KATEGORİLER

17 Aralık 2020 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 7


Hayat asla adil değil. Tatar Necla, hayatın bu adaletsizliğinden fazlasıyla nasibini almış bir komşumuzdu. Annem yaşlarındaydı ama ona nedense hep "Necla Abla" derdik. Daha önce bahsettiğim Saime Teyzenin büyük kızı,  bahçelerinde bizleri sazıyla eğlendiren Sedat abinin ablasıydı. Akraba evliliği yapmıştı Ali Amca'yla. Mahallemizin en zengin ailesi olduğunu düşünürdüm eskiden, fakat altlarında bir arabaları bile yoktu. Sahiden ya, şimdi hafızamı iyice zorluyorum, evet, çocukluğumun sokağında araba sahibi hiçbir komşumuz yoktu. Üç çocukları vardı. En büyükleri Gülnur Abla, sonradan genetik olduğu anlaşılan epilepsi türü bir hastalıktan mustaripti, çocukken kendini belli etmeyen, yaş ilerledikçe elden ayaktan düşüren ve yirmili yaşlarda ölümle sonuçlanan kötü bir hastalık... Arada bir tedavi için Almanya'ya giderlerdi. İkinci çocukları Tatar Mustafa ile aynı yaştaydık. Çevik, cin gibi bir çocuktu. Birlikte çok haşarılık yapardık. Bir keresinde, sanırım henüz ilkokula başlamamıştık, oyun olsun diye alt caddede yoldan geçen arabalara küçük taşlar fırlatıyorduk. Bunu fark eden arabalar yavaşlıyor, bizi görünce çocukluğumuza verip yollarına devam ediyorlardı. Bu durum bizi daha çok neşelendiriyor, cesaretimizi arttırıyordu. Bir süre sonra arabalardan biri durdu, geri manevra yaparak ara sokağa girip park etti. İçinden hırsla çıkan sürücüyü görünce ödümüz kopmuş, tabana kuvvet kaçmaya başlamıştık. Mustafa çoktan gözden kaybolmuştu ama ben iyice gerilerde kalmıştım. Korkudan altıma yaptığımı net olarak hatırlıyorum. Adam kısa sürede beni yakalamış ve koltuk altlarımdan tutup yolun kenarına bıraktıktan sonra Mustafa'nın peşinden koşmaya devam etmişti. Neyse ki ona yetişmeyi başaramamış, arkadaşımın annesini pek de nazik olmayan bir üslupla çocuğuna terbiye vermesi hususunda ikaz etmekle yetinmişti. 

Gülnur, yirmili yaşların başında vefat etmiş, Mustafa'da hastalığın belirtileri başlamıştı. Sokakta oyun oynarken aniden yere yığılır, gözleri kayar ve titreyerek kasılırdı. Durumu gören mahalleli etrafında toplanır, başından aşağıya soğuk su dökerler ayılmasını beklerlerdi. Annesi, gözlerinin önünde ablası gibi günden güne eriyen evladının bu haline çok üzülürdü. Akıbeti bir süreliğine geciktirmek için tedavi amaçlı Almanya ziyaretlerinin yanı sıra çocuklarının kullanmak zorunda oldukları pahalı ilaçlar aileye ciddi bir maddi külfet oluşturuyordu. Ortaokula giderken mahallemizde ilk siyah beyaz televizyon onların evine alınmıştı. Mustafa'yla olan samimiyetim sayesinde diğer çocuklar pencerenin önünde, birbirlerinin üzerine yığılarak ucundan kenarından televizyon ekranını görmeye çalışırken ben her akşam Mustafa'yla birlikte o zaman bizler için muhteşem bir yenilik olan beyaz camı büyük bir keyifle izlerdik. Sonraki yıllarda Mustafa'nın durumu da aynı ablası gibi günden güne kötüleşti. Otuzlu yaşların başında ömrünü tamamladığında kullandığı ilaçlar onun acılı yaşamını ancak on yıl uzatabilmişti. Ailenin küçük kızları Saime sarışın, mavi gözlü bir çocuktu. Hiç olmazsa ona bir şey olmasın diye üzerine titriyorlardı. Neyse ki Saime'de hastalık kendini göstermemiş, bu durum zavallı ailenin en büyük tesellisi olmuştu.

Tatar Mustafa'ların evinin yan tarafı çıkmaz sokağa açılıyordu. Sokağın sonunda etrafı kocaman kayalarla çevrili geniş bir meydan vardı ve taştan bir merdiven vasıtasıyla üst sokağa çıkılırdı. Buradaki evlere ev demek için epey bir şahit isterdi. Çoğu tek göz oda ile küçük bir tuvaletten ibaret sığınaklar işte. Girit göçmeni ihtiyar dul kadınların ömürlerinin son günlerini geçirdikleri yerlerdi buraları. Onlardan birini hiç unutamam. "Zeynepaçi" derlerdi. Akşamları mahalleli çiğdem çitlemek için kapı önlerine döküldüğünde Zeynepaçi elinde bastonu, sokak boyunca bütün komşuları ayak üstü ziyaret eder, her gün bir başka yerde kendisi için çıkarılan sandalyeye oturur, sohbete ortak olurdu. Kısacık boyu, tıknaz vücudu ile adeta bir topu andıran Zeynepaçi, çok az Türkçe bilir, mecbur kalmadıkça Giritçe konuşurdu. "İde kanis, kala?"* ile başlayan sohbetler akşam ezanına değin sürerdi. Anne dedem Giresunlu olduğu için Giritliler arasında yaşamasında rağmen dillerinden pek anlamazdı. Zeynapaçi, yine kapımıza konuk olduğu bir akşam vakti, bilinen kırık Türkçesiyle dedeme derdini anlatmaya koyulmuştu. "Ah, Osman Efendi, karnımın alt tarafı bir fena ağrıyor ki, sorma" Annemin neden güldüğünü anlamamıştım önce. Sonra sordum kendisine, neden güldün diye. "Kadın karnımın altı dedi, dedene. Çok komik, orası neresi oluyor bir düşün." O zaman kahkahayı patlattığımı hatırlıyorum.       

 *İde kanis, kala? : Giritçe, Nasılsınız, iyi misiniz?

27 yorum:

  1. Merhaba , sayfanızı yeni takibe aldım . Bende benim dünyama beklerşm . Sevgiler . https://superguclubekaranne.blogspot.com/

    YanıtlaSil
  2. serinin başından başlıyorum okumaya.

    YanıtlaSil
  3. Tatar Mustafa ve ablası için üzüldüm. :(( Eskinden ne hastalıklar insanları ölüme götürebiliyormuş, şimdi birazcık daha iyi bir durumda insanoğlu, bununla teselli buluyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben hem onlara hem de anne ve babalarına çok üzülüyordum. Tek tesellileri dediğim gibi Saime'nin sağlıklı olmasıydı. O daha sonra evlendi, bildiğim kadarıyla sağlıklı çocukları oldu. Evet, sağlık konusundaki gelişmeler sayesinde insan ömrü de uzadı ama kaç kişinin ilaçların yan etkileri sebebiyle sakat kaldıkları veya hayatlarını kaybettiklerini bilmiyoruz tam olarak.

      Sil
  4. Galiba hepimizin çocukluğunda tanıdığı hasta bir çocuk oluyor. Bizim de komşumuzun yeğeni vardı, Resul. Lösemi hastasıydı yavrum, tekerlekli sandalyede otururdu bütün gün. İlk zamanlar onunla oynamak istemezdik, biraz korkardık sanırım. Sonraları onu da oyunlarımıza katmaya başlamıştık. Zavallı yavrum, ne kadar mutlu olurdu bizimle oynarken. Sonra ölüm haberini aldık. Onunla oyunlar oynayarak, acılı ve kısa hayatına azıcık neşe kattığımız için, buruk da olsa bir mutluluk yaşarım hala. Sağlıkla kalın bay Kaplan.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, çocuk aklımızla onların çekmiş olduğu acıları, sıkıntıları tam olarak düşünemezdik. İlkokula giderken Olcay isminde çocuk felci geçirmiş güzel yüzlü bir kız arkadaşımız vardı. O yüzündeki parlak gülümsemeyi unutamam. Yalnız başına yürüyemediği için her gün dedesi beyaz bir Ford Taunus arabayla getirir, götürürdü okula. İçim acırdı onu görünce. Şanslarına mı küsmeleri gerekiyor bu insanların, kaderlerine razı olmaları mı? İşte benim içinden çıkamadığım bir denklem olmuştur bu her zaman. Yazıdaki giriş cümlem bu düşüncemin özeti. Hayat asla adil değil. Şükretmek bana onlara karşı büyük haksızlık yapmışım gibi geliyor. Çünkü hemen hemen hiçbiri bunu hak etmediler, sevgili Dikiş Sevdası...

      Sil
    2. Aynı noktaya takılıyoruz bay Kaplan. Hayat adil değil, vaadedilen öbür hayat da adil değil. Bu hayatta acı çeken insanlar ya da hayvanlar bunları hak etmiyorlar. Peki neden o acıları yaşıyorlar, neyin bedeli? Hele hayvanlar için vaadedilen bir öteki dünya bile yok. Bizim aklımızın ermediği ya da gözümüzün önünde olup da göremediğimiz bir düzen olmalı. Haklısınız, piyango bana vurmadı diye dua etmek de biraz bencilce gibi. Adaleti sağlamak için ufak tefek, elimizden gelen şeyleri yapabiliriz ama o kadar işte. Sadece Sevda yeterli bay Kaplan, sağlıkla...

      Sil
    3. Sadece biz mi? Bu konularda beynini kullanan bütün insanlar aynı şeye takılıyor. Varoluşumuzun nedenini sorguluyor. Evet, bir insan olarak elimizden geleni yapalım, Sevda Hanım:)

      Sil
  5. ne kadar renkli aslında çevremiz...her kültürden her milletten insanla sarılıyız.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gerçekten de öyleydi. Birlik vardı eskiden. Kimse kimsenin ne ırkına, ne dinine, ne diline karışırdı. Sadece demokratlar ve halkçılar arasında (bugünküyle mukayese edilmeyecek ölçüde) bir rekabet vardı ama aynı kahvede, aynı masada oturup tartışabiliyordu insanlar. Sadece anlaşamayacağımızı düşündüğümüz insanlardan uzak dururduk ama onları dışlamak gibi bir davranış içine girmezdik. Demokrasiyi millet olarak yanlış anlamışız ki, bu durumlara geldik.

      Sil
  6. Ah bu akraba evlilikleri :,( Bu konu biraz çözüldü Türkiye'de bilinçlendirmeyle falan ama burada bazı Almanyalılar var çok cahiller ve hep kendi aralarında yaşıyorlar birinin oğlu öbürünün kızıyla evleniyor aman yabancıyla evlenmesin, ya bir almana varırsa en büyük kabusları. O nedenle çok var malesef akraba evliliği sonucu türlü genetik hastalıklar, hasarlar... Çok üzülüyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aslında çevremde pek yoktu akraba evliliği. Tanıdıklarım arasında tek örneği bahsettiğim Tatar ailesiydi. Muhtemelen onlar da saf bir aşkın kurbanı olmuşlar ve kumar oynamışlardı. Yorumunuzu okurken şaşırdım önce. Almanlarda da var bu akraba evliliği anladım. Meğer bizim Almancılardan bahsediyormuşsunuz. Bütün bu geleneksel dayatmaları kaldırmak gerek. Şu milletten ya da bu milletten olmanın ne önemi var, insan olalım yeter. Akraba evliliği konusunda çoğu durumda yasal bir engel yok bildiğim kadarıyla. Amca kızı, hala, dayı kızları gibi akrabayla evlenmekte dinen bir sakınca yok ve bu durum cesaretlendiriyor cahil kesimi.

      Sil
  7. Blogda devam çizelgesi tutulsaydı sınıfta kalırdım. Seriler kaçıyor o yüzden. Çeviri mi sizin eseriniz mi bilemedim. Ama güzel bir konu ve güzel bir anlatım. Emeğinize, yüreğinize sağlık 😊🤚

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Rica ederim, ben de çok güzel blog yazıları kaçırıyorum. Maalesef hepsine yetişmek mümkün olmuyor. Bu seri birden aklıma geldi. Hayır çeviri ya da kurgu değil, bire bir yaşanmış olaylar ve gerçek kişiler:) Çok teşekkür ederim:)

      Sil
  8. çocukluk günlerime gittim, o günler ve komşular unutulmuyor:)

    YanıtlaSil
  9. Bizim mahallede de hiç araba yoktu. Bir arkadaşımın babası kamyon şöförüydü, o akşam olunca park ederdi sokağa. İlk arabayı dedemin süt mavisi pejosu :) olarak biliyorum.Ne güzeldi. Sonra babam oyakdan borçlanıp turuncu bir reno almıştı.İkisi ilede çocukken çok gezdim. Hatta pejo ile İskenderun'a kadar babamı Kıbrıs'a yolculamaya gitmiştik dedemlerle.
    Sokağa oturup sohbet etmek ne güzelmiş ya hu şimdiki sosyal medyaların yerine canlı canlı muhabbet gıybet falan.
    Yalnız ben hala otoyollarda falan, o köprülerin üzerinden biri bir şey atacak diye korkarım.Gözüm bir bakar üst geçitlere.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Liseye giderken beyaz Peugeot 504 hastasıydım. Bugüne kadar birçok marka ve model araba kullandım. Kullandığım onca markanın arasında hiç Peugeot'un olmaması ne kadar tuhaf geldi bana şimdi:) Sokak sohbetleri paha biçilemez:))
      Çok fazla takıntı haline getirmemek gerektiğini düşünüyorum, her şeyi düşünürsek dünya yaşanılmaz hale gelir:)

      Sil
  10. ne çok hastalıklı, genetikli insan varmış demekki o mahallede. karnımın altı, zeynepaçi tatlişmiş :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok değil, sadece Tatarlardı. Fakat yaşlı kadın çoktu. Ah Zeynepaçi, ah:)))

      Sil
  11. Tam hastalıklarla hüzünlenmiştim ki Zeynepaçi beni benden aldı :)

    Annem küçükken bir yerden duymuş "Amanını kelle kelle, altını üstünü yelle" diye bir şarkı. Diline dolamış sürekli söylüyormuş, bir gün dedesini yakalamış adama yalvarıyormuş "Dede, hadi sen de benimle söyle! Bak çok kolay: Amanını kelle kelle, altını üstünü yelle". Dedesi çok severmiş annemi, her dediğini yaparmış. Adam sağa sola bakınıp kimse yok diye sözleri değiştirerek yarım yamalak söylemeye çalışıyormuş ama annem ikna olmuyormuş. "Hayır ya dede öyle değil bak böyle..." :)))))) Anneannem anlatırken ölürdük gülmekten.

    YanıtlaSil
  12. Son paragrafı okuduğumda annemin sokağındaki bir bina kümesi geldi aklıma. Annem hayır amaçlı aşure, pişi gibi şeyler yaptığında dağıtmak hep benim görevim oldu. Kardeşim de yardım ederdi ya bahsettiğim taraf benim alanımdı. Bir noktada nereden girdim? bu eve verdim mi? aa orada da mı ev varmış? moduna girerdim. Biraz ürkerek girdiğim ama hayırda ayrılık olmaz diye de mutlaka kapıları tıklattığım bir binaydı. Hala bana ait bu görev ve yeni yeni katlar, kapılar var o kümelenmede.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, aklıma gelseydi ondan da bahsederdim:) Tabii, aşure ayında aşure dağıtırdı komşular birbirine. Düşünebiliyor musunuz, o gariban varoşta çok kişi kurban keser dağıtırdı yine. Annem hayır olsun diye çok güzel yaptığı pişilerden üç dört tanesini tabaklara koyar dağıtmamızı isterdi. Yani eskiden komşular arasında tabağın biri gider, biri gelirdi. Yeri gelir birbirlerinden bir soğan, iki yumurta istenmesi gayet doğal şeylerdi. Ne günlerdi:)

      Sil