızın kirletilmesi, maden çıkarmak için ormanlarımızın yok edilmesi, baraj ve elektrik santralleriyle fauna ve floraya verilen zararların tamamına yakınının müsebbibi başta ülkeyi idare edenler ve onların yasalara aykırı, denetimsiz iş verdikleri insanlar. Elbette bütün bu işler çevreye minimum zarar vermek suretiyle yapılabilir ve memlekette ekonomik büyüme sağlanabilir. Lakin adaletin olmadığı ülkelerde yöneticiler aldıkları rüşvet karşılığında denetim vazifelerini yerine getirmezler ve gözünü para bürümüş bir avuç kodaman ülkenin hatta dünyanın geleceğini karartmaya devam ederler.

Bu hususta sade vatandaşların yapabileceği çok az şey vardır. Demokrasiden anladığımız belli periyotlarla ülkemizi idare edecek yöneticileri seçmek. Ülkemiz üzerinde akla gelmeyen türlü oyunlar oynanarak liyakat sahibi ahlâklı insanları seçme imkânı kalmamıştır. Bize seçmemiz için sunulan siyasi parti liderlerinin, ve onların atayacağı yöneticilerin temelde birbirlerinden hiç farkı yok. Ülkenin bir adım ileri gidebilmesi için çağdaş eğitim ve adaletin tesisi gerekir. Ne yazık ki ideolojisi ne olursa olsun iktidara talip olanların işine gelmez bu durum. Onların tek amacı yalan söyleyerek, göz boyayarak ve algı oluşturmak suretiyle makamlarını korumak ve iktidarı ellerinde tutmak ya da iktidarı ele geçirmektir.

Yukarıda saydığım nedenlerden ötürü çevre koruma, sadece kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olup yasak savma kabilinden birkaç düzenlemeyle geçiştirilen bir olgudan öteye geçemeyecektir. Çevrenin korunmadığı bölgelerde cezayı sadece doğa kesmektedir. Dereler taşar, depremler ve diğer afetler sonucunda birçok can kaybı meydana gelmektedir. Ne yazık ki fatura ağırlıklı olarak yine yoksul kesime kesilir. Tanrı'nın  da pek adil olduğunu söylemek zor bu noktada.

Ne yapmak lâzım peki? Godot'yu bekleyeceğiz. Başka alternatifimiz yok bence!           

19 Eylül 2023 Salı

YUNANİSTAN MACERASI

Son yıllarda en çok görmeyi istediğimiz ülkelerden biriydi Yunanistan. Her seferinde bir aksilik çıkar erteleyip dururduk. Bu kez de aceleye geldi yeterli ön hazırlık yapamadık ama neyse ki şeytanın bacağını kırmış olduk en azından. Geçen seneki ilk plânımız aracımızla Edirne'den girip geze geze Atina'ya kadar indikten sonra geri dönmekti. Son iki senedir araca kasko yaptırmıyorum. Fakat yurt dışına çıkmak için hem aracın kasko sigortası olması hem de yurt dışı için ek bir teminat ödenmesi gerekiyormuş. Yakıt parası vs. düşününce fazla gelmiş, araçla çıkmaktan vazgeçmiştik. Geçen yıl Selanik-İzmir arasında karşılıklı feribot seferleri başlamıştı. Ne yazık ki ilginin az olması sebebiyle bu yıl kaldırılmış.

Geriye iki alternatif kalıyordu. Birincisi; İstanbuldan otobüsle Dedeağaç'a oradan sonra birer gün konaklayarak Gümülcine, Kavala ve Selanik'e geçmek daha sonra mübadele sırasında eşimin dedelerinin geldiği, Selanik'e 70 km mesafedeki Karaferye'yi (şimdiki adı Veria) görmek. Bu alternatif hem çok yorucu olacak hem de zamanımız yetmeyecekti. İkinci alternatif deniz yoluyla Sakız Adası, oradan Pire ve Atina, daha sonra trenle Selanik ve Karaferye'yi görüp aynı rotadan geri dönmekti. İkincisinde karar kılarak internet üzerinden feribot, tren biletlerini alıp Selanik'te konaklayacağımız yeri ayarladık.

Çeşme-Sakız Adası arasını Sunrise Lines'ın San Nicolas feribotuyla Sakız Adası-Pire arasını Bluestar Ferries'in Nissos Samos adlı yolcu gemisiyle yapacaktık. Verilen bilgi notunda iki saat önceden limanda olmamız gerektiği yazıyordu. Biz de İzmir'den erken yola çıkıp aracımızı bir akrabamızın evinin önünde park edip limana yürüdük. Aslında o kadar erken gitmemize gerek yokmuş, bir saat kadar kala limanın önüdeki acenta kapısını açtı ve check-in yaptırıp biletlerimizi aldık. Bu bekleme süresini hemen acentenin ve limanın karşısındaki bir kafede geçirirken ilk şoku orada yedik. İçinde incecik bir kaşar diliminin olduğu bizim gevrek dediğimiz simitin eetiket fiyatı tam 120 TL'ydi. Biraz düşününce hak verdik, dışarıdaki fiyatlariçin bizleri alıştırmaya çalışıyorlar herhalde dedik!. 

Pasaport konrolünden geçtikten sonra feribota bindik. Külüstür bir şeydi. Eşimin akrabaları duymasın sahipleri oldukları Ertürk Feribotlarından almamıştım bileti. Oysa onlar Sakız Adasına olan mesafeyi 20 dakikada alırken bizim külüstür Yunen feribotu San Nicolas'la yolculuk 35 dakika sürecekti. Neyse deniz havasını alarak gideriz, sorun değil dedik. Sakız Adasına vardığımızda gümrükten geçerek burnumuzun dibindeki Yunan topraklarına adım atmış olduk. Akşama kadar vaktimiz vardı. Sakız Adasının köylerine özellikle adanın güney kısmına günlük turlar var. Fakat ne yazık ki bütün yerler doluymuş. Belki gelmeyen olur diye saat 11.30'a kadar bekleyin dediler. Ama gelmeyen olmadı. Dönüşümüz hafta sonu olduğu için daha kalabalık olur şimdiden yerinizi ayırtın dedi görevli Nikolas. Hoş ve ilgili bir adamcağız, eşyalarınızı yazıhanede bırakabilirsiniz dedi, ilgilendi. Eğer vazgeçerseniz paranızı iade ederiz sorun değil dedi. Peki dedik 20'şer Euro ödeyerek iki kişilik yer ayırttık dönüşte tura katılmak için. 

İlk günümüz Sakız'da geçti böylece. Küçük bir yer, çarşıları, kafeleri alışveriş yerleri var. Adanın en meşhur ürünü adından da belli olduğu üzere sakız. Eşim kurabiye ve tatlılarda kullandığı için bir miktar aldık. Kilosu 250 Euro diye söyleniyordu. Sanırım bizimki 180 Euro civarına geldi. Limana yakın, ana caddenin bir sokak gerisinde Retro adında güzel bahçesi olan bir kafeye oturup kahvaltımızı yaptık. Belli ki Türkler çok ziyaret ediyor burayı. Türkçe olarak "kahvaltı 6 Euro" yazıyordu. Kocaman kızarmış bir yumurtalı tost ekmeği, domates, salatalık, zeytin tabağı bize gayet uygun geldi. Uygun geldi derken insan bir süre sonra alışıyor bu ülkenin parasına, ne kadar ucuz dediğimiz şeyleri TL'ye çevirdiğimizde olayın vehameti yani paramızın ne kadar değersiz bir hale geldiği çıkıyor. Deniz boyunca kafelerin, birahanelerin, restaurant ve börekçilerin dizildiği uzun bir cadde ve arkasında alışveriş mekanlarının olduğu bir bölgenin dışında fazla görülecek bir yer yoktu. Öğlen saatlerinde zaten esnaf siesta yapıyor, her yer kapalı. Meşhur bir dondurmacı varmış, ev yapımı! Gittik tabii. Son derece sıradan, İzmir'de her yerde yediğimiz dondurmadan farkı yok. Euro ödedik tabii, fazla değildi. Ne zaman ki TL ye çevirdim, vay be dedim, bu dondurmaya bu fiyat! Eşime söylemedim, onun da belki ilk kez sormamasına sevindim. Zaman geçmek bilmiyor, gez gez yorulduk. Sahildeki birahanelerden birine oturduk sonunda. Ben biramı söyledim, yanında bir de çerez tabağı getirdiler. Epey oturduktan sonra limana doğru yürüdük. 

Yunan topraklarında olduğumuz için artık pasaport kontrolü yok. Nissos Samos limanda bizi bekliyor. Yolcu gemisi Çeşme'den Sakız Adasına geldiğimiz feribottan çok daha büyük. Bir yandan araçlar gemiye alınırken bilet kontrolünden geçip en az yedi katlı geminin yürüyen merdivenlerinden yukarı çıkıyoruz. Biletimizin üzerinde koltuk numarası yazmıyor, ekonomi sınıfı olduğu için olmalı. Demek ki isteyen istediği koltuğa oturabilir diye düşünüyorum. Yolcu sayısı fazla olmasına rağmen gemi çok büyük olduğu için fazla kalabalık görünmüyor. İki kat çıktıktan sonra geminin ön ve arkasında yer alan iki kafeteryadan yemek, sandviç, içecek ve atıştırmalık satışı yapılıyor. Ortada masalar ve kafeterya tipi basit koltuklar var. Yemeğini, içeceğini alan buralarda oturuyor. Gemideki görevlilerden birine bileti gösterip nerede oturacağımızı soruyorum. Bize kafeterya sandalyelerini gösteriyor ve gemide epey boş yer olduğunu daha sonra gidip rahat, pullman koltuklara geçebileceğimizi söylüyor. Gidip boş koltuklardan ikisine geçiyoruz eşimle. Koltukların kolçaklarında numaraların olması biraz işkillendirse de sorun etmiyorum ama dönüş yolunda bunun ne anlama geldiğini acı bir şekilde öğreneceğiz. Yaklaşık beş koltuk ara ile tavandan sarkan birer tv, sesleri kapalı olarak farklı Yunan kanallarını gösteriyor. Dokuz saat sürecek gece yolculuğumuz rahat bir şekilde ilerlerken kâh kitap okuyoruz, kâh koltuklarımızı yatırıp uyuyoruz. Arada bir kalkıp gemiyi tanımaya çalışıyorum, üst katları kolaçan ediyorum, geminin ön bölümünde ortadan bir kapıyla girilen kamaralar yer alıyor. Bazen güverteye çıkıyor ve denizin serin kokusunu içime çekiyorum. Ön tarafta denizi yara yara ilerleyen geminin oluşturduğu beyaz köpüklü dalgaları seyrederken hayaller kuruyorum. Gemi uzaktan ışıkları yansıyan Ege adalarının arasında hızla yol alıyor. Adını bilmediğim iki ya da üç adaya yanaşıp yolcu indiriyor, yeni yolcular alıyor. Uzun bir yolculuk, haliyle karnımız acıkıyor. Kalkıp kafeteryadan soğuk zero kolamızı alıp eşimin marifetli elleriyle hazırladığı kekleri, börekleri atıştırıyoruz.

Yolcuların hemen hepsi Yunan vatandaşı, diğer ülkelerden bazı yolcular da var ama Türk'e hiç rastlamadık. Sağlı sollu yüzlerce koltuğun yer aldığı salon ve kafeteryaların çevresinde yadırgadığım görüntüler çarpıyor gözüme. Koltukların büyük kısmı boş olmasına rağmen insanların bir kısmı, özellikle genç olanlar, uyku tulumlarına girip sere serpe boş yerlere uzanmışlar. Bazıları yere battaniye, çarşaf sermiş etrafına aldırmaksızın evlerindeki yataklarındaki gibi rahat bir şekilde yatmış, uyuyorlar. Orta ve ileri yaştakiler kafeterya kanapelerine serilmişler, bazıları ayaklarını boş buldukları koltuklara uzatmışlar. Kırda piknik yaparcasına salonun dört bir köşesi yerde uyuklayan insanlarla dolu. Bende yanlışlıkla göçmenleri taşıyan bir gemiye mi bindik hissi uyandıran bir görüntüydü bu. Telekom'dan aldığım haftalık internet paketi işime çok yaradı. Google haritalardan geminin Ege denizindeki konumunu an be an takip ediyordum. Geminin yanaştığı adaların adlarını buradan görmek mümkün ancak Yunan alfabesini bilmeden bunu anlamak imkânsız. Pire limanına yaklaşırken yine güverteye çıktım. Dokuz buçuk saat süren uzun yolculuğumuzun sonuna gelmiştik.

Plâna göre gemiden iner inmez tren garına gidip önce sekiz buçuk km mesafedeki Atina'ya, oradan da yine trenle Selanik şehrine geçecektik. Biletleri internet üzerinden almıştım, zamanımız sınırlıydı. Liman çıkışında lokomotif işareti olan bir tabelayı takip edip liman dışına çıktık. İstasyonu sormak istiyoruz, insanların çoğu İngilizce bilmediklerinden anlaşmak hiç kolay değil. Taksilerden birine fiyat sorduk 20 Euro istedi. Oysa zaman olsa yürüyüş mesafesinde ulaşabileceğimiz bir yere gidecektik. Gençlerden fayda vardı. Hemen ilerimizde genç bir kıza sorduk. Oradan kalkan şu numaralı otobüse binerseniz sizi götürür istediğiniz yere dedi. Bileti nereden alacağız, ya da otobüste bilet alabiliyor muyuz diye soracak olduk, sorun değil bilet almanıza gerek yok dedi. Acaba doğru yere mi götürecek heyecanı içinde otobüse bindik. Sonradan öğreniyoruz ki, otobüs ve metrolarda genel olarak bilet kontrolü yapılmıyormuş. Fakat denetleme esnasında biletinizin olmadığı ortaya çıkarsa bilet ücretinin 60 katı kadar ceza ödemek zorunda kalınıyormuş. Bu uygulama Avrupa ülkelerinin çoğunda var. Yine navigasyondan takip ediyorum yaklaşık 1.200 metre yürüyüş mesafesindeki hedefimize an be an uzaklaşıyoruz. Normaldir bu otobüs trafikteki yolları kullanacak. Yaklaşık iki üç km yol gittikten sonra iniyoruz. Köprüyü geçin orada tren garını göreceksiniz diyor gençlerden biri. Neyse, sonunda gara varıyoruz. Bilet gişesinin önündeki yaşlı bir amca ile gişe görevlisi teyzemiz kendi dillerinde tartışıp duruyorlar. Trenimiz on dakika sonra kalkacak ve bağlantılı olarak Atina'dan Selanik trenine yetişeceğiz. Sohbetleri uzadıkça uzuyor, eşim sinir küpü. Araya giriyorum, yaşlı amca dur, sıranı bekle anlamında Yunanca bir şey söylüyor sakin bir üslûpla. Ve göz göre göre treni kaçırıyoruz! Ve ben o anda pişman oluyorum, bileti önceden aldığıma. Evet, gidiş dönüş internet üzerinden daha ekonomik ancak en ufak bir aksamaya tahammülü yok. Yaşlı adamın işi bitip gittikten sonra durumu gişedeki teyzeye anlatıyoruz. Sorun değil diyor bir sonraki tren on beş dakika sonra kalkacak onunla gidersiniz. Başka çaremiz mi var? Hem Atina hem de Selanik biletlerini alıp perona çıkyoruz.

Bir gezi yazısında okumuştum. Pire'den kalkan banliyö trenleri önce ara istasyonları ağır ağır geçiyor ve daha sonra hızlanıyorlarmış. Henüz iki istasyon geçmşken, yani daha hızlanma aşamasına gelmeden trenimiz duruyor ve bir anda bütün vagonların boşaldığını fark ediyoruz. Yine gençlerden biri trenin arıza yaptığını başka bir trene aktarma olacağını söylüyor. Hangi trene? Tren ortada yok. Bekle bekle, tamam diyorum artık, Selanik treni kaçtı. Peronda tren gözüktüğünde bir demiryolu görevlisine durumu anlatmaya çalışıyorum. Şansıma adam İngilizce konuşabiliyor. Tamam merak etmeyin ben durumu telefonla karşı tarafa bildiririm diyor. Hiç ümitlenmiyoruz. Bir mucize gerçekleşiyor, aktarma yaptığımız tren Atina garında perona yanaşır yanaşmaz aşağı iniyoruz ve görevli genç bir kız bizi karşılıyor, Selanik trenine yetişecek yolcu siz misiniz diye sorduktan sonra beni takip edin hemen diyor. Peşinden koşturup merdivenleri çıkıyoruz, biletimizde yazılı vagon numarasına bile bakmadan nefes nefese bizi Selanik'e götürecek trene bindiriliyoruz. Bu noktada Yunan demiryollarının sorumluluk anlayışına şapka çıkartıyorum.

Yaklaşık beş saat süren tren yolculuğumuz hayli keyifli geçiyor. Bir saat kadar sonra vagonların arasındaki çifte kapılardan geçip altı yedi vagon ilerliyoruz. Geldiğimiz vagon kafeterya olarak tanzim edilmiş. Tezgahın arkasındaki görevli hanıma birer kahve söyleyip boş masalardan birine oturuyoruz. Neyse ki telefonlarımızı şarj edecek prizler var masanın yanında. Zira telefonlarımızın şarjı neredeyse bitmek üzere. Yol boyunca geçtiğimiz güzergâh yeşille mavinin içiçe geçtiği doğal güzellikleri seyre dalarken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyoruz. 

Selanik tren garına öğleden sonra vardığımızda saat dört civarıydı. Turistik gezilerimizde konaklayacağımız yerin konumuna önem veririm. Eşim için önemli olan ise temizliği. Her ikisini sağlayan bir daire ekonomik bakımdan da daha uygun görünüyordu. Telefondan navigasyonu ayarladım ve 1.100 metre yürüdükten sonra dairemize gelip yerleştik. Temizlik ve konum itibarıyla beklentimizin de üzerindeydi. Hemen şehri gezmeye çıktık, çünkü sonraki günü tamamen Karaferye'ye (Veria) ayırmıştık. Eşim atalarının bir asır önce yaşadığı toprakları özellikle görmek istiyordu. Selanik'e gelip da Atamızın doğduğu evi ziyaret etmeden dönmek olmaz. İnternet'ten baktığımda ziyaret saatinin neredeyse biteceğini fark ediyoruz. Saat beşe bir çeyrek saat kala bir taksi çevirip şansımızı deneyelim dedik. Yol boyunca şöför yarım İngilizcesiyle hayat pahallığından dert yanarken Euro'ya geçilmesiyle birlikte Almanların sömürgesi olduk diyor. İçimden sen bir de Türkiye'yi gör diyorum. Atatürk'ün evine geldiğimizde kapanışa sadece beş dakika vardı. Görevliler yardımcı oldular ve üst kattan başlayıp aşağı doğru katları ziyaret etmemizi biraz da elimizi çabuk tutmamızı istediler. Bu ziyaretin kısa sürmesi aslında iyi de oldu. Atatürk'ün çoğunu bildiğimiz hayatı ve yaptıklarını anlatan yazılar, Zübeyde Hanım'ın ve Atatürk'ün biri gençlik diğeri ileriki yaşlarda olmak üzere iki adet balmumu heykeli ve birkaç bakır tas ve çatal bıçak takımı dışında bir şey yoktu. Fakat yine de o havayı solumak, gördük diyebilmek önemliydi bizim için. 

Atatürk Evi'nden sonra merak ettiğimiz ikinci yer, tabii ki Beyaz Kule'ydi. Ana caddelerinden biri boyunca yürüyerek sahile doğru indik. Beyaz Kule tüm ihtişamıyla karşımızdaydı. Dedikleri gibi şehrin sahil bandı İzmir'i andırıyor. Biraz ileride Selanik'in en önemli meydanı Aristoteles Meydanına vardık. Bu civarda güzel kafeler, restaurantlar ve nezih bir ortam var. Hava kararmaya başlarken yorgunluğumuzu gidermek için kafelerden birine oturup biramızı yudumlarken bir şeyler atıştırdık. Aslında tavernalardan birine gitmek istiyordum fakat karnımız doymuştu. Gezilecek birkaç tarihi yapı olmasına rağmen bizim tercihimiz şehrin havasını koklamak ve yerel mutfağını keşfetmekten yana oldu. Ertesi gün için Veria'ya gidecek otobüs terminaline gitmeye koyulduk. Epey bir mesafe yürüdükten sonra yanlış yere geldiğimizi söylediler. Meğer Selanik'te iki otobüs terminali varmış. Bizim gitmemiz gereken yer Makendonya Otobüs Terminaliymiş. Yürümekten bitap düşünce bir taksi çevirdik, bu sefer doğru yere vardık. Gişeler yeni kapanmıştı, erken saatlerde gelirseniz biletinizi buradan alabilirsiniz dediler. Önceden edindiğim bilgi beni şaşırtmıştı aslında. Selanik-Veria arası otobüsle 2,5-3 saat sürüyor deniliyordu. Gerçekten de otobüs 70 km lik yolu aradaki köylere uğrayınca o kadar uzun vakit alıyormuş ancak ekspres servislerde bir saat civarında sürüyormuş yol. Bu bilgiyi aldıktan sonra yine bir taksiye atlayıp dairemize döndük. O gece güzel bir uyku çektik. 

Sabah ssat 9.30'da ilk otobüs kalkıyordu. Erkenden taksiyle garaja vardık ve biletlerimizi aldık. Otobüsümüz tam saatinde kalktı. Navigasyonum açık bir halde geçtiğimiz yerleşim yerlerini, dereleri takip ediyordum yolculuk sırasında. Etrafı tarlalarla çevrili dümdüz yolda sabit bir hızla ilerledikten sonra ata topraklarını görme heyecanı her ikimizi de sarmıştı. Akşama kadar koca bir gün geçirecektik bu şehirde. Otobüs garaja varır varmaz, şehri tanımaya koyulduk. Turistik bir belde değil burası. Eşim anlatıyor, dedelerinin bir akarsunun kenarında büyük bir evleri varmış. Önce Yahudilerin Sinagogu ve onların yaşadığı mahalleyi geziyoruz. Yunanistan'da en büyük derdimiz Grek alfabesi. Çoğu kez tanıtım levhalarında Latin harfleri bile yok. Sözgelimi Veria'nın "V" harfi onlarda "B" ne alâkaysa. Neyse ki matematik ve fizik formüllerinden hatırladığım bazı sembol harflerle durumu kurtarmaya çalışıyoruz. Şimdi bütün gayretimiz Vera suyunu ve aynı bölgedeki Barbouta bahçelerini bulmak. Geniş bir meydandaki ahşap kanapelere oturmuş üç yaşlı teyze muhabbet ediyorlar. Onlardan birine yanaşıp Barbouta bahçelerini ve akarsuyu soruyorum. Kadın tek kelime İngilizce bilmiyor fakat Yunanca bize durmadan bir şeyler anlatıyor. Adının Dorothea olduğunu öğreniyoruz. 

Dorothea, bizim bu seyahatte aklımızda en kalıcı anlardan biri oldu. Smyrna'dan geliyoruz deyince daha da coştu. Devamlı bizimle Yunanca konuşmaya devam ederken anlamadığımızı bilmesine rağmen hız kesmiyor. Barbouta bahçelerine nereden gidebiliriz diye sorunca yanındaki iki kadına hoşçakal bile demeden önümüze düşerek kılavuzluk etmeye başlıyor. Kadın konuşmaya hasret kalmış demek ki. Eşimle gülmemek için kendimizi zor tutuyoruz. Dorothea Teyze önde biz arkada ilerlerken muhtemelen bize Barbouta bahçelerinin tarihini anlatıyor fakat gram bir şey anlamıyoruz. Bu durumun kadıncağız için hiç önemi yok, el kol işaretleriyle bir şey demek istiyor. Buradan da gidebiliriz ama iyisi mi biz şu merdivenleri kullanalım demek istedi sanırım. Sonunda yanında şırıl şırıl, şirin bir derenin aktığı salaş sayılabilecek bir kafeyi göstererek burada bir şeyler yiyip içebilirsiniz dediğini tahmin ediyorum. Teşekkür ederken buyrun birlikte birer kahve içelim teklifimizi nazikçe geri çeviriyor ve samimi bir şekilde vedalaşıp yanımızdan ayrılıyor. Biz de merdivenlerden çıkıp kafeye giriyoruz. İlginç bir servis yöntemi var kafenin. Aşağıda dere kıyısındaki masalardan birine oturuyorsunuz. Masaların yanındaki telefonda 2 tuşuna basıp siparişinizi veriyorsunuz. İstedikleriniz hazırlandıktan sonra teleferikle masanınızın yanına geliyor. Yunanistan seyahati boyunca yediğimiz en güzel Greek saladı burada yedik. Gürültüden uzak, sadece derenin çağıltısı eşliğinde yarım saat kadar keyifli bir zaman geçirdik. 

Hesabı ödeyip kafeden ayrılır ayrılmaz bir sürpriz bizi bekliyordu. Birkaç yağmur damlası başımıza düştüğünde yaz yağmuru deyip önemsememiştik. Yahudi mahallesinin dar sokaklarından şehir merkezine doğru ilerlerken yağmur tüm şiddetiyle bastırdı ve biz kendimizi ıslanmaktan koruyacak bir sundurma dahi bulamadık. Caddeye çıkıp bir taksi arayışına giriştik, yolların sele dönüştüğü yağışta taksiciler bizi bekliyordu sanki. Nafile bekleyişten sonra eşim otostop yapalım dedi, iyi yapalım da nereye gideceğiz bilmiyoruz, ne diyeceğim ben insanlara dedim. Neyse ki duran hiçbir vasıta olmadı ve sırılsıklam ıslandık. Sonunda bir pastaneye sığınıp yağmurun dinmesini bekledik. Yaklaşık kırkbeş dakika sonra yağmur kesildi ve güneş yüzünü gösterdi. Eşimin en büyük arzusu ata topraklarını görmekti benimse daha çok yerel bir tavernada uzoyla deniz ürünlerinin tadına bakmaktı. Bir yandan yine yağmura yakalanırız korkusuyla adımlarımızı açarak şehrin merkezinde şirin bir tavernaya vardık. Kalamar, karides güveç, Greek salad ve uzodan oluşan menümüz geldiğinde keyfime diyecek yoktu. Ancak eşim kalamar tavayı sevdiğinden ızgarası pek hoşuna gitmedi. Güveç de istediği gibi değildi. Veria'nın bir de meşhur revanicisi varmış fakat oturacak yeri olmadığı için sen burada otur ben gidip alır gelirim dedim. Bulunduğumuz yere yakın küçük bir dükkândı. Bazı şeyler değerinden çok daha fazla ünleniyor nedense. Sıradan bir revani tatlısıydı, çok daha iyilerini ülkemizde yemiştik. Fakat yine de tatlı yani, oturup afiyetle ağzımızı tatlandırdık. 

Otobüsümüzün dönüş saatine daha çok var. Veria'yı hakkını vererek gezdik bu sayede. Yıkık dökük camiler, kiliseye çevrilenler, kiliseler ve tarihi yapıları gördük, şehrin havasını kokladık ve tam zamanında terminale vardıktan sonra Selanik'e dönüş yolculuğumuz başladı. 

Akşam saatlerinde Selanik'i son kez görme imkânımız oldu. Bir taksi tutup doğrudan otobüs terminalinden şehir merkezine vardık. Caddeler bu saatlerde oldukça canlıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse yeterince zaman ayıramamıştık bu şehre. Aslında gezdiğimiz yerler İzmir Alsancak'ın bir kopyası. Yorgun düşünce yine bir kafeye oturup ben biramı eşim de kolasını yudumlarken bir şeyler atıştırıp şehri seyre daldık ve geç saatlerde dairemize döndük. 

Sabah erken saatlerde yürüyerek tren istasyonuna geldik. Selanik'ten Atina'ya oradan da Pire'ye geçtik. Dönüş yolculuğumuz biraz da neyi nerede bulacağımızı bildiğimiz için sorunsuz ve rahat geçti. Pire'ye vardığımızda geminin saatine daha epey zaman vardı. Limanın karşısında bir pastanede oturup kahvaltımızı yapalım dedik. Eşimin öğrendiğine göre börekleri güzelmiş Yunanların. Yediğimiz feta peynirli börek gerçekten de muhteşemdi. Pire şehrinde bir süre çarşı pazar dolaştıktan sonra eşimin ısrarıyla birer bilet alıp belediye otobüsüne bindik. Niyetimiz biraz şehri turlamaktı. Daha önce belirttiğim gibi bilet kontrolü yok, otobüse bindikten sonra okutman gerekiyor sadece. Uyanıklık edip biletlerimizi okutmadık. Aslında otobüsün nereye gittiğini bilmiyoruz, rastgele birine atladık. Otobüs bir durak gittikten sonra ikinci durakta tamamen boşaldı. Meğerse son durakmış! Hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Durduğumuz yer aslında son durak gibi durmuyordu. Güzel sahil yolu boyunca upuzun ilerleyen bir yoldu. Biz ileri gitmek istiyoruz, sor bakalım şunlara dedi eşim, ileride ne var? Soru bana garip geldi, adamlar siz nereye gitmek istiyorsunuz diye sorsa cevabımız hak getire. Neyse ki duraktakilerin ve şöförlerin hiçbiri İngilizce bilmiyorlardı, anlaşamadık. Bir süre sonra gençten bir çocuk geldi. Biz dedik limana dönmek istiyoruz, hangi otobüse binmemiz lâzım. Yolun karşı tarafında bir durak gösterdi. Bir çeyrek saat sonra otobüsün biri geldi durağa ve şansına bindik. Biletimizi yine okutmadık. Bu kez şansımız yaver gitmişti. Belediye otobüsü bizi öyle bir gezdirdi ki değme turlar halt etsin. Önce Paşa Limanı denilen ve yatların barındığı güzel bir koyun etrafından dolaştı, sonra aşağı yukarı şehrin bilinen bütün caddelerinden geçerek yoluna devam etti. Bir gözüm navigasyonda bir gözüm saatte maceralı bir yolculuğun içinde bulduk kendimizi. Zira geminin kalkış saati yaklaşıyordu, ve biz Atina'ya doğru yaklaşırken Pire'den mütemadiyen uzaklaşıyorduk. Ve Atina'ya geldik Akropolün etrafından dolaştık. Hani biraz daha ilerlese inip bir taksi tutup limana yetişmeyi düşündüğüm bir anda son durağa geldik. Aynı otobüse yeniden binip dönüş yolculuğumuz başladı, limana yakın bir durakta indik ve gemiyi kaçırmadan maceralı turumuz sağ salim tamamlanmış oldu.

Sakız'a dönüş yolculuğumuz tam bir felâketti. Gelirken gemi boşken dönüşte tıklım tıklım dolu. Hiçbir yerde ne boş koltuk ne de sandalye var. Sekiz dokuz saatlik yolculuk ayakta nasıl çekilecek. Tecrübeli olanlar, yerlere şilteleri sermişler, uyku tulumları içinde keyif sürüyorlar. Bazıları açık güvertede serin rüzgâra aldırmaddan kıvrılıp uzanmışlar. Neyse ki bir boş sandalye gözümüze ilişti. Eşimi oturttum. Koltuktaki gibi rahat değil ama hiç yoktan iyidir. Bir ara eşim sandalyesini bana emanet ederek boş koltuk avına çıktı ve gülerek geldi yanıma. Sandalyemizin üzerine eşya bırakıp koltuklara geçtik. Ben güverteye çıktım, biraz dolaşıp döndüğümde eşimin yerinde olmadığını gördüm. Koltuğun sahibi gelmiş ve eşim de kalkıp eski sandalyesine dönmüş. Benim için zor bir yolculuk değildi, sık sık açık güvertede vakit geçirdim ama eşim için üzüldüm doğrusu. Bir daha yolcu gemilerinde ekonomi sınıfından bilet almamayı öğrenmiş olduk bu sayede.

Sabahın ilk saatlerinde Sakız Adası'ndayız. Vakit oldukça erken ama börekçiler açık. Yine şu feta peynirli börekten aldım açık börekçilerden birinden ve doğruca ilk gittiğimiz Retro Cafe'ye gittik. Hava tam olarak aydınlanmamış. Telefonlarımızı şarj edecek prizlerin yerini biliyoruz nasıl olsa. Üstelik internet şifremiz de var. Fakat sabah ayazı eşimi rahatsız ettiği için börekleri aldığımız salona dönüp uzunca bir süre vakit geçirdik. Saat on buçuk'ta Sakız Turumuz var. Biletleri önceden almıştık. 

Tur çok güzel geçti. Sakız Adası'nın en meşhur turu Güney turu. Pyrgi ve Mesta köyleri oldukça turistik yerler. Türk rehberimiz ağırlıklı olarak Ertürk Lines yolcularına hizmet eden sempatik bir hanımefendi. Sakız Adası deyince damla sakızının nerede nasıl yetiştirildiğine dair önemli bilgiler veriyor. Sakız en önemli gelir kaynağı adanın. Merkeze 25 km mesafediki Pyrgy köyü kendine özgü mimarisiyle oldukça ilgimizi çekti. Cenevizli korsanlardan korunmak üzere yapılmış labirent şeklindeki dar sokakların arasında kaybolmamak mümkün değil. İki köyün arasında verilen molada yine Akdeniz usulü güzel bir yemek yedikten sonra dönüş yolculuğuna başladık. Başladık başlamasına da bizim feribotun hareket saatiyle otobüsün dönüş saati aynı. Sardımı bizi yine bir heyecan. Hem acenteye hem de rehbere durumumuzu anlatmamıza rağmen son derece rahat davranmaları bizi huzursuz ediyor. Tam şehre geldik ki trafikten ilerleyemiyoruz. Karşıda bizim feribotu görüyorum. Otobüsten adımımızı attığımız anla feribotun kalkışı aynı zamana denk geldi. Rehber bizi sakinleştirmeye çalışıyor. Önceden söz verdiği gibi sorun değil sizi artık Ertürk feribotuna bindireceğiz diyor. Yarım saat sonra kalkacak bir feribot bu, fakat diğerine göre çok daha hızlı. Rehber hanım hemen gereken işelmleri yapıyor ve bize biletlerimizi veriyor. Gümrük ve pasaport kontrolünden geçtikten sonra Çeşme'ye doğru ilerlerken maceralı yolculuğumuzu tamamlıyoruz..